8 Temmuz 2014 Salı

Niçin Almanya Şampiyon Olabilir?

Futbol her zaman çok bilinmeyenli bir denklemdir. Bu nedenle bir tahmin yapılamaz. Ama “normal koşullarda” yani rastlantıların “şans”ın pek işe karışmadığı koşullarda Almanya’nın şampiyon olması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Şöyle diyelim. Yazı turayı on defa atarsanız onunda da yazı ya da tura çıkma olasılığı epey yüksektir. Ama yüzlerce, binlerce kere atarsanız, ortalamanın yüze elli civarında oynadığını görürsünüz. Bunu şampiyonaya uygularsak, eğer finale kalan takımlar defalarca karşılaşsa, yani şans faktörünün etkisi minimuma inse, muhtemelen en çok kez şampiyonluğu Almanya’nın kazandığı görülürdü.
Neden böyle olurdu? Çünkü Almanya son on yılda, futbolunu yeniden organize etti ve bu şampiyonaya öyle hazırlandı.
2006’da Almanya’da yapılan dünya şampiyonasında Almanya ancak üçüncü olabilmişti ev sahibi olmasına rağmen.

Alman burjuvazisi daha 2006 şampiyonası öncesinde eski kaz adımlı milliyetçilikle ne dünya politikasında ne de iç politikada gerekli gücü ve manevra alanını sağlayamayacağını görmüştü. Bu tıkanıklık en açık biçimde futboldaki gerilemede görülüyordu.
Ama 2006 öncesinde, Yeşiller’in Sosyal Demokrat partisiyle birlikte iktidar ortağı olması bu dönüşümün yollarını açtı.
Schröder dünya pazarında rekabet için gerekli düzenlemeleri; ekonominin yeniden örgütlenmesini gerçekleştirirken; Fischer, dış politikada benzeri değişiklikleri gerçekleştiriyor ve Alman kapitalizmine ve devletine dünya politikasındaki gerekli hareket alanını ve esnekliği sağlıyordu.
Yapılan değişiklik, kaz adımlı milliyetçilikten çok renkli milliyetçiliğe geçiş olarak tanımlanabilir. Bu geçiş, sinema’dan (Örneğin Fatih Akın) Futbol’a kadar her yerde gerçekleşti.
2006 dünya kupası bu değişimin Futbol alanındaki başlangıcı oldu.
Klinsmann ABD’den getirilip Alman milli takımının başına getirildi.
Klinsmann bir buldozer gibi, eski yapıları ve “Bayern Mafiası”nın direncini ve gücünü kırdı. Ve yerine yardımcısı Löw’ü bıraktı. Löw’e, Klinsmann’ın açtığı yolda, gerekli temel değişiklikleri sürdürmek kalıyordu.
Ama bu değişiklik buzdağının görünen yüzüydü.
Bu geçişe uygun olarak Futbolun alt yapısında da gereken değişiklikler yapıldı. Örneğin önceleri, en alttaki okul takımlarında veya mahalli takımlarda oynayan yetenekli yabancı gençlerin önleri Alman yöneticilercei kesilir; Alman gençleri kayrılır ve önleri açılırdı. Buna büyük ölçüde son verildi, yabancı yeteneklerin öne çıkmasına yol verildi, hatta teşvik edildi.
Bir süre sonrü bunun meyveleri alınmaya başlandı. Özil gibi yetenekli bir futbolcu, Alman milli takımını seçer hale geldi.
Alman liginde giderek artan bir şekilde Türkiye asıllı futbolcuların öne çıktığı görülmektedir.
Bugün Alman genç milli takımının büyük bölümü artık Türkiye asıllı gençlerden oluşmaktadır.
Zaten fizik ve taktik olarak neredeyse otomatiğe bağlanmış gibi çalışan (“Futbol 22 kişinin bir topun peşinde koştuğu ve Almanların kazandığı bir oyundur”) Alman futbolu bu yabancı gençlerin teknik üstünlüklerini ve yaratıcılıklarını da böylece içine katmayı başarabildi.
Bu planlı ve bilinçli dönüşümün en açık ve sembolik ifadesi ÖZİL’in İ’sidir.
Alman Alfabesinde Ö vardır. Ama büyük İ yoktur.
Bir ara Özil’in adının formaya ÖZIL diye değil “ÖZİL” diye İ’li yazılmasına bile dikkat ediliyordu. Artık önemi kalmadığından öyle yazılmıyor olabilir.
Almanya işte bu nedenle büyük bir olasılıkla, bir zamanlar Fransa’nın Fransız milli marşını sözlemeyen Zidane’yi milli takıma alıp şampiyon olması gibi, İ’nin üzerindeki noktayı koyduğu ve koyabildiği için şampiyon olabilecektir.
Bu vesileyle 2006’da Almanya’da yapılan dünya şampiyonası vesilesiyle yazdığımız bir yazıyı koyuyoruz ki, bu değişimin nasıl gerçekleştiği ve anlamı kavranabilsin.
08 Temmuz 2014 Salı
Demir Küçükaydın

Futbol Şampiyonası,  Alman Politikası ve Sol

Bu dünya futbol şampiyonasında Almanya dünya şampiyonu olamadı, finale kalamadı, üçüncülükle yetinmek zorunda kaldı, ama politik olarak bu şampiyonada en büyük başarı ve kazanç Alman burjuvazisinindir. Neden ve nasıl? Bunu göstermeyi deneyelim.
Son dünya kupası, Alman burjuvazisinin, klasik kana, soya dayalı ırkçı milliyetçilikten; artık günün ihtiyaçlarına cevap vermeyen ve bir yük oluşturan bu milliyetçilikten; Globalleşmenin ve bir Avrupa Birliği oluşturabilmenin ihtiyaçlarına daha uygun düşen bir milliyetçiliğe geçişin dönüm noktası olduğu gibi; bu iki milliyetçilik arasındaki mücadelenin de bir sahnesiydi
Bu durumu iyi gözleyen eski 68’li, bir zamanların hızlı “Anarşist”i, şimdilerde “Yeşiller” in teorisyen ve stratejilerinden, onların Avrupa işlerine bakan Daniel Con Bendit (bir zamanların “Kızıl Dany”si) son dünya Dünya Şampiyonasına Alman Milli Futbol takımını hazırlayan Klinsmann’ı kastederek, “o Yeşil-Kızıl koalisyonun yapamadığını başardı” (“yeşil” ve “kızıl” Alman politik kültüründe ekolojistler ve sosyal demokratların karşılığı olarak kullanılıyor.) anlamında sözler etti. Onu böylesine söz ettiren değişim nedir?
Bir çok sosyolog, yazar vs. bu şampiyona öncesi Almanya ile bu şampiyona sonrası Almanya’nın aynı olmadığını söylüyor ve bunda Alman Milli takımının antrenörü Klinsmann’ın işlevine dikkati çekiyor[1]..
Birkaç karakteristik haber, bu dönüşümün çapı hakkında bir karar verir.
Almanya’da büyüyen, Türkiye kökenli film rejisörü Fatih Akın, Hürriyet’te çıkan habere göre şunları söylemiş. Haberi 2 Temmuz Pazar günkü Hürriyet’ten okuyalım.
Ödüllü Yönetmen Fatih Akın: Dünya Kupası Irkçılığı bitirir. (...)  “İlk kez Almanya’yı tuttuğunu söyleyen Akın, “Almanya’daki Türkler milli maçlarda hep rakibi tutardı. Ama bu son dünya Kupası’nda bu değişti.  (...) Bütün dünyadan misafirler geldi. Bu bir şok gibi oldu. Eğitim gibi bir şey oldu, iyi oldu. Irkçılık gidiyor.”
“Almanya’nın yediği gol üzülen, attığı golle havalara fırlayan Akın, tur sevincini kutladı.”
Alman medyasında, esas vurgu hep, artık bütün milletler gibi Almanların da kendi bayraklarından utanmamayı öğrendikleri ve onunla rahat bir ilişki kurabildikleri gibi noktalarda yoğunlaşıyordu. Ve hemen hemen bütün haber ve resimlerde genellikle Almanlar başka uluslardan insanlarla birlikte eğlenirken haber yapılıyordu. Maç dolayısıyla gelenlerle yapılan söyleşi ve haberlerde öne çıkarılan, ziyaretçilerin Almanlar hakkında hep kabız, aşırı ırkçı milliyetçi gülmez insanlar gibi yargıları olmasına rağmen burada bambaşka bir durumla karşılaşmış olmaları gibi noktalardı.
Bir de en çok Alman bayrağıyla Alman milli takımının başarıların kutlayan yabancılar, özellikle Türkler ve siyahlar göze batırılmaya çalışılıyordu. Hatta Türklerin Alman bayrağının kırmızı şeridinin ortasına ay yıldız koymaları özellikle öne çıkarılan haberler arasındaydı. (Buna gerici Türk milliyetçiliği, aynısının yarın Türkiye’de de olabileceği, yani Kürtlerin, yeşil, sarı ve kırmızının ortasına bir ay yıldız koyabilecekleri korkusuyla hemen karşı çıktı. Tabii Almanlarınkine koyulmasına temelden itirazı yok. Ona itirazı eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürebilir diye.)
Yani Fatih Akın’ın tavrı, an azından yabancılar ve solcular yaygın olan genel bir eğilimin ifadesinden başka bir şey değil. Solcuların ve yabancıların önemli bir kısmı eski reflekslerin anlamının kalmadığını düşünüyor ve artık Alman bayrağından utanmamayı veya Almanya’yı tutmayı öğreniyor. Geçenlerde “Sol Neden “Ofsayt”ta?” yazısında anlattığımız ve tartıştığımız küçük sahneler, aslında genel bir eğilim ve dönüşümün tipik görünümleriydi.
Aslında bu yeni durum en bizzat PDS’in (Demokratik Sosyalizm Partisi) yıldızı olan, Gregor Gysi’nin aşağıdaki sözlerinde en açık biçimde yansıyor:
“Ulusal futbol takımları için Almanlar tarafından dışa vurulan ulusal gurur, Meclis sol grup başkanı Gregor Gysi’nin görüşüne göre, olumlu yurtseverliğin bir işareti. Gysi “Tageszeitung”a verdiği demeçte, Almanya’da genç kuşak arasında “Ana vatanlarına (Türklerde vatan ana metaforuyla, Almanlarda baba metaforuyla bağlantılıdır. Tam çevirisi “baba vatan” olurdu) karşı tamamen normal, kabız olmayan” bir ilişki gelişiyor ve bu dünya futbol şampiyonasını “biricik büyük bir şölen yapıyor” dedi. Buna karşılık, bizzat kendi kuşağının ise, “ulusal sorunla hastalıklı bir ilişki”si olduğunu ve bu nedenle yurtseverlik tartışmasında “ağzını kapaması” gerektiğini söyledi.
Gysi “Burada ilk defa, kendi ulusuna karşı bağımsız, kabız olmayan, normal bir ilişki oluşuyor” dedi. Eski PDS Başkanının argümanına göre, toplumda herkesin kendisini bütüne karşı sorumlu hissedebilmesi için, kabız olmayan ve normal bir ulusal bağ bir ön koşuldur. Gysi’ye göre, “sağ taraftaki Totaliter anti komünizm tıpkı solun bir kesimindeki totaliter anti nasyonalizm gibi bunu şimdiye kadar engelledi.”
Gysi partisinin bir bölümündeki ritüelleşmiş “Almanya, bir daha asla!” parolasını da eleştirdi. “İnsan istemediği bir ulusu yönetemez” dedi. Bunun kafada ve yürekte bir çelişki olduğunu söyledi. Solcular ve kendi kuşağının tutucuları, 50’li ve 60’lı yıllarının tecrübeleriyle genç kuşakların canını sıkmamalı. “Biz kendiliğinden daha iyi gelişeni yolundan saptırmamalıyız. Normalleşmeye bizim katkımız bu olabilir.” dedi. (21 Haziren 2006 http://de.news.yahoo.com/21062006/286/gysi-begruesst-deutschen-fussball-patriotismus.html )
Gysi’nin bu sözleri, bu futbol şampiyonasının Alman kapitalizminin gerçek bir zaferi olduğunun en büyük delilidir. Eski milliyetçiliğin karşısında olan solcular yeni milliyetçiliğin savunucularıdırlar. Bir burjuvazi için, bundan daha büyük bir kazanç olabilir mi?
  “Ofsayt”ta kalmak istemeyen solcular ve yabancılar (Gysi veya F. Akın) bu yeni milliyetçiliğin selamlayıcıları, taraftarı ve savunucusu olarak ortaya çıkıyorlar.
Milliyetçiliğin ne olduğunu anlamayanlar, bu günkü dünyada en demokratik milliyetçiliğin bile aslında dünya çapında bir ırk ayrımcısı apartheit sisteminin aracı olduğunu anlamayanlar, böyle yaparken, ırkçılıktan kurtuluş ve ona karşı çıkış adına, fiilen bu ırkçı sistemin savunucuları olarak ortaya çıkıyorlar.
Ama sadece sol mu böyle? Aynı bölünmenin Alman sağı, arasında da yaşandığı görülüyor. Die Zeit gazetesinin haberine göre, Alman faşistleri arasında da bir bölünme varmış. Bir kısmı, bu “yeni yurtseverliği” milliyetçiliğin yaygınlaşması olarak selamlarken, diğerleri bunun “tatil ve Pazar günü milliyetçiliği” olduğunu söyleyip bu milliyetçiliğe karşı tavır alıp onunla kendi arasına sınır çizmeye çalışıyormuş. Bunlar etrafı dolduran siyah kırmızı ve sarı renkli Alman bayraklarına da karşı çıkıp, siyah beyaz ve kırmızı renkli bayrağın Alman milliyetçiliğinin bayrağı olduğunu söylüyorlarmış.
Böylece Alman burjuvazisi, solcuları, yabancıları (ve hatta faşistler arasındaki bölünmenin gösterdiği gibi) faşistlerin bir bölümünü yeni milliyetçiliğinin destekçileri haline dönüştürmüş bulunuyor.
Elbette bu yeni biçim milliyetçilik Batı Almanya’da eski Doğu Almanya olan Eyaletlerden,  büyük şehirlerde taşradan, gençler kuşaklar arasında yaşlılardan daha güçlü ve yaygındır. Eski biçim hala özellikle eski doğu Almanya’da çok güçlüdür, ama bu, geleceğe damgasını vuran bir eğilim değildir. Bütün doğu Avrupa’da olduğu gibi, orada zaman bir süre durmuştu ve duvarın yıkılışından beri kaldığı yerden devam ediyor. Doğu ve Batı (Yaşlılar ve gençler; büyük şehirler ve taşra) aslında bu milliyetçiliğin birbirini izleyen iki aşamasını, zamansal bir dizilişi, mekânsal biçimde yansıtmaktadırlar.
Alman kapitalizmi için Avrupa’daki başka ulusları ve toprakları işgal ile yayılmanın, başka ulusları köleleştirmenin ideolojik temellerini atan klasik ırkçı milliyetçilik bir intihar olur. Ayrıca buna ihtiyacı da yoktur. Hitler’in “Avrupa Kalesi”ni Alman Burjuvazisi, bizzat doğu Avrupalı halkların Avrupa Birliği’ne katılmak için yaptıkları ayaklanmalarla ve gönüllü katılımlarıyla kurmuş bulunmaktadır. Alman burjuvazisinin ihtiyacı, bu yeni duruma uygun bir milliyetçilikti. Eski kuşakların şekillenmeleri, gelenekler, yerleşmiş eski yapı bu yeni duruma uygun bir milliyetçiliğin egemen olmasının önünde bir engel oluşturuyordu. Bu futbol şampiyonası, bu eski milliyetçiliğin kabuğunun kırılması; Alman politik kültürü ve egemen resmi milliyetçilik için küçük bir “devrim” oldu.
Ama eskisinin yerine gelen, en az eskisi kadar tehlikeli bir ırkçılıktır, ya da günümüz dünyasına uygun bir ırkçılıktır. Bu kavranmadığı an, dünyadaki hiçbir gelişme karşısında doğru bir tavır alınamaz. 1936 Berlin Olimpiyatları biyolojik ayrımlara dayanan bir milliyetçiliğin ve ırkçılığın bir gösterisiydi. 2006 Dünya futbol şampiyonası, “Çok kültürlü” bir milliyetçiliğin ve ırkçılığın gösterisidir, Alman politik kültüründe ikincisinin birincisinin yerini almasıdır. Bunun nasıl bir ırkçılık olduğunu ise her hangi bir şekilde bir milliyetçi olanlar anlayamazlar.
Bunun ırkçılık olduğunu anlayabilmek ve görebilmek için, yeryüzünde ulusal sınırların ve milletlerin demokrasi ve insan haklarının önündeki en büyük engel olduğunu kavramak; bu çok kültürlü milliyetçiliğin de bu ulusal sınırları ve ırk ayrımcısı sistemi yaşatmayı ve güçlendirmeyi amaçladığını görmek gerekir.
Bu günkü globalleşme çağında, gelişmiş ülkelerde, gerek yaşlanan nüfus dolayısıyla, genç nüfuslu “üçüncü dünya”dan gelecek iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle; gerek iş gücünün yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak dolayısıyla kar oranlarını yükseltmek için özellikle gastronomi, temizlik, sağlık gibi alanlarda göçmen iş gücüne duyulan ihtiyaç nedeniyle ve nihayet belli alanlarda (özellikle programlama, elektronik) işgücü ithal edebilmek ve çekebilmek için klasik kana, etniye, kültüre dayanan milliyetçilik burjuvazi için bir engel oluşturur.
Ama sadece bunlar değil, Alman burjuvazisi gibi sabıkalı bir burjuvazi için, klasik milliyetçilik, ekstradan prangadır politik, ideolojik ve kültürel etkinin ekonomik etki ölçüsünde yayılmasını ve ağırlığının artmasını engelleyen.
*
Burjuvazinin Globalleşmeden çıkardığı sonuç, yeryüzünde ulusal sınırların kaldırılması gereği, ulusların ilgası ve bir tek dünya cumhuriyeti değildir. Bu eski milliyetçiliğin terki bizzat tam da bu ulusları ve sınırları korumanın ve yaşatmanın bir aracıdır. Böylece burjuvazi, hem gerici ulusları ve ulusal sınırları korumakta hem de yoksulları bir rezerv olarak bu sınırların dışında tutmaktadır. Böylece, insanlığın büyük yoksul çoğunluğu, ulusal sınırları ve ulusları meşru kabul eden bu sistem aracılığıyla, bir ırk ayrımcısı bir dünyada yaşamaktadır. Bu modern çok kültürlü ulusçuluğu savunmak, özünde bu ırk ayrımcısı sistemi savunmak, ulusları savunmak anlamına gelmektedir.
Bu günkü ırkçılık, aslında tıpkı klasik ırkçılık gibi dışında tutarak köleleştirmektedir. Çok kültürlü milliyetçilik, zengin ülkelerin etraflarına ördükleri duvarlarla birlikte yükselmiştir ve yükselmektedir. Bu dışta tutuş “çok kültürlü” bir milliyetçilik aracılığıyla yapıldığından, bu modern ırkçılığa geçiş, “normal” bir milliyetçiliğe geçiş olarak Demokratik Sosyalizm Partisi önderi Gysi tarafından bile selamlanıyor ve savunuluyor.
Bugünün dünyasında her türlü malın ve paranın hiçbir ulusal sınırı tanımadan dolaştığı bir dünyada, işgücü denen malın hala ulusal sınırlara bağlı kalmasını “Normal” bir milliyetçilik olarak savunmak, yani ulusal devletleri, sınırları savunmak ve insanları bunlara karşı savaşa çağırmamak, ırkçılığı savunmakla, insanlığın büyük bölümünü bir “üçüncü dünya” denen rezervatta tutmakla özdeştir.
Bunu kavramayan sol, klasik ulusçuluğu ve ulusal devletleri savunduğu sürece, “ofsayt”ta kalmaya, klasik faşistlerle aynı ulusçuluk düzeyine takılmaya mahkumdur. Eğer bu klasik ulusçuluk karşısında bay Gysi gibi “normal” ve “çok kültürlü” ulusçuluğu savunduğunda da, bu günün gerçek var olan ırkçılığını, geleceğe damgasını vuran ırkçılığı savunur durumda olmaya mahkumdur. Yeşiller, PDS veya Fatih Akın’da olduğu gibi.
Aslında bu bölünme aynen Türkiye’deki solun bölünmesi gibidir. Klasik ırkçı Türk milliyetçiliğini savunanlar, Türklüğü ve Türk devletini sorgulamayanlar ve globalleşmeye karşı olmak adına onu savunanlar, genel kurmayın, Askeri bürokratik oligarşinin birer desteği ve yedeği olarak kalmaktadırlar. Buna karşılık, “Çok kültürlü” mozaik milliyetçiliği savunanlar ise, burjuvazinin, globalizmin, Avrupa Birliği’nin, Liberalizmin savunucuları olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Her iki taraf da ulusal devletleri ve sınırları tartışmamaktadır, politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasını sorgulamamaktadır; her iki taraf da milliyetçilidir, farkları ulusal olanın nasıl tanımlanacağı noktasındadır.
Alman politik kültüründe “Bir daha asla Almanya” sloganları atanlar veya “Anti Alman”cıların Türk solundaki karşılığı Türkiye’nin “ulusalcı sol”udur. Gysi’lerin, Bendit’lerin Türkiye’deki karşılıkları ise ÖDP’liler, “İkinci Cumhuriyetçiler”dir.
Bunların ikisi de milliyetçidir, ayrılıkları milliyetçilik anlayışlarındadır. Klasik milliyetçiler buna Türkiye’de antiemperyalizm, Almanya’da anti Almanlık elbisesi giydirmekte; globalizme karşı çıkış adı altında gerici ulusçuluğu savunma ve yaşatmaya çalışmaktadırlar.  Modern çok kültürlü milliyetçiler ise savunduklarının milliyetçilik olmadığını, ulus devletin aşılması olduğunu söylemektedirler. Bunların ikisi de milliyetçiliktir. İkisi de ırkçılıktır ama biri artık ömrünü doldurmuş, diğeri bu günün dünyasının ihtiyaçlarına uygun.
Bu futbol şampiyonasında Almanya’da ne olduğunu anlamak için Türkiye’de şöyle bir durum düşünülebilir.
Almanya’daki Bayern Futbol mafyası (şu Beckenbauer’ler falan) klasik ırk, kana dayalı milliyetçiliğin temsilcileriydiler. Bu milliyetçilik bizzat Alman burjuvazisinin çıkarlarının önünde bile bir engel haline gelmişti. Bu en iyi ve açık olarak Alman Milli takımının bileşiminde görülür.
Bu milliyetçilik, yetenekli ve yoksul Türk ve yabancı çocuklarını daha okul ve mahalle takımlarından beri engeller. Bunların içinde özel yetenekleriyle yükselebilenler büyük takımlarda yedek kulübelerinde bekletilir ve hele milli takıma alınmaları söz konusu bile olmazdı.
Bu en açık olarak futbol sonuçlarında görülebilir. Fransa Cezayirli İşçi Çocuğu Zidane ve simsiyah futbolcularıyla Dünya şampiyonu ve ikincisi olurken, Alman milli takımı benzer başarılar gösterememektedir. Buna karşılık, Almanya’nın dışladığı Türkiye kökenli gençler, Türkiye’yi geçen dünya şampiyonasında dünya üçüncüsü yapmışlardı. Bu gençleri dışlamayıp özümleyebilseydi, geçen dünya şampiyonasında Almanya kolaylıkla dünya şampiyonu olabilirdi örneğin.
Bu durum Almanya’ya egemen kana dayanan milliyetçiliğin Almanya’nın ekonomik gücüne denk düşen bir politik ve ideolojik güç ve ağırlıktan onu mahrum kılmasının futbola yansımasından ve onda da ifadesini bulmasından başka bir şey değildir.
Alman kapitalizmi üretim ve ekonomi alanındaki etkisini, politika ve ideoloji alanında gösteremiyor ve bu da Alman kapitalizmi ve emperyalizminin gelişiminin ve yayılışının önünde bir engel oluşturuyordu.
Almanya iki dünya savaşına neden olmuşluğu ile diğer ülkeleri işgal etmişliği ile zaten sabıkalıdır. Bu geçmiş nedeniyle Almanya, daima uluslar arası politika alanında arka planda kalmayı bir strateji olarak benimsemiştir.
Dünya politikasında Avrupa adına hep Fransa’yı ne sürmüş, gerçekte kendi söylemek istediklerini Fransa’ya söyletmiştir. Böylece hem Fransız Burjuvazisinin kendini beğenmişlik biçiminde dışa vuran aşağılık komplekslerini tatmin etmesine olanak vermiş hem de onun bu tafralı tavırları karşısında altın ortayı, aklı selimliği ve uzlaşmayı savunan bir pozisyonu savunur görünme olanağı elde etmiş, herkes tarafından kabul edilebilir olmuştur.
Savaş sonrasının özellikle Genscher döneminin Alman dış politikasını bu strateji karakterize eder.
Ne var ki Doğu Avrupa’nın çöküşüyle birlikte bu denge yerinden oynamıştır. Yeni döneme uygun dış politikayı da Yeşillerden Fischer şekillendirmiştir.
Duvarın yıkılışında, Almanya’nın birleşmesine en büyük muhalefet bizzat Fransa ve İngiltere’den hatta Amerika’dan gelmiştir. Doğu Avrupa’nın hakları bir yandan, Avrupa Birliği’ne katılarak Rusya’ya karşı kendilerini garantiye almak istiyorlardı ama Avrupa Birliği demek Almanya demek olduğundan, bu aynı zamanda Almanya tarafından yutulmak anlamına de geliyordu. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktı bu. Bu nedenle bir yandan Avrupa Birliği’ne girerken, Alman politik etkisine karşı Amerika’nın yanında yer aldılar. Böylece ABD, aslında bu ülkelerde ekonomik olarak büyük bir etkisi olmamasına rağmen, bu ülkeler fiilen Alman sermayesi tarafından ele geçirilmiş olmasına ve Almanya’nın egemen olduğu Avrupa Birliği’ne girmiş olmalarına rağmen ABD’nin müttefiki oluyorlar ve ABD bu ülkeler aracılığıyla Avrupa Birliği içinde ağırlığını arttırıyor, Irak’a Saldırı döneminde olduğu gibi, Avrupa Birliği İçinde “Yeni Avrupa” ile “Eski Avrupa”ya karşı bir denge oluşturabiliyordu.
Böylece ABD bizzat Avrupa Birliği içinde Alman-Fransız eksenini kuşatabiliyordu. İngiltere zaten klasik müttefiği ve Avrupa Birliği içinde beşinci koluydu. Güney Avrupa ve Akdeniz ülkeleri İtalya, İspanya, Portekiz gibi ülkeler Almanya’nın gücünü dengelemek için ABD’nin yanında saf tutuyorlardı, Doğu Avrupa da Almanya’ya ya karşı ABD’ye yaslanınca, ABD Alman Fransız eksenini kuşatabiliyor; bu dengeler aracılığıyla örneğin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması için, (ki Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği de bizzat ABD’nin Avrupa Birliği’nin bir siyasi irade oluşturmasını engelleme stratejisinin bir parçasıdır) baskı yapabiliyordu.
Öte yandan Almanya Doğu Almanya’yı yutmuştu ama bu biraz midesine oturmuştu, bunu hazmetmesi biraz zaman alacaktı. Benzer şekilde Doğu Avrupa’da gerek ihraç malları gerek ihraç ettiği sermaye ile muazzam bir ağırlık kazanmıştı ama bu politik ilişkilere hiçbir şekilde yansımıyordu. Çünkü geçmişin hayaleti bir türlü peşini bırakmıyordu.
Yugoslavya’nın parçalanmasını Almanya başlattı ve bu gün, bizzat Sırbistan dahil bütün eski Yugoslavya’da esas ağırlığı olan Almanya’dır. Yugoslav iç savaşı bir bakma, Almanya ile, Rusya, Fransa ve ABD’nin arasındaki etki ve paylaşım mücadelesinden başka bir şey değildi ve bunun tartışmasız galibi Almanya oldu.
Almanya bir yardan eski doğu Almanya’yı hazmetmeye çalışır, diğer yandan doğu Avrupa üzerinde iktisadi etki ve gücünü pekiştirir ve böylece uzun vadede ABD’nin etkisini nötralize edecek temeli sağlamlaştırırken, diğer yandan Avrupa birliği içinde politik ağırlığını pekiştirmek için, Avrupa Birliği içinde bir anayasa hazırlığına girdi. Bu anayasa ile yavaş yavaş, Avrupa birliği çapında seçilmiş organlara doğru bir geçişe başlangıç yapılmak isteniyordu. Avrupa Parlamentosu gibi gerçek bir gücü temsil etmekten uzak organların dönemi geride kalmalıydı.
Tasarıyla örneğin bir ortak Avrupa Dış Politikası için temel yaratılıyor ve Alman dış işleri bakanı Fischer bu görev için hazırlıklara başlıyordu.
Ama Almanya’nın bu artan gücünden korkan Fransa, bu planı sabote etmekten başka çare bulamadı ve Anayasayı halk oylamasına götürerek hayır dedi. Böylece Anayasa ve Alman planı bir anda değersiz bir kağıda dönüştü. Bu durum elbette ABD’nin de çok işine yaradı.
Almanya kendisi bizzat Fransa’dan bile daha geri kana dayanan bir ulus tanımına dayanırken Fransa’nın ulusçuluğa dayanarak Avrupa’nın politik birliği ve iradesine giden yolu sabote etmesine karşı bir şey yapamazdı. Bu milliyetçilikle doğu Avrupa’daki anıları unutturamaz, ekonomik etkisini politik bir etkiye dönüştüremezdi, hatta bizzat kendi ekonomisinin ihtiyaçları bile bu milliyetçilik tarafından baltalanır olmuştu. Örneğin doğu eyaletlerinde klasik ırkçılığın kurbanları genellikle iş adamları bile olabiliyordu.
Bu koşullarda, ancak ciddi bir stratejik dönüş, Almanya’ya bu sorunları aşabilmesi, Fransa’nın, doğu Avrupa’nın direncini kırabilmesi ve Avrupa’da bir tek politik irade oluşturup, dünya çapında ABD’ye meyden okuyabilecek bir durma gelebilmesi için gerekli koşulları yaratabilirdi. O zaman birden bire karşı olanlar yandaş haline gelebilirler, etkiye karşı duranlar bizzat o etkinin araçları olabilirlerdi.
Bu yönde epey adımlar atılmıştı. Örneğin bizzat Fatih Akın gibi genç Türk asıllı rejisörlerin önünün açılması ve ödüllerle teşvik edilmeleri, hem Alman sinemasına bir taze soluk getirmiş, Alman filimlerinin dünya pazarına egemen Amerikan sinemasına karşı bir hamle yapmasını sağlamış hem de Almanya’daki Türklerin sisteme entegrasyonu yolunda küçük adımlar atmalarını sağlamıştı.
Dış politika alanında benzer bir işlevi de Alman politikasının bütün anketlerde yıllar boyunca “en sevilen” politikacısı çıkan Fischer görmüştü. Bu solcu eskisi, İsrail Parlementosu’ndan Arap ülkelerine kadar her yerde Alman kapitalizminin çıkarlarını en akıllı biçimde savunmuş ve Almanya’nın ihtiyacı olan değişiklikleri yapmıştı. Fischer sayesinde Alman Ordusu, adım adım bütün askeri harekâtlara katılma hakkını elde etmişti.
Ama bütün bu gibi gelişmelerde yansıyan anlayış henüz hem toplumun derinlerine nüfuz etmiş hem de egemen politik elite egemen olmuş değildi. Özellikle futbol ve spor alanında eski anlayış, bu alana egemen olan Bayern Mafiyası da denen Beckenbauer gibilerin şahsında egemenliğini sürdürüyordu. Ama aynı zamanda bu anlayış artık bütün olanaklarını tüketmiş bulunuyor ve bir başarı getiremiyordu. Daha önce bu Mafia’nın has adamı olmayan Christopher Daum, Kokain kullanmışlığı bahane edilerek tasfiye edilmiş ve bir süre daha zaman kazanmıştı bu ekip. Ama Alman futbolunun düşüşünü durduramamıştı yine de.
İşte bu uzun yıpranma sürecinin sonunda, yine bu Mafia’nın dışından, Stuttgart’lı, futbol karyerinin önemli bir bölümünü İtalya, İngiltere gibi başka ülkelerde geçirmiş, Amerika’da yaşayan (galiba karısı da Çin asıllı bir Amerikalı) Klinsmann’ın Alman milli takımının başına gelmesi ile Alman kapitalizminin çıkarları üzerine iki farklı milliyetçilik arasındaki mücadele, bir bakıma futbol şampiyonası içinde geçer oldu.
Politikada, giyinişler, duruşlar, tavırlar hep birer politik anlama da sahiptirler. Klinsmann, takımı derhal gençleştirdi. Takımın esas golcüsü olarak Polonya asıllı iki futbolcuyu forvete koydu. Daha sonraki düzenlemede Almanya’da büyümüş Odonkor adlı yarı siyahi bir oyuncuyu da takıma aldı. Bayern Mafiası’nın takım içindeki etkisini kırmak ve onlara kendi otoritesini kabul ettirebilmek için Kaleci Oliver Kahn’ı yedeğe aldı.
Almanya’da olanı anlamak için, Bayern Mafiası yerine Türkiye’deki Futbol mafyası, MİT, Mafya İlişkilerini göz önüne getirilebilir. Beckenbauer yerine Fatih Terim’i koyulabilir.
Türkiye’de Özel savaş dairesinin inkarcılığa ve baskıya dayanan klasik Türkçü milliyetçiliği ile İkinci Cumhuriyetçilerin, çok kültürlü bir milliyetçiliğin çatışmasının milli takımın bileşenine ilişkin bir çatışma biçiminde yansıması göz önüne getirilebilir. Örneğin Fatih Terim gibilerin artık iyice yıpranmaları ve yeteneksizliklerinin açığa çıkmasıyla, Türk Milli takımının başına, ikinci Cumhuriyetçi yaklaşımları olan bir antrenörün getirildiğini göz önüne getirelim. Bu antrenör diyelim ki, çok iyi oynayan Kürt, Ermeni, Rum ve Çingene gençleri takıma alıyor. Buna karşı sinsice bir kampanya yürütülüyor. Ama çok kültürlü milliyetçiliğe eğilimli genç kuşaklar bu yeni antrenör gizliden gizliye destekliyorlar. Sonra bu antrenörün anlayışıyla kurulmuş takımın başarısı üzerine o zamana kadar savunmada kalmış kendini rahatça açığa vuramamış birçok kültürlü milliyetçilik bu vesileyle birden bire saldırıya geçiyor ve sahneye egemen oluyor ve bu başarıyı gören diğer inkâra ve baskıya dayanan milliyetçilerin bir kısmı saf değiştiriyor veya uygun bir fırsatı kollamak üzere siperlere çekiliyor.
Böyle bir durum Türkiye’nin politik ortamında nasıl küçük bir devrim anlamına gelir idiyse, Almanya’da olan da aşağı yukarı böyle bir şeydir.
İşte bizim dediğimiz, bu milliyetçiliğin de bir milliyetçilik olduğu, bunun günün koşullarına daha uygun daha tehlikeli bir milliyetçilik olduğudur.
Klinsmann’ın sembolü olduğu milliyetçilik nasıl Alman burjuvazisinin Almanya’da Avrupa’da ve Dünyada etkisini arttıracak ve ona yepyeni güçler sağlayacaksa (Yukarıda görüldüğü gibi şimdiden Gysi’ler Fatih Akın’lar yedeklendi bile), benzer bir milliyetçilik de Türk burjuvazisine benzer olanakları açar.
İşte Alman burjuvazisi bu dönüşümü başardı bu son futbol şampiyonasında. Bu nedenle bu şampiyonanın en büyük galibi Alman burjuvazisidir.
Türk burjuvazisi ise, bunu yapacak cesaret ve güçten bile yoksun. Almanya’da 68’in, yeşil, Barış hareketlerinin, feminist hareketin birikimi üzerinden bu dönüşümler gerçekleşti. Türkiye’de ise, bütün bunların anıları bile unutuldu.
Bu nedenle Almanya’dakine benzer değişimler Türk ordusu ve Özel savaş dairesi iyice tecrit olup ipliği pazara çıkmadıkça henüz bir hayaldir.
*
Biz ulusun tanımandan her türlü dil, din, etni, kültür, yer belirlemelerinin dışlanmasını savunduğumuz için, elbette bu tavrımız kısa vadede, çok kültürlü bir milliyetçilikle yakınlık hatta paralellik içinde bulunur, klasik kana dayanan milliyetçiliğe karşı
Ama biz bunun da bir milliyetçilik olduğunu ve ona karşı da mücadele ediyoruz.
Diğer yandan eski kana dayanan milliyetçiliğe karşı bu mücadelenin, Almanya’dan farklı olarak, Orta Doğu’da ve üçüncü dünyada, tüm milliyetçiliğe ve milletlere karşı bir mücadeleye dönebilme potansiyeli olduğunu düşünüyoruz. En azından Orta Doğu’da olayların zorlaması onu bu yönde bir dönüşüme zorlayabilir diyoruz.
Çünkü ulusu dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı olan böyle bir milliyetçiliğin Orta Doğu’daki halkları birleştirebilme potansiyeli vardır.
Bu nedenle, kendi ülkelerinde “Çok kültürlü” bir milliyetçilikten yana olan zengin ülkeler, geri ülkelerde, dile, dine, etniye dayanan bir milliyetçiliği desteklemektedirler.
Bu da ister istemez, Geri ülkeler ve orta doğuda bu çok kültürlü milliyetçiliğin, zenginleri arkadan kuşatabilmek ve bütün dünyanın yoksullarını birleştirebilmek için, her türlü ulusa ve ulusçuluğa karşı bir harekete dönüşebilme potansiyelini ortaya çıkarır.
11 Temmuz 2006 Salı
 -------------
[1] Bu değişim Radikal yazarı Ceyda Karan tarafından şöyle anlatılıyor. Yazar aynı zamanda değişimi anlatşıyla değişenin ne olduğunun bir kanıtın daha da sunmuş oluyor. Yazını başlığı bile ilginç: “Almanya Gök Kuşağının Altından Geçiverdi.”
Dünya Kupası'nı kaybettiler. Pek ümitlenmişlerdi, Dortmund'ta yarı finalde gelen yenilgi sonrası gözyaşlarını tutamadılar. Çok sürmedi, gülümsediler. Bu kupanın 'galibi' Almanlar oldu. Bir aylık futbol festivaline hoşgörüyle ev sahipliği yaptıkları, sportmenlikleriyle yeşil sahalarda ırkçılığa prim vermedikleri, memleketlerinin dört bir yanını altın sarısı-kırmızı-siyah bayraklarıyla donatmakla kalmayıp, Togo'nun yeşil-sarı-kırmızısına da bürünebildikleri için... Ve 1980'lerin çelik disiplinli Panzerleri'ne, göçmenlerin topçularını katabildikleri, Polonyalı Klose ve Podolski, Fransız aksanlı Neuville, yarı Ganalı Odonkor'lu bir takım kurabildikleri için...
Yıllardır uyum sorunları yaşadıklarını konuşsak da, bir şekilde sığdıkları geniş göçmen kitlelerinin, kendiliklerinden bu üç renge bürünerek canı gönülden Almanya'yı desteklemiş olması bir işaret olsa gerek. Göçmenlerin, özellikle de Müslüman nüfusun giderek arttığı Avrupa'da Hollanda ve Danimarka gibi hoşgörü timsali gösterilen pek çok memlekette aşırı sağ güçlenirken, Almanya'da marjinal görülüyor. Yer gök altın sarısı-kırmızı-siyah renklere boyanırken, yıllardır bu renkleri tekellerine almış aşırı sağcıların çareyi Reich'ın beyaz-kırmızı-siyah renklerine sığınmakta bulması pek manidar değil mi? İşte bundan ötürü, Dünya Kupası boyunca Almanya'da yaşanan coşkunun 'Nazizm ruhunu hortlatacak bir milliyetçi hissiyat' olduğu iddiası pek komik. Zira Anglo-Sakson medyasının pek sevdiği milliyetçi yakıştırmalar, Almanya'nın her zaferi sonrası Berlin sokaklarına üşüşen, Alman bayrağına ay-yıldız konduran Türkleri açıklamıyor. Yahut da Der Spiegel'in yayımladığı altın sarısı-kırmızı-siyah renklere bürünmüş başörtülü Müslüman kızların fotoğrafını... Bu başka bir fotoğraf olmalı! Belki de basitçe şu saptamayı yapmak lazım: Almanlar artık kendilerini iyi hissediyor, dakika başı özür dilemek gerektiği fikri sabitinden kurtuluyor.” (10/07/2006, Radikal)

Hiç yorum yok: