Aslında Marksizm’in ve sosyalist hareketin sorunlarını değil
de Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin kimi sorunlarını tartışmaya yönelik; Marksistlerden
ziyade liberallerin tartıştığı; ama adı hala Marksist geçmişin bir kalıntısı
olarak (kuyruk sokumu ya da kör bağırsak gibi) Marksizm olmaya devam eden, Devrici
Sosyalist İşçi Partisi’nin (DSİP) her yıl örgütlediği Marksizm etkinliğinin bu
yılki “en baba” konuşmacısı Terry Eagleton’du.
Bu “en baba” sözü kimseyi kızdırmasın.
Zamane ruhunun her şeye sinmişliği, zamane ruhuna en karşı
olduğunu düşünenlerin bile davranışlarında görülüyor ve onlar bu zamane ruhunun
taşıyıcıları olmaktan kurtulamıyorlar.
Sosyalizmin ruhundaki eşitlikçiliğin bir ritüel olarak bile
unutulduğu ve yok olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Örneğin HDP kongresinde protokol diye bir şey var. Adı
bilinenler ve vekiller en önde kendilerine ayrılmış yerlerde oturuyor;
konuşmacılar olarak sıradan bir üye gibi sıraya girip söz hakkı almadan
protokolde önceden uzun konuşmalar yapıyorlar ve bu hiç kimseyi rahatsız
etmiyor.
Aynı durumun bir başka versiyonu Marksizm 2014’ün afişinde
de görülebilir. En üstte “en baba” harflerle Terry Eagleton, Alex Callinicos ve Sırrı S. Önder, sonra daha küçükçe
harflerle Ahmet Ümit falan; ondan sonra da giderek küçülen harf sırasıyla diğer
konuşmacılar.
Eskiden sosyalistler, en azından afişlerde olsun kimseyi
kayırıyor durumuna düşmemek için, eşitlik ideallerinin bir sembolü veya
imgelerle ifadesi olarak, bir ritüel gibi olsun, böyle bir afiş yaptıklarında hepsini
aynı boyda ve örneğin soyadı veya adın baş harflerine göre yazarlardı.
Ama sadece biçimsel bir eşitlik bile gitmiş değil; özün
yerini biçim ve çarpıcılık, medyatik olma almış durumda. Örneğin sözüm ona Coca
Cola’yla alay etmek için yazılmış Anti-
Capitalista afişi bile Coca Cola’nın reklamını yapar durumda nesnel olarak.
“Reklamın kötüsü olmaz”, o renk ve harf karakteri Coca Cola’ya özdeşleştiği
için, sizin amacınız ne olursa olsun, oraya ne yazarsanız yazın, ona bakan
insanların aklına o an Coca Cola’yı düşürmüş olursunuz.
Eminim ki, akıllı bir Coca Cola “Manager”i, Coca Cola
imgeleriyle yazılmış bir Anti Capitalista afişinin adı ifşa edilmeyen “sponsor”u
olmayı üstlenebilirdi.
Aynı medyatik yaklaşım bizzat Terry Eagleton’un konuşması
ile ilgili olarak Marksist.org’daki haberin verilişinde bile var. “Marksizm 2014’ün ilk günü: Terry Eagleton’u
yüzlerce kişi dinledi” başlığıyla veriliyor haber.
Bir zamanlar kaç kişinin dinlediği değil, ne söylendiği
önemli olur ve başlığa o söylenenin özünü çıkarmak sorun olurdu.
Hatta iyi devrimci Marksistler, çok insan kendilerini
dinlemiş veya görüşlerine katılmışsa, “ya ben nerede yanlış yaptım ki insanlar
bu kadar çok ilgi gösterdi, gerçek devrimci fikirlere tarihin özel anları
dışında veya çok uzun zaman geçmeden kimse rağbet etmez. Şu an devrimci bir
yükseliş anı olmadığına, tarihin özel bir anında bulunmadığımıza ve buna rağmen
rağbet gördüğüme göre benim söylediklerimde bir sakatlık mı var?” diye düşünürlerdi.
*
Bu genel izlenimlerin akla taktıklarından sonra gelelim
Terry Eagleton’un konuşmasına.
Konuşmanın metni elimizde yok. Ama konuşma hakkında az çok
bir fikir verebilecek Eagleton’la yapılmış bir söyleşi http://www.marksizm.biz/soylesi/
adresinde var. Sanırım söyleşi biraz özensizce çevrilmiş ama yine de bir fikir
verir. Keza Eagleton’un konuşması kısa cümleler halinde http://www.marksist.org/haberler/14529-marksizm-2014un-ilk-gunu-terry-eagletoni-yuzlerce-kisi-dinledi
adreste de özetlenmiş.
Terry Eagleton’u dinlemeye biraz da, soru cevap kısmında belki
ona birkaç soru sorup kafasına birkaç soru işareti takabilirim diye gittim.
Çünkü en azından Eagleton hala hem Marksist olarak kalmaya
hem de Marksizm’i bir Marksist olarak eleştirip geliştirmeye çalışan birisi.
Öte yandan İrlandalı olarak Katolik bir ailede büyümüşlüğü;
bir Katolik okula gitmişliği; 60’lı yıllarda sol Katolik gruplarda çalışıp
teolojik makaleler yazmışlığı; sonradan uzunca bir süre Marksist edebiyat
kuramı ve kültür konularında yoğunlaşsa da son yıllarda tekrar dinle ilgili
konulara bir ilgi göstermeye başlamışlığı nedeniyle, milyonda bir ihtimal bile
olsa, bazı sorular onu tekrar bir şeyleri gözden geçirmeye veya başka bir ışık
altında bakmaya vesile olabilir diye düşünmedim değil.
Tabii böyle bir gözden geçirme çok zordur. Hem belli bir
doygunluğa uğramış bir entelektüelin kendinden memnunluğu içinde, kendi üzerine
kapanmışlığı nedeniyle; hem de Batılı ve Marksist bir aydının, kendini –biraz da
haklı olarak- üçüncü dünyalı birinden gelebilecek bir fikri ve eleştiriyi
ciddiye alma ihtimalinin sıfıra yakın olması nedeniyle.
Ne var ki, bir iki soru sorup düşündürmeye çalışma hevesimiz
kursağımızda kaldı.
Bütün diğer konuşmalarda, bir soru veya tartışma bölümü
olurken, Eagleton’da bırakalım tartışmayı bir yana, soru bölümü bile olmadan
konuşma yapıldı ve toplantı bitti. Belli ki Eagleton bizlere öğretmeye
gelmişti, tartışmaya değil.
*
Dünyadaki bütün diğer Marksistler gibi, Eagleton’un da temel
sorunu Din ve Tanrı kavramlarını birer sosyolojik olgu olarak ele alıp tartışmaması;
onları Aydınlanma’nın onlara yüklediği anlamıyla tartışması ve aslında modern
toplumun dininin yeniden üretilmesine hizmet etmesiydi.
Din ve Tanrı kavramlarının aynı kavrammış gibi ele alınması (çünkü
tanrısız dinler de vardır, Budizm, Taoculuk vs. gibilerin yanı sıra bizzat
Modern toplumun dini öyledir) çok sorunlu olmakla birlikte, Marksistlerin esas
sorunu, Tanrıyı epistemolojik veya metafizik bir sorun veya olguymuş gibi
ele alınmalarıdır.
İkinci büyük sorun, Din kavramının farklı anlamlarının
birbirinden ayrılmamasıdır. Dolayısıyla din kavramının sosyolojik anlamı
üzerine düşünülmüş olmamasıdır.
Eagleton’daki bu yanlışları göstermek çok kolay.
Örneğin son kitaplarından birinin adı: Akıl, İnanç ve Devrim (Reason,
Faith, and Revolution: Reflections on the God Debate)
Hemen görülebileceği gibi bu başlıkta “inanç” (ki Tanrı veya Din anlamında kullanılmaktadır) Akıl ile
zıtlık veya ilişki içinde koyulmaktadır. Yani tanrı veya din akıl gibi epistemolojik bir kavram olarak ele
alınmaktadır.
Ama tam da tanrıyı veya dini epistemolojik bir kavrama
indirgemenin ve bu zıtlık içinde koymanın kendisi modern toplumun dininin bir
özelliğidir.
Tanrı veya Din epistemolojik bir olgu değil, sosyolojik bir
olgudur ve sosyolojik olarak ne olduğunu sosyolojik olarak açıklamak gerekir.
Klasik Marksizm Din’i bir yandan, Aydınlanma gibi Hukuki ve/veya
Epistemolojik bir kategori olarak ele alır; diğer yandan sosyolojik bir
kategori olarak ele aldığında ise onu sadece bir parti olarak, sınıf mücadelesi
boyutuyla ele alır.
Ancak Din’in (ve/veya Tanrı’nın) bir de Sınıfsız toplumlarda bile bulunan bir
başka gerçekliği daha vardır: Bir toplumun sınırlarını
çizmek ve tüm ilişkileini düzenlemek. Yani bir toplumun üstyapısı aslında
Din’dir. Din üstyapının bir unsuru değildir.
Din’in esas sosyolojik karşılığı budur.
Eagleton ise, dünyadaki bütün Marksistler gibidir. Ama bir
küçük farkı da yok değil. O Din’i sadece üstyapının bir unsuru gibi ele
almamakta, onu da üstyapının içinde kültürün bir unsuruna indirgemekte ve
kültürün bir unsuru olarak onu kısmen sınıflar mücadelesinin kavramlarıyla da
çiftleştirerek böylece Marksist kökenleri ile Kültür sosyologu olarak akademik
kariyeri arasında bir bağlantı kurmaya çalışmaktadır.
*
Din’in sınıfsız toplumlarda da olan bir toplumun sınırlarını
ve ilişkilerini düzenlemek olduğu, yani aslında bir toplumun üstyapısı, onun
somut ifadesi olduğu görüldüğünde, tıpkı üstyapısız bir toplum olamayacağı
gibi, dinsiz toplum olamayacağı; din kavramının kendisinin de dinsel olduğu;
modern toplumun dininin din kavramına yüklenen anlamlarla şekillendiği; din kavramının
kendisinin modern toplumun dininin sınırları ve ilişkileri düzenlemesinin bir
aracı olduğu gibi sonuçlar hemen ortaya çıkar.
Tabii buna bağlı olarak felsefe ve akıl veya bilim gibi
kavramların da modern toplumun dinin kavramları olduğu; Marksistlerin aslında
bu kavramlarla çalıştığı; yani Felsefe ve Bilim’i de sosyolojik olarak değil;
epistemolojik kavramlar olarak tanımladıkları ve kullandıkları; dolayısıyla
modern toplumun dininin kendini üretmesinin birer aracı oldukları ortaya çıkar.
Böylece neden 19. Yüzyılda Aydınlanma; 20. Yüzyılda
Ulusçuluğun yayılmasının sosyalistler ve Marksistler aracılığıyla
gerçekleştiğinin mekanizması da daha anlaşılır ve Marksist’çe açıklanabilir
olur.
Felsefe ve bilim de epistemolojik değil, sosyolojik olarak
ele alınmalı ve tanımlanmalıdır. Çünkü onların epistemolojik kategoriler olarak
ele alınmasının kendisi modern toplumun dininin bir özelliğidir.
Bu temel yanlış, (ki klasik Marksizmin temel yanlışıdır ve Marksizmin
bunalımının temelinde bulunmaktadır. Tam da bu nedenle Marksizm'in bir ulus
teorisi, bir üstyapılar teorisi yoktur. Buna bağlı olarak da çağımızın hiçbir sorunu
hakkında doyurucu bir alternatif ve program sunamamaktadır.) Eagleton’un da tüm
konuşmasının ve kavramlarının ardındaki temel yanlıştır. Gerisi ona özgü, çoğu
kez İngiltere’nin entelektüel hayatı ve onun biyografisiyle ilgili (Katolik
okullar, Marksizm, Edebiyat ve Kültür alanında uzmanlaşma) ayrıntılardır.
*
Eagleton’un konuşmasındaki bütün Din ve Tanrı kavramları
incelendiğinde, onun Din ve Tanrı’yı tam da aydınlanmanın bu kavramlara
yüklediği anlamda kullandığı görülmektedir.
Tabii kendisi aynı zamanda edebiyattan kültür sorunlarına da
geçtiği için; dini popüler kültürün bir fenomeni gibi ele alma eğilimi
göstermekte ve dini kültürel bir kavrama indirgemektedir.
Tabii Din’i kültürel, hele popüler kültürün bir olgusu gibi
ele almak, kimi espriler yapıp dinleyicileri güldürmeyi ve kıvrak bir zekâ
gösterisi yapmayı mümkün kılsa da aslında o karşı çıkılan “kültür”ün yeniden üretilmesinden
başka bir amaca hizmet etmezler. Tıpkı Coca Cola harfleriyle ve renkleriyle
yazılmış Anti Capitalista sloganı gibi.
Onun dini bir popüler kültür olarak ele aldığı ve başkalarını
böyle ele almadıkları noktasından eleştirdiği şu sözlerde açıkça görülebilir: “Din, en uzun süreli popüler kültür
biçimidir. Buna rağmen hiç bir kültürel çalışmalar dersinde dini bulamazsınız”
Din’i popüler kültürün
bir biçimi olarak ele almak, onu hiç anlamamak demektir. Hele “popüler kültürü” en uzun süreli diyerek tüm tarihe yaymak ve modern olmayan
toplumları da kapsatmak, sadece dini değil, “popüler kültürü” de hiç anlamamak
demektir. Çünkü Tarihte “popüler kültür” yoktur.
*
Din’i Kültürel bir olgu olarak tanımlamanın kendisinin çok
temel bazı sorunları vardır. Bizzat kendisi bile konuşmasının son bölümlerinde
Kültür’ü edebiyat, sanat anlamında kullanıyordu. (Marks’a emeğin yok olduğu
Komünist Toplumla ilgili göndermeler yaptığı yerlerde örneğin.)
Kültür birçok farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Ama çok
kesinleşmiş ve konumuz bakımından önemli iki anlamına bakabiliriz.
Kültür, toplumdan önce vardır. Öğrenilebilen ve öğrenilerek
aktarılabilen; içgüdüsel veya genlerle aktarılabilir olmayan her şey kültürdür.
Bir çocukluk geçiren, oynayan ve öğrenen bütün canlılarda Kültür’ün tohum
biçimleri vardır.
Kültür’ün biricik doğru sosyolojik tanımı budur.
Bu bakımdan Kültür Din’den yani Toplum da Din ile birlikte
ortaya çıktığından toplumdan önce de vardır.
Ama Eagleton Kültür’ü bu anlamda kullanmamaktadır. Biraz güzel
sanat, edebiyat, biraz da politik olmayanlar anlamıyla, bunların bir bileşkesi
anlamında kullanmaktadır.
Ne var ki, Kültür’ü politik olmayan olarak tanımlamanın ve
nelerin politik olmayan olarak tanımlanacağı da politik bir tartışma ve
mücadelenin konusudur.
Din’i politik olmayan olarak tanımlayan ve özele iten ve bu
böyle tanımlayabilmek için, özel ve politik ayrımı yapan modern toplum, aslında
Kültür’ü de politik olmayan olarak tanımlayarak, din gibi ele almış olur.
Böyle yapılmasının nedeni ise aslında gerici bir ulusçuluğa
göre şekillenmiş bugünkü ulusal devletler yapısını; kültür (politik olmayanın)
alanını genişleterek, yaşatma ve esnetme çabasından başka bir şey değildir.
Son yıllarda çok yaygın post modernizmin alâmetifarikası
kimlik ve çok kültürlülük (çünkü kimlik de kültürel bir fenomen olarak
tanımlanmaktadır) tanımları; aslında nelerin kültür (politik olmayan) olarak
tanımlanacağının belirlenmesi; modern toplumun dininin ve onun en gerici biçimi
olan dile, dine, vs. dayanan ulusçuluğun bir reforme etme ve esnetme
denemesinden başka bir şey değildir. Çünkü bu tanımlamanın kendisi (yani
nelerin politik olmayan, kültürel olarak tanımlanacağı sorunu) sosyolojik (analitik)
değil; hukuki (normatif) bir tanımlama girişimidir; toplumu anlama değil
düzenleme girişimidir.
Modernizm, Dini özel ya da politik olmayan olarak
tanımlarken, post modernizm Kültür’ü özel ya da politik olmayan olarak tanımlar
ve dini de kültürün bir unsuru olarak politik olmayan içinde tutar.
Ama ceza suçun cinsindendir. Tam da bu nedenle, modern
toplumun dini içindeki muhalefetler; tam da özel ve politik ayrımına
dayandıkları için, genellikle ulusu ve politik olanı din bayrağı ile
tanımlayarak, bütün bu çabayı boşa çıkarırlar.
Tabii burada karışıklığı yaratan Din kavramının farklı anlamlarıdır. Modern toplumun dini, özel politik ayrımını yapıp, dini de özel olarak tanımlar. Bu dinin içindeki muhalefet de, bu ayrımın kendisini sorgulayamaz bütün partiler gibi; ayrı bir din kuramaz; var olan dinin paradigmaları içinde farklı çıkar ve konumları savunmaya çalışır. Bu ayrıma dayandığı için; bu sefer politik olanın din ile tanımlanması; yani bu ayrımın kabul edilerek ama politik olanın dinle tanımlanması, direnişin ifade biçimlerinden biri olur.
Tabii burada karışıklığı yaratan Din kavramının farklı anlamlarıdır. Modern toplumun dini, özel politik ayrımını yapıp, dini de özel olarak tanımlar. Bu dinin içindeki muhalefet de, bu ayrımın kendisini sorgulayamaz bütün partiler gibi; ayrı bir din kuramaz; var olan dinin paradigmaları içinde farklı çıkar ve konumları savunmaya çalışır. Bu ayrıma dayandığı için; bu sefer politik olanın din ile tanımlanması; yani bu ayrımın kabul edilerek ama politik olanın dinle tanımlanması, direnişin ifade biçimlerinden biri olur.
Yani dinin yükselişi gibi görülen aslında modern toplumun
dininin içindeki partilerin o dinin kategorileriyle ortaya çıkışlarından başka
bir şey değildir.
Eagleton bunu anlamamakta, konuyu bir kültür sorunu olarak
ve üzerine sınıf mücadelesi sosu dökerek açıklamaya çalışmaktadır. Ama dini (ve
post modernizmi) bir kültürel fenomen olarak tanımlayarak, tam da post
modernizmin bu özelliğini paylaşıp, onu yeniden üretir.
Bu post modernizm ile polemiği içinde orijinal olarak nitelenebilecek
yanı; post modernizmi de kültürel bir fenomen olarak tanımlaması ve dini de
kültürel bir olgu olarak tanımlayınca din ve post modernizmi eşitleşerek
birbirine karşı konumlandırması; post modernizmi de din gibi ele almasıdır.
Bütün konuşmaya zaten bu ikili zıtlık damgasını vuruyordu.
Örneğin: “Uzun süre
Tanrı'dan kurtulmaya çalıştıktan sonra, Batı'da postmodern kültür keşfedildi”
Veya
“İroniktir ki,
postmodern kültür yerleştiği anda, iki tane uçak ikiz kulelere çakıldı."
*
Eagleton’a neler sormak isterdim?
Çok basit ve sade sorular:
Din’i İnanç anlamıyla ele alıyorsunuz. Acaba inanç diye bir
sosyolojik kategori var mı?
Din’i inanç olarak ele almanın kendisi sosyolojik olarak
nedir?
Din Kültürel bir olgu mudur?
Eğer öyle ise, bu anlamda Kültür’ü nasıl tanımlıyorsunuz?
Din’i Kültürel bir olgu olarak ele almanın ve öyle
tanımlamanın sosyolojik anlamı ve açıklaması nedir?
Marksizm'in bir Din teorisi var mıdır?
Eğer var ise, Din’in sosyolojik (Marksist) bir tanımını
birkaç cümleyle olsun yapar mısınız?
*
Bu soruları sorsam, hiç bir şey bilmeyen birine kimi
alfabetik bilgileri tekrarlama durumunda mı olurdu? (Genellikle Batılı
Marksistler ve entelektüeller farkında bile olmadıkları incelmiş bir ırkçılıkla
öyle davranırlar.)
Yoksa “Hıristiyanlığın da bir karşı devrime uğradığı”; “Dawkins
gibilerin yaradılış tartışması yaparken yaradılış hikâyesinin dünya üzerinde
yaşamın çıkışıyla ilişkisi olmadığını anlamadığı” gibi akıllıca ve üzerine düşünüldüğü
belli olan kimi önermeleri de olan bir Marksist olarak, Aydınlanma’nın ufku
dışına çıkmaya çalışarak biraz düşünmeye ve sorgulamaya başlayabilir miydi?
Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.
Demir Küçükaydın
17 Nisan 2014 Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder