Radikal’de başlığı “Hrant
Dink Ararat’ı hiç beğenmemişti acaip tartışmıştık” olan yazı hemen ilgimi çekti. Çünkü yıllar önce Almanya’da
Ararat’ı izlediğimde bir yazı
yazmıştım.
Hrant Dink filmi beğenmemiş. Hrant’ın aksine filmin
beğenilecek birçok yönü olduğunu düşünüyordum ama yine de beni rahatsız eden
bazı yanlar vardı.
Ama bunları yazmamış ve yazamamıştım. Çünkü ben elimde
olmadan egemen ve katleden ulustandım. Bu gibi eleştirileri yazmak bana
düşmezdi. Birden bire egemen ulustan biri olarak imtiyazlarımı savunuyor ve
onlara kılıf buluyor durumuna düşebilirdim.
Kaldı ki, filmin gösterimi bile yasaklanmıştı. Bize düşen
ancak bu yasaklamaya karşı birşeyler yazmak olabilirdi.
Ararat’ın yönetmeni Atom Egoyan, İstanbul Film Festivali’ne “Şeytanın Düğümü” adlı filmiyle
katılıyormuş. (Gidip görmeli).
Söyleşide Hrant ve Ararat ile ilgili olarak Egoyan’ın
söyledikleri şöyle:
“Mesela ‘Ararat’ı hiç
beğenmemişti, acayip tartışmıştık. Filmin iki tarafa da meseleye de hiç katkısı
olmadığını düşünüyordu. Ama yine de bunca yıldan sonra baktığımda bile filmin
‘neler olup bittiğini konuşalım’ gibi her iki tarafa da alışılmadık bir önerisi
olduğunu düşünüyorum. Bence bu kıymetli bir öneriydi. Ve nihayetinde diyalog da
başladı ki bu da çok iyi bir şey. Ama insanlar ‘Ararat’taki soyut yaklaşımı sevmediler. Yine de kalıcı
bir film olduğunu düşünüyorum.”
Doğrusu bu okuduklarım beni şaşırttı. Hrant’ın eleştirisinin
dayandığı varsayım şaşırttığı gibi, Egoyan’ın da aynı noktadan filmi savunması
şaşırttı.
Bence en baştaki sorunlu nokta şu: bir film veya sanat eseri
ya da bilimsel bir çalışma herhangi bir politik duruma katkısı olup olmadığı
noktasından eleştirilmemeli. Gerçeğin özünü yansıtıp yansıtmadığı; bunu
yeterince güzel ve doğru imgelerle yapıp yapamadığı açısından eleştirilmeli.
Çünkü “Gerçek devrimcidir”. Veya önermeyi tarsine çevirir v okursak: “Devrimciler
gerçeği söylemeli ve savunmalıdır”.
Marks “bilime bilim
dışı kaygılarla yaklaşan alçaktır” der. Aynısı sanat için de geçerlidir. Birisi
kavramlarla, diğeri imgelerle iş görür ama ikisi de gerçeğin özünü aramakta her
türlü diğer kaygıdan azade olmalıdırlar.
Gerçek ise sadece olgular değildir. Olguların inkarı ve
çarpıtılması bahsi işin çok yüzeyidir; kabuğudur. Üzerinde anlaşılmış olguların
nasıl açıklanacağı ve yorumlanacağı; neden ve sonuç ilişkilerindedir gerçeğin
özü.
Bu özü halkların yakınlaşması veya uzaklaşmasına hizmet edip
etmemesi açısından ele almak yanlıştır. Eser gerçeğin özünü veriyorsa, zaten yeterince
devrimcidir.
*
Ama bir diğer yanlış daha var. Hizmet etmesi düşünülen şeyen
kendisi, yani “Halkların Diyalogu” Hizmet etmesi gereken şeyin kendisi de
yanlış aslında.
Yazılarımı okuyan Ermeni ve diğer Hıristiyan halkların
katliamı ve sürülmesi hakkında Talat, İttihat Terakki vs. gibi açıklamalara fazla
itibar etmediğimi; bunları kolaycı açıklamalar olarak gördüğümü; sorunu çok
daha temelden ve derinden tartıştığımı hemen görebilir.
Sorunun özü uluslar ve ulusçuluktur. Ama uluslar ve
ulusçuluk nedir ve neden vardır? Bu açıklanmadığı süre gerçeğin özüne yaklaşmak
ve vermek mümkün olmayacaktır.
Bu konuda önerdiğimiz teorik açılımlar ise sanki
yokmuşcasına görmezden gelinerek sorun tartışılıyor. Ulusun ve ulusçuluğun ne
olduğunu açıklamadan Ermeni katliamı ve diğer benzeri trajediler açıklanamaz ve
tekrarlanmaları engellenemez.
Ulusun ve ulusçuların ne olduğuna ilişkin açıklamalarımızdan
çıkın ve çıkabilecek bir tek sonuç vardır: “Halkların
Diyalogu”nun sadece yeni çatışma ve katliamların yolunu açtığı ve
açacağıdır.
“Halkların Diyalogu”
değildir gereken (ki “halkların” “ulusların” demektir, ulus kavramının
kirlenmişliği içinde suçu devlete atarak “halk”
ulusun bu kirden arındırıldiği düşünülen biçimini ifade etmektedir); uluslara (yani
önceki parantez içi açıklamayla “halklara”)
karşı savaştır.
Türklerin ve Ermenilerin “diyalogu” değil; Türklerin ve Ermenilerin Türklüğe ve Ermeniliğe karşı savaşıdır çözüm.
“Diyalog”tan söz
edenler aslında bununla geçek çözüme karşı gizli bir savaş yürütmektedirler.
Yani “Halkların
Diyalogu” yaklaşımı; aslında “Türklerin
ve Ermenilerin Türklüğe ve Ermeniliğe Karşı Savaşı” yaklaşımına karşı bir
savaştır. Hem de bu yaklaşımla hiçbir “diyaloga”
girmeden.
Çüzüm, Türklüğün ve Ermeniliğin hiçbir anlamının olmadığı;
bunların sadece kişilerin özel sorunu (Tıpkı yeşil göz, 43 numara ayak veya
sirkeyle yapılmış turşuyu daha çok sevmek gibi) hiçbir politik anlamı olmayan
özel bir sorun olması için mücadeledir.
1915 yılı gelirken esas tartışılması gereken budur. Var olan
tartışmalar “Halkların Diyalogu”
yaklaşımının; yani ulusçu yaklaşımın sürdürülmesi ve yeni 1915’tekine benzer
gelişmelerin yolunun yapılmasından başka bir anlama gelmemektedir.
Bu vesileyle Ararat
üzerine yıllar önce filmi görür görmez yazdığımız yazıyı tekrar yayınlayalım.
05 Nisan 2014 Cumartesi
Demir Küçükaydın
Ararat
Geçen hafta Atom Egoyan’ın Ararat filmini görebildim. Bu film üzerine ve film vesilesiyle bir
kaç şey söylemek gerekiyor.
Atom Egoyan’ın filmi sadece film içinde bir film değil, iç
içe geçen bir çok hikayeden oluşuyor. Film, Ermeni katliamı üzerine bir film;
Ermeni katliamı üzerine bir Ermeni olarak film yapmanın sorunları üzerine bir
film; iki binli yıllarda Kanada’da yaşayan bir Ermeni olarak bu konuda film
yapmanın sorunları üzerine bir film; modern batı metropollerinde yaşayan
insanların ilişkileri ve ilişkisizliği üzerine bir film; kuşaklar çatışması
üzerine bir film; ünlü ressam Arshile Gorky’nin hayatı üzerine bir film;
Babasız büyüyen çocukların veya babalarının anısı altında ezilen çocukların
sorunları üzerine bir film; mit yaratmak üzerine bir film; mitlerin gerçek
hayatları üzerine de bir film; Dr. Ussher’in anıları üzerine bir belgesel; ama
belgesellerin ne kadar belgesel olduğu; onların ne kadar gerçeği yansıttığı
veya yansıtabileceği üzerine de bir film. Burada saymakla bitmeyecek ve her bir
hikayenin, her bir konunun diğerine ayna görevi gördüğü; bir yabancılaşma
etkisi yaratmak için de kullanıldığı, zaman ve mekan ve hikaye geçişlerinin
büyük bir ustalıkla yapıldığı sanat değeri yüksek bir film Ararat.
Ben de kısaca Ararat film üzerine, yani bir Ermeni
tarafından Ermeni katliamı üzerine yapılmış bir film üzerine bir Türk olarak yazı
yazmanın sorunları üzerine bir yazı yazmak istiyorum.
Bu film üzerine, her türlü politik kaygıdan azade olarak,
sırf estetik kaygılarla, sırf felsefi kaygılarla bir yazı yazmak isterdim. Filmin
çok önemli gördüğüm bir zaafı üzerine bir yazı yazmak isterdim.
Ama böyle bir yazı yazamam.
Çünkü Türkiye’de devlet ve toplumun büyük çoğunluğu, bir
Ermeni, Süryani katliamı olduğunu inkar ediyor.
Çünkü bu film Türkiye’de oynatılamıyor. (Osmanlı’da oyun
çok. Baktılar doğrudan yasaklasalar olmayacak, önce serbest bıraktılar, sonra
iyi saatte olsunlar faşist çeteler piyasaya sürülüp, “halkın tepkisi” nedeniyle
sinemaların oynatmaması sağlandı. Halbuki demokratik bir ülkede, devletin
görevi o “halkın tepkisi”ne karşı, bir tek kişinin bile o filmi seyretme
hakkını savunmak olur.)
Ne zaman Türkiye’de Ermeni-Asuri katliamı inkar edilmez ve
üzerine açıkça tartışılır; ne zaman bu film Türkiye’de serbestçe oynar ve her
hangi bir engellemeye girişenlere karşı devlet güçleri insanların bu filmi
seyretme özgürlüğünü garantiye alır, ancak o zaman Egoyan’ın filmi üzerine her
türlü politik kaygıdan azade olarak bir yazı yazılabilir.
Yani bir Türk olarak, bu film üzerine bir yazı yazma
özgürlüğüm bulunmamaktadır. İnkar edilen bir olay üzerine çevrilmiş yasaklanmış
bir film üzerine yazı yazmak, elleri bağlı ve savunmasız bir insana vurmaktan
farklı olmaz.
*
Bu vesileyle Türkiye’nin sosyalistlerine bir çağrı.
Politikadan ve demokratik görevlerden kaçmak için, işçilere
bilinç götürmeyi; emekçi halkın sıkıntılarından bahsetmeyi; globalizme karşı
dünyanın bilmem neresindeki gelişmelerin ateşiyle ısınmayı falan bırakın artık.
Nasıl olsa işçiler ve halk sizi dinlemiyor. Ama başka bir şekilde işe
yarayabilirsiniz. Örneğin politik sonuçları olan kültürel ve kalıcı etkiler
bırakan çalışmalara yönelebilirsiniz.
Örneğin, Atom Egoyan’ın filmi faşistlerin gösterisiyle oynatılmıyor
mu? Bu filmin gösterilmesi için, “Ararat'ı
seyretme özgürlüğümü savunmayan devleti protesto ediyorum” diye filmin
oynatılması için kampanya başlatabilirsiniz.
Emin olun böyle bir şey yapmanın, yüz işçi grevi örgütlemek;
bin işçiyi sendikalı yapmak; on işçiyi sosyalist yapmak kadar sevabı vardır.
Bu filmin oynatılıp oynatılmaması üzerine, toplumda bir
tartışma başlatmanız, filimin oynatılması sağlanamasa bile, başlı başına bir zafer
olur.
Ya da örneğin, dedelerinizin, babalarınızın Ermeni - Süryani
katliamında, nerelerde ne yaptığını ifşa eden, alttan bir hareket
başlatabilirsiniz. Herkes tek tek ailesini araştırır, dedelerinin bu katliamlar
sırasında ne yaptığını; ailesinde bu katliamlardan gelen bir gayrımenkul, bir
servet, “ahretlik” türünden bir ev kölesi vs. olanlar bunları kamuoyu önünde
anlatıp, bu katliamı lanetleyebilir.
Ermeni, Süryani ve Rum katliamları, sürgünleri ve
mübadeleleri devlet ve ilk sermaye birikimini bu kanlı olaylarla sağlamış zengin
sınıflar tarafından inkar dilmektedir ama, sıradan halk bu katliamı ve somut
olayları bilmektedir. Bu halkın anlattıkları derlenerek, devletin ve egemen
sınıfların ve gerici Türk milliyetçilerinin inkarlarına karşı, aşağıdan bir
hareket başlatılabilir.
Hâsılı birçok şey yapılabilir. Sosyalistler, böyle çabaların
başını çekerlerse, tekrar altmışlı yıllardaki gibi, demokratik mücadelenin
önüne geçip, küçük güçlerine rağmen toplumun gündemini belirlemeyi
başarabilirler.
Yani sadece sevabı yok, politik bir işlev ve anlam da
kazandırır sosyalistlere.
Değmez mi böyle girişimlere.
04 Mayıs 2004 Salı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder