18 Nisan 2014 Cuma

“Vicdani Red” Panelinde Siyaset, Örgütlenme ve Militarizm Üzerine


(Bu metin, Cezayir’de yapılan “Vicdani Red, mecburi askerlik, askeri yargı, TCK 318 ve Militarizm/Anti-militarizm bilmek sormak istediğiniz her şey” başlıklı panelde zaman darlığı nedeniyle kısaca yapılmaya çalışılmış  sunumun daha geniş ve gözden geçirilmiş biçimidir. 18.04.2014)

Yanlış Anlaşılmaya Karşı Ön Açıklama

Aşağıda söyleyeceklerimin yanlış anlaşılmamasını dilerim.
Amacım sadece yaptıklarımıza biraz daha geniş ve tarihsel çerçeveden bakmayı sağlamaktır. Tarihsel anlamını bilerek geniş bir perspektiften bakış, bizleri büyük beklentilerden ve hayal kırıklıklarından korur. Daha az umutlu ve beklentili, daha kanaatkâr, yenilgiler karşısında daha az daha az yılgınlığa ve umutsuzluğa kapılan; başarıların yol açtığı hiç beklenmeyen sonuçlar karşısında da hayal kırıklığı yaşamayan; daha uzun soluklu bir mücadele yürütmemizi sağlar.

Örneğin işçi grevleri ve hatta kazanımları, (ki büyük çoğunluğu yenilgiyle sonuçlanır) son duruşmada kapitalistleri nispi artık değer oranını arttırmaya; yani daha modern teknik kullanmaya zorlayarak; dolayısıyla emek üretkenliğini arttırarak, hem o ülkenin mallarının dünya pazarında rekabet gücünü arttırmasına yol açar; hem de kapitalizme bir canlılık, kendini yenileme gücü; esneklik, daha katlanılırlık kazandırır.
Ama böyle oluyor diye, işçilerin grevlerini örgütlememek; onları bu mücadelelerinde desteklememek gerektiği gibi bir sonuç çıkarılamaz ve çıkarılmamalıdır.
Esas büyük kazanç, uzun vadede, bu mücadelelerin insanlarda yaptığı küçük ama derinden değişikliklerdir.

Tarihsel Anlam ve İşlev ve Bizlerin Yüklediği Anlam ve İşlev

Bizlerin kendi yaptıklarımız ve yapmak istediklerimizi nasıl tanımladığımız ile onların nesnel toplumsal ve tarihsel işlevleri arasında çoğu kez bir fark bulunur.
Marks’ın deyişiyle nasıl bir kimse veya bir devir, kendi hakkında söyledikleriyle değerlendirilemez ise, bir hareket, bir örgüt vs. de benzer şekilde kendi hakkındaki değerlendirmesiyle değerlendirilemez.
Aktörlerin yaptıklarına ve yapmaya çalıştıklarına, hem içeriksel, hem zamansal, hem de mekânsal olarak, geniş bir perspektiften bakmaya çalışmaları, Tarihsel Anlam ve İşlev ile Bizlerin Yüklediği Anlam ve İşlev arasındaki makasın biraz olsun kapanmasını sağlayabilir.
Bu makasın ne kadar açık ve 180 derece zıt olabileceği hakkında bir fikir verebilmek için birkaç örneği hatırlatmak istiyorum.

Ulus, Ulusçuluk ve Marksistler

Biz sosyalistler ve özel olarak da Marksistler, neredeyse iki yüz yıldır, ulusçu olmadığımızı; ulusçuluğa karşı olduğumuzu; ulusların kardeşçe yaşadığı bir dünya istediğimizi söylemiş bunun için mücadele etmişizdir.
Ancak bizlerin öznel niyetleri ve kendimiz hakkındaki değerlendirmelerimiz ötesinde nesnel olarak tarihsel işlevimizin ne olduğuna baktığımızda şunu görürüz: Sosyalistler ve Marksistler, ulusçuluğun, hatta bunun en gerici biçimi olan, bir dile, dine dayanan ulusçuluğun tarihsel zafer yürüyüşünün araçları olmuşuzdur ve fiilen ona hizmet etmişizdir.
Ulusçuluk ve onun sonucu olan ulusal devletler bugün tüm yeryüzünü bir karış bile toprak bırakmamacısına fetih etmiştir. Bu gerçek, tarihte daha önce bir benzeri görülmemiş bir zaferdir. Hiçbir din, hiçbir düzen ya da imparatorluk tüm yeryüzünü ele geçirememiştir. Birkaç uygarlık alanını fethedebilmiş, en başarılı olmuş, İslamiyet bile ancak, Akdeniz-Ortadoğu, İran ve Hint alt kıtasının bir bölümünü ele geçirebilmişti. Tüm dünyaya egemen olmayı tarihte ilk başaran, uluslar ve ulusçuluktur.
Bu muazzam zaferin nasıl gerçekleştiğine baktığımızda ise şunu görürüz: bu zafer, ulusçuluğa karşı olduğunu söyleyen, kendilerini enternasyonalist olarak tanımlayan sosyalist ve Marksistlerin omuzlarında, onların büyük çabaları ve fedakârlıklarıyla gerçekleşmiştir.
Yirminci yüzyılın başından beri oluşmuş ulusal hareketlerin ve ulusların neredeyse hepsini sosyalistler ve Marksistler oluşturmuştur. Birinci Dünya Savaşı öncesindeki örneğin Osmanlı topraklarındaki ulusal hareketlerin çoğunun öncüsü ve örgütleyicisi de yine kendilerine sosyalist diyenlerdi. Çok bilinen bir örnek, Ermeni Hınçak ve Taşnak partileridir. Bu partilerin her ikisi de kendilerini sosyalist olarak tanımlıyorlar ve farklı sosyalizm anlayışları için aralarında mücadele ediyorlardı ama her ikisi de aslında Ermeni ulusal hareketinin iki farklı kanadından başka bir şey değildiler.
Ekim Devrimi, Rusya’nın Afrika’sı olan neredeyse bütün Sibirya ve Orta Asya’daki hakları uluslar olarak bölüp örgütledi. Bolşeviklerin yaptığı, Fransız veya İngilizlerin Afrika’da yaptıklarından pek farklı değildi. Sonuç da farklı olmadı. Bugünkü Orta Asya uluslarını yaratanlar, komünistlerdir.
Marksistler nerede bir ulusal hareketin başında bulundular veya bu hareketi örgütledilerse ancak orada başarılı oldular. Çin’den Vietnam’a, Yugoslavya’dan Fransa veya İtalya’ya kadar (örneğin İkinci Dünya Savaşı’nda işgalci Hitler ordularına karşı ulusal savaşı ve direnişi örgütlemek) bu hiç şaşmaz.
Geleceğin tarihçisi muhtemelen bunu çok daha açık olarak görüp yazacaktır ama bugün bulunduğumuz yerden baktığımızda bile sosyalistlerin, Aydınlanma’ya karşı bir karşı-devrime de tekabül eden ulusçuluğun dünya çapındaki zafer yürüyüşünün ve eski toplumların yerini modern ulusal devletlerin almasının esas olarak sosyalist partiler aracılıyla gerçekleştiği çok açıktır.
Yani Marksistlerin ve sosyalistlerin nesnel tarihsel ve toplumsal işlevi onların kendilerine atfettiklerinin tam 180 derece zıddıdır.

68 Hareketi

Bir başka örnek olarak benim de içinde yer aldığım 1968 hareketinden söz edilebilir.
68 hareketi kapitalizme karşı hedefler ve sloganlarla başlamış ve yükselmişti. Marks, Lenin, Rosa, Che, Marcuse gibileri bu devrimci yükselişin ikonlarıydılar. 68 Hareketi elbette pro Sovyet bir hareket değildi ve hatta Sovyetlerin düşmanca tavırlarıyla da karşılaşırdı, ama o bunu bile biraz aile içi geçimsizlik gibi görür; oklarını esas olarak Sovyetlere değil, Amerika’ya ve diğer kapitalist devletlere ve buraların egemen sınıflarına yöneltirdi.
Ancak bugün baktığımızda, 68’in nesnel tarihsel işlevinin, Batı’da, özellikle de gelişmiş kapitalist ülkelerde, 19 yüzyılın siyasi ve toplumsal yapılarına dayanan ve gelişmiş bir kapitalizmin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak; onu boğan kurumların kaldırılması veya değiştirilmesinin aracı olduğunu görürüz.
Hatta bugün şunu bile söylemek mümkündür: Sovyetleri ve “Sosyalist Ülkeler”i sanılanın aksine Reagan’ın uzay savaşı projeleri değil; 68 hareketi çökertmiştir.
Duvar’ın yıkılışından sonra Doğu Avrupa’ya gidip görenler varsa orada zamanın altmışlarda durduğu gibi; buzdolabına konmuşluğu gibi bir duyguya kapılmadan edemezlerdi. Çünkü oralarda 68 yaşanmamıştı.
Sovyetleri çökerden, Avrupa ve Amerika’da yaşanan 68 yükselişidir; bu yükselişin kapitalizme kazandırdığı esneklik ve dinamizmdir.
Yani kendi öznel niyet ve amaçlarından öte, 68’in nesnel işlevi “sosyalist” denilen bürokratik diktatörlükler karşısında kapitalizmin tarihsel bir zafer kazanmasının aracı olmasıdır.

Yeni Sosyal Hareketler

68’le çok bağlı olan Yeni Sosyal Hareketler, yani sınıflar gibi, iktisadi ilişkiler içindeki konumlardan ve çıkarlardan değil; kapitalizmin işleyişiyle doğrudan ilişkisi olmayan konumlanmalardan kaynaklanan, kadın hareketi, LGBTİ hareketi, siyahların hareketi, ulusal ve dinsel baskıya karşı hareketler, ekoloji ve barış hareketi gibi hareketler vs. son duruşmada, kapitalizmin genel ve tarihsel eğilimlerine daha uygun bir kapitalist sistem oluşturma çabalarından başka bir anlam taşımamışlardır.
Bunların başarıları daha mükemmel ve Marks’ın Das Kapital’de analiz ettiği kapitalizme daha yakın bir kapitalizmden başka bir sonuç vermezler ve vermemişlerdir. Kapital’in tükenmeyen tazeliği ve Kapitalizmin muazzam esnekliğinin nedeni tam da aynı olgunun iki görünümünden başka bir şey değildir aslında.
Yeryüzünden her türlü ulusal, ırksal, cinsiyetçi vs. baskı ortadan kalktığında kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmaz; aksine daha saf, ideal bir kapitalizm olur, geçmişin kamburlarından arınmış olur. İnsanlar cinsiyetsiz olsaydı veya solucanlar gibi erselik olarak üreselerdi; bu kapitalizm ve değer yasasının işleyişinde en küçük bir değişmeye yol açmazdı.
Bu mekanizmanın özü tam da kapitalist sömürünün temelinde bulunan işgücü denen metaın temel özelliği ile ilgilidir. İşgücü denen metaın maddi ve manevi özellikleri (kadın veya erkek olması; cinsel tercihinin şöyle ya da böyle olması; siyah veya beyaz olması; Müslüman veya Hıristiyan olması; Liberal veya Anarşist olması vs.) onun kullanım değerinin özünü oluşturan artı değer üretme; yani tüketiminde kendisinin üretiminden daha büyük bir değer üretme özelliğinde en küçük bir değişmeye yol açmaz. Yani bu değişimler, kapitalizmin işleyişini en küçük ölçüde bile rahatsız etmezler.
Bu anlamda, Yeni Sosyal Hareketler de çoğu kez kapitalizm karşıtı sloganlarla mücadelelerini sürdürmelerine rağmen aslında kapitalizmin daha mükemmelleşmesinin; tarihsel yürüyüşünü yenilenerek sürdürmesinin basit araçlarından başka bir tarihsel ve sosyal işlev görmezler ve görmemişlerdir.
Hatta Almanya gibi ülkelerde, Alman burjuvazisinin hareket alanını ve uluslararası pazardaki rekabet yeteneğini arttırmasının aracı olmuşlardır. Bir J. Fischer, Yeşiller’den Dışişleri Bakanı olmasaydı, Almanya’nın Balkanlara müdahaleleri; Alman Askerlerinin dünyanın başka yerlerine yollanmaları bu kadar kolay olmazdı. Yeşiller Hareketi yüksek ekolojik standartlar getirmeseydi, Alman malları bu son krizde Dünya pazarında bu kadar çok alıcı bulamayabilirdi.

Bir Başka Örnek: Spor

Tarihte Spor yoktur. Spora benzeyen bedensel hareketler Spor değildir.
Kapitalizm öncesinde yarışma yoktur. Yarışma gibi görülen bugün spor (olimpik yarışlar) dediğimiz hareketler, aslında kabileler arasındaki çatışmaları, Davut ve Golyat hikâyesinde olduğu gibi, kabilelerin tüm üyelerinin topyekûn savaşıyla değil, onlardan temsilcilerin savaşıyla sonuca bağlama, her iki taraf için de asgari bir kayıpla kapatma girişimleridir ve toplum için yapılırlardı.
Bir yarışma özelliği görülmeyenler de bedenin sağlığı için değil; ruhu eğitmek; yani topluma daha yararlı olabilmek için yapılırlardı.
“Uzak Doğu sporları” denenler de özünde, oradaki tanrısız dinler içindeki ezilenlerin direnişlerinin partileriydiler ve egemen sınıfların gücüne karşı, onların gücünü onlara karşı kullanma sanatının öğrenildiği politik partilerdiler ve yine aynı şekilde bedenin değil, ruhun eğitimi için yapılırlardı.
Özetle, bugün bizlerin spor dediklerimiz, kapitalizm öncesi toplumlarda ruhu eğitmenin, toplum için daha yararlı olmanın ritüelleri ve araçlarıydılar, yani toplum için birer ibadettiler.
Peki, bizler bugün işten çıkıp spor yapma merkezlerine gittiğimizde, (ya da “kapitalizm futbolu ticarileştirdi, kitle sporu yapalım” falan dediğimizde, bunun olduğunu varsaysak bile) kendimizin sağlıklı yaşadığını düşünür ve bunun için spor yaparken nesnel olarak ne yapmış oluyoruz?
Aslında işgücünün yeniden üretiminin sosyal masraflarını azaltıp, bunları kendimiz gönüllü olarak üstlenip, kar oranlarını arttırmış olmaktan başka bir şey yapmış olmayız.
Ama sadece bu kadar da değil. Aslında bizler de ibadet etmekteyizdir. Ama toplum için ve ruhumuzu eğitmek için değil; işgücümüzü yeniden üretmek için, yani son duruşmada sermaye için.
Yani bugünkü spor dediğimiz, “sağlıklı yaşam” falan dediğimiz faaliyetlerin hepsi, nesnel olarak, sermayeye birer ibadetten başka bir şey de değildirler. İbadet ettiğimizi bilmeden, kendimizi dinsiz laikler olarak tanımlayarak ama aslında nesnel olarak sermayeye ibadette kusur etmeyen sofular olarak.
Yani eylemlerimizin nesnel tarihsel ve toplusal anlamıyla bizlerin onlara yüklediği anlam arasında böyle korkunç uçurumlar bulunabilir. Bizler tarihsel sürecin basit piyonları olmaktan başka bir işlev görmeyiz.

Vicdani Red (ve post modernizm)

Bu örneklerden sonra, genel olarak Vicdani Red’din bir hak olarak tanınmasının bunun uğrana mücadelelerin de benzer çerçevede değerlendirilebileceğine dikkati çekmek istiyorum.
Modern toplumsal ilişkiler ve bunlara uygun üstyapının oluşması ve değişimlerini gözlemlediğimizde gördüğümüz genel eğilimler uyarıcı olabilir. Örneğin bu bağlamda, modernizmin ya da Aydınlanmanın, okuma yazmanın ve standart tek bir dilin genelleşmesi ve genel askerlik hizmeti ile paralelliği; buna karşılık post-modernizmin ana dili öğrenme hakkı, kültürel ve dil çeşitliliğinin yüceltilmesi ile vicdani Red ve profesyonel ordulara geçiş paralelliği belki açıcı olabilir.
Okuma Yazma ve Dil
Bir zamanlar kimsenin okuma yazması yoktu; sonra bazılarının okuma yazması vardı. Modern toplumda ise herkesin okuma yazması vardır veya olmalıdır.
Benzer şekilde bir zamanlar diller bugünkü gibi standartlaşmış değillerdi. Birkaç yüz kilometrede bir, hatta bazen bir vadiden diğer vadiye diller değişiyordu. (İtalya’da dil birliği bile örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Televizyonun yaygınlaşmasıyla oluşabilmiştir. Fransız ihtilalı olduğunda Fransızların yüzde onu Fransızca konuşuyordu.)
Sonra büyük imparatorluklar, en azından idari sistemin yürüyeceği; imparatorluğun egemen olduğu alanlarda bürokrasinin kullanacağı bir dil ve yazı ihtiyacıyla karşılaştı. Belli bir standartlaşma oldu ama genellikle bu dil ve yazıların geniş kitlelerin kullandığı dille bir ilgisi bulunmuyordu. (Sümerce, Latince, Farsça, Arapça, Osmanlıca vs.)
Fransız devrimi olduğunda Fransa’nın %10’u Fransızca konuşabildiği ve okuma yazma ancak çok küçük bir azınlığın bildiği bir şey olduğundan, bu dillerin farklılıkları ve okuma yazma bilmeme, demokrasinin ki ona o zamanlar Cumhuriyet deniyordu, yani halkın kendi kendisini yönetmesinin önündeki en büyük engel olarak görülüyordu. Bu engeli aşmak için herkesin bildiği ve kullandığı ortak bir “resmi dil” ve okuma yazmanın genelleştirilmesi (zorunlu ilk eğitim vs.)  o topraklarda yaşayanların kendilerini yönetebilmeleri; halk iradesinin oluşmasının olmazsa olmaz gerekleri olarak görülüyordu.
Örneğin o zamanlar zorunlu bir ortak dil, lehçe farklarının yok edilmesi, hatta diğer dillerin hem ekonomik ilişkilerin kendinden işleyişiyle hem de devletin ve eğitimin baskısıyla ortadan kaldırılması vs. insanlara fazla baskıcı tedbirler olarak görülmüyor ve hatta insanlar kendileri büyük ölçüde böyle olmasına çalışıyorlardı. Ve bu da eski toplum karşısında gerçekten muazzam bir devrimci dönüşüm anlamına geliyordu.
(Türkiye’deki “Köy Enstitüleri” veya Cengiz Aytmatov’unki gibi idealist “Öğretmen Duyşen”ler,  taşradaki gericiliğin saldırılarına maruz kalırlarken, aslında kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun bir sistemin oturmasının basit araçları olmaktan başka bir işlev görmüyorlardı.)
(Bu arada şu farkı not edelim. Dile dayanan bir ulusçuluk ile birlikte, bu demokrasinin ihtiyacı olarak standart dil ihtiyacı, gerçek devrimci ve eşitleyici anlamını yitirip; başka dilden olanların baskı altına alınmasının, eşitsizliğin bir aracı haline de gelmiştir. Böylece belli bir dil, politik olanı bir dille tanımlamanın (ulusçuluğun gerici biçimi) aracına dönüştüğünde; bu aynı zamanda kapitalizmin ihtiyacı olan standartlaşma ve okuma yazmanın yaygınlaşmasının da bir aracı olduğundan, ikisi bir arada gerçekleştiğinden, standart bir dil ile ulusu bir dille tanımlamanın farkı ve bunun aslında bir karşı devrime de tekabül ettiği görülemedi.)
Bugün ise, dilde standartlaşma neredeyse bütün ulusal devletlerde tamamlanmıştır; okuma yazma büyük ölçüde genelleşmiştir. Bu koşullarda bir yandan dünya çapındaki işgücü göçleri; diğer yandan belli bir dille tanımlanmışlığa karşı kimi ulusal direnişler; globalleşme; teknikteki muazzam değişiklikler (Örneğin Google ile hemen bir metni az çok anlaşılır biçimde çevirebilme) sonucu bir zamanlar ulusun kendini yönetebilmesinin bir aracı olarak görülen standartlaşmış bir dil ve genel okuma yazmanın yerini; ana dilini de öğrenme hakkı; çok kültürlülük; standart bir dilin ve kültürel standardizasyonun akıl ve ahlak dışı bulunması gibi bir yaklaşım almış bulunuyor.
Globalleşme ve ulus devletlerin fiilen belli bir standartlaşma sağlamış olması eski biçimleri giderek akıl dışı ve katlanılmaz kılmaktadır. Engels’in de dikkati çektiği gibi, bir olgu tarihsel olarak ömrünü doldurduğunda, insanlara akıl ve ahlak dışı görünmeye başlar.
Aslında ulusların ve ulusal devlet ve sınırların iyice akıl ve ahlak dışı olduğu günümüzde; çok kültürlülük gibi; ana dilin de öğrenilmesi bunun bir insan hakkı olduğu gibi sloganlar ve mücadeleler öne çıkmaktadır ve bunlar ulusal devletleri yaşatmanın ve onu esnetmenin bir aracıdırlar.
Bu mücadeleleri verenler aslında tıpkı bir zamanların okuma yazmayı ve standart bir dili yaygınlaştırmaya çalışan “Öğretmen Duyşen”lerinin verdiği mücadele gibi bir mücadele veriyorlar ama tam da onlarınkinden tamamen farklı ve hatta zıt sloganlarla.
Ama bunu yaparken, aslında ulusal devletlere ve sınırlara karşı bir mücadelenin yerine ulusal devletlerin yaşamasının, esnemesinin araçları oluyorlar.
Bu anlamda tarihsel işlevlerinin bir zamanların “Öğretmen Duyşen”leri kadar bile ilerici (ezilenlerden yana) olmadığı söylenebilir.
Post modernizm, ya da post modernite, ulusların ve ulusal devletin aslında kapitalizmin bugünkü ihtiyacına uygun bir şekilde esnetilmesinin bir ideolojik hazırlığından; bunun da bir yenilgi döneminin ruhuyla ve burjuva uygarlığının kriziyle çakışmasından başka bir şey de değildir.
Ordu ve Askerlik
Ordu ve askerlik konusu da tıpkı okuma yazma ve standart bir dil gibidir ve aslında onunla yakın ilişki içindedir.
Düzenli ordu ve genel askerlik hizmeti, 18 yüzyılın, şövalyelere veya ücretli askerlere dayanan; üretici ve yoksul halkın (esas olarak çitçiler ve zanaatkârlar) herhangi bir şekilde silah taşımasının yasak olduğu ve silahı nasıl kullanacağını bilmediği orduları karşısında, o zamanlar neredeyse kocaman bir köylüler denizinden oluşan Fransa’nın bütün köylülerinin birer yurttaş haline getirmesi, bu yurttaşların silahlandırması ve eski dünyayı tasfiyesinin aracıydı.
Zorunlu ve genel askerlik, o zamanlar, tıpkı okuma yazmanın genelleşmesi veya standart ortak diller gibi gerçekten muazzam bir devrimci işlev görüyordu. Hatta Türkiye’deki “Ali Okulları”nda olduğu gibi, aynı zamanda ordu, zorunlu askerlik, okuma yazma ve standart dilin genelleşmesi birbirlerinin araçları olarak iş görüyorlardı.
(Dil konusundaki anlam değişikliği ve karşı devrimin aracı olmanın benzeri askerlik ve ordu konusunda da yaşandı. Napolyon’un karşı devrimi ile birlikte o ordu, eşitliği yaymanın değil, aynı zamanda başka halkları baskı altına almanın bir aracına dönüştü.)
Hâlbuki bugün, artık zorunlu askerlik ve köylüler denizinden bir ulus yaratmak değildir sorun. Ayrıca teknik çok ilerlemiş ve birçok silahın kullanımı profesyonel ve derinliğine bir bilgi ve sürekli bir eğitim gerektirmektedir.
Bu değişmelere paralel olarak, Avrupa’nın hemen her ülkesinde, aslında din kişilerin özel bir sorunu ve politik olanın dışında olarak tanımlanmışken ve de askerlik de tıpkı vergi gibi aslında son derece devlete ilişkin ve politik bir konuyken, askere gitmeme de inanca ilişkin bir şey olarak tanımlanmakta, bunda bir mahzur görülmemektedir.
Genel askerlik görevinin tamamen kaldırılmaması, işgücünün yeniden üretim masraflarının toplumsallaştırılmasıyla ilgilidir. Askere gitmeyi reddedenler, çocuk, yaşlı ve hastaların bakımında kullanılarak hem sosyal masraflar azaltılmakta, böylece işgücünün yeniden üretiminin masrafı azaltılarak kar oranlarında bir yükselme sağlanmaktadır; hem de yaş piramidinin ters dönmesi ve yaşamın uzamasına karşı sigorta sisteminin yaşaması sağlanmaktadır. Aslında insan hayatını eğitim, çalışma ve yaşlılık diye bölen sistemin kendisinin sorgulanmasını da geciktirmektedir. (Yani Vicdani Red yapmanın kendisi de fiilen işgücünün sosyal masraflarını azaltmanın bir aracı olarak, kar oranlarının artmasına hizmet eder, kendi nesnel ekonomi politik işlevi budur.)
Vicdani Rettin yaygınlaşması ve kabulünde elbette Amerika’da Quaker’lerde olduğu gibi eline silah almayı reddeden ve tarikatların ve bunların Amerika’nın kuruluşundaki rollerinin bir etkisi vardır ama bu belirleyici olmaktan uzaktır.
Ulusal Devletler, tıpkı bir insan hakkı olarak ana dilini de öğrenme hakkını tanımaları gibi, çok kültürlülük gibi, bir esnemeyi ve reformu sağlayarak varlıklarının tartışılmasını gündemden düşürüp kendilerini daha katlanılabilir kılmakta; kendi ömürlerini uzatmaktadırlar.
Bizler de vicdani Red için mücadele ederken, bilincinde olmadan ulusal devletlerin bu dönüşümünü sağlama işlevini görmekteyizdir.
Yani Vicdani Red hakkı için mücadelelerin, kendi öznel niyetlerinden öte böyle bir işlevleri olmadığını da söyleyemeyiz. Bu hakkın elde edilmesi Türkiye’deki devletin yapısını, yani onun merkezi, bürokratik ve militer yapısını zerrece değiştirmez. Aksine onu daha esnek ve modern ilişkilere daha uygun hale getirir. Nasıl Yeniçeriliğin kalkması ve onun yerini Nizamı Cedid’in alması o binlerce yıllık merkezi ve bürokratik devleti değiştirmedi; aksine onun ömrünü uzattıysa; genel ve Zorunlu askerlik görevinin yerini profesyonel ordunun alması ve vicdani rettin bir hak olarak kabulü benzer bir sonuç doğuracaktır.
Tabii Kürdistan’daki savaş nedeniyle, bunun ayrıca savaşa karşı politik bir anlamı vardır ve Türkiye’deki Vicdani Rettin son yıllarda bu kadar güncelleşmesi bununla da ilgilidir.

Vicdani Reddin Kimi Özellikleri

Burada tekrar başta söylediklerime bir gönderme yapmak isterim. Elbette bu söylediklerimden bunun için mücadele edilmemesi gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. Ama mücadelemizin nesnel tarihsel ve toplumsal işlevinin en azından böyle de olabileceği konusun göz ardı etmemek gerekir.
Ancak burada Vicdani Red mücadelesi bakımından, onun hem mücadelenin araçları; hem de Türkiye’deki bir mücadele olarak spesifik birkaç özelliğine de değinmek gerekiyor.
Vicdani Red her şeyden önce bireysel bir mücadeledir ve sonuçları o mücadeleyi yapan için geçici bir süreyi değil; tüm hayatı kapsar.
Vicdani Red hakkı için mücadele ile Vicdani Reddini ilan ederek sivil itaatsizlik yapmak çok farklı iki mücadele biçimidir.
Birincisi kitlesel olarak, örgütlü biçimde ve birçok farklı biçimlerde. (Örneğin kadınların vicdani reddini ilanı vs.) yapılabilir.
İkincisi ise ancak bireysel olarak yapılabilir.
Örneğin işçiler grev yaptıklarında bunu topluca yaparlar. Ve esas büyük kazanç ezilenler açısından böyle toplu bir dayanışmanın insanlarda yarattığı değişimdir.
Öte yandan, işçiler bu mücadeleyi kaybetseler bile bunun sonuçları, hayatlarının belli bir dönemiyle sınırlıdır.
Vicdani Red ise bireysel olarak yapılabilen veya en azından şimdiye kadar öyle yapılabildiği görülen bir mücadeledir. Yani aynı mücadele içinde birlikte bulunmanın, dayanışmanın arıtıcı etkileri yoktur.
Öte yandan, işçi bir grevi kaybetse, işsiz bile, bir süre sonra başka bir işe girme olanağı vardır.
Ancak Vicdani Redde, tüm hayatı boyunca bunun sonuçlarını yaşamak zorundadır. En azından bu günkü yasalar ve uygulama geçerli olduğu sürece.
Bu bakımdan, örneğin, işçileri grev yapmaya çağırabiliriz ama kimseyi bireysel Vicdani Red yapmaya ve bunu ilan etmeye çağırmamalıdır.
O vicdani red hakkı için bir mücadeleyi örgütlemeli. Vicdani Reddini kendi kararıyla ilan etmişlerle dayanışarak bu mücadeleye de katkı vermelidir.
Kişi ancak tüm sonuçlarını ve sorumluluğunu göze alıp bunu yaptığında onunla dayanışmayı örgütlemek; bunun üzerine gelecek devlet şiddetini azaltmak ve bunu vicdani Red hakkı için mücadele bağlamında ele almalıdır.
Hatta vicdani Red hakkı için mücadele, bireyleri vicdani reddini ilan etmekten vazgeçmeye; bu enerji ve zamanı bu hakkın tanınması için toplu mücadeleye ayırmaya çağırmalıdır. Buna rağmen ilan edeni elbette sonuna kadar desteklemelidir.
Bu hem daha efektif olabilir hem de sonuçları o mücadeleyi verenler açısından daha az tahrip edici ve katlanılabilir olabilir.
Ama daha da önemlisi. Vicdani Red, aslında var olan bir ulusal devletin kendisini tartışmaya açmaz. Onun içinde verilen bir hak mücadelesidir.

Vicdani Redde verilecek enerji ve fedakârlıkların uluslara ve ulusal devletlere ve sınırlara karşı verilmesi, hem daha doğrudur, hem de daha etkili ve uzun vadeli sonuçlar doğurur.
Vicdani Red hakkı için mücadele sonunda Türk devleti merkezi, askeri ve bürokratik niteliğini değiştirmez ve yitirmez. Sadece günün ihtiyaçlarına daha uygun bir orduya sahip olur.
Ama dünyada bir ulusal devleti yıkıp da, onu bir dünya cumhuriyetinin tohumunu kurmak, tüm ulusal devletleri parçalayacak bir kalkışmanın işaret fişeği olabilir.
Ayrıca reformlar devrimci mücadelenin yan ürünleridir. Uluslara ve ulusal devletlere (dikkat edin ulus devlet demiyorum. Bugün ulus devlet olmayan devlet yoktur ve ulus devlet tabiri aslında gerici ulusçuluğu yeniden üretir) karşı bir mücadeleye girilirse; egemen devletler ve burjuvazi, bu devrimci hareketi bastırabilmek için, vicdani red gibi değişiklikleri çok daha erken ve kolay yaparlar.
Evet, Siyaset, Örgütlenme ve Militarizm konusunda benim özetle söyleyebileceklerim bunlar.
13 Nisan 2014
Demir Küçükaydın



Hiç yorum yok: