8 Nisan 2014 Salı

Strateji, Seçimler, Çıkarsamalar ve HDP

Seçimlerden sonraki son yazımızı şu soruyla bitiriyorduk:
Önce olduğu gibi, seçimlerden sonra da sorun şudur:
Ulusun Türklük ve Müslümanlıkla tanımlanmasına son verecek; pahalı ve baskıcı, militarist ve merkezi bürokratik devlet cihazını parçalamayı ve tüm iktidarın seçilmiş organların elinde olduğu; isterse bir köyün bile ayrılabileceği demokratik bir cumhuriyeti kurmayı açıkça savunan bir hareket; bir parti nasıl oluşturulabilir?
Ve şimdiye kadar yapılan tecrübelerinin sonuçlarını (Kürt Hareketi’nin sınırlılıkları; Gezi’nin hazırlıksızlık, birikimsizlik, programsızlık ve örgütsüzlüğü; HDP ve Türk sol örgütlerinin bürokratik ve dogmatik yapısı) sıraladıktan sonra yapılacak ilk işin  “tüm düzeylerde, tüm kamuoyuna açık, herkesin katılacağı tüm yayınlarda ve organlarda açık olarak sürdürülecek bir tartışma” açmak olduğunu yazmıştık.

Maalesef böyle bir tartışmayı başlatıp, bunun alt yapısını sunabilecek olan BDP ve HDP böyle bir tartışma açmadılar. Kendi değerlendirmelerini yaptılar; unu eleyip eleği duvara astılar.
Biz dinleyen varmış gibi bu tartışmayı kendi açımızdan sürdürelim.
Ama böyle bir tartışma için önce yolu molozlarından (metodolojik yanlışlardan) temizleyelim.
*
Bir programın, stratejinin ya da oluşumun doğruluğunu, elde edilen mutlak matematik yükselişlerle açıklamak yanlıştır.
Başarı ve başarısızlık, doğru bir program ve politikayla olanaklı olana göre anlaşılabilir. Ne demek istiyoruz?
Örneğin AKP’nin iktidara gelişenden beri şu kadar yol yapıldı, bu kadar kat büyüdük, kişi başına gelir şu kadar yükseldi gibi bir takım sonuçları sıralayıp buradan bir başarı hikâyesi yazılabilir. AKP’nin ve Erdoğan’ın yaptığı esas olarak budur.
Ancak devrimciler, olanaklı olana göre olaya bakarlar ve başarıyı ona göre değerlendirirler. Yani örneğin eğer gerçekten radikal demokratik dönüşümler yapılsaydı; dolayısıyla Kürt sorunu çözülseydi; böylece Askeri harcamalar büyük oranlarda düşürülseydi; özgürlük ortamında yaratıcılık ve girişimcilik dizginlerinden boşansaydı; kararlar geniş ve demokratik bir tartışma ve katılımcılıkla belirlenseydi vs. bugün nerede olunabilirdi ölçeğine göre ortada bir başarı olup olmadığına bakarlar. (Ve onların AKP eleştirilerinde tam da yapmadıkları ve yapamadıkları budur.)
Tarihten birkaç örnek daha somutlayıcı olabilir.
Örneğin Troçki, 1930’larda yazdığı “İhanete Uğrayan Devrim” adlı eserinde, mutlak rakamlarla Sovyetlerin yanına varılmaz gibi görünen “başarı”larının, aslında olanaklı olana göre nasıl bir başarısızlığı örttüğünü gösterir.
Benzer şekilde sık sık Sovyetlerin, Hitler Almanya’sını yendiğinden ve başarılardan söz edilir. Ama başarı gibi görünenler aslında olanaklı olana göre korkunç bir başarısızlığın delilleridirler.
Geçenlerde, Öcalan da, eğer dedikleri zamanında uygulansaydı, bugün nerede olunacağı üzerine bir çıkarsama yapıyordu.
Birkaç gün önce bir okuyucumuz, son yıllarda ve bu seçimlerde kadınların kazandığı başarı ve mevzilere gönderme yaparak, bize 2000’lerin başında yazdığımız “Kadınlar Öne” başlıklı yazıları hatırlatmış ve eğer o zaman kadınlar böyle öne çıkarılmış olsaydı bugün nerede bulunulacağını; kazanç gibi görünenin aslında olanaklı olana göre nasıl bir kayıp olduğunu hatırlatırken de benzer bir yol izlemiş oluyordu.
Bu vesileyle biz de şu örneği ekleyelim. 2007 ve 2008 yıllarında Öcalan’ın “Çatı Partisi” önerileri şimdi HDP’nin başındaki arkadaşlar veya şimdi bileşeni olanlarca engellenmeseydi, şimdi nerede olunabileceği açısından bugün başarı gibi görünen, aslında olanaklı olana göre koca bir başarısızlıktır.
Tekrarlamaktan bıkmayalım. Gerçeğin özü ancak hayallerin aynasında görülebilir.
Aksi gerçekliğe kölece bir teslimiyetle sonuçlanır.
Sosyalizm son duruşmada olanaklı olan karşısında gerçek olanın akıl dışılığında gerekçesini bulur.
Evet, “gerçek olan aklidir”.
Ama “akli olan da gerçektir”.
*
HDP Merkez Yürütmenin veya Eşbaşkanlar Tuncel ve Kürkçü’nün seçim değerlendirmeleri son duruşmada, gerçek olanın akli olduğunu söylemekte; “mutlak başarı elde ettik” demektedirler.
Mutlak rakamlarla ortada bir başarı olup olmadığı tartışmalı olmakla birlikte, haydi varsayalım ki, bir başarı vardı. Ama olanaklı olana göre bu başarı gibi görünen mutlak bir başarısızlıktı ve devrimciler tam da başkaları başarıdan söz etse bile başarı gibi görünenin aslında ciddi bir başarısızlık olduğunu söylemelidirler. Eleştirel ve devrimci bir anlayışın yerleşmesine de böyle katkıda bulunabilirler.
Örneğin onlar çıkıp, “seçimlerde oyları şu kadar arttırmışız, ama ilk “Çatı Partisi” girişiminde, şimdi HDK veya HDP ile yaptığımızı yapsaydık, şimdi kim bilir nerede olurduk;  bu nedenle aslında başarıdan söz edemeyiz” demeliydiler.
Örneğin onlar çıkıp, “HDK’nın kuruluşunda örgütsel temsil değil de herkesin ve örgütlerin de bireysel üyelikleriyle katılımı üzerinden bir örgütlenmeye gidebilseydik bugün bulunabileceğimiz yer ile bugün bulunduğumuz yer arasında uçurum olduğu görülür, bu nedenle başarıdan söz edemeyiz” demeliydiler.
Böyle yıkıcı ve devrimci tavırları, gündem diye toplantı akışı belirleyen; demokrasinin zerresi bulunmayan; Kongrelerde protokolü ve protokolün girdiği ayrı kapıları bile olan HDP saflarında görmek ölü gözünden yaş ummaktan farksız.
Bir zamanların, kongrelerde gelip bir kenara ilişen; herkes gibi delegeler içinde sıradan bir yere oturan; herhangi bir delegeden zerrece farklı bir hakkı olmayan, ancak sıradan bir delege olarak söz hakkı alabilen ve o kadar konuşabilen devrimcilerinin o güzel geleneklerini HDP saflarında görmek olanaksız.
Bir zamanlar Dev-Genç’te, hapishanelerde yaşadıkları bu geleneklerden gelen Ertuğrul gibiler bile bu yokluklardan veya protolokollerden rahatsız olmayı unutmuşlar.
Bu bürokratik yapı ve işleyiş olmasa ve yıkılsa bugün nerelerde bulunulurdu?
Başarıyı buna göre ölçmek gerekir.
*
Öte yandan başarılardan hareketle bir programın doğruluğu veya yanlışlığı anlaşılamaz ve böyle bir çıkarsamaya girmek yanlıştır.
Bir program veya strateji doğruluğunun gerekçesini tarihsel ve sosyolojik ilişkilerden çıkarır.
Doğru bir program ve strateji çoğunluğu sağlayacak, çoğunluğun desteğini alacak diye bir koşul yoktur ve böyle bir varsayıma dayanmak yanlıştır.
İnsanların büyük çoğunluğu kapitalizmi ortadan kaldırmak uğruna bir mücadeleye girmiyor diye, kapitalizm yanlışlığından hiçbir şey kaybetmiş olmaz. Aksine kapitalizm var oldukça insanlar kaybeder.
Şu kadar oy aldık, şu kadar büyüdük, şöyle örgütler yarattık diyerek bir programın ve stratejinin doğruluğuna veya yanlışlığına kanıt getirmek baştan yanlıştır.
HDP’nin bir başarı hikâyesi olduğundan söz etmenin, aslında tam da HDP’nin başarısızlığından hareketle, Türkiye Partisi olmak hedefinden vaz geçmek; “Kürdistani olmak” stratejisine gerekçe arayanlarla aynı varsayımları paylaşmakla ilgisi de vardı.
Herkesin malumudur ki, Kürt burjuvazisinin kendi programatik ayrılığını açıkça ortaya koyup tartışamayacak kadar korkak olduğu için, örneğin Öcalan ve KCK’nın savunduğu programa karşı savaşını onun seçim başarısızlıkları üzerinden gerekçelendirerek sürdürmeye çalışır.
Tipik bir örnek verelim. Halil Savda, “HDP ile Tamam mı, Devam mı” başlıklı yazısında, HDP’nin başarısızlığından yola çıkarak Kürt hareketi Türk ezilenlerini kazanma stratejisinden ve böylece Kürtlerin üzerindeki baskıya son verme stratejisinden vaz geçip; Kürtlerin kurtuluşu ve ayrılıp ayrı devlet kurması stratejisine geçmelidir çıkarsaması yapmaktadır. Bu farklı program ve stratejiyi kendi sözleriyle şöyle ifade etmektedir:
Kürt siyasal hareketi Kürdistan-i çizgide ısrarcı olmalıdır. Kürdistan-i çizgide ısrar 2015 genel seçimlerinde AK Parti ve düzen partilerine karşı ezici bir üstünlük sağlar. Bu parti Kürdistan’daki Alevi ve Araplarla birlikte ve onların ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlarını en az Kürtlerin ki kadar gündem ve programında bulundurarak oluşturulmalıdır. Bunun için aslında yeni bir partiye de gerek yok. BDP Urfa’daki performansı ile bunu başarabileceğini gösterdi.”
Savda’nın yazdıkları genel olarak Kürt burjuvazisinin yaklaşımıdır ve istisnai değildir. Onlarca örneği görülebilir.
HDP’nin başarıdan söz etmesi ise, aynı mantığı kabul ederek tersinden bir başarı öyküsü üzerinden bu programa karşı çıkma girişimidir.
Ama kaybetmeye mahkûm bir girişim ve akıl yürütme.
Bir strateji ve program tarihsel ve sosyolojik olarak ezilenlerin genel ve tarihsel çıkarları açısından doğru olup olmadığı noktasından savunulabilir.
HDP ve BDP’nin yapması gereken, Öcalan gibi,  Kürt burjuvazisinin programına cepheden ve açıktan bir saldırı olabilir. Yani Öcalan gibi, ulusçuluğa ve uluslara açıkça bir hücum.
Yani devletin ve politik olanın Kürtlük, Türklük vs. ile tanımlanmasının açıkça reddi. Demokratik bir ulusçuluğun açıkça savunusu.
Bunu savunmak için bir başarı hikâyesine gerek yoktur. Doğru olduğuna inanılıyorsa tüm başarısızlıklara rağmen doğru olduğu için savunulur.
Program ve strateji ilk başarısızlıkta terk edilecek veya mücadelede vaz geçilecek bir pazarlık malzemesi olamaz ve olmamalıdır.
O, eğer doğruluğu kabul edilmişse her halükarda bağlı olunması gereken hedeftir.
Hâlbuki örneğin kimi BDP yöneticilerinin, şunlar şunlar yapılmazsa biz de başka yola gideriz türünde, programı bir pazarlık malzemesi gibi kullanan beyanlarına sık sık rastlıyoruz.
Bu yaklaşımlar, Halil Savda’nın programı ilk başarısızlıkta terk eden yaklaşımından farklı değildir.
Ama bu programa karşı bir başarı hikâyesi yazmak da Kürt burjuvazisiyle aynı varsayımları paylaşmaktır HDP’nin yaptığı da tam budur.
*
Biz ise, sadece Savda’nın dile getirdiği programı yanlış bulmuyoruz; HDP’nin ve BDP’nin programını da yeterince demokratik ve radikal bulmuyoruz.
Bizim programımızı var olan program karşısında şöyle ifade etmek mümkündü: biz radikal demokratlar, “ulusların kendi kaderini tayin hakkının” kabulüne dayanmıyor; ulusu bir dille, dinle, soyla, tarihle, kültürle tanımlama hakkının reddine dayanıyor.
Yani politik olanın, yani ulusun, yani devletin dili, dini, etnisi, soyu, tarihi, kültürü olmaz ve olmamalıdır diyoruz. Demokratik Ulusçuluk budur diyoruz.
Böyle radikal bir demokrasi programı olmadığı takdirde ezilenlerin farklı yataklarda akan direniş derelerinin bir tek büyük nehirde birleşemeyeceğini ve Ortadoğu’nun Lübnanlaşacağını söylüyoruz.
Ortadoğu’nun önünde iki yol var.
Ya dil, din, etni, soy, tarih, kültür körü, yani bunlara göre ulusu ve politik olanı tanımlamayı reddeden bir Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti; ya da Lübnanlaşma; Suriye ve Irak’ta uvertürü görülen boğazlaşmalar.
08 Nisan 2014 Salı
Demir Küçükaydın



Hiç yorum yok: