Bu hükümet ve Erdoğan, bir punduna getirip Rojava’yı işgal
etme hevesinden ve niyetinden vazgeçmiş değil.
Önceleri Kobani düşsün diye bekliyor, Kobani düşünce de,
kamuoyunda oluşacak infial ve tepkiyi ve bunun oluşturacağı baskıyı kullanarak,
IŞİD tehlikesini bahane ederek fiilen Rojava kantonlarını “Güvenli Bölge” adı
altında işgal etmeyi; böylece Koalisyon’un desteğini almayı planlıyordu.
Kobani’nin direnişi ve sokaklara çıkan yığınlar bu oyunu
bozdu.
Bunun üzerine ikinci savunma hattına çekildi.
Ve sonunda Barzani’nin aracılığıyla silah yardımına göz
yummak zorunda kaldı.
Artık Kobani’de savaşanlar yeni gelen silahlarla IŞİD
karşısında üstünlük kurarken ve muhtemelen bir süre sonra IŞİD Kobani’den
çekilecekken Kobani’nin düşmesi artık zayıf ve uzak bir ihtimal.
Ama bir süre sonra IŞİD'in çekilmesi veya Kobani çevresinde
bir yenilgiye uğraması karşısında, böyle bir zaferin sağlayacağı prestijle YPG’ye
karşı bir harekât da mümkün olmayabilir ve Koalisyon güçleri, bu disiplinli
harekete doğrudan bir destek vermeye başlayabilir. O zaman artık Erdoğan’ın
tecrit durumu zirve yapar ve bu onun iktidarının yıkımı bile olabilir.
Erdoğan ise yolsuzlukları ve bizzat AKP saflarında bile
artan memnuniyetsizlikleri bastırabilmek, mahkemeye çıkmamak için, bugünkü
siyasi ve ekonomik gücünü; buna bağlı olarak hukuki dokunulmazlığını, bunun
için de iktidarını korumak zorundadır. Erdoğan için, herhangi bir şekilde bir
başka politik biçim mümkün değildir. Ya hapishane ve Yüce Divan ya da İktidar,
hem de en yoğunlaşmış biçimiyle iktidar.
Ama bu iktidarını korumak ve sürdürmek için hareket alanı
sürekli daralmaktadır. Sadece uluslar arası ve iç politika alanında değil,
ekonomik olarak da.
Karşı durulmaz bir biçimde adım adım gelen ekonomik
durgunluk veya kriz ki muhtemelen İnşaat sektöründe başlayacaktır, bir süre
sonra destekleyenlerin azalmasına veya hayırhah durumda ses çıkarmayanların
seslerini çıkarmasına yol açacaktır. Artık gelirlerin arttığı ve artacak bir
gelir beklentisiyle harcamaların yüksek tutulduğu böylece iç piyasada belli bir
talep yüksekliğinin sağlandığı dönemler bitmektedir. Talep daralacak, daralan
talepler işsizliğe yal açacak; bu da tekrar talep daralmasına yol açacaktır.
Diplomatik, politik, ekonomik ve hukuki olarak böylesine
sıkışan bir iktidarın yapabileceği tek şey, binlerce yıldır bütün egemenlerin
denediği olacaktır: bir dış tehlike bahanesiyle tüm tepkileri bastırmak, dışa
yöneltmek ve arkasında toplamak.
Ama bütün tarih de aynı zamanda bu hesabı yapanların sadece
daha kısa ve sert düşüşlerden kurtulamadığını da göstermektedir.
Erdoğan, en küçük bir zaaf ve zayıflık gösterisinin veya politik
dönüşün aynı zamanda kendisini koruyan desteği zayıflatacağını ve sonunu
getireceğini bilmektedir.
Bu nedenle, giderek daha saldırgan olmak zorundadır ve
saldırganlaştıkça da daha çok tecrit olacaktır.
Aslında görünüşteki bütün gücüne rağmen çok güçsüzdür ve
bütün gücünü hepsi de hukuksuz bir şekilde elde edilmiş ekonomik gücünden;
siyasi gücü elinde bulundurarak yaptığı hukuksuzluklardan ve dağıttığı
arpalıklardan almaktadır.
İstanbul’un yağmasının bile ardında, yeni rant alanları
yaratıp, oraları destekçilerine peşkeş çekerek, onların desteğini sürdürme
kaygısı vardır. Üsküdar belediye başkanı, cami yapılırsa ev ve arazilerinizin değeri
artar derken tam da bu konuşulmayan ama gerçek nedeni ağzından kaçırmış
bulunuyordu.
Bu mekanizmayla ve ilişkilerle, bugün neredeyse bütün
Türkiye (hatta bütün Ortadoğu) Erdoğan’ın elinde bir rehine durumundadır. O
kendini korumak ve kurtarmak için, tüm ülkeyi ve bölgeyi ateşe atmaya; hatta bu
bölge dünyanın en kritik yerlerinden biri olduğu ve dünya çapındaki güçlerin
çatışması söz konusu olduğu için tüm dünyayı bir savaşa itmeye hazırdır.
Kobani hesabı tutmayınca bir geri mevzie çekilerek aynı
hedefe yönelik yeni bahaneler aramaya başladı. Şimdi de bahaneyi Halep’te buldu.
Halep’i Esad’ın güçleri kuşatırsa, milyonlarca mülteci gelebilirmiş, o halde Suriye
toprakları üzerinde bu mültecileri ağırlayacak şekilde, 36 Paralel üstünü
güvenli bölge yapmak gerekirmiş. (36. Paralel de Halep’in hemen güneyinden
geçiyor.)
Bu planın hükümetin ve devletin dehlizlerinde epeydir oluşturulup
pişirildiği, Murat Yetkin’in bir süredir Halep’e dikkati çeken yazılarından
anlaşılıyordu.
Fransa dönüşü Erdoğan daha direk söyledi:
"Kobani’yi bir
yana bırakın, Halep tehdit altında. Kuzey Suriye’nin kalbidir Halep ve ne yazık
ki orada koca bir tarih yok olmak üzere. PYD ancak 90 savaşçı peşmerge kabul
etti. Dert burayı PYD’nin dışındaki bir güce kaptırmamak. Tek hedef bu...
Suriye’de şu anda Halep de tehlikede. Halep’i düşünmüyorlar ittifak güçleri,
Kobani’yi düşünüyor. Yani orada varsa yoksa Halep’tir. Sureyi’nin kuzeyi
dediğin zaman Halep’i anlarsın ama bunlar Halep’i bir kenara koymuşlar, varsa
yoksa Kobani diyorlar. Kobani’dekiler zaten hepsi geldiler ve biz de kabul
ettik. Kapıyı da kapatmadık. Ama Halep’te şu anda geniş bir tarih yok oluyor.
İnsanlar yarın orada aynı durumla karşı karşıya kalacak ve şu anda onlar orada
son mücadelelerini veriyor."
Bu konuda çıkarlarıyla da uyuştuğu için Fransa’nın da desteğini
almışlardı. Tekrar bir umut doğmuştu Erdoğan için. Hesaplar Obama’nın seçimleri
kaybedeceği üzerinden yapılmaya başlandı.
Obama seçimlerde kaybedecek gibi görülüyordu. Kaybederse hareketsiz
kalacaktı ve bu durumda Cumhuriyetçi şahinlerin baskılarına fazla direnemezdi.
Cumhuriyetçiler daha aktif bir politika izlenmesinden yanaydılar. Ama bu aktiflik
bölge güçlerinin aktif olarak kullanılmasına dayanıyordu. O zaman bölgenin en
büyük ve güçlü ordusundan başka hangi bölge gücü vardı ki? Yani Erdoğan’ın
hesabı, Fransa’nın ve ABD’deki cumhuriyetçilerin desteğini alarak, Halep dâhil
bütün kuzey Suriye’yi fiilen “güvenli Bölge” namı altında fiilen işgal
etmektir. (36. Paralel Halep’in güneyinden geçiyor). Kendi emniyeti için nasıl devletin
diğer olanaklarını ve karar mekanizmalarını kullanıyorduysa şimdi de Türk
Ordusu’nu kendi iktidarını korumanın bir olarak kullanma hesabındadır.
Bu plan gerçekten bir dünya savaşına bile yol açabilecek bir
plandır. Çünkü ne olursa olsun Suriye hala bağımsız bir devlettir ve (ABD ve
Çin, Rusya, İran) arasındaki rekabetin esas alanıdır. Rusya, Çin ve İran’ın
Suriye’yi tüm güçleri ve silahlarıyla destekleyecekleri, böyle bir fiili işgali
hiçbir biçimde tanımayacakları sır değildir. O zaman Çin veya Rusların verdiği
uçaksavar füzelerinin veya uçakların Türk ve Amerikan uçukları ile bir çatışması
kaçınılmaz olacaktır. Bu ise bir anda kontrol dışı bir tırmanmaya bile yol
açabilir. Zaten ABD’de bu Çin iyice güçlenmeden onu bertaraf edelim; iyi bir
darbe vurarak uzun süre yerinden kımıldayamaz yapalım diyen güçler
bulunmaktadır.
Obama ve ABD bu durumu bildiklerinden bundan uzak durmaya
çalışmaktadır.
Erdoğan ise, dünya ölçüsündeki en gerici ve saldırgan
güçlerle kader ortaklığı yapmış bulunmaktadır.
Erdoğan aynı şekilde Türkiye ölçüsünde de en inkârcı ve antidemokratik güçlerle
ittifak halindedir.
“Barış Süreci” denen
şey, Türk devletinin Kürtlerle çatışarak bölünmektense, birleşerek ve barışarak
büyümek stratejisine geçiş anlamına geliyordu.
Bu stratejiye geçiş ise, en azından Kobani’de ve Suriye’de
Rojava’yı desteklemeyi, hatta Rojava’nın hamisi olmayı ve Rojava üzerinden
Suriye’de etkili olmayı gerektirirdi. İslenen politika ise bu stratejinin inkârı
anlamına gelmektedir.
Elbet “Barış süreci” denen şey, Aysel Tuğluk’un daha aktif
olmalarını istediği devletin içindeki “Laik güçler” ile Erdoğan’ın taktik
hesaplarının geçici bir çakışmasının ürünüydü. Erdoğan’ın Kürtler içindeki
karşılığı Barzani idi Erdoğan, zaman kazanmaya yönelik bir “barış süreci” ile
hem seçimlerde yüksek oy oranlarını tutturabileceği; hem de PKK’nın etkisini azaltarak
ve sıfırlayarak Barzani’nin güçleneceği hesabını yapıyordu ve bu taktik
hesaplarla barış sürecine evet demişti. Erdoğan için “Barış Süreci” stratejik
bir hamle değil, sadece PKK’yı zayıflatacağı düşünülen taktik bir hamleydi.
Ama Devletin içindeki “laik güçler” için bu stratejik bir
hamle ve dönüş anlamını taşıyordu. Onlar da, PKK ile giderek İslam’la
tanımlanmaya başlayan bu ulusçuluğa karşı Laik PKK ile ittifak yapıyorlar ama
aynı zamanda uzun vadeli ve stratejik bir dönüş yapıyorlardı. Bu dönüş, tıpkı, Tanzimat,
Meşrutiyet, Cumhuriyet, çok partili hayata geçiş veya 27 Mayıs gibi, bu
devletin ömrünü onlarca yıl daha uzatacak tarihsel önemde bir dönüştü. Yani Bir
yandan PKK’nın güçlenmesi Erdoğan ve Kürtler içindeki desteği olan Barzani’ye
karşı Laik PKK ile bir ilişkinin pekiştirilmesi; diğer yandan da uzun vadede
PKK ile birlikte, onu iktidara ortak yaparak ve bir yandan da ehlileştirerek Ortadoğu’da
büyük bir güce dönüşme anlamını taşıyordu.
Erdoğan iktidarı boyunca, Ergenekon ve derin devleti
kollayarak, (Hrant davasından diğer bütün davalardaki gidişe bakılabilir.) onlarla
ilişki kanallarını çoktan kurmuştu. Ama özellikle Gezi’den sonra ve hele son
gelişmelerden sonra Kürt sorununda devletin içindeki en inkârcı ve baskıcı
kesimlere yanaştı ve şimdi onlarla tam bir kader birliği yapmış bulunmaktadır.
Erdoğan’ın bugün izlediği çizgi, 90’ların çizgisine bir
dönüştür. Aynı güçlerle bir ittifaktır. Barış sürece devletin içindeki sözünü
ettiğimiz güçlerle geçici bir ittifaktı. Şemdi bu ittifak parçalanmış
bulunmaktadır. Bu nedenle, sanılanın kimi liberallerin ve AKP’lilerin göstermek
istediğinin aksine Asal Tuğluk’un çağrısı bir darbe çağrısı değil; fiili bir
darbe anlamına gelen, Erdoğan’ın Kürtleri inkâr eden güçlerle yaptığı ittifaka
karşı, barış sürecine yol açmış devlet politikasını oluşturanlara bir çağrı anlamını
taşımaktadır.
Bu çağrı ayrıca istisnai bir duruş da değildir ve ta
başından beri Öcala’7ın yaptığı çağrıların aynısıdır. Öcalan’ın yıllardır
dediği: “Akıllı Türk milliyetçileri olun, Bizi inkâr ederek bir yere
varamazsınız. Bizimle birleşirseniz, önünüzde yeni ufuklar açılır” demektedir. Bu
çağrının bugünün özel koşullarında yeni bir versiyonudur. Öcalan’ın bütün
politikası, devlet içinde biri Kürtleri inkâr ve imhaya, diğeri tanımaya
dayanan iki stratejiden ikincisini güçlendirmeye yönelik olmuştur.
Uzun mücadelelerle diğer inkâr stratejisi iyice
zayıfladıktan sonra Devlet, bu anlamda Öcalan’ın bu çağrılarını resmen tanımış
ve ona Diyarbakır’da milyonlarca insana hitap etme fırsatı vermiştir. Öcalan “bu
bir devlet politikasıdır”, “benimle görüşen devlettir” derken bunu kastediyordu.
Ama şimdi köprülerin altından çok sular akmış bulunuyor ve Devlet
politikasını şimdi Erdoğan ve doksanların inkârcıları belirliyor. Onlar
kendileriyle kader birliği yapan Erdoğan’ın seçimle kazanılmış ve merkezileşmiş
gücünü de arkalarına da alarak, kaybettikleri mevzileri tekrar ele geçiriyorlar.
En son 6-7 Ekim olayları onların bütün operasyonel güçlerini koruduklarını da
göstermiş bulunuyor.
Evet, Kobani’yi ABD uçakları vurduktan sonra süngüsü düşen hükümetin
şimdi tekrar saldırganlaştığı görülecek.
Kobani’yi düşürme planı bir yandan Kobani’nin direnişi,
diğer yandan sokaklara çıkan yığınlar ve nihayet da Erdoğan’ın kendini tecrit
eden akılsızca politikaları sayesinde nasıl engellendiyse şimdi de aynı şekilde
bu Halep’i bahane ederek, Fransa, Cumhuriyetçiler ve Kürtleri inkâr ve baskıya
dayanan Özel Savaş Rejimi’nin güçleriyle ittifak ederek fiilen kuzey Suriye’yi
işgal ve Rojava deneyini boğma planı da boşa çıkarılmalıdır.
*
Burada en önemli işlev HDP’ye düşmektedir.
Ama HDP kendine düşen görevleri yapacak akıllı bir politika
uygulamaktan uzaktır.
Çünkü HDP’nin yöneticisi politikacıların bu anlattığımız
türden geniş perspektifleri yoktur. Laiklerin ve Alevilerin hoşuna gidebilecek
ve onların sempatisini kazanabilecek bir görünüme sahip olmak veya güzel
konuşup güzel şeyler söylemek başkadır, onları Hükümete karşı açık ve aktif
mücadeleye çekecek bir politik strateji ve taktikler izlemek başkadır.
HDP günlük politika ardında koşup teorik ve politik
hazırlıksızlığa mahkûm olmanın hastalıklarını yaşamaktadır.
Bir kere son derece savunmacı ve yalvarıcı bir dil bırakılmalıdır.
Barış müzakereleri yapmak, hükümetin politikalarına karşı en
sert eleştiriyi yapmakla çelişmez. Hatta aksine gerektirir. Bizzat Hükümetten
ders alınabilir. Hükümet bir yandan en saldırgan politikayı izliyor bir yandan
da Barış sürecine devam ediyoruz diyebiliyor.
Böyle dille barış süreci olmaz diyen dil terk edilmelidir. Gerçeklere
yönelik onları anlatan bir dil kullanmak gerekir. Aksi zaten daha sonra daha
gereksiz sertliklere yol açar.
HDP Kobani direnişinin Türkiye’deki Aleviler, Laikler için
taşıdığı önemi kavradıysa bile işleyememiş ve onların en azından hayırhah
tarafsızlığını bırakalım bir yana dikkatini Kobani’ye bile çekmeyi başaramamıştır.
Bir kere HDP derhal hükümetin bu Halep bahanesine karşı bir
kampanya başlatmalıdır. Bu iddianın tutarsızlıklarını sergilemelidir. Asıl
düşmanın IŞİD olduğun söylemelidir. Hükümetle aynı politikayı paylaşıyormuş da
farklı taktikler izlemekteymiş gibi bir eleştiriyi bırakmalıdır. Açıktan baş
düşmanın Suriye’deki rejim değil, IŞİD olduğunu söylemelidir örneğin.
Dolayısıyla devletin politikası haline getirilen hükümetin
politikasına temelden yönelmelidir. Bu konudaki belirsizliği ortadan
kaldırmalıdır.
İkincisi, bu konuda CHP ile pratik ve somut hedeflere
yönelik ittifaklar yapılabilir ve yapmalıdır. Örneğin ortaklaşa somut bir
program hazırlanabilir. Suriye’de bölgeler hayır. Bütün mültecilerin birleşmiş
milletlerin güvencesi ve Desteğine verilmesi; hepsine uluslar arası olarak
tanınmış Mülteci statüsü verilmesi gibi talepler ilk planda yükseltilmelidir. Bunlarda
pek ala CHP ile birlikte birçok şey yapılabilir. Böyle bir ortak davranış ve
politika seçimlerdeki binlerce güzel konuşma ve çekici adaydan çok daha etkili
olur.
Bugüne kadar hükümetin Mülteci politikasına karşı hiçbir ciddi
eleştiri yapılmış değil. Örneğin, uluslar arası mülteci statüsü ve haklarının
tüm mültecilere tanınması ve buna paralel olarak mülteciler için masraflara tüm
uluslar arası kuruluşların katkısının sağlanması ilk adım olabilir.
Mültecilerin Türk devletinin ve istihbarat teşkilatlarının
kontrolündeki kamplardan veya hiçbir hakkı ve statüsü olmayan bir durumdan
çıkarılarak belli hak ve görevlerin tanımlanması bile hem onların durumlarında bugünküyle
kıyaslanmaz bir iyileşme sağlar hem de artan ırkçılıkla mücadele için bir
hareket noktası sağlar.
Türk devleti, Suriye’de kendi gibi düşünenleri desteklemek
için kendi kontrolünde mülteci alanları yaratmış ve bu nedenle uluslar arası yardım
almamıştır. Sonra da şu kadar masraf yaptık
diye övünmektedir utanmadan.
Türkiye Suriye’dekilere ve oradan kaçanlara yardım için
yapmadı bütün bunları. Sadece kendi siyasi emelleri için yaptı.
Eğer Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerin
müdahaleleri olmasaydı; Sünni İslamla tanımlanmış bir ulus kurmak için buna yönelik
olarak muhalifleri silahlandırmasalardı, Suriye’deki muhalefet çoktan Esad’ı
kovabilirdi. Veya laik ve biraz demokratik bir ülke Suriye muhalefeti içindeki
güçsüz ve azınlıktaki laik ve demokratları destekleseydi, Aleviler, Hıristiyanlar
vs. Sünniler bizi kesecek diye ölümüne savaşmaz ve Esad8la kader birliği
yapmazlardı. Kendileri bizzat demokratik muhalefetin içinde yer alırlardı.
Suriye’ni bu hale gelmesininken büyük suçlusu Türkiye’dir ve
Erdoğan’dır. Oradaki devrimi de engelleyen Türkiye’dir.
Türkiye oraya yardım etmedi, mültecilere de yardım etmiyor
onları kendi menfaatleri için kullandı ve kullanmaya çalışıyor.
HDP ise, bu konuları böyle gündemleştirmekte büyük ölçüde
sınıfta kalmış bulunmaktadır.
HDP artık aktif bir politikaya dönmelidir. Bütün söylemini “barış
süreci” ne oturtmaktan vazgeçmeli Türkiye ve Dünya ölçüsünde politik tavırlar
almalı, mesajlar vermelidir. O zaman "Barış Süreci"nin daha sağlam
bir zemine oturduğunu görecektir.
Özellikle Halep’i bahane ederek Güvenli Bölge diyerek bütün
Kuzey Suriye’yi fiilen işgal etme ve Rojava’yı ezme planının deşifre edilmesi
için ne kadar aktif ve başarılı olunursa, bu hükümetin barış sürecine ihtiyacı
o kadar artar.
05 Kasım 2014 Çarşamba
Yazıları e-posta ile otomatik
olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder