Gelecek geçmişte yazılır. Geleceğin nasıl şekilleneceği
geçmişin nasıl yazıldığına bağlıdır.
Bütün “mitolojik” denen söylenceler birer tarih anlatımından
başka bir şey değildir ve bir toplumsal dönüşüm sonucu yerleşmişlerdir. Mitolojiye
firen her kahraman, aslında yeni bir tarih yazan ve yeni bir düzenin kuruluşuna
öncülük eden bir devrimciden başka bir şey değildir. İnsanlık henüz soyut düşünme geleneğinin
olmadığı zamanlarda bu dönüşümleri somut imgelerle anlatmıştır.
Bütün din kitapları aslında birer tarih kitabıdır. Tevrat
çok tanrılı dinler karşısında başka bir tarih yazar. Hıristiyanlık ya da İslam,
aynı tarihi alır başka bir şekilde yorumlayarak anlatır. Kuran, Tevrat’ta
anlatılan ve o zamanın Arabistan’ında bilinen tarihin, başka bir ışık altında
okunması ve yorumlanmasından; dolayısıyla başka bir tarih yazımından başka bir
şey değildir. İslam, Kuran’la geçmişi farklı anlatabildiği için geleceği farklı
kurabilmiştir.
Toplumdaki farklı sınıf veya üretim ilişkilerinin yansısı olar
mezhep ve tarikatlar bile başka tarihler anlatarak var olurlar. Alevilik başka
bir tarih anlatır, Sünnilik başka, Şiilik başka. Katoliklerin anlattığı tarih
başkadır; Protestanların başka. Her farklı anlatılan tarih farklı bir toplumsal
düzene ve ilişkilere (üstyapıya), yani farklı bir dine karşılık düşer.
Aydınlanma o güne kadar din kitaplarının anlattığından başka
bir tarih yazarak ortaya çıkmıştır. Marksizm de bir tarih yöntemi ve anlatısı
olarak ortaya çıkmış; Aydınlanma’nın anlattığı tarihi başka bir yorum ve ışık
altında anlatarak bir alternatif program olarak kendini ortaya koyabilmiştir. İlk
programın (Komünist Manifesto) aynı
zamanda bir tarih anlatısı olarak “şimdiye
kadar bütün toplumların tarihi” diye söze başlaması, bir rastlantı
değildir. Marksizm'in özü olan Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ü, tarihin nasıl okunup anlaşılabileceğince
dair bir kavramsal temel sunuştan başka bir şey olmaması da bir rastlantı
değildir. Çünkü gelecek Tarihte yazılır.
Ama her yeni tarih anlatısı aynı zamanda o anlatıyı
sağlayacak başka kavramların varlığını var sayar. Üretici Güçler, Üretim
ilişkileri, Sınıflar gibi kavramlarınız olmadan Komünist manifesto yazılamazdı.
Ama bu kavramlara geçiş nasıl olacaktır önceki tarihlerden. Tanrı dünyayı altı
günde yarattı yedinci gün dinlendi diye bir tarih anlatısıyla şekillenmiş bir
toplumda üretici güçler ve üretim ilişkileri gibi kavramsal araçlar da bulunmaz.
Ya da mitoloji denen bir zamanların tarihlerinde veya uygarlığın
pagan dinlerinde ve o tarihlere uygun toplumsal ilişkilerde olduğu gibi,
dünyayı somut imgelerle kavrayan bir toplumda, soyut ve kavramsal bir tanrıya
dayanan bir tarihi anlatacak kavramsal araçlar yoktur.
Bunun nasıl bir zorluk olduğu, bugün tarihi ulusların tarihi
olarak anlatan ve her yere egemen olmuş tarihler karşısında, ulusların tarihi
olmadığını anlatan bir tarih yazmanın zorluğunda görülebilir. Ulusların Tarihi
olmadığına dair bir tarih öncelikle ulusun ne olduğuna dair bir kavramsal temel
gerektirir; ulusun ne olduğu anlaşılınca onun aslında bir din; bir dinin karşı
devrimci bir biçimi olduğu görülür, yani bu da dinlerin ne olduğuna dair bir
kavramsal sistem gerektirir. Yani kavram ve kategorilerde büyük sıçramalar
yapılmadan, yeni tarihler yazılamaz. Ama bugün Marksizm'in temel kavramlarında
metodolojik düzeyde yapılan bu sıçramalar, Marksizm'in olmadığı çağlarda,
Felsefe aracılığıyla gerçekleşiyorlardı. (Ama dinlerin ne olduğunun
anlaşılması; Marksizm'in sadece sınıf ve üretim ilişkileri boyutu ekleyerek anlatıp
yorumladığı, özünde Aydınlanma’nın anlattığı tarihin yerine, başka bir tarih
yazılmasını gerektirir ve bu tarih aynı zamanda bütün diğer tarihlerin niye
öyle anlatıldığını anlatan bir tarih; tarihlerin de tarihi olmak zorundadır.)
Bu nedenle felsefe aslında bir kavramlar ve düşünce
sisteminden diğer kavram sistemine geçişi hazırlayan ve yüzyıllar kapsayan düşünce
yapılarının değiştirilmesinden başka bir şey değildir sosyolojik olarak. Büyük
felsefecilerin çıktığı dönemler, aynı zamanda üretim ilişkilerinde çok temel
değişikliklerin ortaya çıktığı dönemlere karşılık düşerler. Bu anlamda
filozofları ve felsefeyi, sosyolojik olarak, yeni dinlerin anlatacağı
tarihlerin kavramsal hazırlayıcıları ve habercileri (Hanifler) olarak
tanımlamak mümkündür. Bu dönemler, canlıların tarihinde yepyeni yapıdaki
canlıların ortaya çıkmasına ve egemenlik kurmasına benzer.
Yunan filozoflarının her şeyin temelini neyin oluşturduğuna
ilişkin soruları verdiği cevaplarla değil (atom, su vs.) bir soru olarak
devrimciydiler. Bir soyut tanrı fikrinin yeşerebileceği humuslu toprağı
hazırlıyorlardı. İyi, güzel, doğru nedir soruları birer soru olarak
devrimciydiler, verdiği cevaplarla değil. Ve soyut bir Allaha dayanan dinlerin kavramsal
temelini hazırlıyorlardı.
Benzer şekilde Aydınlanma filozofları da Descartes’in “düşünüyorum öyleyse varım” (yani “Allah
yarattığı için varım” gibi bir önerme ve cevaptan) Kant’ın “kategorik imperatif”lerine (koşulsuz
buyruk) kadar, yani tanrının iyi ve kötüyü belirlemediği bir dünyada iyi, doğru
ve güzeli tanımlayabilmek, dolayısıyla başka bir tarih yazabilmek için
kavramsal bir temel oluşturma, yani bütün bir modern felsefe ve filozoflar,
yeni bir tarih yazabilmek için kavramsal araçlar oluşturma çabasından başka bir
şey değildi.
Tarih’te büyük filozofların çıktığı iki dönemin aynı zamanda
iki temel tarih anlatısının ve dinsel dönüşümün arifesi olması bir rastlantı
değildir. Yunanistan ve İyonya’dakini tek tanrılı dinler izler; Batı Avrupa’dakini
de kutsal kitapların anlattığı tarihten farklı Aydınlanma’nın anlattığı Tarih
izler. Biriyle tek tanrılı dinlere geçilir; diğeriyle modern toplumun dinine,
Aydınlanma’ya.
Aydınlanma içinde birer karşı devrimi temsil eden uluslar da
böyle ulusal tarihlerin yazılmasıyla; böyle tarihleri yazacak karşı devrimci felsefi
ve metodolojik dönüşümlerle (Hegel) gerçek olabilmişlerdir. Türk ulusundan önce
bir Türk tarihi yaratılmıştır ve yazılmıştır. Türk ulusu ancak bir Türk Tarihi
yazıldıktan sonra ortaya çıkabilmiştir. Aslında Aydınlanma döneminin bir tarihe
ihtiyaç duymayan nispeten daha demokratik ulusları hariç (Amerikan ulusun bir
tarihe ihtiyacı yoktu örneğin), neredeyse bütün uluslar, önce tarihleri
yaratılarak ve yazılarak yaratılmışlardır. Alman ulusu, Alman tarihi yazılarak yaratılmıştır.
Türk ulusu Türk tarihi yaratılarak yazılmıştır. Ve şimdi bir Kürt ulusu bir Kürt
Tarihi yazılarak yaratılmaktadır.
Bu ulusların tarihini birer ezilen sınıf tarihi veya
sınıflar mücadelesi tarihi olarak anlatmak aslında o gerici ulusal tarihi
yeniden üretmekten başka bir anlama gelmemektedir ve böyle tarihlerle başta
toplumsal ilişkiler kurulamaz, çünkü başka bir tarih yazılmış olmamaktadır. Zaten
Marks’ın da vurguladığı gibi, Tarih’e sınıflar mücadelesi olarak bakmak, Marksizm’in
ayırıcı özelliği değildir ve Marksizm’i tarihe sınıflar açısından bakmak olarak
yorumlamak onu burjuvazinin kabul edebileceği bir sınırda tutmaktır Lenin’in de
vurguladığı gibi.
*
O halde, geleceğin geçmişte yazılması, her tarih anlatısının
aslında başka bir program ve toplumsal ilişkiler tasarımı olduğu gerçeği
bizlere yarın Ortadoğu’nun nasıl bir şey olacağı hakkında şu an itibariyle
egemen eğilimin ne olduğunu tanımlama olanağı verir.
Bir normal kitapçıya gidin raflara bakın veya internette her
türlü yayını bulunduran bir kitapçının bir kitapçının sayfasına girip “Kürt”+”Tarih”
yazın ve bir arama yapın. Bir Kürt tarihinin yazıldığını ve bu alanda yayınlanan
kitapların müthiş bir artış içinde olduğun görürsünüz. “Türk”+ “Tarih” yazın. Yine
aynı şekilde epey bir zengin literatür görürsünüz. Ama “Demokrasi”+”Tarih”
yazın bir şey göremezsiniz. Belki “Türk Demokrasi Tarihi” gibi bir şeyler
görebilirsiniz ama o da aslında bir demokratik bir tarih değil; ulusal tarihin
anlatısından yani bir Türk tarihinden başka bir şey değildir.
Ortadoğu’da, ulusların tarihi olmadığı açısından tarihi
anlatan bir literatür yoktur. Bu alandaki literatür dünyada bile daha zengin
sayılabilir. Örneğin "Geleneğin İcadı” gibi tarihler ulusların tarihi
olmadığına dair tarihin başlangıçlarıdır; ama bunun somut biçimlerine dair en
küçük bir tarih bile yoktur Ortadoğu söz konusu olduğunda.
Abdullah Öcalan bile aslında bir Kürt Tarihi yazmıştır. İçi
demokratik öğelerle doldurulmuştur ama yazdığı tarih ulusların tarihi
olmadığına dair bir tarih olmadığı gibi; tarihi ulusların tarihi olarak anlatan
bir tarihtir.
Demek ki şu an itibariyle Ortadoğu’da tarihi ulusların
tarihi olarak anlatmayan bir tarih; demokratik bir tarih olmadığı için Ortadoğu’nun
demokratik bir geleceği de yoktur diyebiliriz. Sadece küçük başlangıçlar
vardır. Bunların hepsi çok cılızdır. Bu alandaki belki de biricik ve tek tarih
denemesi bizim yazdığımız Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu’dur.
Böyle bir tarih yazabilmenin tıpkı felsefecilerin ortaya
çıktığı dönemler gibi çok temel bazı değişiklikleri gerektirdiği görülmektedir.
Demokratik bir Ortadoğu tarihi ancak Marksist yöntemle yazabilir. Böyle bir
tarih yazabilmenin asgari temeli, insanlık tahinin genel gidişinin temel mekanizmalarıyla
ilgili bir teoriye sadece Marksizm sahiptir. Ama daha ötesini yazabilecek
kavramsal araçlardan da yoksundur. Bu kavramsal araçların geliştirilmesi gerekmektedir.
“Marksizm’in Krizi” veya “Marksizm'in Sorunları” denince,
hemen işçi hareketi ne oluyor, işçi sınıfı kayboluyor mu; Marksizm’in bir ahlaki
boyutu da var mı ya da olmalı mı gibi tartışmalar yapılır. Bunlar saçma ve zerrece
Marksizm'i anlamamış; onu bir ekonomi politik öğretisi veya felsefi bir doktrin
olarak anlayan Marksizm'in anti Marksist kavrayışlarının dışa vurumudur. Marksizm
bir tarih ve toplum kuramıdır. Onun “krizi” ya da “sorunları” da tarih ve
toplumu açıklamaktaki kavramsal araçlarda, yani sosyolojik kategorilerde
aranmalıdır. Ama bizzat Marksizm anlayışının böyle anti Marksist formülasyonlarda
dışa vurumunun bizzat kendisi bu krizin bir semptomundan başka bir şey de
değildir. Yani çare olarak gösterilen veya görülen sorunlar bizzat problemin kendisidir.
*
Bugün Marksistler Ortadoğu için bir tarih yazabilecek
kavramsal araçlardan yoksundurlar. Ulusal tarihleri tekrarlamaktan öteye
gidemezler. Ama ulusların tarihi yoksa Ortadoğu’nun tarihini hangi
kategorilerle açıklayacaksınız?
Asurlar, Babiller nedir, hangi sosyolojik kategoriyle
tanımlanabilirler. Veya Ezidiler nedir? Örneğin Kürt tarihi ve tarihçiliği
onların Kürt olduğunu, hatta tek tanrılı dinlerin anlattığı tarihlere tam
karşıt olarak, hem de saf ve su katılmamış Kürt, tarihinin derinliklerinden bu
güne miras kalmış bir Kürt olduğunu, dolayısıyla en üstte bir yerlere koyan bir
tarih anlatıyor. Tek tanrılı dinler onları tanrı tanımazların arasına koyarak
başka bir tarih anlatıyorlar ve en aşağılara koyuyorlardı. Peki, Marksizm veya Ulusların
tarihi olmadığına dair bir tarih bunu nasıl anlatacak, hem de bu tarihin farklı
anlatımlarını da bu anlatım içinde nasıl açıklayacak? Tarih’te Ezidiler nedir?
Bir din mi? Din ise Din nedir? Bir “Halk” mı? “Halk” sosyolojik olarak nedir? “Halk”
veya “milliyet” ise bu “halk” ya da “milliyet” denilen de ulusçu terminoloji
içinde, aslında devleti olmamış veya devlet kuracak bir büyüklüğü veya
yoğunlaşması olmayan dilden veya dinden veya “etniden” olanlara verilen isimden
başka bir şey olmadığına göre ulusal tarihlerin bir kavramıyla, politik bir
kavramla düşünülmüş ve tarih anlatılmış olmayacak mıdır?
Marksistler “İşçi sınıfı” veya “ahlaki boyut” gibi
kavramlarla uğraşmaktan böyle soruları sormuyorlar bile? Sordukları sorulara verdikleri
tüm cevaplar yanlış olacaktır, çünkü
soruları yanlıştır. Onlar kaybettiği anahtarı kaybettiği yerde değil de
lambanın altında arayan sarhoşa benzemektedirler. Çözümün değil, sorunun
kendisidirler.
*
O halde, Ortadoğu’nun şu içinde girdiği büyük altüstlük ve
fırtınalar döneminde, demokratik olarak yazılmış bir tarihi olmadığı için
demokratik bir geleceği de yoktur. Ama bir Kürt geleceği vardır. Çünkü bir Kürt
tarihi yazılmış bulunuyor ve sürekli yazılıyor.
Bu Kürt tarihinin iki versiyonu var. Biri Abdullah Öcalan’ın
yazdığı, nispeten demokrasiye açık bir tarih; bir de Öcalan’ın yazdığını bile
saçmalık olarak gören diğer Kürt milliyetçilerinin tarihleri; Türk
tarihçiliğinin ve tarihinin aynadaki aksi olan Kürt tarihleri.
Bu yönde, alternatif bir Ortadoğu tarihi yazma yönünde tek
girişim neredeyse bizim yazdığımız Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu’dur. Tıpkı
alternatif biricik tarih gibi alternatif başka bir program da yoktur.
Ama bu gibi farklı tarih yazmalar bir kişinin çabalarını çok
aşar, bir entelektüel akım olmalıdır.
Ulusların tarihi olmadığına dair geniş bir literatür
olmalıdır örneğin. Ama bunun için Marksist metodoloji üzerine çalışma ve
tartışmalar gerekir. Marksizm içinde böyle bir tarih yazabilmenin kavramsal
temeline ilişkin bir yığın keşif
yapmamıza ve kanımızca bunlar birikmiş sorunların çoğuna bir çözüm sunmasına
rağmen, en küçük canlı bir tartışma ortamı olmadığı gibi, Türkiye’nin bütün Marksistleri
bu çalışmaları görmezden gelmekte el birliği etmektedirler.
Bu kavramsal temel tartışılsa, benimsense bile iş bitmiş olmazdı.
Tek tek ulusal tarihlerin gerçek tarihi nasıl alt üt edip gerçekliği
çarpıttığına dair geniş bir literatür olması gerekirdi. Ancak böyle geniş bir
teorik ve entelektüel saldırı, uluslara ve ulusçuluğa karşı kitlesel bir hareketin
ve başkaldırının temelini oluşturabilirdi.
Bunun nasıl bir şey olacağını tahmin edebilmek için örneğin
son yıllarda, resmi Türk tarihinin, özellikle son yüzyıldaki katliamlar
bağlamında hallaç pamuğu gibi atılıyor olmasına bakılabilir.
Peki, Ortadoğu’daki, Türk, Fars, Arap, Kürt tarihlerini ve
tarihçilerini hallaç pamuğu gibi atan bir tarih yazımı ve canlı bir eleştirel
tarihçilik var mı?
Yok.
O halde Ortadoğu’nun bir geleceği yok.
*
Peki, böyle bir tarihi yazmanın ön koşulları nelerdir?
Bu tarihi yazacak kavramsal araçların temeli Marksizm’de var
ama daha ötesinin kavramsal araçları yok dedik. Yani daha somut olarak Marksizm
içinde bir ulus, din teorisi olmaması; bir yapı ve özne çelişkisinin varlığı Marksizm'i
bu alanda tamamen silahsız ve böyle bir tarihi yazacak araçlardan mahrum
bırakmaktadır.
O halde Marksizm’in gelişmesi gerekir. Din, Ulus gibi olguları
açıklayan bir teorik temel ve kavramsal araçlar bulunması gerekir.
İşte bizim yaptığımız, teorik çalışmanın ve katkıların özü
tamı tamına budur. Bütün teorik çabalarımız, son duruşmada, uluslara karşı bir tarih
yazabilmek için, kavramsal araçları geliştirme çabasıdır. Yani antik çağ Yunan
filozoflarının veya Yeniçağ Akıl filozoflarının yaptığını, Marksist metot
içinde yapma çabasıdır.
Marksizm bir toplum bilim olduğundan artık felsefe ölmüştür
bizzat Marks ve Engels’in söylediği gibi. Bu nedenle yeni bir tarihi yazacak
kavramsal araçların kuruluşu Marksizm içinde bir metodoloji sorunu olarak
ortaya çıkmıştır ve çözümü oradadır.
Bizim yaptığımız veya yapmaya çalıştığımız tamı tamına
budur.
Ve bu tarihin ipuçlarını zaman zaman yazılarımızda sunmaya
çalışıyoruz. Bu tarih dinler tarihi olmak zorundadır. Çünkü tarih ulusların
değil, bir dinden diğer dine geçişlerin tarihidir. Tarihi dinler tarihi olarak
anlatan bir tarih bugünün ihtiyacı olan toplumsal sistemin dayanacağı bir tarih
olabilir. Ve böyle bir tarih ile Marksizm ulusçuluk içinde bir partinin
anlattığı; ulusal tarihlere sınıfsal boyut vererek onları yeniden üreten bir
tarih yazımı olmaktan çıkarak gerçek bir insanlık tarihi; ulusların tarihi
olmadığına dair bir tarih yazabilir.
Bu tarih içinde uluslar ve ulusçuluk, aydınlanma dini içinde bir karşı devrimin tarihi olarak ortaya çıkar.
Bu tarih içinde uluslar ve ulusçuluk, aydınlanma dini içinde bir karşı devrimin tarihi olarak ortaya çıkar.
Artık bu atılan temelin tartışılması, hazmedilmesi, geliştirilmesi,
uygulanması gerekiyor.
Bu başarıldığında hem Ortadoğu’nun Demokratik bir geleceği
bir alternatif olarak ortaya çıkar; hem de yeryüzünden ulusların kaldırılması ve
bir dünya cumhuriyeti; oradan da sınıfsız bir topluma geçiş mümkün olabilir ve
insanlık koşan adım gittiği kıyametten son anda imdat frenini çekerek
kurtulabilir.
Bu nedenle bugün teori en pratik iştir.
04 Kasım 2014 Salı
Yazıları e-posta ile otomatik
olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder