Okullarda okutulan ve herkesin kabul ettiği tarihe göre,
Türkler 7-11 yüzyıllar arasında Müslüman olmuşlardır.
Bu hikayeyi en Marksist bilinenler bile kabul edip öyle kitaplar
yazmışlardır.
Örneğin Hikmet Kıvılcımlı, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” diye bir kitap yazmıştır ve
kitaptaki bölümlerden birinin başlığı da “Türkler
ne zaman ve nasıl Müslüman oldular”dır.
Bir başkası da Erdoğan Aydın. “Türklerin
Müslümanlaştırılmasının Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?”diye bir kitap yazmış. (Bu iki yazının
ayrıntılı bir eleştirisi şu yazıda var: “Kıvılcımlı
Niçin ve Nasıl Bir Gerici Milliyetçiydi?” ve “Türklerin Müslümanlaşması mı?
Müslümanların Türkleşmesi mi? (Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk” Kitabına
Eleştiri”)
Sorunu adlandırmadan
başlayalım.
İslam uygarlığı,
İran’ı (Pers Uygarlığını) fetih ettikten sonra, Kafkaslardan Çin hududuna kadar
olan Orta Asya denen bölgede genellikle göçebe aşiretler halinde yaşayanlar,
eskisi altında oldukları uygarlığın diniyle dinlenmişler ve Müslümanlığa
geçmişlerdir. Bu süreç örneğin Germenlerin Batı Roma ya da Slavların Doğu Roma
etkisiyle onların diniyle dinlenmelerine ve uygarlığa geçmelerine benzer.
Bu dönüşümü “Türklerin
Müslümanlaşması” olarak tanımlamak, baştan aşağı yanlış, ancak ırkçı Türk
milliyetçilerinin yapabileceği bir iştir.
Yani sorun olguda
değil? (Orta Asya’daki göçebe ve yarı göçebelerin Müslümanlığa geçmesi değil)
olguyu tanımlayan kavramlardadır (Türklerin Müslüman olması olarak
tanımlanmasındadır.)
*
Önce kategorik bir yanlıştan
başlayalım.
Masa Ahlak olabilir
mi? Ya da dolap iyilik olabilir mi? İki kere iki balmumu eder mi?
Böyle bir soru bile
saçma gelir insana? Bu nasıl soru diye düşünülebilir?
Ama Türklerin
Müslüman olmasından söz etmek masanın ahlak olmasından söz etmekten farklı
değildir mantıki kategoriler bakımından.
İslam bir dindir?
İnsanlar ya da bir topluluk, bir dinden diğer dine geçebilir.
Yani aynı
kategoriden şeyin içinde bir değişim olabilir.
Türklük bir din
miydi? Türk diye bir din var mıydı?
Yoktu.
Bugün bizlerin Türk
dediği o zamanlar Kafkaslar ve Çin arasında yaşayanlar, henüz uygarlığa bile
geçememiş, göçebe veya yarı göçebe yaşayan kömünal aşamalardaki topluluklardı.
Onlar da kendilerini muhtemelen Türk olarak değil, şu veya bu aşiretten
insanlar olarak tanımlıyorlardı. Bu aşiretlerin veya aşiret birlikleri
muhtemelen aşireti veya o birliği temsil eden totemleri ve bilgiyi koruyan ve
aktaran şamanları vardı.
Yani isterseniz
putlara tapıyorlardı diyelim İslam’ın deyişiyle; totemleri vardı diyelim;
isterseniz şaman dinindeydiler diyelim.
(Aslında şaman dini
diye bir din de yoktur. Yazısız ve komün halinde yaşayan toplumlarda, “kabilenin
büyücüsü”, “şaman”, Anadolunun bazı köylerinde “kadın ana”, Avrupa ortaçağında
“cadı” denilmiş ve yakılmış aynı zamanda doktor, bilgiyi toplama ve aktarma
işlevinin görene şaman denmektedir. Ama bu Türkiye’de Irkçı Türklerin tarih
anlatımına bağlı olarak, “İslam öncesi Türklerin dini” diye tanımlanmıştır.
Burada “Türklükle” bir ilgisi olmayan, ama Türk milliyetçiliğinin ürünü ve
Türklüğe bağlı olarak tanımladığı evrensel bir kategori söz konusudur. Bu
Şamanın somut biçimleri ve aldığı isimler çok farklı olabilir. Ama yazısız
bütün toplumlarda, esas olarak komünal ilişkileri yaşayan toplumlarda,
toplumsal örgütlenmede önemli işlevi olan bir kurumdur “Şaman”lık. Alevi
dedeleri, şamanların Alevilik formu içinde devam edişleri olarak da
görülebilir.)
Yani o topluluklar
aşiretler halinde yaşıyorlardı ve totemleri vardı. Aynı totemden gelenler
kardeş sayılıyorlardı. Esas toplumsal ilişkiler buna göre belirleniyordu. Yani
Dinleri “Totemizm” veya “Şamanlık” idi.
Eh aynı kategoriden
şeyler içinde birinden diğerine geçiş olabileceğinden, şu veya bu “puta
tapanlar Müslümanlığa geçtiler” demek gerekir.
(Tabii Müslüman
olmak her zaman Müslüman olmak anlamına gelmez. İslam bir uygarlık dinidir.
Aşiret bağlarını (Totemleri, putları); aşiret kardeşliğini tanımaz. Allah’a
inananların kardeşliğini tanır örneğin. Ama ister Arabistan’ın Bedevileri,
ister Mağrip’in Berberileri, İster Hasar Denizi kıyılarının Türkmen ve
Azerileri; ister Orta Asya’nın Özbek’leri, ister Mezopotamya’yı çevreleyen
dağların Kürtleri olsun bunların Müslümanlığı esas olarak ince bir kabuk olarak
kalır eski üretim ilişkileri devam ettiği sürece. Esas belirleyici yine aşiret
bağları olmaya devam eder. Hatta bu durum öyle etkilidir ki, İslam bile hukuken
kendini bu yaşayışa uyduracak yorumlara bürünür. Örneğin Şafiilik göçebe
yaşamının koşullarına uyarlanmış bir İslam’dır. Ama sürecin bu tür
inceliklerini bir tarafa bırakalım. Şu veya bu toteme tapan göçebe veya tarımla
uğraşan Orta Asya halkları Müslümanlığa geçmişlerdir denebilir.)
Peki, Türk ne
oluyor?
Türk’ün sonradan
Hint yolunu almak isteyen Alman emperyalizminin uydurduğu bir kavim olduğunu
bir yana bırakalım.
Türk nedir?
Türk nedir?
Türkçe konuşan
anlamında alalım.
Gerçi o zamanlar
bugünkü gibi bir Türkçe de yoktu her aşiretin veya bölgenin diğerinden epey
farklılaşmış lehçeleri vardı ve bunlar linguistik olarak aynı dil ailesinden
sayılabilirlerdi.
Ancak o insanlar
için, kendilerini Türk olarak tanımlasalar bile bunun toplumsal örgütlenme ve
yaşam bakımından hiçbir anlamı yoktu. Muhtemelen çok uzaklarda kalmış bir soy
ortaklığının kalıntısını veya epeyce farklılık oluşmasına rağmen yine de var
olan bir dil ortaklığını ifade ediyordu.
Yani Türk
linguistik bir kavramdır. Sosyolojik bir karşılığı yoktur. Türk dili sayılabilecek
dillerden birini veya başka bir dili konuşmak ne toplumsal ilişkileri ne de
topluluklar arasındaki ilişkileri belirliyordu. Tıpkı çekik gözlü veya sarı
saçlı olmak gibi, sosyolojik olmayan bir özelliği ifade eder Türk olmak.
İnsanlar Türk oldukları için şu ya da bu dinden olmazlar veya sosyolojinin
konusu olacak bir farklılık göstermezler. Yeryüzündeki bütün diller aynı
yetenektedir. Diller sosyolojinin konusu değildirler.
Dolayısıyla o
zamanlar Türk yoktu ama haydi var saysak bile, Türk denen şey bir dini yani
toplumsal ilişkilerin nasıl örgütleneceğini belirlemediği için, yani öyle bir
din olmadığı için Türkler Müslüman olmadı ve olamazdı. Diyelim ki atmaca kuşu
totemi olanlar Müslüman oldular ve o totemin temsil ettiği toplumsal ilişkiler
ve hukuktan İslam’ın hukukuna ve toplumsal ilişkilerine geçtiler.
Geçtiklerinde
dilleri aynı kaldığına göre linguistik kavramlarla düşünürsek. Atmaca totemine
tapanlar Müslüman olduklarında, dilleri değişmediğine göre, Türkler Türk olarak
kalmıştır. Ya da Türklükten Türklüğe geçmişler diyebiliriz.
Türklerin Müslüman
olması konusunun kavramsal saçmalığı sanırım biraz açıklık kazanmıştır.
*
Ancak, bu tarihi
diyelim bugünkü Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan’dakiler
anlatırsa, “bizler 7-11 yüzyıllar arasında puta tapmaktan Allaha tapmaya,
Şamanlıktan İslam’a geçtik deseler; iyi kötü olgulara da denk düşen bir söz
söylemiş olurlar.
Ama Anadolu’ya ay
ad bugünkü Türk Ulusu’nun olduğu topraklara ve nüfusa gelince burada bir de
olgusal yanlışlık var. Ve Türklerin Müslüman olması uydurmasındaki saçmalık
şahikalarına varıyor.
Çünkü Anadolu’da o
saçma anlayışla bile Türkler Müslüman olmadı ve olamazdı. Çünkü Anadolu’da Türk
yoktu. Küçük küçücük bir fatih azınlık dışında Anadolu binlerce yıldır Anadolu'da
yaşayan insanlarla zaten doluydu.
Şimdi anlatılan
tarihe göre, Osta Asyadakiler gelmişler ve Anadolu’ya yerleşip, kendileri de Müslüman
olduklarından Anadolu’yu Müslüman yapmışlar.
Burada fiziksel,
kültürel veya biyolojik saçmalıklar var. Kavramsal saçmalıklardan da önce.
Bu Anadolu boş
muydu? Kaç kişi geldi orta Asya'dan? O zamanlar on bin yıl önce neolitik
devrimi yapmış ve yerleşik tarıma da geçmiş Anadolu nüfusu muhtemelen bütün
Orta Asya’dan fazlaydı. Orta Asya Boşalmadığına ve Anadolu’dakiler de buhar
olup uçmadığına göre. Anadolu’ya ne geldi? Ne kadar geldi?
Muhtemelen bütün
gelen fatihler birkaç yüz bin kişidir.
Bugün Türkiye’de
yapılan bütün genetik analizler göstermektedir ki, Anadolu’da yaşayan bugünkü
insanların ataları da Anadoluluydu. Orta Asya’dan falan gelmediler.
İkincisi, dil
ortaklığı hariç, tüm müzikleri, kültürleri, yemekleri de Anadoluludur. Bir Türk
bir Ermeni veya Rum’a, 16. Yüzyıldan beri ayrı düştüğü bir Azeri’den bile daha
yakındır kültürel olarak. Bir Türkmen veya Kırgız ile bir Anadolulu Türkü arasındaki
mesafe ise galaksiler kadar uzaktır.
Ne genetik ne de
kültürel olarak bir yakınlık yoktur Orta Asya’da yaşayan nüfusla. Var olan da
yüzde beş civarındadır eğer niceliğe vurulursa.
İşin ilginci,
yüzyılın başındaki, Anadolu nüfusunun yarısını değiştiren, tehcir, mübadele,
Balkan ve Kafkaslardan gelenlere rağmen böyledir. Yani yüzyılın başında eğer
genetik analizler yapılsaydı, bu nüfuz içinde daha da küçük bir Orta Asyalı yüzdesine
karşılık düşerdi.
Peki, bugün Türkiye
Cumhuriyeti’nin ulusunu veya ahalisini meydana getiren ve Türk dediklerimiz
neler?
Bunlar Anadolu’nun
binlerce yılan beri burada yaşayan ahalisi. Onların ahfadı.
Peki, onların ahfadı
olmasına rağmen, niye genetik yapısı ile linguistik yapısı birbiriyle
çakışmıyor? Genetik olarak Akdeniz veya Anadolu; Dil olarak Altay Ural. Bu
nasıl oluyor?
Normal olarak
dünyanın her yerinde Genetik ve Linguistik yapı arasında bir çakışma vardır.
Esas olarak neolitik devrimi yapan kabilelerin dili muazzam bir yayılma gösterip,
diğer neolitik devrim öncesi dilleri yok etmiştir. Bu gibi diller oldukça korunmalı
yerlerde (Kafkaslar, Bask (Pireneler), Hindistan’ın güneyi (Dravitler) vs. gibi
neolitik devrimi, yapanlar tarafından yok edilmeden öğrenebilecek kadar
zamanlarının olduğu yerlerde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Ancak dil ailesiyle
genetik yakınlıkların tutmadığı bazı yerler de vardır. Bunlar şu veya bu küçük
bir fatihler tarafından ele geçirilmiş, sonra o fatihlerin dile ve dinini
benimsemiş yerlerdir. Örneğin Avrupa’da iki yer böyledir. Macaristan ve
Türkiye.
Macaristan’ın
ahalisi genetik olarak tipik bir orta Avrupalı özelliği taşımaktadır ama dili Altay
Ural dil ailesindendir. Yani içinde Türkçenin de bulunduğu dil ailesindendir.
Bu Macaristan’ın Orta Asya'dan gelen Hunlar veya Magyarlar tarafından fethi ve
bunların dillerini zamanla yaşayanlara kabul ettirmesiyle ilgilidir.
Benzeri bir de
Anadolu’da yani bugünkü Türkiye’de görülür. Halk genetik olarak tipik Anadolulu
ve Akdenizlidir ama dil Altay Ural dillerindendir.
Şimdi burada
açıklanması gereken iki nokta var.
Nasıl oldu da bu
dil, Anadolu’nun yerli ahalisine kendini kabul ettirdi?
Nasıl oldu da
Anadolu’nun yerli ahalisi Hırıstiyanlık’tan Müslümanlığa geçti?
Yani “bugünkü
Türkler nasıl ve ne zaman Müslüman oldu?” (ya da bir Türk sorarsa “olduk)
sorusu, doğru olarak, Anadolu’da binlerce yılıdır yaşayan bu insanlar ne zaman
ve nasıl Müslüman oldular ve buna paralel olarak da dillerini değiştirdiler diye
sorulmalıdır.
Yani Erdoğan Aydın gibiler,
“nasıl Müslüman olduk?” derken. Eğer bir parça olgulara dayanan bir şekilde bu
soruyu soruyorsa. Bu sorunun cevabını Orta Asya’da değil; Anadolu’da yaşayan
insanlarda ve 7-11 yüzyıllar arasında değil de 11-19 yüzyıllar arasında aramalıydılar.
Tüm o sorunun yanlışlığına rağmen.
Şimdi soruyu şöyle soralım.
Anadolu’nun Rumları, Ermenileri ve diğerleri (Likyalılar, Manavlar, Çepniler, Yörükler
vs.) ne zaman ve nasıl Müslüman oldular.
İkinci bir soru da
şudur: nasıl oldu da Türkçeyi benimsediler?
Anadolu’da Müslüman
olanlar, Orta Asya’dakiler gibi bozkır göçebesi değildiler ve totemlere
tapmıyorlardı. Çünkü Anadolu ilk neolitik devrimin olduğu ve Hint Avrupa dillerinin
bütün dünyaya yayıldığı yerdir. M.Ö. 2000 yıllarında Demir’in keşfi ve alüvyonu
Irak ve Mısır nehir boyları dışında da tarım uygarlığına geçişin olanaklı
olmasıyla birlikte aynı zamanda ilk uygarlığa geçen yerlerden biridir.
Yani Bugün Türk
olan Türk olmadan önce de Müslüman olan yerli halk, Hint-Avrupa dillerinden
konuşuyordu ve Hıristiyan'dı. Bunlar nasıl Müslüman oldu ve Türkçe konuşmaya
başladı.
Doğru soru budur.
Tabii bunu
açıklayabilmek için, başka kavramları da doğru tanımlamak gerekiyor.
*
Bir keder
Anadolu’yu Türkler fetih etmedi.
Anadolu’da ta Hititlerden
beri gelen uygarlıklar zinciri vardır. Doğu Akdeniz de diyebiliriz buna.
Yunanlılar ve daha sonra Roma ve Bizans ile devam eder.
Bir de bugünkü Kürdistan
dağlarının doğusunda Pers uygarlığı vardır. Hint ve Çin yolu üzerindeki; klasik
ön Asya uygarlıklarını Hint ve Çin’e bağlayan.
Bu iki farklı
uygarlık alanının arasında her zaman bir rekabet ve savaş ta vardır, bu
savaşların özü de ticaret yollarına kimim egemen olacağı üzerinedir.
Kürdistan ve
Anadolu bu iki uygarlığın savaş ve rekabet alanı olagelmiştir. Anadolu platosu
esas olarak Grek, Roma, Bizans, Osmanlı etki alanında olmuştur; Kürdistan ise
Pers etki alanında. Ancak bu iki uygarlık arasındaki sınır Kürdistan’ın
Doğusundan ege kıyılarına kadar sürekli ve sık sık değişmiştir.
Örneğin Maraton bile
bu iki uygarlığın savaşının bir sonucudur.
Şimdi ikinci bir
noktaya gelelim. Her uygarlık aslında bir süre sonra çürür ve genellikle paralı
asker olarak kullandığı ve kendi işleyişini ve zayıf yerlerini öğrettiği “barbarlar”
tarafından ele geçirilir.
O “barbarlar” medeniyeti
ele geçirdiklerinde yeni bir imparatorluk sülalesi kurulur ve o uygarlık
alanında belli bir canlanma yaşanır. Çürümüşlük bir dereceye kadar amorti edilir.
Ama kısa bir süre sonra da, önceki çürümeyi yaratan güçler yeni fatihleri de
çürütürler ve bu sefer onlar da başka bir komün tarafından alaşağı edilir. Tarih
üç aşağı beş yukarı böyle gider.
İşte Bizans ve Pers
uygarlıkları da böyledir. Pers uygarlığı İslam aşısıyla ve Abbasi egemenliğiyle
bir çiçeklenme yaşar. Ama bir süre sonra o da çürür. Selçuk beyin aşireti onun
başına geçer. Bu gençlik aşısıyla, Bizans’ı, tıpkı eski İyonya ve Eski Yunanistan
zamanında olduğu gibi, Pers uygarlığı Ege kıyılarına kadar sürer.
İşte Türklerin
Anadolu’yu fethi diye gerçek mahiyeti saptırılmış ve anlamını yitirmiş olgu,
Pers uygarlığının, başına geçmiş Oğuz soyundan bir sülale ile canlanması ve Bizans’ı
Anadolu’dan çıkarması, tekrar Anadolu’ya egemen olmasıdır.
Öte yandan Bizans
da bir çürüme içindedir ve İslam’ın ve diğer göçebe fatihlerin Pers uygarlığına
yaptığı gençlik aşısından da yoksundur.
Hem daha yeni ve
gelişmiş bir dine dayandığı; hem de daha fazla taze kan aldığı için, Pers
uygarlığı Anadolu’ya iyice yerleşir kısa zamanda. Anadolu’nun ahalisi de
kendisine daha fazla refah ve adalet sunan bu uygarlığın dinine geçmeye başlar.
(Selçuklular, “Anadolu Selçukluları” (böyle bir devlet yoktur Türk
tarihçilerinin uydurmasıdır) ve “Beylikler” yani yuvarlak hesap Yavuz’a kadar
olan dönem budur.)
Mevlana’lar falan
hep Pers uygarlığıdır Anadolu'daki uzantılarıdır.
Tabii bir uygarlık
diğerini sadece kaba güçle ele geçirmez. Bunlar aşağı yukarı devrimlerin
yayılmaları gibi kavranmalıdır: O zaman bu yeni düzenin ortaya çıkardığı
kurumların da yayılışı olur. Örneğin “Horasan erleri” falan hep bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Tabii burada Pers
uygarlığını ele geçirenlerin cahil aşiret çocukları olduğu unutulamamalı.
Bunlar koca binlerce yıldır incelmiş devlet cihazlarını ele geçirirler. Ama o
cihaz ve uygarlık binlerce yıllık birikmiş tecrübesiyle o fatihleri kısa
zamanda özümser ve esas işi arkadan yürütür. Nizamülmülk’ler falan aslında tam
da bunu yaparlar.
Bu fatihler
devletin başındaysa elbet devlet cihazının kendi dilini konuşmasını
isteyecektir. Çünkü kendisi başka dil bilmemektedir. Devlet demek vergi ve
mahkemelerdir her şeyden önce. Buralarda hangi dil konuşulacaktır? Bu da
fatihlerin dili olur. Fatihler ise henüz Pers uygarlığınca tam fetih edilemeden
Anadolu’yu fetih ettiklerinden bu “Türkçe” olur.
Ancak uygarlık
dediğin de çok ince bir şehirli tabakasıdır. Gerisi kapalı ekonomideki köylerde
yaşar.
Köyler ise bir
yandan komünal ilişkilerdir, yani bir uygarlık dinine gerekleri bile yoktur,
eşitlikçi bin topluluk içinde yaşarlar.
Diğer yandan devlet ondan vergi alarak artı ürününe el koyar. Ona karşı bir köylü muhalefetidir.
Diğer yandan devlet ondan vergi alarak artı ürününe el koyar. Ona karşı bir köylü muhalefetidir.
Böylece
uygarlıkların egemen olduğu alanların büyük bölümü uygarlığın resmi dininin
sapkınlık olarak gördüğü komünle yakın bağlar içindeki ve aynı zamanda birer
köylü partisi niteliğindeki mezhep ve tarikatların elindedir.
Bizans egemenliği altında
inleyen bu komün-köylüler, Balkanlar’da Bogomiller, Anadolu’da Paulikanlardır.
Yani daha sonra Osmanlı şeriatı karşısında ne durumda olacaklarsa o zaman
Bizans kilisesi karşısında benzer konumdadırlar.
Fatihler elbette
Bizans tarafından ezilen bu köylülerin desteğini alacaktır iyice yerleşebilmek
için. Onlar da buna zaten teşnedirler. Bu devrim veya dönüşüm de Osmanlı’nın
Anadolu ve Balkanlar’da Bogomillerin Bektaşileşmesi; Paulikanların Alevileşmesi
biçiminde gerçekleşir.
Osmanlı İstanbul’u fetih
edip onun tarafından fetih edilinceye kadar aslında bunlara dayanır ve hızlı büyümesini
bu “sapkınlara” borçludur. Anadolu Sünni Müslüman olmadan önce “Sapkın”
Müslüman olmuştur.
Şimdi bütün
bunların yanı sıra, Müslüman olmanın vergiden ciddi bir muafiyet sağladığı da
düşünülünce, Müslümanlaşmanın ve Türkçe diline geçmenin mekanizmaları daha iyi
kavranır.
Böylece Anadolu’nun
sapkın Hıristiyanları sapkın Müslümanlığa geçerek Anadolu’nun alttan;
Şehirlerde de pers uygarlığının üstünlüğü üstten bir Müslümanlaşmasını ve Türkçe
diline geçmesini sağlar.
Bu yüzyıllar içinde
gerçekleşir. Beş yüz yıl aşağı yukarı. Bu beş yüz yılda yine de bir yandan
Bizans’tan önce Hıristiyanlığa geçmiş daha eski dinlerden halklar (Süryaniler,
Keldaniler, Ermeniler ve kiliseleri) diğer yandan Ortodokslar (Rumlar)
varlıklarını sürdürürler.
Eğer yüzyıl başındaki
sürgün ve katliamlar olmasa, Anadolu’nun yüzde kırkı ila yarısı arası bir nüfus
dinini koruyan ama dilini büyük ölçüde değiştirmiş (Ermeniler ve Rumlar büyük ölçüde
Türkçe konuşuyorlardı evlerinde bile) durumdaydı.
O halde, Türklerin “Nasıl
Müslüman Olduk?” sorusunun cevabı 7-11 yüzyıllar arası Orta Asya’da değil;
11-19 yüzyıllar arası Anadolu ve Balkanlar’da aranmalıdır.
Ve totemizmden
Müslümanlığa geçişten ziyade, bir uygarlık dininden (Hıristiyanlık) diğer
uygarlık dinine (İslam); bir uygarlık dininin “sapkınlığından” diğer uygarlık
dininin “sapkınlığına” (Bogomil ve Paulikanlıktan Bektaşilik ve Aleviliğe)
geçiş olarak ele alınmalıdır.
Bu geçişler ile birlikte ve devlet cihazının Türkçe ile işlemesi de Türkçenin yayılmasının bir ek nedeni olarak görülebilir.
Bu geçişler ile birlikte ve devlet cihazının Türkçe ile işlemesi de Türkçenin yayılmasının bir ek nedeni olarak görülebilir.
Sorun böyle bir
bakışla incelendiğinde, gerçeğin daha sadık bir resmi çıkarılabilir.
Tabii soruna böyle
bakınca Tarih kitaplarını Türk milliyetçileri başka türlü yazmak zorundadırlar.
Keza “soydaşlar” o zaman Ermenileri, Rumları ve kısmen da Kafkasların ve
Balkanların halklarını içerecektir; “Orta Asya Türkleri”ni değil.
*
Peki, bu Türklük
nedir?
Bugünkü anlamıyla
Türklük bir ulustur.
Ulus ise, modern
toplumun dininin, karşı devrime uğramış biçimidir.
Yani Türklük bir
dindir.
Özel ve politik
ayrımına dayanan dinin politik olanı Türklük ile (bir dil, soy ve tarih vs. ile)
tanımlayan bir biçimidir.
Evet, tam da bu
nedenle, Türkler (Bir linguistik kavramdır çünkü İslam’dan önceki ve modern
ulustan önceki Türklük) Müslüman olamaz, ama Müslümanlar Türk olmuştur.
Yüzyılın başında,
önceden Müslümanlaşmış olan genetik olarak Rum, Ermeni vs. olan Anadolu’nun yerli
ahalisi, Hıristiyan ahaliyi keserek Türk olmuştur. Türklük vaftizini de, kanla
ve kendi kültürel ve genetik kardeşlerinin kanıyla ve malıyla yapmıştır.
Bu nedenle, Türkler
ulus olarak ruhen hastadırlar hiçbir eski uygarlık beşiğinin olmadığı kadar.
Bir İranlının veya
Pakistanlının böylesine saçma Orta Asyalara kadar giden gerçek kültürüyle
ilgisiz bir tarih uydurmaya ihtiyacı yoktur.
Ama Anadolu’nun Müslümanlaşmış yerli ahalisinin Hıristiyanları (Yani kültür ve genetik olarak kendilerine en yakınları) keserek veya onları sürerek kendini Orta Asya’daki kavimlerin ahfadı olarak tanımlaması tam bir şizofrenik duruma yol açmaktadır.
Ama Anadolu’nun Müslümanlaşmış yerli ahalisinin Hıristiyanları (Yani kültür ve genetik olarak kendilerine en yakınları) keserek veya onları sürerek kendini Orta Asya’daki kavimlerin ahfadı olarak tanımlaması tam bir şizofrenik duruma yol açmaktadır.
Kimi insanlar
genetik olarak hasta doğarlar; Türk ulusunun da böyle genetik olarak doğumundan
gelen genetik bir sakatlığı bulunmaktadır. Hafızasızdır.
Diğer uluslar da
Tarihler uydururlar ama böylesi yoktur.
Türkler ise, Türklükten
demokratlığa dönüşmek ve ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazmak bir
yana; böyle daha kültürel; gerçekliğe daha denk bir tarih yazmaktan ve bir
kültürel Türk milliyetçiliğine geçmekten bile çok uzaklar henüz.
Dolayısıyla Türklerden ciddi bir demokratik hareket beklenemez. Bugünkü tarih yazımı verilerine göre, Özel savaş dairesinin yedeği olmaya devam edecekleri tahmin edilebilir.
Dolayısıyla Türklerden ciddi bir demokratik hareket beklenemez. Bugünkü tarih yazımı verilerine göre, Özel savaş dairesinin yedeği olmaya devam edecekleri tahmin edilebilir.
12 Kasım 2014
Çarşamba
Yazıları e-posta ile otomatik
olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder