Futbol her zaman çok bilinmeyenli bir denklemdir. Bu nedenle
bir tahmin yapılamaz. Ama “normal koşullarda” yani rastlantıların “şans”ın pek
işe karışmadığı koşullarda Almanya’nın şampiyon olması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Şöyle diyelim. Yazı turayı on defa atarsanız onunda da yazı
ya da tura çıkma olasılığı epey yüksektir. Ama yüzlerce, binlerce kere
atarsanız, ortalamanın yüze elli civarında oynadığını görürsünüz. Bunu
şampiyonaya uygularsak, eğer finale kalan takımlar defalarca karşılaşsa, yani
şans faktörünün etkisi minimuma inse, muhtemelen en çok kez şampiyonluğu
Almanya’nın kazandığı görülürdü.
Neden böyle olurdu? Çünkü Almanya son on yılda, futbolunu
yeniden organize etti ve bu şampiyonaya öyle hazırlandı.
2006’da Almanya’da yapılan dünya şampiyonasında Almanya
ancak üçüncü olabilmişti ev sahibi olmasına rağmen.
Alman burjuvazisi daha 2006 şampiyonası öncesinde eski kaz
adımlı milliyetçilikle ne dünya politikasında ne de iç politikada gerekli gücü
ve manevra alanını sağlayamayacağını görmüştü. Bu tıkanıklık en açık biçimde
futboldaki gerilemede görülüyordu.
Ama 2006 öncesinde, Yeşiller’in Sosyal Demokrat partisiyle
birlikte iktidar ortağı olması bu dönüşümün yollarını açtı.
Schröder dünya pazarında rekabet için gerekli düzenlemeleri;
ekonominin yeniden örgütlenmesini gerçekleştirirken; Fischer, dış politikada
benzeri değişiklikleri gerçekleştiriyor ve Alman kapitalizmine ve devletine dünya
politikasındaki gerekli hareket alanını ve esnekliği sağlıyordu.
Yapılan değişiklik, kaz adımlı milliyetçilikten çok renkli
milliyetçiliğe geçiş olarak tanımlanabilir. Bu geçiş, sinema’dan (Örneğin Fatih
Akın) Futbol’a kadar her yerde gerçekleşti.
2006 dünya kupası bu değişimin Futbol alanındaki başlangıcı
oldu.
Klinsmann ABD’den getirilip Alman milli takımının başına
getirildi.
Klinsmann bir buldozer gibi, eski yapıları ve “Bayern
Mafiası”nın direncini ve gücünü kırdı. Ve yerine yardımcısı Löw’ü bıraktı. Löw’e,
Klinsmann’ın açtığı yolda, gerekli temel değişiklikleri sürdürmek kalıyordu.
Ama bu değişiklik buzdağının görünen yüzüydü.
Bu geçişe uygun olarak Futbolun alt yapısında da gereken
değişiklikler yapıldı. Örneğin önceleri, en alttaki okul takımlarında veya
mahalli takımlarda oynayan yetenekli yabancı gençlerin önleri Alman
yöneticilercei kesilir; Alman gençleri kayrılır ve önleri açılırdı. Buna büyük
ölçüde son verildi, yabancı yeteneklerin öne çıkmasına yol verildi, hatta
teşvik edildi.
Bir süre sonrü bunun meyveleri alınmaya başlandı. Özil gibi
yetenekli bir futbolcu, Alman milli takımını seçer hale geldi.
Alman liginde giderek artan bir şekilde Türkiye asıllı
futbolcuların öne çıktığı görülmektedir.
Bugün Alman genç milli takımının büyük bölümü artık Türkiye asıllı
gençlerden oluşmaktadır.
Zaten fizik ve taktik olarak neredeyse otomatiğe bağlanmış
gibi çalışan (“Futbol 22 kişinin bir
topun peşinde koştuğu ve Almanların kazandığı bir oyundur”) Alman futbolu
bu yabancı gençlerin teknik üstünlüklerini ve yaratıcılıklarını da böylece
içine katmayı başarabildi.
Bu planlı ve bilinçli dönüşümün en açık ve sembolik ifadesi
ÖZİL’in İ’sidir.
Alman Alfabesinde Ö vardır. Ama büyük İ yoktur.
Bir ara Özil’in adının formaya ÖZIL diye değil “ÖZİL” diye İ’li
yazılmasına bile dikkat ediliyordu. Artık önemi kalmadığından öyle yazılmıyor
olabilir.
Almanya işte bu nedenle büyük bir olasılıkla, bir zamanlar
Fransa’nın Fransız milli marşını sözlemeyen Zidane’yi milli takıma alıp
şampiyon olması gibi, İ’nin üzerindeki noktayı koyduğu ve koyabildiği için şampiyon
olabilecektir.
Bu vesileyle 2006’da Almanya’da yapılan dünya şampiyonası
vesilesiyle yazdığımız bir yazıyı koyuyoruz ki, bu değişimin nasıl
gerçekleştiği ve anlamı kavranabilsin.
08 Temmuz 2014 Salı
Demir Küçükaydın
Futbol Şampiyonası, Alman
Politikası ve Sol
Bu dünya futbol şampiyonasında Almanya dünya şampiyonu
olamadı, finale kalamadı, üçüncülükle yetinmek zorunda kaldı, ama politik
olarak bu şampiyonada en büyük başarı ve kazanç Alman burjuvazisinindir. Neden
ve nasıl? Bunu göstermeyi deneyelim.
Son dünya kupası, Alman burjuvazisinin, klasik kana, soya
dayalı ırkçı milliyetçilikten; artık günün ihtiyaçlarına cevap vermeyen ve bir
yük oluşturan bu milliyetçilikten; Globalleşmenin ve bir Avrupa Birliği
oluşturabilmenin ihtiyaçlarına daha uygun düşen bir milliyetçiliğe geçişin
dönüm noktası olduğu gibi; bu iki milliyetçilik arasındaki mücadelenin de bir
sahnesiydi
Bu durumu iyi gözleyen eski 68’li, bir zamanların hızlı
“Anarşist”i, şimdilerde “Yeşiller” in teorisyen ve stratejilerinden, onların
Avrupa işlerine bakan Daniel Con Bendit (bir zamanların “Kızıl Dany”si) son
dünya Dünya Şampiyonasına Alman Milli Futbol takımını hazırlayan Klinsmann’ı
kastederek, “o Yeşil-Kızıl koalisyonun yapamadığını başardı” (“yeşil” ve
“kızıl” Alman politik kültüründe ekolojistler ve sosyal demokratların karşılığı
olarak kullanılıyor.) anlamında sözler etti. Onu böylesine söz ettiren değişim
nedir?
Bir çok sosyolog, yazar vs. bu şampiyona öncesi Almanya ile
bu şampiyona sonrası Almanya’nın aynı olmadığını söylüyor ve bunda Alman Milli
takımının antrenörü Klinsmann’ın işlevine dikkati çekiyor[1]..
Birkaç karakteristik haber, bu dönüşümün çapı hakkında bir
karar verir.
Almanya’da büyüyen, Türkiye kökenli film rejisörü Fatih
Akın, Hürriyet’te çıkan habere göre şunları söylemiş. Haberi 2 Temmuz Pazar
günkü Hürriyet’ten okuyalım.
“Ödüllü Yönetmen Fatih Akın: Dünya Kupası Irkçılığı
bitirir. (...) “İlk kez Almanya’yı
tuttuğunu söyleyen Akın, “Almanya’daki Türkler milli maçlarda hep rakibi
tutardı. Ama bu son dünya Kupası’nda bu değişti. (...) Bütün dünyadan misafirler geldi. Bu bir
şok gibi oldu. Eğitim gibi bir şey oldu, iyi oldu. Irkçılık gidiyor.”
“Almanya’nın yediği gol üzülen, attığı golle havalara
fırlayan Akın, tur sevincini kutladı.”
Alman medyasında, esas vurgu hep, artık bütün milletler gibi
Almanların da kendi bayraklarından utanmamayı öğrendikleri ve onunla rahat bir
ilişki kurabildikleri gibi noktalarda yoğunlaşıyordu. Ve hemen hemen bütün
haber ve resimlerde genellikle Almanlar başka uluslardan insanlarla birlikte
eğlenirken haber yapılıyordu. Maç dolayısıyla gelenlerle yapılan söyleşi ve
haberlerde öne çıkarılan, ziyaretçilerin Almanlar hakkında hep kabız, aşırı
ırkçı milliyetçi gülmez insanlar gibi yargıları olmasına rağmen burada bambaşka
bir durumla karşılaşmış olmaları gibi noktalardı.
Bir de en çok Alman bayrağıyla Alman milli takımının
başarıların kutlayan yabancılar, özellikle Türkler ve siyahlar göze batırılmaya
çalışılıyordu. Hatta Türklerin Alman bayrağının kırmızı şeridinin ortasına ay
yıldız koymaları özellikle öne çıkarılan haberler arasındaydı. (Buna gerici
Türk milliyetçiliği, aynısının yarın Türkiye’de de olabileceği, yani Kürtlerin,
yeşil, sarı ve kırmızının ortasına bir ay yıldız koyabilecekleri korkusuyla
hemen karşı çıktı. Tabii Almanlarınkine koyulmasına temelden itirazı yok. Ona
itirazı eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürebilir diye.)
Yani Fatih Akın’ın tavrı, an azından yabancılar ve solcular
yaygın olan genel bir eğilimin ifadesinden başka bir şey değil. Solcuların ve
yabancıların önemli bir kısmı eski reflekslerin anlamının kalmadığını düşünüyor
ve artık Alman bayrağından utanmamayı veya Almanya’yı tutmayı öğreniyor.
Geçenlerde “Sol Neden “Ofsayt”ta?” yazısında anlattığımız ve
tartıştığımız küçük sahneler, aslında genel bir eğilim ve dönüşümün tipik
görünümleriydi.
Aslında bu yeni durum en bizzat PDS’in (Demokratik Sosyalizm
Partisi) yıldızı olan, Gregor Gysi’nin aşağıdaki sözlerinde en açık biçimde
yansıyor:
“Ulusal futbol takımları için Almanlar tarafından dışa
vurulan ulusal gurur, Meclis sol grup başkanı Gregor Gysi’nin görüşüne göre,
olumlu yurtseverliğin bir işareti. Gysi “Tageszeitung”a verdiği demeçte,
Almanya’da genç kuşak arasında “Ana vatanlarına (Türklerde vatan ana
metaforuyla, Almanlarda baba metaforuyla bağlantılıdır. Tam çevirisi “baba vatan”
olurdu) karşı tamamen normal, kabız olmayan” bir ilişki gelişiyor ve bu dünya
futbol şampiyonasını “biricik büyük bir şölen yapıyor” dedi. Buna karşılık,
bizzat kendi kuşağının ise, “ulusal sorunla hastalıklı bir ilişki”si olduğunu
ve bu nedenle yurtseverlik tartışmasında “ağzını kapaması” gerektiğini söyledi.
Gysi “Burada ilk defa, kendi ulusuna karşı bağımsız,
kabız olmayan, normal bir ilişki oluşuyor” dedi. Eski PDS Başkanının argümanına
göre, toplumda herkesin kendisini bütüne karşı sorumlu hissedebilmesi için,
kabız olmayan ve normal bir ulusal bağ bir ön koşuldur. Gysi’ye göre, “sağ
taraftaki Totaliter anti komünizm tıpkı solun bir kesimindeki totaliter anti
nasyonalizm gibi bunu şimdiye kadar engelledi.”
Gysi partisinin bir bölümündeki ritüelleşmiş “Almanya,
bir daha asla!” parolasını da eleştirdi. “İnsan istemediği bir ulusu yönetemez”
dedi. Bunun kafada ve yürekte bir çelişki olduğunu söyledi. Solcular ve kendi
kuşağının tutucuları, 50’li ve 60’lı yıllarının tecrübeleriyle genç kuşakların
canını sıkmamalı. “Biz kendiliğinden daha iyi gelişeni yolundan
saptırmamalıyız. Normalleşmeye bizim katkımız bu olabilir.” dedi. (21
Haziren 2006 http://de.news.yahoo.com/21062006/286/gysi-begruesst-deutschen-fussball-patriotismus.html
)
Gysi’nin bu sözleri, bu futbol şampiyonasının Alman
kapitalizminin gerçek bir zaferi olduğunun en büyük delil idir.
Eski milliyetçiliğin karşısında olan solcular yeni milliyetçiliğin
savunucularıdırlar. Bir burjuvazi için, bundan daha büyük bir kazanç olabilir
mi?
“Ofsayt”ta kalmak
istemeyen solcular ve yabancılar (Gysi veya F. Akın) bu yeni milliyetçiliğin
selamlayıcıları, taraftarı ve savunucusu olarak ortaya çıkıyorlar.
Milliyetçiliğin ne olduğunu anlamayanlar, bu günkü dünyada
en demokratik milliyetçiliğin bile aslında dünya çapında bir ırk ayrımcısı
apartheit sisteminin aracı olduğunu anlamayanlar, böyle yaparken, ırkçılıktan
kurtuluş ve ona karşı çıkış adına, fiilen bu ırkçı sistemin savunucuları olarak
ortaya çıkıyorlar.
Ama sadece sol mu böyle? Aynı bölünmenin Alman sağı,
arasında da yaşandığı görülüyor. Die Zeit gazetesinin haberine göre,
Alman faşistleri arasında da bir bölünme varmış. Bir kısmı, bu “yeni yurtseverliği”
milliyetçiliğin yaygınlaşması olarak selamlarken, diğerleri bunun “tatil ve
Pazar günü milliyetçiliği” olduğunu söyleyip bu milliyetçiliğe karşı tavır
alıp onunla kendi arasına sınır çizmeye çalışıyormuş. Bunlar etrafı dolduran
siyah kırmızı ve sarı renkli Alman bayraklarına da karşı çıkıp, siyah beyaz ve
kırmızı renkli bayrağın Alman milliyetçiliğinin bayrağı olduğunu
söylüyorlarmış.
Böylece Alman burjuvazisi, solcuları, yabancıları (ve hatta
faşistler arasındaki bölünmenin gösterdiği gibi) faşistlerin bir bölümünü yeni
milliyetçiliğinin destekçileri haline dönüştürmüş bulunuyor.
Elbette bu yeni biçim milliyetçilik Batı Almanya’da eski
Doğu Almanya olan Eyaletlerden, büyük
şehirlerde taşradan, gençler kuşaklar arasında yaşlılardan daha güçlü ve yaygındır.
Eski biçim hala özellikle eski doğu Almanya’da çok güçlüdür, ama bu, geleceğe
damgasını vuran bir eğilim değildir. Bütün doğu Avrupa’da olduğu gibi, orada
zaman bir süre durmuştu ve duvarın yıkılışından beri kaldığı yerden devam
ediyor. Doğu ve Batı (Yaşlılar ve gençler; büyük şehirler ve taşra) aslında bu
milliyetçiliğin birbirini izleyen iki aşamasını, zamansal bir dizilişi, mekânsal
biçimde yansıtmaktadırlar.
Alman kapitalizmi için Avrupa’daki başka ulusları ve
toprakları işgal ile yayılmanın, başka ulusları köleleştirmenin ideolojik
temellerini atan klasik ırkçı milliyetçilik bir intihar olur. Ayrıca buna
ihtiyacı da yoktur. Hitler’in “Avrupa Kalesi”ni Alman Burjuvazisi, bizzat doğu
Avrupalı halkların Avrupa Birliği’ne katılmak için yaptıkları ayaklanmalarla ve
gönüllü katılımlarıyla kurmuş bulunmaktadır. Alman burjuvazisinin ihtiyacı, bu
yeni duruma uygun bir milliyetçilikti. Eski kuşakların şekillenmeleri,
gelenekler, yerleşmiş eski yapı bu yeni duruma uygun bir milliyetçiliğin egemen
olmasının önünde bir engel oluşturuyordu. Bu futbol şampiyonası, bu eski
milliyetçiliğin kabuğunun kırılması; Alman politik kültürü ve egemen resmi
milliyetçilik için küçük bir “devrim” oldu.
Ama eskisinin yerine gelen, en az eskisi kadar tehlikeli bir
ırkçılıktır, ya da günümüz dünyasına uygun bir ırkçılıktır. Bu kavranmadığı an,
dünyadaki hiçbir gelişme karşısında doğru bir tavır alınamaz. 1936 Berlin
Olimpiyatları biyolojik ayrımlara dayanan bir milliyetçiliğin ve ırkçılığın bir
gösterisiydi. 2006 Dünya futbol şampiyonası, “Çok kültürlü” bir milliyetçiliğin
ve ırkçılığın gösterisidir, Alman politik kültüründe ikincisinin birincisinin
yerini almasıdır. Bunun nasıl bir ırkçılık olduğunu ise her hangi bir şekilde
bir milliyetçi olanlar anlayamazlar.
Bunun ırkçılık olduğunu anlayabilmek ve görebilmek için, yeryüzünde
ulusal sınırların ve milletlerin demokrasi ve insan haklarının önündeki en
büyük engel olduğunu kavramak; bu çok kültürlü milliyetçiliğin de bu ulusal
sınırları ve ırk ayrımcısı sistemi yaşatmayı ve güçlendirmeyi amaçladığını
görmek gerekir.
Bu günkü globalleşme çağında, gelişmiş ülkelerde, gerek
yaşlanan nüfus dolayısıyla, genç nüfuslu “üçüncü dünya”dan gelecek iş gücüne
duyulan ihtiyaç nedeniyle; gerek iş gücünün yeniden üretiminin fiyatını düşük
tutmak dolayısıyla kar oranlarını yükseltmek için özellikle gastronomi,
temizlik, sağlık gibi alanlarda göçmen iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle ve
nihayet belli alanlarda (özellikle programlama, elektronik) işgücü ithal
edebilmek ve çekebilmek için klasik kana, etniye, kültüre dayanan milliyetçilik
burjuvazi için bir engel oluşturur.
Ama sadece bunlar değil, Alman burjuvazisi gibi sabıkalı bir
burjuvazi için, klasik milliyetçilik, ekstradan prangadır politik, ideolojik ve
kültürel etkinin ekonomik etki ölçüsünde yayılmasını ve ağırlığının artmasını
engelleyen.
*
Burjuvazinin Globalleşmeden çıkardığı sonuç, yeryüzünde
ulusal sınırların kaldırılması gereği, ulusların ilgası ve bir tek dünya
cumhuriyeti değildir. Bu eski milliyetçiliğin terki bizzat tam da bu ulusları
ve sınırları korumanın ve yaşatmanın bir aracıdır. Böylece burjuvazi, hem
gerici ulusları ve ulusal sınırları korumakta hem de yoksulları bir rezerv
olarak bu sınırların dışında tutmaktadır. Böylece, insanlığın büyük yoksul
çoğunluğu, ulusal sınırları ve ulusları meşru kabul eden bu sistem
aracılığıyla, bir ırk ayrımcısı bir dünyada yaşamaktadır. Bu modern çok
kültürlü ulusçuluğu savunmak, özünde bu ırk ayrımcısı sistemi savunmak,
ulusları savunmak anlamına gelmektedir.
Bu günkü ırkçılık, aslında tıpkı klasik ırkçılık gibi dışında
tutarak köleleştirmektedir. Çok kültürlü milliyetçilik, zengin ülkelerin
etraflarına ördükleri duvarlarla birlikte yükselmiştir ve yükselmektedir. Bu
dışta tutuş “çok kültürlü” bir milliyetçilik aracılığıyla yapıldığından, bu
modern ırkçılığa geçiş, “normal” bir milliyetçiliğe geçiş olarak Demokratik
Sosyalizm Partisi önderi Gysi tarafından bile selamlanıyor ve savunuluyor.
Bugünün dünyasında her türlü malın ve paranın hiçbir ulusal
sınırı tanımadan dolaştığı bir dünyada, işgücü denen malın hala ulusal
sınırlara bağlı kalmasını “Normal” bir milliyetçilik olarak savunmak, yani
ulusal devletleri, sınırları savunmak ve insanları bunlara karşı savaşa
çağırmamak, ırkçılığı savunmakla, insanlığın büyük bölümünü bir “üçüncü dünya”
denen rezervatta tutmakla özdeştir.
Bunu kavramayan sol, klasik ulusçuluğu ve ulusal devletleri
savunduğu sürece, “ofsayt”ta kalmaya, klasik faşistlerle aynı ulusçuluk
düzeyine takılmaya mahkumdur. Eğer bu klasik ulusçuluk karşısında bay Gysi gibi
“normal” ve “çok kültürlü” ulusçuluğu savunduğunda da, bu günün gerçek var olan
ırkçılığını, geleceğe damgasını vuran ırkçılığı savunur durumda olmaya
mahkumdur. Yeşiller, PDS veya Fatih Akın’da olduğu gibi.
Aslında bu bölünme aynen Türkiye’deki solun bölünmesi
gibidir. Klasik ırkçı Türk milliyetçiliğini savunanlar, Türklüğü ve Türk
devletini sorgulamayanlar ve globalleşmeye karşı olmak adına onu savunanlar, genel
kurmayın, Askeri bürokratik oligarşinin birer desteği ve yedeği olarak
kalmaktadırlar. Buna karşılık, “Çok kültürlü” mozaik milliyetçiliği savunanlar
ise, burjuvazinin, globalizmin, Avrupa Birliği’nin, Liberalizmin savunucuları
olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Her iki taraf da ulusal devletleri ve sınırları
tartışmamaktadır, politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasını
sorgulamamaktadır; her iki taraf da milliyetçilidir, farkları ulusal olanın
nasıl tanımlanacağı noktasındadır.
Alman politik kültüründe “Bir daha asla Almanya” sloganları
atanlar veya “Anti Alman”cıların Türk solundaki karşılığı Türkiye’nin “ulusalcı
sol”udur. Gysi’lerin, Bendit’lerin Türkiye’deki karşılıkları ise ÖDP’liler,
“İkinci Cumhuriyetçiler”dir.
Bunların ikisi de milliyetçidir, ayrılıkları milliyetçilik
anlayışlarındadır. Klasik milliyetçiler buna Türkiye’de antiemperyalizm, Almanya’da
anti Almanlık elbisesi giydirmekte; globalizme karşı çıkış adı altında gerici
ulusçuluğu savunma ve yaşatmaya çalışmaktadırlar. Modern çok kültürlü milliyetçiler ise
savunduklarının milliyetçilik olmadığını, ulus devletin aşılması olduğunu
söylemektedirler. Bunların ikisi de milliyetçiliktir. İkisi de ırkçılıktır ama
biri artık ömrünü doldurmuş, diğeri bu günün dünyasının ihtiyaçlarına uygun.
Bu futbol şampiyonasında Almanya’da ne olduğunu anlamak için
Türkiye’de şöyle bir durum düşünülebilir.
Almanya’daki Bayern Futbol mafyası (şu Beckenbauer’ler
falan) klasik ırk, kana dayalı milliyetçiliğin temsilcileriydiler. Bu
milliyetçilik bizzat Alman burjuvazisinin çıkarlarının önünde bile bir engel
haline gelmişti. Bu en iyi ve açık olarak Alman Milli takımının bileşiminde
görülür.
Bu milliyetçilik, yetenekli ve yoksul Türk ve yabancı
çocuklarını daha okul ve mahalle takımlarından beri engeller. Bunların içinde
özel yetenekleriyle yükselebilenler büyük takımlarda yedek kulübelerinde
bekletilir ve hele milli takıma alınmaları söz konusu bile olmazdı.
Bu en açık olarak futbol sonuçlarında görülebilir. Fransa
Cezayirli İşçi Çocuğu Zidane ve simsiyah futbolcularıyla Dünya şampiyonu ve
ikincisi olurken, Alman milli takımı benzer başarılar gösterememektedir. Buna
karşılık, Almanya’nın dışladığı Türkiye kökenli gençler, Türkiye’yi geçen dünya
şampiyonasında dünya üçüncüsü yapmışlardı. Bu gençleri dışlamayıp
özümleyebilseydi, geçen dünya şampiyonasında Almanya kolaylıkla dünya şampiyonu
olabilirdi örneğin.
Bu durum Almanya’ya egemen kana dayanan milliyetçiliğin
Almanya’nın ekonomik gücüne denk düşen bir politik ve ideolojik güç ve
ağırlıktan onu mahrum kılmasının futbola yansımasından ve onda da ifadesini
bulmasından başka bir şey değildir.
Alman kapitalizmi üretim ve ekonomi alanındaki etkisini,
politika ve ideoloji alanında gösteremiyor ve bu da Alman kapitalizmi ve
emperyalizminin gelişiminin ve yayılışının önünde bir engel oluşturuyordu.
Almanya iki dünya savaşına neden olmuşluğu ile diğer
ülkeleri işgal etmişliği ile zaten sabıkalıdır. Bu geçmiş nedeniyle Almanya,
daima uluslar arası politika alanında arka planda kalmayı bir strateji olarak
benimsemiştir.
Dünya politikasında Avrupa adına hep Fransa’yı ne sürmüş,
gerçekte kendi söylemek istediklerini Fransa’ya söyletmiştir. Böylece hem
Fransız Burjuvazisinin kendini beğenmişlik biçiminde dışa vuran aşağılık
komplekslerini tatmin etmesine olanak vermiş hem de onun bu tafralı tavırları
karşısında altın ortayı, aklı selimliği ve uzlaşmayı savunan bir pozisyonu
savunur görünme olanağı elde etmiş, herkes tarafından kabul edilebilir
olmuştur.
Savaş sonrasının özellikle Genscher döneminin Alman dış
politikasını bu strateji karakterize eder.
Ne var ki Doğu Avrupa’nın çöküşüyle birlikte bu denge
yerinden oynamıştır. Yeni döneme uygun dış politikayı da Yeşillerden Fischer
şekillendirmiştir.
Duvarın yıkılışında, Almanya’nın birleşmesine en büyük
muhalefet bizzat Fransa ve İngiltere’den hatta Amerika’dan gelmiştir. Doğu
Avrupa’nın hakları bir yandan, Avrupa Birliği’ne katılarak Rusya’ya karşı
kendilerini garantiye almak istiyorlardı ama Avrupa Birliği demek Almanya demek
olduğundan, bu aynı zamanda Almanya tarafından yutulmak anlamına de geliyordu.
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktı bu. Bu nedenle bir yandan Avrupa
Birliği’ne girerken, Alman politik etkisine karşı Amerika’nın yanında yer
aldılar. Böylece ABD, aslında bu ülkelerde ekonomik olarak büyük bir etkisi
olmamasına rağmen, bu ülkeler fiilen Alman sermayesi tarafından ele geçirilmiş
olmasına ve Almanya’nın egemen olduğu Avrupa Birliği’ne girmiş olmalarına
rağmen ABD’nin müttefiki oluyorlar ve ABD bu ülkeler aracılığıyla Avrupa
Birliği içinde ağırlığını arttırıyor, Irak’a Saldırı döneminde olduğu gibi,
Avrupa Birliği İçinde “Yeni Avrupa” ile “Eski Avrupa”ya karşı bir
denge oluşturabiliyordu.
Böylece ABD bizzat Avrupa Birliği içinde Alman-Fransız
eksenini kuşatabiliyordu. İngiltere zaten klasik müttefiği ve Avrupa Birliği
içinde beşinci koluydu. Güney Avrupa ve Akdeniz ülkeleri İtalya, İspanya,
Portekiz gibi ülkeler Almanya’nın gücünü dengelemek için ABD’nin yanında saf
tutuyorlardı, Doğu Avrupa da Almanya’ya ya karşı ABD’ye yaslanınca, ABD Alman
Fransız eksenini kuşatabiliyor; bu dengeler aracılığıyla örneğin Türkiye’nin
Avrupa Birliği’ne alınması için, (ki Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği de
bizzat ABD’nin Avrupa Birliği’nin bir siyasi irade oluşturmasını engelleme
stratejisinin bir parçasıdır) baskı yapabiliyordu.
Öte yandan Almanya Doğu Almanya’yı yutmuştu ama bu biraz
midesine oturmuştu, bunu hazmetmesi biraz zaman alacaktı. Benzer şekilde Doğu
Avrupa’da gerek ihraç malları gerek ihraç ettiği sermaye ile muazzam bir
ağırlık kazanmıştı ama bu politik ilişkilere hiçbir şekilde yansımıyordu. Çünkü
geçmişin hayaleti bir türlü peşini bırakmıyordu.
Yugoslavya’nın parçalanmasını Almanya başlattı ve bu gün,
bizzat Sırbistan dahil bütün eski Yugoslavya’da esas ağırlığı olan Almanya’dır.
Yugoslav iç savaşı bir bakma, Almanya ile, Rusya, Fransa ve ABD’nin arasındaki
etki ve paylaşım mücadelesinden başka bir şey değildi ve bunun tartışmasız
galibi Almanya oldu.
Almanya bir yardan eski doğu Almanya’yı hazmetmeye çalışır,
diğer yandan doğu Avrupa üzerinde iktisadi etki ve gücünü pekiştirir ve böylece
uzun vadede ABD’nin etkisini nötralize edecek temeli sağlamlaştırırken, diğer
yandan Avrupa birliği içinde politik ağırlığını pekiştirmek için, Avrupa
Birliği içinde bir anayasa hazırlığına girdi. Bu anayasa ile yavaş yavaş,
Avrupa birliği çapında seçilmiş organlara doğru bir geçişe başlangıç yapılmak
isteniyordu. Avrupa Parlamentosu gibi gerçek bir gücü temsil etmekten uzak
organların dönemi geride kalmalıydı.
Tasarıyla örneğin bir ortak Avrupa Dış Politikası için temel
yaratılıyor ve Alman dış işleri bakanı Fischer bu görev için hazırlıklara
başlıyordu.
Ama Almanya’nın bu artan gücünden korkan Fransa, bu planı
sabote etmekten başka çare bulamadı ve Anayasayı halk oylamasına götürerek
hayır dedi. Böylece Anayasa ve Alman planı bir anda değersiz bir kağıda
dönüştü. Bu durum elbette ABD’nin de çok işine yaradı.
Almanya kendisi bizzat Fransa’dan bile daha geri kana
dayanan bir ulus tanımına dayanırken Fransa’nın ulusçuluğa dayanarak Avrupa’nın
politik birliği ve iradesine giden yolu sabote etmesine karşı bir şey
yapamazdı. Bu milliyetçilikle doğu Avrupa’daki anıları unutturamaz, ekonomik
etkisini politik bir etkiye dönüştüremezdi, hatta bizzat kendi ekonomisinin
ihtiyaçları bile bu milliyetçilik tarafından baltalanır olmuştu. Örneğin doğu
eyaletlerinde klasik ırkçılığın kurbanları genellikle iş adamları bile
olabiliyordu.
Bu koşullarda, ancak ciddi bir stratejik dönüş, Almanya’ya
bu sorunları aşabilmesi, Fransa’nın, doğu Avrupa’nın direncini kırabilmesi ve
Avrupa’da bir tek politik irade oluşturup, dünya çapında ABD’ye meyden
okuyabilecek bir durma gelebilmesi için gerekli koşulları yaratabilirdi. O
zaman birden bire karşı olanlar yandaş haline gelebilirler, etkiye karşı
duranlar bizzat o etkinin araçları olabilirlerdi.
Bu yönde epey adımlar atılmıştı. Örneğin bizzat Fatih Akın
gibi genç Türk asıllı rejisörlerin önünün açılması ve ödüllerle teşvik
edilmeleri, hem Alman sinemasına bir taze soluk getirmiş, Alman filimlerinin
dünya pazarına egemen Amerikan sinemasına karşı bir hamle yapmasını sağlamış
hem de Almanya’daki Türklerin sisteme entegrasyonu yolunda küçük adımlar
atmalarını sağlamıştı.
Dış politika alanında benzer bir işlevi de Alman
politikasının bütün anketlerde yıllar boyunca “en sevilen” politikacısı çıkan
Fischer görmüştü. Bu solcu eskisi, İsrail Parlementosu’ndan Arap ülkelerine
kadar her yerde Alman kapitalizminin çıkarlarını en akıllı biçimde savunmuş ve
Almanya’nın ihtiyacı olan değişiklikleri yapmıştı. Fischer sayesinde Alman
Ordusu, adım adım bütün askeri harekâtlara katılma hakkını elde etmişti.
Ama bütün bu gibi gelişmelerde yansıyan anlayış henüz hem
toplumun derinlerine nüfuz etmiş hem de egemen politik elite egemen olmuş
değildi. Özellikle futbol ve spor alanında eski anlayış, bu alana egemen olan
Bayern Mafiyası da denen Beckenbauer gibilerin şahsında egemenliğini
sürdürüyordu. Ama aynı zamanda bu anlayış artık bütün olanaklarını tüketmiş
bulunuyor ve bir başarı getiremiyordu. Daha önce bu Mafia’nın has adamı olmayan
Christopher Daum, Kokain kullanmışlığı bahane edilerek tasfiye edilmiş ve bir
süre daha zaman kazanmıştı bu ekip. Ama Alman futbolunun düşüşünü
durduramamıştı yine de.
İşte bu uzun yıpranma sürecinin sonunda, yine bu Mafia’nın
dışından, Stuttgart’lı, futbol karyerinin önemli bir bölümünü İtalya, İngiltere
gibi başka ülkelerde geçirmiş, Amerika’da yaşayan (galiba karısı da Çin asıllı
bir Amerikalı) Klinsmann’ın Alman milli takımının başına gelmesi ile Alman
kapitalizminin çıkarları üzerine iki farklı milliyetçilik arasındaki mücadele,
bir bakıma futbol şampiyonası içinde geçer oldu.
Politikada, giyinişler, duruşlar, tavırlar hep birer politik
anlama da sahiptirler. Klinsmann, takımı derhal gençleştirdi. Takımın esas
golcüsü olarak Polonya asıllı iki futbolcuyu forvete koydu. Daha sonraki
düzenlemede Almanya’da büyümüş Odonkor adlı yarı siyahi bir oyuncuyu da takıma
aldı. Bayern Mafiası’nın takım içindeki etkisini kırmak ve onlara kendi
otoritesini kabul ettirebilmek için Kaleci Oliver Kahn’ı yedeğe aldı.
Almanya’da olanı anlamak için, Bayern Mafiası yerine Türkiye’deki
Futbol mafyası, MİT, Mafya İlişkilerini göz önüne getirilebilir. Beckenbauer
yerine Fatih Terim’i koyulabilir.
Türkiye’de Özel savaş dairesinin inkarcılığa ve baskıya
dayanan klasik Türkçü milliyetçiliği ile İkinci Cumhuriyetçilerin, çok kültürlü
bir milliyetçiliğin çatışmasının milli takımın bileşenine ilişkin bir çatışma
biçiminde yansıması göz önüne getirilebilir. Örneğin Fatih Terim gibilerin
artık iyice yıpranmaları ve yeteneksizliklerinin açığa çıkmasıyla, Türk Milli
takımının başına, ikinci Cumhuriyetçi yaklaşımları olan bir antrenörün
getirildiğini göz önüne getirelim. Bu antrenör diyelim ki, çok iyi oynayan
Kürt, Ermeni, Rum ve Çingene gençleri takıma alıyor. Buna karşı sinsice bir
kampanya yürütülüyor. Ama çok kültürlü milliyetçiliğe eğilimli genç kuşaklar bu
yeni antrenör gizliden gizliye destekliyorlar. Sonra bu antrenörün anlayışıyla
kurulmuş takımın başarısı üzerine o zamana kadar savunmada kalmış kendini
rahatça açığa vuramamış birçok kültürlü milliyetçilik bu vesileyle birden bire
saldırıya geçiyor ve sahneye egemen oluyor ve bu başarıyı gören diğer inkâra ve
baskıya dayanan milliyetçilerin bir kısmı saf değiştiriyor veya uygun bir
fırsatı kollamak üzere siperlere çekiliyor.
Böyle bir durum Türkiye’nin politik ortamında nasıl küçük
bir devrim anlamına gelir idiyse, Almanya’da olan da aşağı yukarı böyle bir
şeydir.
İşte bizim dediğimiz, bu milliyetçiliğin de bir
milliyetçilik olduğu, bunun günün koşullarına daha uygun daha tehlikeli bir
milliyetçilik olduğudur.
Klinsmann’ın sembolü olduğu milliyetçilik nasıl Alman
burjuvazisinin Almanya’da Avrupa’da ve Dünyada etkisini arttıracak ve ona
yepyeni güçler sağlayacaksa (Yukarıda görüldüğü gibi şimdiden Gysi’ler Fatih
Akın’lar yedeklendi bile), benzer bir milliyetçilik de Türk burjuvazisine
benzer olanakları açar.
İşte Alman burjuvazisi bu dönüşümü başardı bu son futbol
şampiyonasında. Bu nedenle bu şampiyonanın en büyük galibi Alman
burjuvazisidir.
Türk burjuvazisi ise, bunu yapacak cesaret ve güçten bile
yoksun. Almanya’da 68’in, yeşil, Barış hareketlerinin, feminist hareketin
birikimi üzerinden bu dönüşümler gerçekleşti. Türkiye’de ise, bütün bunların
anıları bile unutuldu.
Bu nedenle Almanya’dakine benzer değişimler Türk ordusu ve
Özel savaş dairesi iyice tecrit olup ipliği pazara çıkmadıkça henüz bir
hayaldir.
*
Biz ulusun tanımandan her türlü dil, din, etni, kültür, yer
belirlemelerinin dışlanmasını savunduğumuz için, elbette bu tavrımız kısa
vadede, çok kültürlü bir milliyetçilikle yakınlık hatta paralellik içinde
bulunur, klasik kana dayanan milliyetçiliğe karşı
Ama biz bunun da bir milliyetçilik olduğunu ve ona karşı da
mücadele ediyoruz.
Diğer yandan eski kana dayanan milliyetçiliğe karşı bu
mücadelenin, Almanya’dan farklı olarak, Orta Doğu’da ve üçüncü dünyada, tüm
milliyetçiliğe ve milletlere karşı bir mücadeleye dönebilme potansiyeli
olduğunu düşünüyoruz. En azından Orta Doğu’da olayların zorlaması onu bu yönde
bir dönüşüme zorlayabilir diyoruz.
Çünkü ulusu dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı olan
böyle bir milliyetçiliğin Orta Doğu’daki halkları birleştirebilme potansiyeli
vardır.
Bu nedenle, kendi ülkelerinde “Çok kültürlü” bir milliyetçilikten
yana olan zengin ülkeler, geri ülkelerde, dile, dine, etniye dayanan bir
milliyetçiliği desteklemektedirler.
Bu da ister istemez, Geri ülkeler ve orta doğuda bu çok
kültürlü milliyetçiliğin, zenginleri arkadan kuşatabilmek ve bütün dünyanın
yoksullarını birleştirebilmek için, her türlü ulusa ve ulusçuluğa karşı bir
harekete dönüşebilme potansiyelini ortaya çıkarır.
11 Temmuz 2006 Salı
[1]
Bu değişim Radikal yazarı Ceyda Karan tarafından şöyle anlatılıyor. Yazar aynı
zamanda değişimi anlatşıyla değişenin ne olduğunun bir kanıtın daha da sunmuş
oluyor. Yazını başlığı bile ilginç: “Almanya Gök Kuşağının Altından
Geçiverdi.”
“Dünya Kupası'nı kaybettiler. Pek ümitlenmişlerdi,
Dortmund'ta yarı finalde gelen yenilgi sonrası gözyaşlarını tutamadılar. Çok
sürmedi, gülümsediler. Bu kupanın 'galibi' Almanlar oldu. Bir aylık futbol
festivaline hoşgörüyle ev sahipliği yaptıkları, sportmenlikleriyle yeşil
sahalarda ırkçılığa prim vermedikleri, memleketlerinin dört bir yanını altın
sarısı-kırmızı-siyah bayraklarıyla donatmakla kalmayıp, Togo'nun
yeşil-sarı-kırmızısına da bürünebildikleri için... Ve 1980'lerin çelik
disiplinli Panzerleri'ne, göçmenlerin topçularını katabildikleri, Polonyalı
Klose ve Podolski, Fransız aksanlı Neuville, yarı Ganalı Odonkor'lu bir takım
kurabildikleri için...
Yıllardır uyum sorunları yaşadıklarını konuşsak da,
bir şekilde sığdıkları geniş göçmen kitlelerinin, kendiliklerinden bu üç renge
bürünerek canı gönülden Almanya'yı desteklemiş olması bir işaret olsa gerek.
Göçmenlerin, özellikle de Müslüman nüfusun giderek arttığı Avrupa'da Hollanda
ve Danimarka gibi hoşgörü timsali gösterilen pek çok memlekette aşırı sağ
güçlenirken, Almanya'da marjinal görülüyor. Yer gök altın sarısı-kırmızı-siyah
renklere boyanırken, yıllardır bu renkleri tekellerine almış aşırı sağcıların
çareyi Reich'ın beyaz-kırmızı-siyah renklerine sığınmakta bulması pek manidar
değil mi? İşte bundan ötürü, Dünya Kupası boyunca Almanya'da yaşanan coşkunun
'Nazizm ruhunu hortlatacak bir milliyetçi hissiyat' olduğu iddiası pek komik.
Zira Anglo-Sakson medyasının pek sevdiği milliyetçi yakıştırmalar, Almanya'nın
her zaferi sonrası Berlin sokaklarına üşüşen, Alman bayrağına ay-yıldız
konduran Türkleri açıklamıyor. Yahut da Der Spiegel'in yayımladığı altın
sarısı-kırmızı-siyah renklere bürünmüş başörtülü Müslüman kızların
fotoğrafını... Bu başka bir fotoğraf olmalı! Belki de basitçe şu saptamayı
yapmak lazım: Almanlar artık kendilerini iyi hissediyor, dakika başı özür dilemek
gerektiği fikri sabitinden kurtuluyor.” (10/07/2006, Radikal)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder