Bayram Koca’nın derlediği “Türkiye’de İslam ve Sol” başlıklı kitap bu günlerde, Vivo Yayınevi
tarafından, yayınlanmış bulunuyor. Kitaba çeşitli görüşlerden yirmi kadar yazar
katkıda bulunmuş. Biz de “Marksizm, Dine
Bakış ve Türk Solu” başlıklı bir
yazıyla katkıda bulunduk. Kitabın yayınlanması vesilesiyle, yazımızın vuruş ve
sayfa sınırlamalarından arınmış daha geniş bir versiyonunu okuyucuya sunuyoruz.
Küçük bir kitap boyutundaki bu versiyonu pdf olarak şu adresten
de indirmek mümkündür:
14 Temmuz 2014 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Demir Küçükaydın
Marksizm, Din ve Türkiye Solu
Giriş
Türkiye’de tartışmalar, gerçeği aramanın değil, bir güç
mücadelesinin aracıdırlar. Elbet sorunun gündeme gelmesinin ve tartışılmasının
kaynağında, politik ve sosyal mücadeleler olabilir; ama o konular politik
kaygılardan ve tartışmalardan bağımsız olarak ele alınmalı ve incelenmelidir.
Konuların doğrudan politik mücadelenin aracı olarak
tartışılması, kavramların genel geçer; yaygın ama çoğu kez çok yanlış
anlamlarıyla tartışılmasını da beraberinde getirmektedir. Bu durumda, herhangi
bir tartışmaya birazcık girmek bile, öncelikle o yaygın ve yanlış kavramların
eleştirisini gündeme getirmeyi gerekli kılmaktadır.
Örneğin Marksizm kavramını, yıkılmış bürokratik
diktatörlükler ve ortadaki ruhsuz ve bürokratik örgütlerin görüşleri anlamında
kullanmak başkadır; bunların fiilen baskı altına alıp sapkınlık olarak görüp
dışladıkları, düşman gördükleri ve ezdikleri teorik görüşler anlamında kullanmak
başkadır. Birinci anlam yaygın ve egemendir ama doğru değildir; ikinci anlam
doğrudur ama bilinmez ve kullanılmaz.
Daha yazıya başlarken, muhtemelen “Marksizm” derken kastedilenin Marksizm olmadığını söyleyerek söze
başlamak, daha baştan pişmiş aşa su katmak olmaktadır. Ama birazcık bilimsel
kaygı bile bunu zorunlu kılmaktadır.
Buna ek olarak, anlamları yine yanlış ve yaygın olarak
bilinen “Din” ve “Türkiye Solu” gibi iki konuyu daha “Marksizm”e ekleyince, okuyucunun birçok
şeyi bildiği varsayımından hareket etmeyi gerekir.
Ama bilinir varsayılacaklar ile okuyucunun bildikleri
muhtemelen tamamen farklı olduğundan, okuyucunun bildiğini düşündüğü anlamlara
dayanan bir yazı yazmak olanaksızlaşır ve okuyucuya bildiklerinin yanlış
olduğunu göstermek öncelik kazanır.
Bu yapılmazsa anlaşılmamak kesindir.
Marksizm Nedir ve Hangi Marksizm?
“Marksizm” deyince, neredeyse herkes bundan ortalığı
doldurmuş sosyalist örgüt ve akımları veya şimdi yıkılmış bürokratik
diktatörlüklerin egemenliklerini meşru göstermek için kullanılmış ideolojileri
anlar. Bunların Marksizm’le ilgisi yoktur. Aksine Marksizm bu örgüt ve
devletlerce dışlanır, yok sayılır ve kovuşturmaya uğrar ve uğramıştır. Ama bu
devlet ve örgütler düşmanı olduklarının içini boşaltarak, bayrakları yaparlar.
Sorun buradan çıkar. Öz ve görünüm aynı değildir.
Marksizm her şeyden önce, toplumu ve tarihi anlama çabasında
olan bir bilimdir. Bu bilime kurucusunun adına izafeten kısa ve kolay bir ifade
olsun diye Marksizm denir. Bilim olduğuna göre de var olan her şeyin acımasız
bir eleştirisi, her şeyden şüphe ile başlar; hiçbir otoriteyi tanımaz; hazır
reçetelerin düşmanıdır. Zaten böyle değilse bilim ya da Marksizm değildir.
Marksizm, Marks’tan önce İbni Haldun tarafından
keşfedilmiştir, onu bilmeden ve birbirinden de bağımsızca Marks, Engels
tarafından tekrar keşfedilmiştir. Onu bizzat kurucuları (İbni Haldun ve Marks)
tarih ve toplum bilimi olarak tanımlarlar.
Ve daha sonra (Morgan gibi) birçok bilim adamı tarafından da tekrar
tekrar, onlar tarafından keşfedildiği bilinmeden keşfedilmiştir. Hala da birçok
arkeolog, antropolog, sosyolog vs. tarafından tekrar tekrar keşfedilmektedir.
Bu, tıpkı doğada evrimde çok farklı canlı türlerinin, aynı
yasalar nedeniyle birbirinden bağımsızca aynı türden çözümler bulmaları ve
organlar geliştirmeleri gibidir. Buna biyolojide konvergenz (yakınlaşma, benzeşme) denilmektedir. Örneğin görme
organı olan gözü, canlılar birbirinden bağımsızca en az kırk kez keşfetmiştir.
Örneğin, uçmak için kanatları böcekler dinozorlar, memeliler birbirinden
bağımsızca yeniden ve yeniden keşfetmişlerdir.
Diğer bilimlerde de sık sık birbirinden bağımsızca aynı
sonuca ulaşmalar olur. Ama bunlar genellikle ilk bulunuşlarındadır. Sonra
bunlar hızla yayılıp bilindiğinden yeniden keşfedilmezler. Fizik ya da biyoloji
birbirinden bağımsızca tekrar tekrar keşfedilmemiştir.
Ama Marksizm’in ne olduğu bilinmediğinden veya tamamen
yanlış bilindiğinden, boşuna enerji ve güç kaybıyla Amerika’yı yeniden
keşfedercesine Marksizm veya onun önceden bulduğu kimi daha özgül yasalar,
tekrar tekrar keşfedilmekte ama keşfedilenin de Marksizm veya onun bulguları
olduğu bilinmemektedir.
Öte yandan, Marksizm bilim olup sürekli geliştiğinden,
“Marksizm şudur” denebilecek durgun, sonuçlar ve reçetelerden ibaret bir öğreti
de yoktur ortada.
Ama yine de bu gelişimin kilometre taşlarından bazıları
sıralanabilir. Lenin, Luxemburg, Troçki, Kıvılcımlı, Marcusa, Adorno, Benjamin,
Gramsci, Lefewbre, Lukacs, Mandel, Michael Löwy, Perry Anderson gibi isimler
zikredilebilir. Ama bunların katkılarının çoğunda da yanlışlar ve doğrular iç
içedir. Hepsi temizlenip sistematize edilmeyi bekler durumdadır.
Özetle Marksizm dediğimiz bitmiş ve hazır bir yapı değil;
temellerin yeni atıldığı bir inşaat yeridir.
Hemen görülecektir ki sayılan isimlerin çoğu, genel bilinen
anlamıyla resmi Marksistlerce “zındık” veya “sapkın” olarak tanımlanmışlardır.
Biz bu “zındık”, “sapkın”, heteredoks, heretik Marksizm’i
ele alacağız.
Tabii bu Marksizm’in Dinle ve Türkiye Solu ile ilişkisi
başkadır, bilinen resmi Marksizmlerin başka.
Din Kavramının Farklı Anlamları
Din’e gelince, kavramsal kesinlik bakımından durum
Marksizm’den de daha kötüdür.
Din kavramındaki karışıklığın çapı hakkında birkaç örnek bir
fikir verir.
Örneğin, Din deyince büyük bir çoğunluk bundan İslam’ı veya
Semitik (ya da İbrahimi) dinleri veya bir tanrı düşüncesini anlar.
Hâlbuki Din’in ne tanrı fikriyle ne de tek tanrılıkla hiçbir
zorunlu ilişkisi yoktur. Tanrısız dinler (Budizm, Tao, Konfüçyüs) olduğu gibi,
binlerce tanrısı olan dinler de (Hinduizm veya Sümer’den Roma’ya eski uygarlık
dinleri) vardır.
Din deyince bunu birçoğu öteki dünya fikriyle özdeşleştirir.
Hâlbuki örneğin ruhun tekrar tekrar farklı bedenlerle
doğduğu anlayışına dayanan ve en azından bir milyar insanca benimsenen Hinduizm
için böyle bir öte dünya tasavvurun dışındadır.
Din’i büyük bir çoğunluk inanç, iman anlamında kullanılır.
Ama Din sosyolojik bir olgu olduğu halde, inanç diye sosyolojik bir olgu, kavram veya kategori yoktur.
Yani bu kavramın dinle ilişkili kullanılması baştan yanlıştır. İnanç sosyolojik
bir kategori değildir. Din’i inanç olarak tanımlamak daha baştan kategorileri
karıştırmaktır.
Evet, elbet inanç diye bir kavram vardır ama bu kavram, en
azından birbirinden çok farklı iki anlama sahiptir. Bir anlamıyla epistemolojik veya diğer anlamıyla hukuki bir kavramdır, ama sosyolojik bir kavram değildir.
Epistemolojik bir
kavram olarak inanç, olgulara ve
akli argümanlara gerek görmeyen kabul anlamındadır.
Hukuki bir kavram
olarak inanç ise, politik olmayan,
özele ilişkin olan anlamına gelir; hukuken inanç sayılabilmenin koşullarını
tanımlar. Normatif bir kavramdır, analitik bir kavram değildir.
Görüldüğü gibi din kavramının bütün yaygın kullanımları
baştan aşağı yanlışlarla doludur.
Ama sorun burada bitmez, bütün bu yanlış kullanımlardan
arındırıldığında bile Din kavramının birbirinden
tamamen farklı üç anlamda; üç farklı
olguyu tanımlamak için kullanıldığı görülür. Bu üç olgu tamamen farklı olmakla birlikte, belli
bir yakınlık ve ilişki içinde olduklarından anlamlar birbirine karışır ve
kördüğüm olur.
Kısaca bu üç farklı
anlamı göstererek kör düğümü çözmeye çalışalım.
En yaygın ve yanlış birincisinden başlayalım.
Yukarıda kısaca değinildiği gibi, Din kavramının birinci ve
günümüzde en yaygın kullanımı “inanç”
anlamıdır.
Eğer “inanç” diye
sosyolojik bir kategori olsaydı, “inançsızlık”
gibi bir “şey” mümkün olamazdı. Neden ve nasıl? Ahlak ve Ahlaki analojisi açıcı
olabilir.
Örneğin Ahlak veya
Ahlaki, sosyolojik bir kategori
olarak, toplum olmanın olmazsa olmazı, organik bir bileşenidir. Nasıl beyinsiz
veya kalpsiz bir insan olamazsa, ahlak veya ahlaki kategorisi olmayan bir
toplum var olamaz. Ahlaksızlık bile ahlaki bir şeydir; ahlaksızlık da ahlaki
bir kategoridir. Bir şeyleri ahlaksızlık olarak tanımlamak, ahlaki bir eylemin
ta kendisidir.
Elbette burada ahlaki
derken, ahlaka ilişkin ile ahlaka uygun gibi iki farklı anlamını
ayırmak gerekir. Ahlaka ilişkin
anlamında ahlaki, sosyolojik bir kavramdır. Ama ahlaka uygun anlamında ahlaki, ahlaki bir kavramdır, normatif bir kavramdır; Analitik ya da
Sosyolojik bir kavram değildir; neyin ahlaki (ahlaka uygun) sayılıp
sayılmayacağını belirler. Sosyolojik olarak ise, ahlaki (ahlaka uygun) olmayan
davranışlar da ahlakidir (ahlaka ilişkindir).
Dolayısıyla sosyolojik olarak ahlaksızlık diye bir kategori
mümkün değildir. Çünkü ahlaksızlığın kendisi de sosyolojik olarak ahlaka
ilişkindir.
Hukuki Anlamıyla İnanç Kavramı
Ama inanç söz konusu olduğunda böyle bir durum yoktur.
İnanca ilişkin diye bir sosyolojik kategori yoktur. Olsaydı inançsızlık dile
bir şey olamazdı. Ya da olduğunda, tıpkı ahlaksızlığın da ahlaka ilişkin olması
gibi, inançsızlık da bir inanç olmalıydı. Tabii sosyolojik olarak, Ahlaki’de
olduğu gibi.
Ama pek ala inançsız olunabilir, çünkü inanç, sosyolojik
değil, hukuki veya epistemolojik bir kavramdır.
İnanç, hukuki bir kavram olarak, politik olmayan; özele
ilişkin olan anlamına gelir, normatif bir kavramdır dendi. Bu hukuki ve
normatif anlamıyla inanç (inanç) olmanın (sayılmanın), inanç (din) olmakla
ilgisi yoktur.
Bu hukuki kavramın anlamını ve kavram karışıklığını, şöyle
paradoksal bir formülasyon gayet çarpıcı biçimde ifade edebilir: inanç
(sosyolojik anlamıyla din) olduğunda, inanç (hukuki anlamıyla din) olamaz;
inançsızlık (epistemolojik anlamıyla din) inançtır (hukuki anlamıyla din).
Yani sosyolojik olarak “İnanç” (din) olmak, otomatikman
hukuki anlamıyla inanç (din) olmayı veya sayılmayı sağlamaz. Hatta aksine ikisi
bir arada bulunamaz.
Örneğin siz inancınız (dininiz) gereği askerlik yapmak,
vergi vermek, nüfusa kaydolmak; anlaşmazlıklarda mahkemelere başvurmak ve
onların kararını kabullenmek gibi görevleri reddederseniz, inancınıza
(dininize) uygun davranmanıza rağmen, hukuki inanç kavramı, özel olanla sınırlı
olduğundan, bütün bu reddettikleriniz de politik alana ilişkin olduğundan,
inancınız (dininiz) hukuken bir inanç olarak kabul edilmez. Bu örnek bize dini
inanç olarak tanımlamanın, aslında hukuki
veya normatif bir tanımlama olduğunu; din
sayılmanın koşullarını ifade ettiğini ve dinin sosyolojik olarak ne olduğuna ilişkin zerrece bir fikir
vermediğini gösterir.
Ama öte yandan, inancı (Dini) bir hukuki kategori olarak
tanımlamanın kendisi bir inançtır (dindir). Hukuki olarak inanç (Din) olarak
tanımlananlar inanç değildir; inançlar (Bu hukuki tanımlamayı kabul etmeyen
dinler) ise hukuki olarak inanç (Din) değildir.
Görüldüğü gibi korkunç bir kavramsal kaos vardır ortada.
Kullanımlardaki anlam farklılıklarını gözettiğimizde bildiğimiz ve alıştıklarımızdan
çok farklı sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Bunu şöyle bir örnekle daha iyi gösterebiliriz. Birisi çıkıp
da benim inancım İslam’dır dediğinde, aslında Müslüman olduğunu değil; dini inanç olarak kabul eden dinden
olduğunu söylemiş olur. Müslüman olmak, Allah’ın emirlerine uygun yaşamaktır.
Allah ise Türkiye Cumhuriyetini ve onun kanunlarını tanımaz. Allah’ın
kanunlarına uyan TC’nin kanunlarına uyamaz. Tersi de doğrdur. Yani hem
sosyolojik olarak Müslüman, hem de hukuki olarak Müslüman olamazsınız. Yani
dininiz hukuki olarak İslam ise, Müslüman olamazsınız. Müslüman iseniz, hukuki
olarak Müslüman olamazsınız. Yani aslında bugün dünyada sosyolojik olarak
Müslüman yoktur.
Epistelolojik Anlamıyla İnanç Kavramı
Din için kullanılan İnanç
kavramı, bir de delillere ihtiyaç
duymayan anlamında da kullanılır. Bu kullanımda epistemolojik (bilgi teorisine ilişkin, felsefi) bir kavramdır.
Epistemolojik kavramlar da sosyolojik olguları açıklamazlar. Aksine niye Dine
aynı zamanda epistemolojik bir anlamda inanç dendiği sosyolojik olarak
açıklanmayı bekleyen toplumsal bir olgudur.
Bu epistemolojik ve hukuki kavramlar sadece sosyolojik
olarak din hakkında hiçbir şey açıklamamakla kalmazlar; hatta kafa
karıştırmakla kalmazlar; aynı zamanda birbirlerine de karıştırılırlar.
Örneğin epistemolojik anlamıyla inançsızlık da Normatif ya da Hukuki olarak bir inançtır; inanç hep din anlamında
kullanıldığından, bu şöyle de formüle edilebilir: dinsizlik de bir dindir. Ama
dikkat, hukuki anlamıyla. (Yoksa sosyolojik
anlamıyla, dinsizlik mümkün değildir ilerde görülebileceği gibi.)
Yani yukardaki önermede, inançsızlık, (hukuki olarak) din
veya inanç kabul edilenlerle aynı kategoridendir; aynı muameleyi görür ya da görmelidir;
politik olan, yani devlet, bunlar arasında bir ayrım yapmamalıdır; özel olana
karışmamalıdır anlamına gelir.
Yani epistemolojik olarak dinsizler, hukuki olarak bir
dindendirler. Dindarların nasıl toplanma yerleri, mezarlıkları vs. varsa
inançsızların da aynı hakları olmalıdır. Yani bir din (inanç) muamelesi
görmelidirler.
Elbette bu farklı ama sık sık birbirine geçen anlamların
arasında, tarihsel diyebileceğimiz bir ilişki vardır ve günümüzde bu iki farklı
anlamın birbirine karıştırılmasında bunun da önemli bir yeri vardır.
İleride daha geniş olarak ele alınacak ama burada bir
çıtlatma olarak, tadımlık olarak, bir fikir verme babından, kısaca şu söylenebilir:
Modern toplumun dini (çünkü dinsizlik sosyolojik olarak
mümkün değlidir, üstyapısız toplum, beyinsiz insan gibi olanaksız bir şeydir), özel ve politik ayrımı yapmanın ta kendisi
olarak tanımlanabilir. Bu modern toplumun dini (niye böyle uzun bir kavram
kullanıldığı da ilerde ele alınacaktır), otantik biçimiyle Aydınlanma da denebilir buna,
önceki toplamların dinlerini, hukuki bir kavram olarak, özele ilişkin
olarak tanımlayabilmek, yani politik olanın örgütlenmesinden dışlayabilmek
için, dini önce epistemolojik bir kavram olarak ele almış; inançla
özdeşleştirdiği dini, akıl dışı, delillere ihtiyaç duymayan olarak
tanımlayarak, toplumsal örgütlemeden dışlamış ve bu yoldan onu hukuki olarak
özele ilişkin olarak tanımlayarak kendisinin basit bir bileşenine
dönüştürmüştür. Bu nedenle, tarihsel olarak da bu iki anlam birbirine iyice
girmiştir. Ama bu ayrı bir konudur ve ayrıntılarıyla incelenmeyi de
beklemektedir. Bu konuda şimdilik bu kadar.
Klasik Marksizm ve İnanç Kavramı
İnanç’ın (Din’in) anlamlarına bu kısa açıklama getirildikten
sonra şimdi Marksizm’e gelinebilir.
Klasik biçimiyle Marksizm, Aydınlanma’nın bir çocuğu olduğu
ve tüm sonuçlarıyla tutarlı biçimde savunduğu için, inanç kavramının bu iki
anlamında (epistemolojik ve hukuki anlamlar) da Din konusunu ele alır ve
tartışır.
Ama tam da sorun buradadır,
kendisi bir sosyoloji olmasına rağmen, ele aldığı ve tartıştığı
sosyolojik bir olgu olarak din ve onun ne olduğu değildir. Tartıştığı hukuki ve
epistemolojik anlamıyla dindir. Ama daha kötüsü, klasik Marksizm, bunu
tartıştığının da farkında değildir. Çünkü yukarıda gösterilen kavramsal ayrım
ve dakiklikten çok uzaktır. Zaten Modern Marksizm de tam bu ayrım çizgilerinde
ifadesini bulur.
Önce, ilk aşamada,
Aydınlanma’nın bir çocuğu olarak klasik Marksizm'in, epistemolojik ve hukuki
anlamlarda dini ele alır ve tartışırken bile Aydınlanma’nın sınırlarını nasıl
zorladığını görülmeli.
Klasik Marksizm ve Hukuki Anlamıyla İnanç (Din)
Hukuki bir kavram
olarak inanç anlamında din üzerine Marksizm'in tavrı kısaca
şöyle özetlenebilir.
Marksizm tutarlı bir demokrasiyi savunduğu için, öncelikle
politik alanın son derece dar olarak tanımlanmasından yanadır. Yani diller,
dinler, etniler, soylar, cinsler, cinsel tercihler, teorik, estetik, politik
görüşler, ideolojiler politik alanın
dışında olmalı, devlet veya politik
olan, hiçbir şekilde bunlarla tanımlanmamalıdır, bu demokrasinin asgari
koşuludur der.
Ama bu dışlamanın kendisi bizzat bir politik duruşa tekabül
eder. Yani örneğin dinin politik olmayan olarak tanımlanmasının ve politik
alanın dini (inancı) dışta bırakacak biçimde tanımlanmasının kendisi bizzat
politik bir tanımlamadır.
Diğer bir ifadeyle Marksistler, politik olarak dinin politik olmayan olarak tanımlanmasını veya
devletin dine hiçbir şekilde karışmamasını savunurlar.
Ve eklerler: “bunların hiç biri kapitalizm ile çelişmez,
aksine onun gelişmesi için en ideal olanakları sunar; çünkü insanların inancı
ile ürettikleri artı değer arasında bir ilişki yoktur. Bu nedenle kapitalizmin
ideal koşulları bunlar karşısında bir körlüğü gerektirir. Ama bunların politik
bir anlamının olmadığı toplumsal ilişkiler, aynı zamanda ezilenlerin
aralarındaki sınıfsal olmayan bölünmelerden kurtuluşunun; dolayısıyla
birleşmesinin de en ideal olanaklarını ve koşullarını da sunar”.
Yani bugünkü Türkiye’nin tartışmaları içinde somutlarsak,
Marksistler, örneğin ulusun Türklükle, Kürtlükle vs. tanımlanmasını; bir resmi
dil olmasını reddederler veya reddetmelidirler; buna bağlı olarak otomatikman
herkesin ana dilinde eğitim hakkını bütün dillerin eşitliğini savunurlar ve savunmalıdırlar;
buna bağlı olarak okullarda Türk veya Kürt vs. tarihi okutulmasına karşı
çıkarlar, örneğin bütün dil, din, kültürlerden bir heyetin yazacağı bir tarih
okutulmasını savunurlar ve savunmalıdırlar. Yani yukarıda sıralananlardan dil
veya tarih politik olanın dşında olması gerektiğinden, Türklük veya Kürtlük
kişilein özel sorunu olur, olmalıdır derler Marksistler. Devlet ya da Politik
olan, Kürt veya Türk olamaz, olmamalıdır klasik, otantik Marksizme göre.
Ama böyle bir demokratik cumhuriyette, kişisel bir tercih
olarak kendini Türk veya Kürt olarak tanımlayanlar, bir Kürt veya Türk tarihi
yazmak; araştırmalar yapmak, insanları Türklüğe veya Kürtlüğe kazanmak için
dernekler, tarih ve dil kurumları vs. kurabilirler, yayınlar çıkarabilirler;
dünya çapında festivaller düzenleyebilirler; kongreler yapabilirler. Tabii aynı
şeyi kendini “ulussuz” olarak görenler de yapabilir. Ulussuzluk da bir ulustan
olmak gibi bir haktır hukuken bir ulustan olmakla eşittir. Türklük, Kürtlük
veya ulussuzluk kişilerin özel bir sorunu, yani inancı olur. Üç kişi bir araya
gelip istediği “ulusu” kurabilir.
Aynı şekilde Din konusunda da bütün din dersleri, din
okulları, dinsel göndermeler bütün devletten ve okullardan kaldırılır. Üç kişi
bir araya gelip istediği dini veya tarikatı kurabilir. Nasıl dernekler, folklor
kursları, toplu geziler, eğlenceler vs. düzenliyorsa, isteyen cemaat ya da
dinden olanlar, kendi gönüllü bağışlarıyla dinini öğretecek, yayacak okullar,
kurslar, ibadethaneler vs. açabilir. Aynı haklar elbet aynen dinsizler için de
geçerli olur. Yani bir ulustan veya dinden olup olmamak, tıpkı farklı bir
takımları tutmak veya hiçbir takımı tutmamak gibi yurttaşların özel sorunu olur
ve olmalıdır.
Devlet sadece bunların arasındaki hak eşitliğini, birinin diğerini ezmemesini gözetir. Yani bir
dinden olanların diyelim ki kendi mezarlıkları varsa, her dinden olanların ve
dinsiz olanların da kendi mezarlıkları olma hakkı olur. Devlet, örneğin futbol
takımı taraftarları arasında, nasıl bir takımın çoğunluktaki taraftarının diğer
takımı ve taraftarlarını baskı altına almasını engellemekle yükümlüyse dinler
ya da diller, kültürler vs. karşısında da öyle davramalıdır. Yani bir dinden,
dilden, “ulustan” olmanın bir futbol takımı taraftarlığından farklı bir şey
olmamasını savunur klasik Marksizm.
Somutlarsak, “devletin görevi en dindar semtte bile
ramazanda yolda oruç yeme hakkı ve en ateist semtte bile isteyenin örneğin
namaz kılma hakkını savunmaktır; isteyenin çarşafla isteyenin çıplak dolaşma
hakkını savunmaktır; bu hakkın kullanılmasını engelleme girişimlerini
engellemektir” der Marksizm.
Ama bu tutarlı, mantık sonuçlarına ulaşmış, radikal program
“Marksizm'in” kendi programı değildir; tabiri caiz ise demokratizmin programıdır. Marksizm'in kendi amacı sınıfları
(sosyal eşitsizlikleri) ortadan kaldırmaktır ama bu (biçimsel) eşitsizlikler
ortadan kaldırılmadan sınıflar ortadan kaldırılamayacağından dolayı, öncelikle
bunları da savunur. Hukuki olarak inanç anlamıyla Marksistlerin din konusundaki
tavrı özetle budur.
En radikal Aydınlanmacılar bile bu kapsamda, genişlikte ve
radikallikte bunları savunmamışlardır ve savunmazlar. Bugünün dünyasında
neredeyse hiçbir ülke bu ölçüde radikal bir demokratizme sahip değildir. Kısmen
Kuzey Avrupa ülkeleri ve Anglo Sakson ülkelerinde buna yakın bir durumdan söz
edilebilir. Onlar da yine İşçi Partilerinin çabalarıyla ve mücadeleleriyle bu
noktalara gelebilmiştir: Bu çabalarda Marksistlerin hiç de küçümsenmeyecek bir
yeri vardır bütün diğer sosyalistler gibi.
Sadece Ekim Devrimi’nin ilk sıralarında yukarıdaki
tedbirlerin neredeyse hepsi alındı ama sonra bürokratik karşı devrim süresince
neredeyse tamamı yok oldu.
Türkiye ise henüz böyle bir duruma galaksiler kadar uzaktır.
Türkiye’nin sosyalistleri de böyle bir programı savunmaktan uzaktırlar. Çünkü
onlar klasik ya da otantik marksizme de uzaktırlar ve ideolojik ve politik
olarak kökleri büyük ölçüde stalinizmdedir.
Türkiye’de bugün Kürt Hareketinin en radikal kanadı bile
henüz bu programın kenarına varamayacak kadar, bir radikal demokrasiyi savunmaktan
uzaktır.
Bu hedeflere, programatik olarak ifadesini bulmamakla
birlikte, en yaklaşan, ruhsal bir yakınlık içinde bulunan hareketin Gezi olduğu
söylenebilir.
Özetlersek, hukuki anlamıyla din (inanç) konusunda Marksizm,
mantık sonuçlarına ulaşmış bir Aydınlanmadır. Ama henüz o sınırları zorlamaz.
Fark esas olarak bir nicelik farkıdır.
Marksizm, kendisi bir sosyoloji olduğu halde, henüz bu
hukuki olarak inanç anlamıyla dini değerlendirmenin sosyolojik bir
değerlendirme olmadığının bile farkında değildir. Henüz bu ayrımı yapmamıştır.
Klasik Marksizm ve Epistemolojik Anlamıyla İnanç (Din)
Şimdi Epistemolojik anlamıyla Din (İnanç) ve Marksizme
gelelim. Bunun için de yine paradoksal bir formülasyon yapalım: hukuki olarak inanç anlamındaki alanda,
Marksistler dinin bir inanç (özele ilişkin) olduğunu, dolayısıyla inanma veya inanmama (Din) hakkını
savunurlar; ama o özel olarak tanımlanmış alanda, yani devletin bütünüyle
dışında, epistemolojik anlamıyla inanca (Dine) karşı mücadele etmeyi
görevleri görürler ve reddetmezler.
Ancak burada çok önemli bir ayrım vardır. Marksistler bunu
devletin görevi olarak değil, dine inanmayanların kendi özel sorunları ve
hakları olarak görürler. Yani nasıl inananların inançsızları imana getirmek için
görüşlerini yayma hakkı varsa, aynı hak çerçevesinde inançsızların da
inançlıları inançsız yapmak gibi bir hak ve görevleri olduğunu kabul ederler.
Buraya kadar klasik aydınlanma alanındadır Marksizm, ama bu
noktadan sonra Aydınlanmanın tam dışına çıkamasa da sınırlarını zorlamaya
başlar. Burjuva maddecilerle (ya da Aydınlanmacılarla) Marksitlerin farkı burada metodolojik olarak ortaya çıkmaya
başlar.
Marksistler, diğer inançsızlardan farklı olarak bu görevi,
yani “dine karşı” (epistemolojik olarak inanca karşı) mücadele görevini mekanik
olarak ele almazlar. Yani bu görevi hemen Allah var mı yok mu; akıl mı inanç mı
tartışmasına girmek olarak anlamazlar ve bunu öne çıkarmayı ve temel bir
problem yapmayı da çok yanlış görürler. Yani inanca karşı nasıl mücadele
edileceğinde, Marksistler diğer inançsızlardan (Aydınlanmacılardan) stratejik
ve taktik olarak farklı bir çizgiyi savunurlar.
Marksistler, gerçekten ezilenlerin birleşmesi ve
örgütlenmesine bütün zaman ve enerjilerini ayırdıklarından veya ayırmaları gerektiğinden;
ezilenlerin ve insanların gelişiminin esas olarak felsefi veya bilimsel
argümanlar üzerinden değil, gerçek hayattaki tecrübeler ve mücadeleler
üzerinden geçtiğini bildiklerinden, bu tartışmalara girmeyi gereksiz görürler.
Örneğin inançlı (dindar) bir insanla onun inancı üzerinden
tartışma yapmaktan ise, onunla ortaklaşa bir grev örgütlemeye öncelik verirler
ve bunun için de bu ikincil önemdeki konuların gündemi doldurmamasına ve
mücadeleyi bölmemesine dikkat ederler. Bilirler ki greve giden işçi, bir
haksızlığa direnen bir ezilen, bir süre sonra kendi mücadelesi içinde zaten bu
konularda belli bir noktaya varacaktır.
Bir Marksist’i bir burjuva maddeciden ayıran önemli bir
noktalardan biri budur.
Materyalizm Sosyalist ya da Marksist olmayı gerektirmez.
Burjuva Materyalistler bu nedenle Allah var mı yok mu, insan Adem’den mi
geliyor yaksa maymundan mı gibi tartışmalara girmeye çok teşnedirler ve bu gibi
tartışmaları kendileri açarlar.
Ama Marksistler bunu yanlış bulurlar. Marksistler bir
papazın veya imamın program ve tüzüğünü benimsedikten sonra Marksizm’e
dayanarak programı belirlenmiş bir partiye üye olmasına karşı çıkmazlar ve bu
hakkı savunurlar. Böyle bir partiye üyelik ile İmamlık veya Papazlık arasında
bir çelişki varsa bile bunun o kişinin kendi çelişkisi olduğu, politik bir
örgütü ilgilendirmeyeceğini savunurlar.
Bu, özellikle kendilerini Marksist olarak tanımlayan
ulusalcıların (Aydınlık ya da TKP göz önüne getirilsin) Marksist değil de
Pozitivist ya da kaba/burjuva materyalist olduklarını, bu gibi tartışmalara çok
teşne olmalarında da kendini gösterir.
Marksistler bu tartışmalara girmektense insanları somut
mücadeleler içinde birleştirmeye çalışırlar. Marksistler, sürekli böyle
tartışmalar açarak ezilenleri bölen bir materyalistten ise inançlı ama
ezilenleri birleştirmeye çalışan örneğin bir Müslüman veay Hırıstiyanı
kendilerine daha yakın bulurlar ve onunla daha iyi ve birlikte çalışırlar.
İşte Marksizm bu noktada aydınlanmanın sınırlarını zorlamaya
başlar. Çünkü Aydınlanma hiçbir zaman bir sosyoloji olamamıştır. Aydınlanma,
Felsefe, Epistemoloji ve Hukuğun sınırlarını aşamamıştır. Ama Marksizm toplumu
nasıl değiştireceğim, onun yasalarını bulmam lazım deyip sosyolojik olarak
bakmaya başladığı an, Aydınlanma ile kopuşmaya, onun sınırlarını zorlamaya
başlar. İnanca karşı mücadeleyi felsefi bir tartışma değil; sosyolojik bir
sorun olarak el aldığından; felsefi bir tartışmada sosyolojik olarak nasıl bir
yaklaşımda bulunmak gerektiğini sorduğundan, Aydınlanma’nın kaba ve mekanik
materyalizmini zorlayıp, diyalektik bir yaklaşıma varmak zorunda kalır.
Ayrıca Marksizm, yine bir sosyolojik yasa olarak, son
duruşmada insanların düşüncelerini
varlıklarının belirlediği önermesinden hareket ettiği için; yine bunun bir
mantıki sonucu olarak, eğer insan çıkarlarına
aykırı ise, matematik aksiyomların bile tartışma konusu olabileceği gibi
bir önermeye de vardığı için de rasyonel argümanlarla uğraşıp sonuçlarla mücadeleden ise, esas gücünü,
enerjisini ve zamanını, nedenlerle
mücadele edip o koşulları ortadan kaldırmaya yönelterek, Aydınlanma’nın
sınırlarına sığmaz olur.
Bu öncüllere bağlı olarak,
insanların Allah’a veya bir yaratıcıya inanmaları veya başka dinlere
yönelmeleri sorununun bilimsel argümanlarla ilgili olmadığını; modern
toplumdaki yalnızlık ve yabancılaşmadan, ezilenlerdeki umutsuzluktan, modern
kapitalizmin ve onun şehir hayatının insanı soktuğu gerginliklere (özellikle
gelişmiş kapitalist ülkelerdeki tanrısız dinlere ve ezoteriğe yönelme gibi
olgular göz önüne getirilebilir) kadar birçok nedeni olduğunu da bilirler ve
sonuçlarla mücadele değil, sebeplerle mücadele, yani kapitalizme karşı
mücadelenin esas mücadele olduğunu düşündüklerinden dolayı da yine dine
(inanca) karşı mücadeleyi bu konuları gündeme taşımak olarak anlamazlar.
Marksistler, kapitalizme, onun ortaya çıkardığı
yabancılaşmaya, ezilenlerin umutsuzluğuna vs. karşı mücadele ettiklerinde esas
olarak epistemolojik anlamıyla din veya inanca karşı mücadele yürüttüklerini
düşünürler ve bütün bu özellikleriyle bütün burjuva maddecilerden ayrılırlar.
Tabii Marksistler ayrıca modern toplumdaki birçok sınıfsal
eğilim ve çıkarın kendini dinsel (inanç, politika dışı) olarak tanımlamış ama
aslında politik partilerde dışa vurduğunu bilirler. Bu partileri onların
kendileri hakkındaki yargılarıyla değil nesnel sınıfsal anlamlarıyla
değerlendirmeye çalışırlar. Bu da dini, bir felsefi veya epistemolojik bir ilke
(akıl mı inanç mı) sorunu olmaktan çıkarır ve politik ve sosyal güçler arasında
bir ilişki sorunu olarak ele almayı gerektirir.
Bu nedenle Marksistler kendileri “inançsız” hatta
epistemolojik anlamıyla inanca karşı olmalarına rağmen, epistemolojik bir sorun
olarak din (“inanç”) konusuna aslında neredeyse hemen hiç girmezler. Böyle bir
mücadelenin sonuçlarla mücadele olduğu; esas mücadelenin “inanç”ı ortaya
çıkaran sebeplerle mücadele olması gerektiğini savunurlar.
Bu açıklamalar ışığında şöyle basitleştirilmiş paradoksal
bir formülasyon yapılabilir. Marksistler, Hukuki olarak inanç anlamında dinin inanç (yani özele ilişkin) olduğunu ve olması gerektiğini savunurlar;
ama epistemolojik bir sorun olarak dine,
yani inanca karşı (yani olgu ve akli
argümanlara gerek duymayan kabullere karşı) mücadele ederler.
Yani inancın iki
farklı anlamı görülmezse, “Marksizm, saçma ve kendiyle çelişen bir
öğretidir, hem inancı (dini) savunur;
hem de inanca (dine) karşı mücadele eder” denebilir.
Tabii aynı yüzeysel görüşle, Marksistler hem inanca değil,
akli argümanlara dayandıklarını söylüyorlar, hem de inanca karşı mücadele
etmeyip bundan kaçıyorlar da denebilir
Türkiye’deki radikal sol ve Marksist gruplar, eğilimler ve
hareketler esas olarak bu her iki inanç anlamıyla din konusunda prensip olarak
klasik Marksizm’e uygun davranmışlardır denilebilir. Gerçi son yıllarda,
özelikle kendini Marksist gören ulusalcılar arasında bütün bu bilenen ve
yerleşmiş geleneklerin unutulduğu görülüyorsa da ana radikal gövdede geleneğin
bir ölçüde hala yaşadığı söylenebilir.
Buraya kadar özetlenen durum Türkiye’deki politik
tartışmalar bağlamında, Marksizm'in veya Marksistlerin bu tartışmalarda nasıl
bir tavrı olduğu ve olması gerektiği konusuna bir açıklık getirir; ama Din’in
ne olduğuna en küçük bir açıklık getirmiş olmaz.
Tekrardan bıkmayalım ki,
din ne hukuki ne de epistemolojik bir olgudur, toplumsal, sosyolojik bir
olgudur. Sosyolojik olarak “din nedir?” sorusu hala sorulmuş
değildir ve cevap verilmeyi beklemektedir.
Ama sadece bu değil; Din’in neden epistemolojik ve hukuki
bir kavram olarak tanımlandığı ve öyle anlaşıldığı da, yani yukarıda kısaca
özetlenen tavırlar da, yani Marksizm'in bu yanlışı da sosyolojik olarak (yani
Marksist) bir açıklanmayı beklemektedir.
Yani Marksizm'in din konusundaki bu belirsizliğinin de
Marksist bir açılaması gerekir.
Bundan sonra aynı zamanda bu da yapılmış olacaktır.
*
Marksizm, Din ve Yerleşik Kanaatler Ordusu
Ama önce yaygın ve yanlış bir yargıyı düzeltmek gerekiyor.
Marks’ın henüz Marksist olmadan önce, (yani bir
toplumbilimci olarak toplumbilimin kavramlarıyla düşünmeye başlamadan önce,
Tarihsel Maddecilik teorisini formüle etmeden önce) din konusunda söyledikleri,
Marksizm'in din konusundaki görüşleri olarak biline gelmiştir. (Yani şu meşhur,
Marks’ın, din halkın afyonudur, protestodur, kalpsiz dünyanın kalbidir dediği
satırları kast ediyoruz[1].)
Ne var ki, bu da yanlış olarak bilinmiştir.
Burada birkaç yanlış bir yerleşik kanaatler ordusu
oluşturmaktadır. Önce bunları düzeltelim.
1)
Sanılanın aksine, bu tanım Marksist bir tanım değildir,
Marks’ın, Marksist olmadan önce, (yani sosyolojiyi (Marksizm’i) kurmadan önce)
toplumsal sorunlar üzerine henüz sosyolojik değil, felsefi kavramlarla
düşündüğü dönemin bir metnidir.
2)
Metnin tamamı sadece afyondur demez, protestodur,
isyandır, çığlıktır, kalpsiz dünyanın kalbidir gibi birçok çelişik gibi görünen
olguyu din olarak tanımlar.
3)
O çok bilinen alıntıdaki Afyon kavramı, bugünkü
bağımlılık yaratan, pasifleştiren uyuşturucu anlamında değil; ağrı kesici
anlamında kullanılmıştı. O zamanlar afyonun bu anlamı vardı ve yaygın olarak
kullanılıyordu ve zaten metnin tamamının içindeki anlamı da bunu doğrular.
Bu üç yanlış anlamadan temizlediğimizde şunu görürüz: Marks
henüz kavramlarla değil, imgelerle (istiarelerle, benzetmelerle,
metaforlarla) dinin ne olduğunu anlamaya çalışmaktadır. Din’i anlamak ve
tanımlamak için, “kalp”, “ağrı” (“ızdırap”), “çığlık” (“protesto”), “afyon”, “ruh” gibi
nesneleri imge olarak kullanmaktadır.
Bunların hiç birisi sosyolojik kavram olmadığı gibi, sosyolojik olgular da değildirler.
Ama sosyolojik bir olguyu anlamaya çalışan imgelerdir.
Burada Aydınlanma’ya göre yeni olan; Aydınlanma’nın akıl
dışı (inanç = akıl dışı) dediği dini, akıl dışı gibi görüneni, akli olarak anlama çabasıdırlar. Yani
burada tipik aydınlanmacı materyalistlerinki gibi bir kaba epistemolojik din
(inanç) karşıtlığı değil; dinin
sosyolojik olarak ele alınması gerektiğine dair bir gizli varsayım, net
ifadesini bulamamış derin ve devrimci denebilecek bir kavrayış vardır. Din epistemolojik ya da hukuki bir sorun olarak
değil, sosyolojik bir sorun olarak ele alınmaktadır. Ama henüz bu imgelerle
ve felsefi bir tartışma içinde yapılmaktadır. Yeni olan (marksizm) henüz
yumurtanın kabuğunu kırmamıştır; embriyon (rüşeym, tohum) halindedir.
Marks’ın çok zikredilen sözlerinin esas devrimci niteliği
buradadır. Neyi söylediğinde değildir,
büyük harflerle ifade etmemiş olmasa da çözümü
nerede aramak gerektiğine ilişkin gizli sorudadır. Cevabın yanlış veya
doğru olmasının önemi yoktur. Ama bu henüz sosyolojik kavramlarla değil,
felsefi düzeyde ve imgelerle yapılmaktadır.
Öte yandan, henüz sınıf kavramı da gelişmiş olmamasına
rağmen, din, sınıflar ve sınıf mücadelesiyle bir ilişki içinde ele
alınmaktadır. Ama sadece sınıflarla ilişki içinde değil; alt ve ezilen
sınıflarla ilişki içinde ele alınmaktadır[2].
Somut olarak ifade edilmemesine rağmen, ezilen sınıfların dünyası ve sorunları
satırların içine sızmıştır ve esas önemi buradadır.
Bu da bir bakıma sonraki sosyolojik (Klasik Marksist veya
Otantik Marksist) çalışmalarının çizgisini belirleyecektir.
Üstyapının Bir Ögesi veya Bileşeni Olarak Din
Marks ve Engels’in daha sonra, Alman İdeolojisi’nde (yani
Tarih ve Toplum teorilerini formüle edip, kendilerini adınlatıp, farelerin
kemirici eleştirisine terk ettikleri eserinde) dini bir “bilinç biçimi” olarak tanımladıkları da görülmektedir.
Tabii tarihi sınıf mücadelesi olarak (ki bu da burjuva
aydınlanmacı bir fikirdir özünde) tanımlayıp da bu mücadelenin çeşitli açık
veya gizli biçimler içinde göründüğünü de söylediklerine göre, bundan sonraki
yaşamlarında büyük harflerle bir Din Teorisi veya Din Tanımı yapmamalarına
rağmen, Din’i sınıf mücadelesinin bir görünümü olarak tanımladıkları,
dolayısıyla sınıfsal eğilim ve çıkarları ifade eden bir “bilinç biçimi” olarak gördükleri varsayılabilir.
Geçekten de Marks-Engels’in Marksizm’i keşfettikten (Alman İdeolojisi) sonra din üzerine
yazdıkları, Din’i hep sınıf mücadelesi bağlamında ele alır.
Marks-Engels’in aralarındaki iş bölümü bağlamında daha
ziyade Din konusunda yazan hep Engels olmuştur. Marks’ın zaman zaman geçer ayak
değinmeleri vardır.
Aydınlanmacıların Din’i genellikle eski egemen sınıfların
(feodallerin) baskı ve ezilenleri uyutma aracı olarak algılamalarına karşılık;
Engels’in, bu yanın varlığını reddetmemekle birlikte, ezilenlerin de Din’i bir
araç ve mücadelelerinin ifadesi olarak kullandıkları üzerinde durduğu görülür.
Özellikle, ilk Hıristiyanlar ve Sosyalist hareket arasındaki paralelliklere
değinirken; Almanya’da Köylüler Savaşı
adlı eserinde; Sudan’daki Mehdi’nin ayaklanmasını değerlendirirken vs. hep
Dinin ezilenlerin de bayrağı ve örgütlenme biçimi, ezilenlerin partisi olarak ele alındığı görülür.
Tabii bu sadece kapitalizm öncesi ile ilgili değildir.
İngiltere’deki Selamet Ordusu’nu
değerlendiren satırlarda, hem belli bir sınıfın eğilimlerinin ve tepkilerin
ifadesi hem de egemen sınıfların bunu nasıl kullandığının bir örneği olarak da
dini ele aldığı görülür.
Özetle, din sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesi içinde
anlaşılır demektedir klasik otantik Marksizm. Marks ve Engels, dinin sadece
ezen sınıfların değil, esas olarak onlardan fazla ezilen sınıfların da bir
mücadele aracı olduğunu söylerler.
Bu yaklaşım, bundan sonra Marksistlerin Din konusundaki
katkılarının genel doğrultusunu belirlemiştir. Daha sonra gelen Marksistlerin
neredeyse hepsi Din’in ezilen sınıfların mücadele aracı ve partisi olarak
işlevi üzerinde durmuşlardır. Ernst Bloch, Kıvılcımlı, Michael Löwy bu alanda
ilk verilebilecek örneklerdir.
Dikkat edilirse, bütün bu zikredilen kaynaklarda, din,
sınıflı toplumlarda ve sınıf mücadelesi bağlamında ele alınmaktadır. Sınıf
mücadelesi aracı da partiler veya tarikatlar olduğundan (Tarikatlar kapitalizm
öncesinin partileriydi. Ya da tersinden partiler bugünkü modern, politik ve
politik olmayan ayrımına dayanan toplumun (dinin) tarikatlarıdır.) din, parti veya hareket olarak ele
alınmaktadır.
Klasik Marksizm'in
din konusunda, dini sosyolojik bir olgu olarak ve sosyolojinin kavramlarıyla
ele aldığında vardığı en ileri nokta, onu bir parti olarak, sınıf mücadelesinin
bir biçimi ve aracı olarak ele almaktır.
Sınıf Mücadelesinin Bir İfadesi ve Aracı Olarak Din
Din’i sadece ezenlerin bir baskı aracı olarak değil; aynı
zamanda ezilenlerin bir partisi ve mücadele aracı olarak görme yaklaşımı,
Türkiye sosyalist hareketinde esas olarak güçlü bir damar olarak var olmuştur.
Bunda Kıvılcımlı’nın pek bilinmeyen ama derinden işleyen bir
etkisi vardır. Bu dip akıntısı, bu damar, özellikle Gezi sürecinde, tekrar gün
yüzüne çıkma olanağı da bulmuştur.
Kıvılcımlı’nın etkisi iki farklı kanaldan işlemiş ve ortaya
çıkmıştır. Bir yandan anti-kapitalist Müslümanlar, kendi ulaştıkları sonuçların
benzerlerine bir Marksist’in de yıllarca önce ulaştığını gördükleri, böyle bir damarın
varlığını bildikleri için, o kanaldan[3]. Bir
de Gezi’de yer alan, 68’in eski geleneklerini iyi kötü devam ettiren,
Kıvılcımlı’nın bu mirasının bir şekilde tortusunun izleri olan radikal sol
grupların Anti-Kapitalist Müslümanlara verdikleri teşvik, destek, koruma
biçiminde sosyalistlerin içindeki kanaldan.
Kimsenin adını anmadığı ve belki de bilmediği Kıvılcımlı’nın
ruhu, eleştirel ve devrimci Marksizm'in ruhu, Gezi’nin ruhuyla aynı telden
çalıyor, onda rezonans buluyordu.
Yapı ve Özne Sorunu ve Din
Ne var ki, Marksizm'in Aydınlanmaya göre, ayırıcı özelliği
sınıflar ve sınıf mücadelesi açısından tarihe ve topluma bakması değildir;
toplumun yapısına ilişkin, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın
Önsözü’nde söyledikleridir. Marks’ın da belirttiği gibi, sınıflar ve sınıf
mücadelesinin varlığı Marks’tan önce Aydınlanmacı veya burjuva Tarihçiler
tarafından bulunmuştur. Marks’ın teorisi bunu içerir ama aşar. O Önsöz’de
görüleceği gibi, toplumun Yapısı’nın
analizidir ve bu yapının tarihsel
hareketi nasıl oluşturduğuna ilişkin bir teoridir..
Bu teoriye göre, Yapı
içinde din bir “bilinç biçimi”
veya bazan da “ideoloji” olarak
tanımlanarak, üstyapının içine
yerleştirilmekte; bu bağlamda sınıf mücadelesine bağlanmaktadır.
Aslında sorun daha genel bir sorunun alt başlığı gibidir.
Marks Yapı’nın Tarihsel Hareketi nasıl oluşturduğunu açıklarken, Yapı’nın nasıl tarihsel Öznelere dönüştüğü sorunuyla karşı
karşıyadır. Yani üretici güçler
gelişmelerinin belli bir aşamasında var olan üretim ilişkileri ve üstyapıyla
çelişkiye düşüyorlar ve sonra bir devrim
oluyor demekte Marks. Ama üretici güçler
cansız nesnelerder, sabanlar, traktörler, taş baştalar devrim yapamaz. Üretici
güçlerin bir grup insanın eyleminde ete
kemiğe bürünüp toplumu değiştirmesi gerekir.
Marks bu sorunu, “devrimci
sınıf en büyük üretici güçtür” diyerek çözer.
İşte din de sınıf mücadelesi aracı olarak yapıya bağlanır,
aynı çözüm çerçevesinde, bir bakıma onun alt başlığı olarak.
Ancak tıpkı yapının özneye bu şekilde bağlanmasının,
çözdüğünden daha çok sorun yaratması ve bu sorunların klasik Marksizmi boğması
gibi (Bu konuda “Marksizmde Yapı ve Özne
Sorunu, Eleştirisi ve Çözümü” adlı yazılarımız incelenebilir.) din konusu
da çözdüğünden çok daha fazla sorun yaratır. Aslında din teorisi konusundaki
sorunlar özünde yapı ve özne konusundaki
sorunların özgül bir görünümünden başka bir şey değildirler.
Din özgülündeki bu sorunlar kısaca söyle özetlenebilir.
Eğer din, bir “bilinç
biçimi” ve/veya “ideoloji”
dolayısıyla sınıflar ve sınıf mücadelesiyle ilgiliyse, sınıfsız toplumlarda,
sınıflar olmadığından, tıpkı devlet
olmaması gibi, din olmaması gerekir.
Ama sınıfsız toplumlarda da din vardır. Dini sınıf mücadelesine bağlı olarak ele alma sınıfsız toplumdaki dini
açıklamakta işe yaramaz ve bu açıklamanın çok temel bir yanlış içinde bulunduğunu
gösterir..
Bir başka sorun da şudur: Kapitalizm öncesinde neredeyse her
şey dinseldir. Bugünkü toplumda ise sanki dinin pek işi ve yeri yok gibi
görülmektedir. Kapitalizmin temel farkı nedir de böyle görülmektedir?
Kapitalist veya Kapitalizm öncesi uygarlıklar, ikisi de sınıflı toplumlar
olduğuna göre, modern toplumda dinin durumunu açıklamak için, sınıfların
varlığından öte başka bir şey söz konusu olmalıdır.
Evet, sınıf mücadelesi
veya parti (tarikat) anlamı, dinin bir başka ve sosyolojik kullanımıdır ama
bu yetersiz kalmaktadır dinin ne
olduğunu anlamakta.
Din kavramının, buraya kadar ele alınanlardan bir başka
anlamı daha olması gerekir.
Nedir bu din? Bu öncekilerin dışına taşan, onlardan farklı
olan anlam nedir?
Modern Marksizm’in Klasik ve Otantik Marksizmden esas büyük farkı tam
da bu noktadadır.
Şimdi bu anlama gelelim. Buna dinin tüm üstyapı olarak tanımlanması diyebiliriz.
Ama bununla ne kastedildiğin anlayabilmek için, dinin tüm üstyapı olarak veya üstyapının bir unsuru olarak (“bilinç biçimi”, “ideoloji”)
görülmesinin farkını, yani dinin iki
farklı sosyolojik anlamını, bunun için de üstyapı kavramının ne olduğunu kısaca ele almak gerekiyor.
Üst Yapının Tümü Olarak Din ve Üstyapının Bir Bileşeni Olarak Din
Her bilim üzerinde tüm diğer kavramların yükseldiği bir
takım temel kavramlara sahiptir. Örneğin fizikte, zaman, uzay, hız, ivme,
kütle, enerji, ağırlık, hacim; biyolojide tür, popülâsyon, sindirim, solunum,
boşaltım, anabolizma, katabolizma, metabolizma, üreme gibi bazı kavramlar
vardır. Sosyolojinin de çok temel kavramları vardır: üretici güçler, üretim
ilişkileri, mülkiyet ilişkileri, (ekonomik) temel, üstyapı, ahlaki, hukuki,
estetik, politik vs. gibi.
Aslında Marksist toplum teorisi çok basit ve sağlamdır.
“İnsanlar varlıklarını sürdürebilmek için her şeyden önce yemek, içmek,
giyinmek, barınmak zorundadırlar. Bunun için bir üretimde bulunurlar. Bu
üretimi gerçekleştirirken kullandıkları araçlar ve yöntemler; üretkenlik
düzeyini ve tüm iktisadi ilişkileri (üretim, tüketim, bölüşüm, dağılım,
değişim) belirler. Hukuk, sanat, ahlak vs. gibi diğer toplumsal fenomenleri ve
bunların farklarını anlamak için bu ekonomik temele bakmak gerekir.”
Marksizm bir tarih ve toplum teorisi olarak kabaca böyle
özetlenebilir.
Yukarıda özetlenen, sınıflar ve sınıf mücadelesi paradigması
içinde bir parti, ideoloji veya bilinç biçimi olarak Din’i ele alış, onu üstyapının bir öğesi, genellikle bir ideoloji veya “bilinç biçimi” olarak tanımlanır. Yani burada Din: ahlak, hukuk,
sanat gibi, onlarla aynı kategoriden,
onların yanı sıra bir şey olarak ele
alınır.
Ancak bu ele alışın yukarıda değinildiği gibi birtakım
sorunları vardır ve çözdüklerinden daha büyük sorunları ortaya getirir.
Örneğin, eğer din bir “bilinç
biçimi” ve/veya “ideoloji” ise,
dinsizler “bilinç biçimsiz” ve/veya “ideolojisiz” mi oluyorlar?
“Bilinç Biçimi”
ve/veya “İdeoloji” sosyolojik
kavramlarsa, din de bunlarsa, en azından sınıflı toplumlarda, “dinsizlik” (“ideolojisizlik” veya “bilinç
biçimsizlik”) mümkün olan bir durum olamaz. Çünkü kimse sınıflar dışı
olamaz. Tıpkı ideolojisizlik olamayacağı gibi. Çünkü ideolojisizlik iddiasının
kendisi bir ideolojidir.
Yani ahlaksızlığın da ahlaki bir olgu olması gibi; dinsizlik
de dini bir kategori olmalıdır. Ama bu sadece hukuki bir kategori olarak mümkündür; yukarıda görüldüğü gibi,
sosyolojik olarak değil. Din hukuki bir
kategori ise, üstyapıya ilişkin sosyolojik
bir kategori değildir.
Bir başka akıl yürütme, Din bir ideoloji ise, Faşizm,
Komünizm, Liberalizm vs. ile aynı kategoriden bir şey demektir. O zaman
kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda nasıl din varsa, bu ideolojilerin de
olması gerekirdi, niye yoktular? Veya bunların olmaması gibi Dinin de olmaması
gerekir.
Bir bilimin bütün
kavramları birbiriyle iç tutarlılık içinde bulunmalıdır. Açık ki, dini bir bilinç biçimi veya ideoloji olarak
tanımlamak, müthiş çelişkilere ve tutarsızlıklara yol açmaktadır.
Kavramların iç
tutarlılığı açısından durum böyle.
Peki olgular bakımından
ne alemde?
Olgusal düzeyde baktığımızda, din sadece bir ideoloji de
değildir, klasik uygarlıklarda bile, insanların doğumundan, alacağı isme,
mezarda nasıl yatacağından, nasıl ve ne zaman ne yiyeceğine veya yemeyeceğine,
nasıl evleneceğine, boşanacağına, kazancını veya ürettiğini nasıl tüketeceğine,
mirasının kime ve nasıl kalacağına; artı ürünün nasıl dağıtılacağına; iyi
ahlakın ne olduğuna; sanatın nasıl olduğuna veya olması gerektiğine kadar,
neredeyse tüm toplumsal üstyapı alanına giren her şey dinseldir.
Öte yandan sadece sınıflı toplumlarda ve uygarlıklarda böyle
değil; tüm sınıfsız toplumlarda da böyledir. İdeolojinin sınıfsız toplumda
olmadığı ve olamayacağını bir yana bıraksak bile din fiilen tüm toplumsal
yaşamı düzenlemektedir.
Yani olgular da “ideoloji”
veya “bilinç biçimi” kavramına
sığmamaktadır. Hem dinin sınıfsız toplamda da var olması nedeniyle; hem de
neredeyse tüm toplumsal ilişkilerin ve yaşamın dinsel olması nedeniyle.
Buralardan ilk elde şu sonuçu çıkarmak gerekir: demek ki
dini “bilinç biçimi” ya da “ideoloji” olarak tanımlamak, an azından
din denen olgunun tüm yönlerini kapsamamaktadır.
Bir başka sonuç da şu olur: kapitalist veya modern toplumda
antik veya sınıfsız toplumlarda bütün dinsel görünen alanlar din dışı
göründüğüne göre, bunu nasıl izah edeceğiz?
Bunlar gerçekten din dışı mıdır? Eğer öyle ise, modern
toplumda neden böyledir?
Yok, öyle değilse, modern toplumda da din dışı görünenler
dinselse bu din denen şey nedir? Modern toplumun bir dini var mıdır? Varsa bu
din nedir?
Keza başka ikinci dereceden sorunlar da vardır. Din teori ve
kavramımız bunları da açıklayabilmelidir. Örneğin birini belirtelim.
Eğer din bir ideoloji ise, sınıflar ve uygarlıklar Çin’den
Magrip’e kadar her yerde var olduğuna göre, niye tek tanrılı dinler hep orta
doğuda ortaya çıkmıştır? Niye Çin’deki dinler tanrısızdır da Hindistan’da
binlerce tanrı vardır? Niye sınıfsız toplumlara hiç peygamber gelmemiştir. Eğer
din bir ideoloji ise, niye bu ideoloji orada öyle burada böyle bir biçim
almıştır?
Yani Din’i ideoloji olarak tanımlamak, elbet bazı toplumsal
olguları anlamaya yaramakta ama çözer göründüğünden daha fazla sorun ortaya
çıkarmaktadır. Eksik veya yanlış olan bir şeyler vardır bu tanımda. Ortada hala
dinin kapsamına giren ama ideoloji veya sınıf mücadelesi aracı bir parti olarak
din kavramının kapsamadığı bir yığın olay vardır. Bunlar nedir? Bunlar nasıl
izah edilebilir?
*
Modern Marksizm'in katkısı ve cevabı tam da bu noktada
ortaya çıkmaktadır: Din tüm toplumsal hayatı düzenler, üstyapının kendisidir,
tümüyle üstyapıdır; üstyapının somut olarak varolduğu biçimdir cevabını verir.
Din tüm üstyapı, bir
toplumun üstyapısının somut biçimi olarak tanımlanırsa, yani toplumdaki,
hukuki, siyasi, estetik, ahlaki vs. her şeyin ancak din içinde
anlaşılabileceği; dinin toplumun en temel
bir yapı taşı olduğu gibi tamamen farklı bir anlayış ve bakışa geçilirse
bütün bu yukarıda bir kısmı sıralanan sorunların hepsi bir vuruşta
çözülmektedir. Ayrıca dinle ilgisizmiş gibi görülen, ulus, yapı ve özne, başka bir uygarlık programı vs. gibi
sorunları da bir vuruşta çözmektedir.
Ayrıca bu yaklaşım, bütün bilinenleri ters yüz eder. Bu ters
yüz edişin çapını gösterebilmek için birkaç örnek verelim. Bunu bu önermeyi
mantık sonuçlarına götürerek göstermeyi deneyelim.
Eğer din tüm üstyapı ise, bizzat din kavramının, bilim
kavramanın vs. kendisi de ancak dinsel olarak anlaşılabilir demektir. Yani din
kavramımız da dinseldir, bilim kavramımız da dinseldir.
Hâlbuki klasik bakışta, dini inanç olarak tanımlarken, din
kavramımızın ve bilim kavramımızın da bilimsel olduğunu düşünüyorduk. Dini bilim
dışı olarak tanımlarken bilimsel olduğumuzu varsayıyorduk. Bilim ve din zıtlık içinde koyuluyor ve kavranılıyordu.
Ama Din tüm üstyapıdır önermesiyle birlikte, hiçbir şey bu
sosyolojik analiz kavramının, yani üstyapının, yani dinin dışında olamayacağından,
bilim kavrayışının da ancak dinsel olduğu ve olabileceği gibi bir sonuç çıkar. Din bilim karşısında üstünlük kazanmakla
kalmaz, bu kavram çifti arasındaki alışılmış zıtlık da ortadan kalkar.
Çünkü Dinin tümüyle üstyapı olduğu bilimsel bir önerme ise, bu önermenin
kendisi de ancak bir din (üstyapı) içinde var olabileceğinden, bu durumda din bir bilim, bilim bir din haline
gelir. Çünkü Dinin tümüyle bir üstyapı olduğu önermesi aynı zamanda Modern
toplumun dininin yüzündeki peçeyi kaldırarak onun dinsiz gibi görünüşünün de
din olduğunu açığa çıkarmaktadır.
Bu önermenin kendisi de din dışı olamayacağından, ama aynı
zamanda bir bilimsel önerme olduğundan, bu önerme aynı zamanda bilimsel bir din
kuruluşunun ilk adımı olmaktadır. Yani sosyoloji,
toplumun hareket yasalarının bilgisine dayanan bir üstyapı (Din)
olmaktadır.
Bu noktada toplumun örgütlenmesi ilk kez bilinçsiz sezişler
ve tarihsel eğilimlerin bilinçsiz sembollerle ifadesi olmaktan çıkmakta ve
toplumun biçimi bilimsel olarak belirlenmektedir. Akıl veya bilim araçsal bir akıl olmaktan çıkarak, bu
sosyolojik önermeyle, nesnel bir akla
dönüşmektedir.
Bir başka akıl yürütme.
Tüm üstyapı din ise, din de analitik kavram olan karşılığı
olan üstyapı gibi her toplumda olmalıdır, o toplumun temel bir yapısıdır;
toplum olmanın organik bir bileşenidir. O zaman modern toplumun da bir dini
olması gerekir. Bu din nedir? Bu toplumun dinsiz gibi görünüşü; bizzat bu
toplumdaki din tanımının kendisi bu topumun dini olamaz mı? (Bu dinin neden
modern toplumda bir hukuki inanç kavramı ile tanımlandığını hemen açıklar
örneğin. Önceki dinlere inanç olarak, kişilerin özel sorunu olarak
tanımlamak; bunun için de bir özel ve
politik ayrımı yapmak modern toplumun dinidir. Yani böylece dinin neden hukuki
olarak özele ilişkin, inanç anlamıyla tanımlandığının da bir sosyolojik
açıklaması yapılmış olur.)
Bir başka sonuç.
Üstyapısal değişmeleri anlamak için alt yapısal değişmelere
bakmak gerektiği ilkesi uyarınca, bu, dinsel değişmelerin ve farkların maddi
temeldeki, altyapıdaki değişmelere bağlı olarak anlaşılabileceği anlamına
gelir. Kaza, yine Marksizme göre, devrimler altyapıdaki değişmelerin
üstyapıdaki karşılıkları anlamına geldiğinden, devrimlerin din değişimleri olduğu ve olması gerektiği gibi bir
sonuç çıkarmak gerekir. Kavramların iç tutarlılığı bunu zorunlu kılar.
Hâlbuki klasik anlayışta, modern devrimler dine karşı
yapılmış gibi görünürler.
Öte yandan klasik anlayışta tarih adeta devrimsiz bir tarihtir. Son birkaç yüzyılın devrimlerinden başa
devrim yoktur.
Ama şimdi din değişmeleri ve dinlerin yayılışları, devrimler
olarak ortaya çıkmakta dinler tarihi
devrimler tarihi olmaktadır.
Tabii tarih dinler tarihi olarak ortaya çıkınca Peygamberler de devrimciler olarak
ortaya çıkmaktadır.
Sınıflar Mücadelesi Tarihi Olarak ve Dinler Tarihi Olarak Tarih
Bu bir kaçına değinilmiş sonuçlardan görülebileceği gibi
dini sınıflar ve sınıf mücadeleleri paradigması bağlamında ele almakla;
toplumsal yapı paradigması bağlamında ele almak, her ikisi de sosyolojik olmakla
ve aynı “Din” kavramıyla karşılanmakla birlikte, çok farklı iki din kavramına
dayanmak demektir. Ve toplumsal yapıya ilişkin olan ikinci ele alış hem dini,
hem de tarihi ve toplumu açıklamak için çok daha geniş olanaklar sunmakla
kalmamakta tarih ve toplum kavrayışında bir tür “Kopernik Devrimi”ne yol açmaktadır..
İlk biçimiyle (parti anlamıyla) din kavramı da yanlış
değildir. Ama o başka bir içerikle yüklüdür ve çok sınırlıdır. Başka bir olguyu
karşılamaktadır, sözcük aynı olmakla birlikte.
Bu fark şöyle bir formülasyonla da açılanabilir. Klasik
Marksizm, tarihi sınıflar mücadelesi
tarihi olarak anlatır, ama bu tarihte sınıflar devrim yapamadığından, bu
tarih devrimsiz bir tarih olarak kalır. Sadece bir parti işlevi görebilir din
bu anlamda.
Tarihi yapının dönüşümü olarak ele aldığında, yani dini
üstyapı olarak tanımladığında, bugünkü ulaştığı kavramsal düzeyde, yani Modern
Marksizm’de, tarihi dinler tarihi
olarak ortaya çıkar; Tarih dinler tarihi olunca da aynı zamanda tarih devrimler
tarihi olur.
Klasik Marksizm’de din
sadece üstyapının bir öğesidir, Modern Marksizm’de üstyapının kendisidir, tümüdür. Klasik Marksizm’in din kavramı
yanlış değildir ama eksiktir, başka olguları din olarak tanımlamaktadır.
Ve bu yaklaşım, aynı zamanda Marksizmi inmelendirmiş yapı ve özne çelişkisini de bir vuruşta
çözer. Devrimleri sınıflar yapmaz;
insanlar bir dinden başka bir dine geçerek devrimleri yaparlar. Yapı ve Özne, din aracılığıyla bir ve aynı
olgunun ike farklı görünümü olarak ortaya çıkar, sadeleşir. Din’in Üstyapının
tümü olduğu önermesi, Sosyoloji’nin “Evren
Formülü”, “Herşeyin Kuramı” ya da eski deyimiyle “Birleşik Alanlar Kuramı”dır; tıpkı fizikteki dört temel kuvveti bir
ilkede toplayacak kuramı gibi.
Modern Marksizmin Ön koşulları: Aklinin ve Akıl Dışının Yer Değiştirmesi
Şimdi bu yeni Din Teorisine nasıl ulaşıldığı; nasıl bir
birikimle bu sıçramanın mümkün olduğu konusuna kısaca değinelim.
En başta, yanlış veya doğru olduklarına ve neden ortaya
çıktıklarına hiç girmeden, İnanç kavramının hukuki
ve epistemolojik anlamlarını ele
almıştık. İşte bu anlamlara ilişkin
alt üst edici, adeta birer “Kopernik
Devrimi” yapan gelişmeler olmadan bugünkü Modern Marksizm ortaya çıkamazdı.
Şimdi inancın bu farklı anlamlarının ters yüz oluşuna ilişkin
olarak zındık Marksizmin yaptığı
katkıları kısaca ele alalım[4].
Önce, Epestemolojik ya da Felsefi diyebileceğimiz, İnanç (Akli olan ve olmayan) anlamı[5] ve
zıtlığındaki alt üstlüğü görelim.
Biri kapitalist toplumun akli görünüşünü; diğeri kapitalizm
öncesi toplumda dinin akıl dışı görünüşünü sorgulayan birbirinden habersiz ama
farklı çıkış noktalarıyla birbirini tamamlayan ve destekleyici sonuçlara ulaşan
iki büyük teorik katkı veya ilerlemeyi zındık Marksizm iki ayrı koldan iki
farklı uçtan yola çıkarak gerçekleştrdi.
Bilindiği gibi, Aydınlanma kendini akıl yerine koyuyor;
kendisinin karşıtlığını inanç (Din, hurafeler vs.) ve “karanlık Ortaçağ”
üzerinden kuruyordu. Kendisiyle akıl çağı başlıyordu.
Başlangıçta işler iyiydi, teknik gelişiyor, emek üretkenliği
artıyor; bu da “pozitif bilimler”e ve akla olan inancı pekiştiriyordu.
Ancak faşizmin ortaya çıkışı, insanların en modern
tekniklerle kitle halinde öldürülmeleri gibi olgular, bu iyimserliği derinden
sarstı ve aklın egemenliği nasıl oluyor da öyle akıl dışı toplumsal ilişkilere
ve acılara yol açıyor sorusuna yol açtı. İyimserliğin yerini kötümserlik aldı;
Devrimler “lokomotifler” olmaktan
çıkıp “imdat frenleri” oldu[6].
“Frankfurt Okulu”
da denen “Eleştirel Teori”, yani
Marksizm'in yaşayan eleştirel bir damarı, bu inanç karşısına koyulmuş aklın
aslında araçsal bir akıl olduğu, bütün bu araçsal aklın, içinde doğru
bir anlama sahip olabileceği, nesnel bir akıl bulunmadığını
gösterdi.
Nesnel akıl, tümü
kaplar, toplumun nasıl düzenleneceği, toplumsal
var oluşun hedefi ve anlamı sorusuna bir cevaptır. Kapitalizm öncesi toplum
ve o toplumda inanç denerek karanlıkla özdeşleştirilen Din, bilimi ve bilgiyi
nesnel akla (Toplumsal düzene) göre tanımlar ve anlamlandırır, en azından böyle
bir çabadır. Bu anlamda bir iç tutarlılığı vardır.
Ama nesnel akıl, (objektif idealizmdeki “Demiurgos”; Hegel’deki “Mutlak Ruh”); ortadan kalktığı an (“Tanrı Öldü” Nietzche), tek tek her şey kendi içinde çok akli ve
bilimsel olabilir ama tümlük olarak toplum, fiilen tamamen kara ve kapitalist
anarşiye göre şekillenir; amaç ve anlam bunlar olur. Tanrı (din) artık
sermayenin ve karın hizmetindedir, kapitalizm öncesinde kar bile tanrının
hizmetinde olduğu iddiasındadır ve ancak öyle var olabilir.
Yani bir fabrikayı son derece rasyonel planlayabilir ve
orada hiç kayıp vermeden, son derece efektif ve emek üretkenliği yüksek üretim
yapabilirsiniz. Ama yaptığınız üretim, toplumsal olarak saçma ve insanlığa
zararlı bir şey olabilir. Yaşadığımız toplumda otomobillerden reklamlara kadar
her şey böyledir. Bu rasyonalizm (akıl, bilim), insanları rasyonel yöntemlerle
fırın ve gaz odalarında yok etmenin bir aracı olur. Gaz odaları son derece akli
ve bilimsel olarak örgütlenmişlerdir. Hitler’in yaptığı tamı tamına buydu. Araçsal Akıl’dan (pozitif bilimler) “doğru bir hayat”ın nasıl olacağına dair
hiçbir sonuca ulaşılamaz. “Yanlış bir
hayat da doğru yaşanamaz.” (Adorno)
Yani Aydınlanma’nın epistemolojik iman ve akıl zıtlığındaki,
aklın aslında akıl dışına vardığı, “aklın” ya da “bilim”in, o saçma dediği,
“inanç” dediği dinlerden bile daha saçma sonuçlara yol açtığı, zındık Marksistlerce ortaya çıkarılmış
bulunuyordu. Epistemolojik, dinle
(inançla) zıtlık içindeki, akıl
kavramı, sosyolojik olarak akıl dışı sonuçlara yol açıyordu.
Sosyolojik olarak akli olmak ile epistemolojik olarak akli olmak çok farklı
şeylerdi. Aydınlanma Sosyolojik bir olgu olan Din’e epistemolojik bir anlam
vererek ve bu anlam kaymasıyla onu lanetliyerek; sosyolojik olarak dinin ne
olduğunu açıklayamadığı için, lanetlediğinin lanetine uğruyor; kendisi
epistemolojik olarak aklı temsil ederken sosyolojik olarak akıl dışına
düşüyordu. Ceza suçun cinsindendir.
*
Bir yanda Eleştirel Teori, Aklın Akıldışı olduğunu
gösterirken; diger yanda Kıvılcımlı Akıldışı denerek lanetlenmiş Dinin akli
olduğunu göstererek; aynı yolu tersinden; tünelin öbür ucundan katederek
ilişkiyi ters yüz ediyordu.
Kapitalizm öncesi toplumda da her şey dinseldir.
(Kapitalizmde de öyledir ama bu bir üstyapı olarak din tanımıyla görülebilir
hale gelir. Teorinin evrimini anlattığımızdan, o dönemde böyle görülmediği için
bu ifadeleri kullanıyoruz). Dinin ne olduğunu anlamadan kapitalizm öncesi
toplumu anlamak olanaksızdır. Kıvılcımlı ise kapitalizm öncesi toplumların
hareket yasalarını bulmaya çalışıyordu. Bu nedenle, kapitalizm öncesi tarihin
ve toplumların yasalarını inceleyen Kıvılcımlı, din ile her adımda karşılaşmak
durumundaydı. Dinin ne olduğuna bakınca, klasik Marksist geleneğe uygun olarak
onu sosyolojik bir olgu olarak ele alınca, en saçma gibi görünen şeylerin bile
son derece rasyonel bir açıklaması olduğu sonucuna ulaştı. Bunu örneğin
birçoklarının yanı sıra, İslam Tarihi ve Kuran üzerinden, örneğin en akıl dışı
gibi görünen Allah’ın sıfatlarını (“Esma
ül hüsna”) yorumlayarak gösterdi.
Sorun o saçma gibi görünenleri tarihsel bağlamı içinde bir
sosyolojik olgu olarak ele almakta toplanıyordu.
Örneğin, Cennet hikâyesi bilinir. Bu hikayeden hareketle,
İnsan Adem’den değil maymundan geldi türünden, inanca (imana) karşı akıl
zıtlığı içinde itirazlar yapılır. Ama Cennet hikâyesi, akıl inanç zıtlığında
bir epistemolojik örnek değil; sosyolojikbir olgu olarak ele alınıp da şifreleri
çözülünce, Cennet’in sınıfsız ve kitapsız (yazıyı, bilimi bilmeyen toplum) bir
toplumun masumiyetini; Bilgi ağacının meyvesini yiyince cennetten kovulmanın
uygarlığa, bilgiye ve sınıflı topluma geçişi temsil ettiği vs. görülür. Böylece
saçma gibi, ancak inançla kabul edilebilir gibi görünenin, gerçek tarihsel
sürecin aslına sadık ama çocuksu; ama son derece akli ve akılla kavranabilir
bir tasviri olduğu görülür.
Böylece bu sefer, Aydınlanma’nın “Ortaçağ karanlığı” ile
özdeşleştirip, inanç, dolayısıyla akıl dışı olarak tanımladığı din, tamamen
akli bir olgu olarak ortaya çıkar. Epistemolojik olarak akıl dışı denen sosyolojik olarak aklidir artık. Tanrı doğa ve toplum yasalarını ifade eder;
Tanrı, toplumun amacını ve anlamını temsil eden “nesnel akıl”dır.
Yani zındık Marksizm'in Kıvılcımlı damarı da bu sefer öbür
uçtan yola çıkarak akıl dışının akli
olduğunu göstermiştir. Bir taraf (Eleştirel Teori) modern toplumda (kapitalizm)
nesnel aklın yokluğunu gösterirken diğer taraf (Kıvılcımlı) Kapitalizm öncesi
toplumda, inancın (dinin, tanrının
vs.) nesnel akıl olduğunu
göstermektedir.
Akıl ve inanç (din) zıtlığı, zındık Marksizmin iki ateşi
arasında kalmıştır. Frankfurt okulu aklın (Aydınlanmanın) altını oyarak;
Kıvılcımlı inancın (dinin) altını oyarak, bu zıtlığın yanlışlığını kavramanın
yollarını açmıştır..
Özetle, Aydınlanma’da ve ona dayanan klasik Marksizm’de, bir
yanda akıl ya da bilim, diğer yanda inanç ya da din varken; şimdi Kıvılcımlı ve
“Frankfurt Okulu” gibi inançsız (kâfir) ve bilimsel Marksistlerin bu
katkılarıyla, Modern Marksizm’de, akli olan akıl dışı; akıl dışı olan akli
olarak ortaya çıkmıştır. Din konusunda klasik bilgi ve tartışmalardaki her şey
ters yüz olmuştur.
Politik Olan ve Olmayan Ayrımının Normatif Karakteri
Benzer bir ters yüz oluş, hukuki anlamıyla inanç, yani din kavramında da gerçekleşir. Bu
sefer bir yanda gerçek bir Kopernik Devrimi geçiren ulus teorileri, diğer yanda yine Kıvılcımlı vardır. Kıvılcımlı’da
kalmıştık, bu sefer Kıvılcımlı’dan başlayalım.
Kıvılcımlı’nın katkısı yukarıda anlatılanla sınırlı
değildir. Kıvılcımlı kapitalizm öncesi toplumları ve onlarda dinin muazzam
etkisini incelerken, dinin sadece bir parti veya ideoloji işlevi görmediğini,
aynı zamanda neredeyse bütün toplumsal
ilişkileri de düzenlediği türden sonuçlara ulaştı. Örneğin Osmanlı toprak
düzenini düzenleyen dindi. Yani din “öte dünyayla” değil, bu dünyadaki düzenle ilgiliydi. Ve sadece ideoloji veya bir parti
işlevi görmüyordu., Örneğin İslam’ı bilmeden Osmanlı toprak düzeni
açıklanamazdı. Yani din sadece özele ilişkin değildi. Devlet ve mülkiyet hatta üretim ilişkileri, yani altyapı, din (üstyapı) olmadan açıklanamıyordu.
Kıvılcımlı neredeyse bir toplumsal düzenin tümüyle dinsel
bağlamda anlaşılabileceğini olgu düzeyinde göstermiş olmakla birlikte
(Özellikle Kıvılcımlı’nın “Osmanlı
Tarihinin Maddesi” adlı eseri zikredilmelidir.) hiçbir zaman bu sonucu,
dinin tüm üstyapının kendisi olduğu sonucunu çıkaramadı, bu genellemeyi yapmadı[7] veya
yapamadı. Yapamadı ama dinin özele
ilişkin olarak sınırlanamayacağı yönünde bir kavrayışı yerleştirdi.
Kıvılcımlı özele ilişkin denen dinin, özele ilişkin olmadığı
kavrayışını pekiştirirken, ulus teorilerindeki alt üstlüğü yapanlar da, politik olanın, ya da ulusun, din gibi bir
“cemaat” olduğu yönünde bir sonuca ulaşıyorlardı.
Klasik Marksizm, ulusu insanların kabul ve bilinçleri
dışında, tıpkı sınıf gibi var olan bir gerçeklik ve ulusu da sınıf gibi
sosyolojik bir kavram olarak ele alıyordu. Örneğin Stalin’in ulus tanımı vs.
hep böyle gizli bir varsayıma dayanırlar. Ulus tanımlarının veya teorilerinin
farkı, tıpkı sınıf gibi, insanların kabulleri dışında nesnel olarak var olduğu
varsayılan, ulusu tanımlayan özelliklerin neler olduğu noktasındaydı.
Sorun, kabullerden bağımsız olarak var olan, sınıf gibi
şeyin (ulusun) ne olduğunu çıkarmak, onu tanımlamaktı. Ancak bütün çabalar,
tutarlı bir ulus teorisi kuramamış ve ulusun ne olduğunu tanımlayamamıştı.
Seksenli yılların başında E. Gellner, B. Anderson, E.
Hobsbawm gibi sosyolog ve Marksistler Ulus üzerine teorik çalışmalarda tam
anlamıyla bir “Kopernik Devrimi”
yaptılar.
Buna göre, Ulus
sınıflar gibi değil, dinler gibi bir toplumsal olguydu. Diğer bir ifadeyle uluslar olduğu için ulusçular değil,
ulusçular olduğu için uluslar vardı. Ulusu diğer dinsel cemaatlerden ayıran
politik bir cemaat olmasıydı. Yani
dinle özdeşleşmiş cemaat kavramı politik olmayanla bağlantılı iken, burada
politik olan da cemaat olarak; din gibi bir şey olarak ortaya çıkıyordu. Ya da
tersindern ifade edersek, politik olmayan (inanç) olarak tanımlanmış din, şimdi
karşımıza ulus kılığında politik olan olarak çıkıyordu.
Kıvılcımlı, Din’den
hareketle politiğe; Ulus teorileri ise, politikten
hareketle dine varıyorlardı.
Böylece hukuki olarak inanç anlamıyla din kavramı da iki
ateş arasında kalmış ve dini böyle anlamlandırmanın anlaşılmazlığı ortaya
çıkmıştı.
*
Ulus teorisiyle ilgilenenlerce atılan adım, yapılan devrim
gerçekten çok büyüktü, ama bu keşfin çok temel bir hatası bulunuyordu. Ulusun
politik bir cemaat, dinlerin politik olmayan cemaatler olduğunu söylerken,
politik ve politik olmayan ayrımını analitik ya da sosyolojik bir ayrım gibi
ele alıyor ve tanımını böyle yapıyordu.
Örneğin Gellner’in yaptığı ve diğerlerince de paylaşılan, “ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın
çakışması ilkesini savunmaktır” tanımına bakılabilir.
Bu tanımın sosyolojik bir tanım olması için, “politik olan” tanımındaki politik
kavramının sosyolojik yani analitik bir kavram olması gerekir. Hâlbuki burada
politik kavramı da normatiftir.
Toplumsal ilişkileri belirlemeye yarar. Yani aslında modern toplumun
örgütlenmesinin bir ayrımıdır. Yani politik ve politik olmayan; diğer bir
ifadeyle inanç veya inanç olmayan ayrımı analitik değil; normatif ya da hukuki
bir ayrımdır. Yani aslında, modern ulus
teorilerinin ulusçuluğa ilişkin tanımı da ulusçu bir tanımdır.
Kullanılan kavramların analitik
(sosyolojik) veya normatif (hukuki) olup olmadığının analizi dinin ne
olduğunu, tümüyle üstyapı olduğunu anlamayı sağlayan en kritik adım oldu. Ama
bu adım, zındık Marksizm'in yukarıda kısaca özetlenen katkıları olmasaydı,
atılamazdı.
Analitik ve Normatif Kavramlar Ayrımı, Marksizm ve Din
Bütün bu birikimler, bir Din teorisinin oluşumunu mümkün
kıldı. Ama bunun gerçekleşebilmesi bir başka ayrımın farkına varılması sayesinde mümkün oldu. O da analitik kavramlar ile normatif kavramların; Toplumu analiz etmeye, anlamaya yarayan
kavramlar ile düzenleyen, sınırlarını ve ilişkilerini
belirleyen kavramların, aynı sözcüklerle ifadelerine rağmen farklı anlamlarının ortaya çıkarılması,
bu ayrımın yapılması sayesinde mümkün oldu.
Gerek din, gerek ulus konusunun sosyolojik olarak
çözülememesinin nedeni, normatif (ilişkileri ve sınırları düzenleyen)
kavramların analitik (toplumsal ilişkileri açıklayan) kavramlar olarak ele
alınmasıyla ve bu farkın görülmemesiyle ilgiliydi.
Din’i inanç olarak tanımlamak, normatif bir din tanımıydı;
ulusu bir tarih, coğrafya, dil, ortak yaşantı, kader vs. birliği olarak
tanımlamak da normatif bir ulus tanımıydı. Din veya ulus sayılmanın
koşullarıydı bunlar. Dolayısıyla toplumsal ilişkileri düzenledikleri ve
sınırları belirledikleri için, modern toplumun dininin (aydınlanmanın veya onun
gerici biçimi olan ulusçuluğun) tanımlarıydılar.
Tam da bu nedenle bir din ve ulus teorisi yoktu. Bu ayrımın
yapılması, bu kavramların analitik değil, modern toplumu düzenleyen kavramlar
olduğunun anlaşılması, bu kavramların egemenliğinden kurtulmayı mümkün
kılıyordu. Tam da bunların normatif olduğunun anlaşılması aynı zamanda modern
toplumun dininin anlaşılması; dinsizlik gibi görünenin de din olduğunun
anlaşılması anlamına geliyordu. Böylece tarihin modern tarih dâhil dinler
tarihi olduğu somutluk kazanmış oluyordu.
Din ve ulus tanımlarının normatif tanımlar olmasının keşfi,
bu tanımların tarihsel anlamı ve işlevinin ne olduğu sorusunu sorma ve açıklama
olanağını ortaya çıkarıyordu.
Örneğin dini inanç olarak tanımlama ile tek tanrıya inanma,
aynı tarihsel soruna, farklı koşullarda verilmiş iki farklı cevap ve çözüm
olarak ortaya çıkıyordu. Bu ayrım totemlere tapılan bir dünyada Allah’ın
gördüğü eşitleyici işlevi, yeryüzünü uygarlıkların ve onların dinlerinin
kapladığı bir çağda görüyordu.
Böylece politik ve politik olmayan ayrımı; modern toplumun
dini (Buna aydınlanma denebilir); politik olanın ulusal olanla çakışması
ilkesine dayanma (yani ulusçuluk) da bu dinin reaksiyoner ve karşı devrimci bir
biçimi olarak sosyolojik bir tanıma kavuşabiliyordu.
Tabii böylece program sorunu da, klasik, dini normatif
olarak tanımlayan, din ve devlet işleri ayrımı basitliğinden ve bunun burjuva ufkundan
sıyrılıp; bu karşı devrime karşı demokratik
(ulusal olanı bir dil, din, tarih vs. ile tanımlamaya karşı tanımlama) ve evrensel (nasıl tanımlanırsa tanımlansın
ulusal olanı özel olarak tanımlama) programatik çözümlere; ama önceki klasik
tanım ve anlayışları alt üst eden çözümlere ulaşabiliyordu.
Maalesef modern Marksizm'in bu Din veya Üstyapı veya Ulus
teorisi dünyada henüz bilinmemektedir ve Türkiye’de susuşla yok sayılmaya
çalışılmaktadır.
Ancak er veya geç kendini kabul ettirecektir. Bu muhtemelen
var olan sosyalist kuşakların biyolojik ömürlerini tamamlayarak yok olup
gitmeleriyle gerçekleşecektir. En azından şimdiye kadarki bütün tarihsel
tecrübe, yeni teorilerin kabul ve yayılmalarında böyle bir eğilimin varlığını
göstermektedir.
Türkiye Solu Kavramı
Türkiye Solu ve Marksizm’in Dine bakışıydı bu yazının
konusu.
Marksizm'in yukarıda özetlenen dine bu bakışı da, bunun
ortaya çıkışına muazzam bir katkı olan Kıvılcımlı da Türkiye Solu kavramına
dâhildir; bunları susarak ve yok sayarak yok etmeye çalışanlar da Türkiye solu
kavramına dâhildir.
Böylesine birbirine zıt anlayışların aynı kavram içinde
toplanabilmesi, aslında bu kavramın hiçbir özsel ve bilimsel değeri; analitik
değeri olmayan bir kavram olduğunu gösterir.
Türkiye Solu kavramının özsel ve bilimsel bir değeri olsa,
yani belli görüşler ile bir ilişkisi ve olsa, din anlayışlarından ve
tanımlarından biri olduğunda diğeri olamaz. Dinin analitik tanımıyla
epistemolojik veya hukuki tanımının bir arada olamayacağı gibi.
Ama dinin epistemolojik veya hukuki olarak tanımlanmasının
kendisi; sosyolojik olarak bir dindir.
“Türkiye Solu”nun da sosyolojik bir olgu gibi tanımlanması,
sosyolojik olarak, sosyolojik olmayan kavramlarla sosyoloji yapmak; yani
bugünkü egemen gerici ulusları ve ulusçuluğu fiilen savunmak demektir.
Modern Marksist bir din kavramına dayanan bir akım, bir
parti, bir görüş “Türkiye solu” olamaz.
Türkiye solu ise, yani Türkiye’ye ilişkin bir program
öneriyor ve ufku onunla sınırlıysa Marksist olamaz.
Yukarıda açıklanan teorik temele göre, Türkiye veya herhangi
bir yerde, Marksist olmanın asgari koşulu; ulusal olanın bir dille, dinle,
tarihle, toprak parçasıyla tanımlanmasını reddetmek ve ona karşı mücadele
etmektir. Yani ulusun Türklük veya Türkiye ile tanımlanmasına karşı mücadele
etmektir.
Bu mücadeledeki özne, kendini kendisine karşı mücadele
ettiği şeyle tanımlamaz.
“Türkiye Solu” kavramı: “Lat, Mena, Uzza vs. totemlerine
tapanlar İslam’ı” gibi, veya “köşeli daire” gibi bir oksimorondur.
20 Eylül 2013 Cuma
[1] Marks’ın meşhur sözlerinin birçok farklı ama birbirine yakın ve
anlamdaş sayılabilecek çevirilerinden biri şöyle: "Dini ıstırap, bir ve aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesi
hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, ezilen yaratığın iç çekişi,
kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Kitlelerin
afyonudur."
[2] Zaten afyon kavramının bugünkü anlayışında ve yorumlanışlarında da bu
ilişki tersine çevrilerek ağrı kesicinin yerine uyuşturucu anlamı
getirilmektedir. Marks’ın cümlelerinde söylenenler alt sınıflar açısındandır,
cümlenin akışı içinde özne değişmediğinden, afyon da. Ama bugünkü Afyon
yorumlarında, Afyon üst sınıfların alt sınıflara verdiği bir şey gibi
algılanmakta ve yorumlanmaktadır, yani özne üst sınıflardır bugünkü
algıda. Afyon’a bugünkü yaygın anlamı
verebilmek için özne değiştirilmektedir.
[3] Örneğin birçoklarının yanı sıra şu zikredilebilir: İhsan Eliaçık,
birkaç ay önce yapılan Kıvılcımlı Sempozyumu’na bir Kuranı Kerim Müfessiri
olarak Kıvılcımlı’yı ele alan bildirisiyle katılmıştı.
[4] Dikkat edilirse olumlu olarak üç Marksizmden söz ediyoruz. Bunlar bir
ve aynı marksizmin üç aşaması gibi görülmelidir. Klasik veya Otantik Marksizm;
Zındık, Heteredoks Marksizm; Modern Marksizm.
Modern Marksizm, Klasik Marksizm'in orijinal kavramlarına ve Zındık
Marksizm'in katkılarına dayanarak şekillenmiştir. Onların devamcısıdır. Zaten
bu yazıda bu hikâye anlatılmaktadır.
[5] Örneğin Sevan Nişanyan düzenlediği seminere “Akıl ve Din” başlığın
koyuyor. Din inanç anlamında ve akılla zıtlık içinde ele alınıyor..
[6] Marks “Devrimler tarihin
lokomotifleridir” diyordu; buna karşılık Benjamin “Devrimler Tarihin imdat frenleridir”
[7]
Kıvılcımlı biraz da bu
genellemeyi yapıp dinin ne olduğunu doğru biçimde tanımlayamadığı için, toplumdaki
dinin önemi nedeniyle bu öneme uygun bir açıklama bulma zorunluluğu, onu dinin
köklerinin “insan beyninin
derinliklerinde” olduğu türünden sonuçlara ulaşmasına yol açtı. Maymundan
insana geçişle ilgili araştırmaları incelerken ve kısmen de kendi
çıkarsamasıyla, Din’in insanın insan olma sürecinde önemli işlevleri olduğu,
bilinç bilinçaltı çelişkilerinin oluşmasının dinle bağlantılı olduğu gibi
sonuçlara kadar gitti. (Ki uzunsüre biz de bunları önemli katkılar olarak
görüyorduk.) Bu nedenle, dinin köklerini “insanın
beyninin derinliklerine” kadar götürdü. Yani dinin Biyolojik temelleri
olduğu gibi (Mantık sonuçlarına ulaşırsa, bir tür “din geni”, veya “tanrı geni”
demektir bu) bir görüşe kadar vardığı bile söylenebilir. Biz bunu yanlış
görüyoruz. Ama bu apayrı bir yazının konusudur. İlerde zamanımız olursa bu
konuyu ele almayı düşünüyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder