Seçimlerden sonraki son yazımızı şu soruyla bitiriyorduk:
“Önce olduğu gibi,
seçimlerden sonra da sorun şudur:
Ulusun Türklük ve
Müslümanlıkla tanımlanmasına son verecek; pahalı ve baskıcı, militarist ve
merkezi bürokratik devlet cihazını parçalamayı ve tüm iktidarın seçilmiş
organların elinde olduğu; isterse bir köyün bile ayrılabileceği demokratik bir
cumhuriyeti kurmayı açıkça savunan bir hareket; bir parti nasıl
oluşturulabilir?”
Ve şimdiye kadar yapılan tecrübelerinin sonuçlarını (Kürt
Hareketi’nin sınırlılıkları; Gezi’nin hazırlıksızlık, birikimsizlik,
programsızlık ve örgütsüzlüğü; HDP ve Türk sol örgütlerinin bürokratik ve
dogmatik yapısı) sıraladıktan sonra yapılacak ilk işin “tüm
düzeylerde, tüm kamuoyuna açık, herkesin katılacağı tüm yayınlarda ve
organlarda açık olarak sürdürülecek bir tartışma” açmak olduğunu yazmıştık.
Maalesef böyle bir tartışmayı başlatıp, bunun alt yapısını
sunabilecek olan BDP ve HDP böyle bir tartışma açmadılar. Kendi
değerlendirmelerini yaptılar; unu eleyip eleği duvara astılar.
Biz dinleyen varmış gibi bu tartışmayı kendi açımızdan
sürdürelim.
Ama böyle bir tartışma için önce yolu molozlarından (metodolojik
yanlışlardan) temizleyelim.
*
Bir programın, stratejinin ya da oluşumun doğruluğunu, elde
edilen mutlak matematik yükselişlerle açıklamak yanlıştır.
Başarı ve başarısızlık, doğru bir program ve politikayla
olanaklı olana göre anlaşılabilir. Ne demek istiyoruz?
Örneğin AKP’nin iktidara gelişenden beri şu kadar yol
yapıldı, bu kadar kat büyüdük, kişi başına gelir şu kadar yükseldi gibi bir
takım sonuçları sıralayıp buradan bir başarı hikâyesi yazılabilir. AKP’nin ve
Erdoğan’ın yaptığı esas olarak budur.
Ancak devrimciler, olanaklı olana göre olaya bakarlar ve
başarıyı ona göre değerlendirirler. Yani örneğin eğer gerçekten radikal
demokratik dönüşümler yapılsaydı; dolayısıyla Kürt sorunu çözülseydi; böylece
Askeri harcamalar büyük oranlarda düşürülseydi; özgürlük ortamında yaratıcılık
ve girişimcilik dizginlerinden boşansaydı; kararlar geniş ve demokratik bir
tartışma ve katılımcılıkla belirlenseydi vs. bugün nerede olunabilirdi ölçeğine
göre ortada bir başarı olup olmadığına bakarlar. (Ve onların AKP eleştirilerinde
tam da yapmadıkları ve yapamadıkları budur.)
Tarihten birkaç örnek daha somutlayıcı olabilir.
Örneğin Troçki, 1930’larda yazdığı “İhanete Uğrayan Devrim” adlı eserinde, mutlak rakamlarla
Sovyetlerin yanına varılmaz gibi görünen “başarı”larının, aslında olanaklı olana göre nasıl bir başarısızlığı
örttüğünü gösterir.
Benzer şekilde sık sık Sovyetlerin, Hitler Almanya’sını yendiğinden ve başarılardan söz edilir. Ama başarı gibi görünenler aslında olanaklı olana göre korkunç bir başarısızlığın delilleridirler.
Benzer şekilde sık sık Sovyetlerin, Hitler Almanya’sını yendiğinden ve başarılardan söz edilir. Ama başarı gibi görünenler aslında olanaklı olana göre korkunç bir başarısızlığın delilleridirler.
Geçenlerde, Öcalan da, eğer dedikleri zamanında
uygulansaydı, bugün nerede olunacağı üzerine bir çıkarsama yapıyordu.
Birkaç gün önce bir okuyucumuz, son yıllarda ve bu
seçimlerde kadınların kazandığı başarı ve mevzilere gönderme yaparak, bize
2000’lerin başında yazdığımız “Kadınlar
Öne” başlıklı yazıları hatırlatmış ve eğer o zaman kadınlar böyle öne
çıkarılmış olsaydı bugün nerede bulunulacağını; kazanç gibi görünenin aslında
olanaklı olana göre nasıl bir kayıp olduğunu hatırlatırken de benzer bir yol
izlemiş oluyordu.
Bu vesileyle biz de şu örneği ekleyelim. 2007 ve 2008
yıllarında Öcalan’ın “Çatı Partisi”
önerileri şimdi HDP’nin başındaki arkadaşlar veya şimdi bileşeni olanlarca
engellenmeseydi, şimdi nerede olunabileceği açısından bugün başarı gibi görünen,
aslında olanaklı olana göre koca bir başarısızlıktır.
Tekrarlamaktan bıkmayalım. Gerçeğin özü ancak hayallerin aynasında görülebilir.
Aksi gerçekliğe kölece bir teslimiyetle sonuçlanır.
Sosyalizm son duruşmada olanaklı olan karşısında gerçek
olanın akıl dışılığında gerekçesini bulur.
Evet, “gerçek olan
aklidir”.
Ama “akli olan da
gerçektir”.
*
HDP Merkez Yürütmenin veya Eşbaşkanlar Tuncel ve Kürkçü’nün
seçim değerlendirmeleri son duruşmada, gerçek olanın akli olduğunu söylemekte;
“mutlak başarı elde ettik”
demektedirler.
Mutlak rakamlarla ortada bir başarı olup olmadığı tartışmalı
olmakla birlikte, haydi varsayalım ki, bir başarı vardı. Ama olanaklı olana
göre bu başarı gibi görünen mutlak bir başarısızlıktı ve devrimciler tam da
başkaları başarıdan söz etse bile başarı gibi görünenin aslında ciddi bir başarısızlık
olduğunu söylemelidirler. Eleştirel ve devrimci bir anlayışın yerleşmesine de
böyle katkıda bulunabilirler.
Örneğin onlar çıkıp, “seçimlerde oyları şu kadar
arttırmışız, ama ilk “Çatı Partisi” girişiminde, şimdi HDK veya HDP ile
yaptığımızı yapsaydık, şimdi kim bilir nerede olurduk; bu nedenle aslında başarıdan söz edemeyiz”
demeliydiler.
Örneğin onlar çıkıp, “HDK’nın kuruluşunda örgütsel temsil
değil de herkesin ve örgütlerin de bireysel üyelikleriyle katılımı üzerinden
bir örgütlenmeye gidebilseydik bugün bulunabileceğimiz yer ile bugün
bulunduğumuz yer arasında uçurum olduğu görülür, bu nedenle başarıdan söz
edemeyiz” demeliydiler.
Böyle yıkıcı ve devrimci tavırları, gündem diye toplantı
akışı belirleyen; demokrasinin zerresi bulunmayan; Kongrelerde protokolü ve
protokolün girdiği ayrı kapıları bile olan HDP saflarında görmek ölü gözünden
yaş ummaktan farksız.
Bir zamanların, kongrelerde gelip bir kenara ilişen; herkes
gibi delegeler içinde sıradan bir yere oturan; herhangi bir delegeden zerrece
farklı bir hakkı olmayan, ancak sıradan bir delege olarak söz hakkı alabilen ve
o kadar konuşabilen devrimcilerinin o güzel geleneklerini HDP saflarında görmek
olanaksız.
Bir zamanlar Dev-Genç’te, hapishanelerde yaşadıkları bu
geleneklerden gelen Ertuğrul gibiler bile bu yokluklardan veya protolokollerden
rahatsız olmayı unutmuşlar.
Bu bürokratik yapı ve işleyiş olmasa ve yıkılsa bugün
nerelerde bulunulurdu?
Başarıyı buna göre ölçmek gerekir.
*
Öte yandan başarılardan hareketle bir programın doğruluğu
veya yanlışlığı anlaşılamaz ve böyle bir çıkarsamaya girmek yanlıştır.
Bir program veya strateji doğruluğunun gerekçesini tarihsel
ve sosyolojik ilişkilerden çıkarır.
Doğru bir program ve strateji çoğunluğu sağlayacak,
çoğunluğun desteğini alacak diye bir koşul yoktur ve böyle bir varsayıma
dayanmak yanlıştır.
İnsanların büyük çoğunluğu kapitalizmi ortadan kaldırmak
uğruna bir mücadeleye girmiyor diye, kapitalizm yanlışlığından hiçbir şey kaybetmiş
olmaz. Aksine kapitalizm var oldukça insanlar kaybeder.
Şu kadar oy aldık, şu kadar büyüdük, şöyle örgütler yarattık
diyerek bir programın ve stratejinin doğruluğuna veya yanlışlığına kanıt
getirmek baştan yanlıştır.
HDP’nin bir başarı hikâyesi olduğundan söz etmenin, aslında
tam da HDP’nin başarısızlığından hareketle, Türkiye Partisi olmak hedefinden
vaz geçmek; “Kürdistani olmak”
stratejisine gerekçe arayanlarla aynı varsayımları paylaşmakla ilgisi de vardı.
Herkesin malumudur ki, Kürt burjuvazisinin kendi programatik
ayrılığını açıkça ortaya koyup tartışamayacak kadar korkak olduğu için, örneğin
Öcalan ve KCK’nın savunduğu programa karşı savaşını onun seçim başarısızlıkları
üzerinden gerekçelendirerek sürdürmeye çalışır.
Tipik bir örnek verelim. Halil Savda, “HDP ile Tamam mı, Devam mı” başlıklı yazısında, HDP’nin
başarısızlığından yola çıkarak Kürt hareketi Türk ezilenlerini kazanma
stratejisinden ve böylece Kürtlerin üzerindeki baskıya son verme stratejisinden
vaz geçip; Kürtlerin kurtuluşu ve ayrılıp ayrı devlet kurması stratejisine
geçmelidir çıkarsaması yapmaktadır. Bu farklı program ve stratejiyi kendi
sözleriyle şöyle ifade etmektedir:
“Kürt siyasal hareketi Kürdistan-i
çizgide ısrarcı olmalıdır. Kürdistan-i çizgide ısrar 2015 genel seçimlerinde AK
Parti ve düzen partilerine karşı ezici bir üstünlük sağlar. Bu parti
Kürdistan’daki Alevi ve Araplarla birlikte ve onların ekonomik, sosyal ve
siyasal sorunlarını en az Kürtlerin ki kadar gündem ve programında bulundurarak
oluşturulmalıdır. Bunun için aslında yeni bir partiye de gerek yok. BDP
Urfa’daki performansı ile bunu başarabileceğini gösterdi.”
Savda’nın yazdıkları genel olarak Kürt burjuvazisinin
yaklaşımıdır ve istisnai değildir. Onlarca örneği görülebilir.
HDP’nin başarıdan söz etmesi ise, aynı mantığı kabul ederek
tersinden bir başarı öyküsü üzerinden bu programa karşı çıkma girişimidir.
Ama kaybetmeye mahkûm bir girişim ve akıl yürütme.
Bir strateji ve program tarihsel ve sosyolojik olarak
ezilenlerin genel ve tarihsel çıkarları açısından doğru olup olmadığı
noktasından savunulabilir.
HDP ve BDP’nin yapması gereken, Öcalan gibi, Kürt burjuvazisinin programına cepheden ve
açıktan bir saldırı olabilir. Yani Öcalan gibi, ulusçuluğa ve uluslara açıkça
bir hücum.
Yani devletin ve politik olanın Kürtlük, Türklük vs. ile
tanımlanmasının açıkça reddi. Demokratik bir ulusçuluğun açıkça savunusu.
Bunu savunmak için bir başarı hikâyesine gerek yoktur. Doğru
olduğuna inanılıyorsa tüm başarısızlıklara rağmen doğru olduğu için savunulur.
Program ve strateji ilk başarısızlıkta terk edilecek veya mücadelede
vaz geçilecek bir pazarlık malzemesi olamaz ve olmamalıdır.
O, eğer doğruluğu kabul edilmişse her halükarda bağlı
olunması gereken hedeftir.
Hâlbuki örneğin kimi BDP yöneticilerinin, şunlar şunlar yapılmazsa
biz de başka yola gideriz türünde, programı bir pazarlık malzemesi gibi
kullanan beyanlarına sık sık rastlıyoruz.
Bu yaklaşımlar, Halil Savda’nın programı ilk başarısızlıkta
terk eden yaklaşımından farklı değildir.
Ama bu programa karşı bir başarı hikâyesi yazmak da Kürt
burjuvazisiyle aynı varsayımları paylaşmaktır HDP’nin yaptığı da tam budur.
*
Biz ise, sadece Savda’nın dile getirdiği programı yanlış
bulmuyoruz; HDP’nin ve BDP’nin programını da yeterince demokratik ve radikal
bulmuyoruz.
Bizim programımızı var olan program karşısında şöyle ifade
etmek mümkündü: biz radikal demokratlar, “ulusların kendi kaderini tayin
hakkının” kabulüne dayanmıyor; ulusu bir dille, dinle, soyla, tarihle, kültürle
tanımlama hakkının reddine dayanıyor.
Yani politik olanın, yani ulusun, yani devletin dili, dini,
etnisi, soyu, tarihi, kültürü olmaz ve olmamalıdır diyoruz. Demokratik
Ulusçuluk budur diyoruz.
Böyle radikal bir demokrasi programı olmadığı takdirde
ezilenlerin farklı yataklarda akan direniş derelerinin bir tek büyük nehirde
birleşemeyeceğini ve Ortadoğu’nun Lübnanlaşacağını söylüyoruz.
Ortadoğu’nun önünde iki yol var.
Ya dil, din, etni, soy, tarih, kültür körü, yani bunlara
göre ulusu ve politik olanı tanımlamayı reddeden bir Ortadoğu Demokratik
Cumhuriyeti; ya da Lübnanlaşma; Suriye ve Irak’ta uvertürü görülen
boğazlaşmalar.
08 Nisan 2014 Salı
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder