14 Nisan’daki olağan Yel Değirmeni Don Kişot’ta yapılan Pazartesi
Forumu’nda gündem maddelerinden birisi 1 Mayıs idi. Orada söz alarak özetle
şunları söylemeye çalıştım.
1 Mayıs, Taksim’de yapmanın kendi başına bir hedef haline geldiği bir mücadele olarak kalıyor.
Taksim’in yasaklanması dolayısıyla da çatışmalar ve/veya Hükümet’i istifaya
çağıran bir etkinlik olarak kalıyor.
Bu da, hem Türkiye’deki genel
demokrasi mücadelesi açısından; hem de genel olarak işçi hareketi ve 1 Mayıs’ın gelenekleri ve anlamı açısından son derece yanlış, etkisiz bir konumlanmaya,
bir tuzağa düşmeye yol açıyor.
Çünkü bu biçimler ve konumlanışlar içinde, sosyalistler toplumun
önünde yeni ufuklar açmıyor, var olan çatışmaların tuzağı içinde boğuluyor.
Öncelikle bu tarz politika yapma anlayışından uzaklaşmak
gerekiyor.
Neden ve Nasıl?
Sosyalistlerin gücü ve etkisi, aldıkları oy oranlarıyla,
çağrılarına cevap verenlerin ve onların mitinglerine gelenlerin sayısı ve gücüyle
ölçülmez.
Sosyalistlerin gücü toplumun önüne getirdiği yeni sorunlardan kaynaklanır.
Sosyalistler 1960’larda da çok güçlü değildi. O zaman da
yüzde üçten fazla oy alamıyorlardı.
Ama toplumun gündemini belirliyorlardı. Tüm susuş ve
görmezden gelme çabalarına rağmen, herkes sosyalistlerin ortaya koyduğu
sorunları tartışmak, onlara cevap vermek, o sorunlar aracılıyla onlara
küfretmek, saldırmak zorunda kalıyordu. Gerçek zafer buydu.
İnsanlar sizin ortaya attığınız konuları tartışmaya; size
küfretmeye başlamışlarsa, siz en önemli zaferi kazandınız demektir.
Çünkü bilimde olduğu gibi toplumda da esas derin ve önemli değişiklikler
verilen cevaplardaki değişmeler aracılığıyla değil, değişen sorular aracılığıyla
yürürler.
Sosyalistlerin tekrar bu entelektüel “saldırı inisiyatifini”
ele geçirmesi gerekiyor.
Bu yapılamadan, bırakalım sosyalisti bir yana, en küçük demokratik
bir değişim bile sağlanamaz.
1 Mayıs bunun bir aracı olabilir.
Elbette bugünkü Sosyalist örgütlerin taşlaşmış yapılarından
böyle bir yaratıcılık ve inisiyatif beklemek ölü gözünden yaş beklemekten
farksızdır.
Ama Gezi selinin son kalıntıları olan bu Forumlar, Dayanışmalar
böyle bir yenilenmeye öncülük edebilir. Gezi’nin yaratıcılığı mücadele biçimlerindeki
yaratıcılıktan içerikteki yaratıcılığa kaydırılarak sürdürülebilir.
Bu bakımdan bizler bu yapacağım öneriyi diğer forum ve
dayanışmalara da götürerek (elbette bütün sol örgütlerin de gündemine sokmaya
çalışarak.) bu yönde bir girişimde bulunabiliriz. En azından bunu
tartışabiliriz.
Öneri şöyle:
Sosyalistlerin toplumun çok küçük ve etkisiz bir bölümünü
oluşturduğu bir sır değil. Böyle az güç olduğunda, güçleri bir tek noktaya
yığmak, daha etkili sonuçlar almayı sağlayabilir.
1 Mayıs gibi neredeyse bütün sosyalistlerin mobilize olduğu
bir etkinlik, en azından toplumun gündemine can alıcı bazı sorunları getirmek,
bu yapılamıyorsa geniş kitlelerin “kulağına
su kaçırmak”; “eşeğin aklına karpuz
kabuğu düşünmek”; “deliye taşı
andırmak” için değerlendirilebilir ve değerlendirilmesi gerekir.
Bu bağlamda Türkiye’deki
ilticacılar, göçmenler, “yabancılar” konusu tüm güçlerin yığılacağı esas
vuruş noktası olarak belirlenerek, bu son derece can alıcı konu gündeme
taşınmaya; insanların kulağına su kaçırılmaya; olumlu anlamıyla, yani insanları
alışılmış kalıpların dışına çıkararak düşünmeye zorlama anlamında, bir provokasyon
yapmaya çalışılmalıdır.
Konu kabaca şudur:
Türkiye’de birkaç milyon göçmen, mülteci, “yabancı” var. Bunların
herhangi bir hukuki statüsü bile bulunmuyor.
Bunlar İşçi Sınıfı’nın
en alt kesimini oluşturuyorlar; bunların emeği tam anlamıyla bir köle emeğidir. Kısaca göçmenler
diyebileceğimiz bu insanlar, Kürtlerden
bile daha alt konumda; hiçbir sosyal ve hukuki hakkı olmayan köleler
durumundadır. Kürtlerin en azından vatandaşlık hakları; oturma, çalışma hakları
var. Kürtlerin üzerindeki baskı, dilleri yüzünden bir baskı. Alevilerin,
dinsizlerin, Hıristiyanların üzerindeki baskı inançları yüzünden bir baskı. Ama
bunlar en azından hukuki olarak yurttaşlık haklarına, yani ülke içinde bir
yerden bir yere gitme, yerleşme, bir işte yasal olarak çalışma gibi haklara
sahipler.
Ama bu göçmenler en
basit insan haklarından bile yoksunlar. Yani örneğin Kürtlerin ve
Alevilerin en azından yasal biçimde sömürülme
hakları var. Bu modern kölelerin ise hiçbir hakkı; yasal biçime sömürülme hakları bile yok.
İşin kötüsü bizler kafamıza işlemiş ulusçuluk nedeniyle, bir
ulustan olmamanın, bir ülkenin vatandaşı olmamanın, o insanı en sıradan insan haklarından
yoksun bırakmasını son derece normal karşılıyoruz. Yani insan olmayı bir ulustan
olmaya, bir ulusal devletin yurttaşı olmaya bağlayan ulusçular olduğumuz için
bu durumu normal karşılama eğilimindeyiz.
Ama sadece bu nedenle değil, aynı zamanda bu köleleri bizzat
bizlerin de sömürmesi nedeniyle, yani çıkarlarımız nedeniyle de bu köleliği
görmezden gelme eğilimindeyiz. (Örneğin evlerimizde yaşlı, hasta ve özürlülerimize
bakanlar genellikle bu köleler. Bu modern kölelerin bu durumundan çıkarlıyız. Onlar
böyle köle emeği satma durumunda olmaza, evimizdeki yaşlıları bu kadar ucuza
baktıramayız. Veya bu işçiler örneğin bir lokantanın arkasında bulaşıkçı olarak
daha ucuza çalıştırılabildikleri için, daha ucuza yemek yiyebiliyoruz.)
Ve elbet bizlerin bu çıkarları ile ulusları normal kabul
etmemiz arasında da bir ilişki yok değil.
Konu birçok bakımdan ele alınabilir.
Dünya işçi sınıfının birliği açısından.
1 Mayıs işçi sınıfının birlik mücadele ve dayanışma günü
ise, işçi sınıfının bu en alt ve köle durumundaki kesiminin konumunu gündemleştirmek
ve bunların en azından oturma ve çalışma haklarının garanti edilmesini sağlamak
işçilerin en acil görevi olmalıdır. Bu aynı zamanda 1 Mayıs’ın geleneğine de
uygundur.
Türkiye’deki demokrasi mücadelesi açısından. Örneğin bu
insanların hakları için mücadele, Türkiye’deki geri ve ırkçı ulus anlayışının
da sarsılmasına yol açar. Bir ulustan ve ulusun vatandaşlarına tanıdığı
haklardan yararlanma, dil, din gibi bağlardan kurtarılıp; hak ve görevler
bağlamına oturtulabilir. Yani bir insan Türkiye Toprakları içinde yaşıyorsa,
Türk vatandaşlarının tüm sosyal haklarından yararlanmalıdır. Bu insanlar
diyelim ki bir yıldır bir vergi veriyorsa, görevler hakları da doğuracağından, aynı
zamanda vergilerinin ne olduğuna da karar verebilmeli ve siyasi haklara da
sahip olmalıdırlar.
Tabii böyle bir yaklaşım bir noktadan sonra mantık
sonuçlarına ulaştığında sadece bir dille, dinle vs. tanımlanmış ulusal
devletleri değil, aynı zamanda genel olarak ulusal devletleri ve ulusları da
sorgulamanın kapısını açar.
Yine hem Türkiye’deki demokrasi mücadelesi; hem de Suriye’deki
acil gelişmeler açısından. Türkiye’de yaşayan insanların oturma ve yaşama
haklarının sağlanması, hatta bunun gündemleştirilmesi, onları gizli
istihbaratın, hem Türk devletinin hem de başka devletlerin caniyane planlarının
aracı olmaktan çıkmalarını kolaylaştırır. Çünkü Türkiye özellikle Suriye’den
gelen bu insanları, mülteci statüsü vermeden, sözde “misafirlik” adı altında
gizli servislerin ücretli askerleri olarak kullanmaktadır.
Ekonomi politik ve İşçi Sınıfının durumu açısından. Bu
kölelerin sosyal haklara sahip olması aynı zamanda onların ve Türkiye’nin
vatandaşı olan işçilerin rekabet gücünü yükseltir; işgücünü daha iyi koşullarda
satmasına yol açan, bu da sömürü oranlarının düşmesi, Türkiye’nin önceden
yurttaşı olan işçilerin de koşullarının iyileşmesini sağlar.
(Burjuvazi açısından bile uzun vadede avantajlıdır. İşgücü fiyatının
yükselmesi kapitalistleri mutlak artı değer oranı (daha ucuz işgücü, yani düşük
ücret; daha uzun iş saatleri ve daha yoğun iş) yerine daha üretken emek (yani
daha modern makineler) kullanmaya ve dünya pazarında rekabet gücünün artmasına
yol açar.
Bu neden ve sonuçlar daha farklı alanlara da yayılıp daha
ayrıntılı gerekçelendirilebilir.
O halde, örneğin 1 Mayıs’ta tüm sosyalistlere 1 Mayıs’ın ana
vurgusu ve sloganı olarak, Türkiye’deki göçmenleri ana ve temel slogan olarak
yükseltmeyi önerebiliriz. Bu hem 1 Mayıs’ın ve İşçi Hareketinin geleneğine, Hem
Türkiye’deki Demokrasi Mücadelesinin İhtiyaçlarına, hem de Gezi’nin mirasına
uygun bir davranış olur.
Örneğin şu slogan ve talepler acil bir çözüm olarak yükseltilebilir.
Türkiye’de yaşayan bütün mülteci, göçmenlere, derhal oturma ve çalışma hakkı (izini değil
hakkı. Hak onların kaderini, izin veren memurların iki dudağı arasından
kurtarır.)
Bu slogan şöyle bir sloganla tamamlanabilir. Örneğin bir
yıldır çalışan, vergi veren ve bir ikameti olan, her göçmen ve mültecinin derhal
siyasi hakları da verilmelidir ve isterse vatandaş olma hakkı olmalıdır.
Vuruş yönü bu noktalarda yoğunlaşan bunları öne çıkaran
binlerce, yüz binlerce pankart, sloganlar, şehrin tüm duvarlarını kaplayan
afişler düşünün. Taksim’e girip girmemek önemli değildir. Taksim’e gitmek için
mücadele edenler, Türkiye’deki kölelerin
haklarını duyurmak için oraya gitmeye çalışıyor olurlar. Burada Taksim’e
ulaşıp ulaşmamanın hiçbir önemi olmaz. Yenilgi bile bir zafer olur.
Böylece hem içinde bulunulan tuzaktan çıkılmış, toplumun
gündemine çok acil ve yaralayıcı bir konu (Özellikle bir milyona yakın “Suriyeli
Mülteci” göz önüne getirilsin) tüm toplumun gündemine getirilmiş olur. Çok acil
durumdaki Suriyeli göçmenler de muhtemelen kimi küçük kazanımlar sağlar böyle
bir mücadeleden.
Böylece Türkiye’deki demokrasi mücadelesi için sağlam bir
taş koyulmuş olur.
Böylece İşçi Hareketinin geleneklerine uygun davranılmış, bu
devrimci gelenekler canlandırılmış olur.
Böylece milliyetçilik ve milletler sorgulanmaya başlamış
olur.
Avantajlar saymakla bitmez.
Şöyle düşünelim.
Örneğin şimdiki durumda 1 Mayıs için Taksim’e gitmek ve
orada 1 Mayıs yapmak kendi başına bir
hedef olarak alınmış bulunuyor. Temel yanlış bu. Bu yanlışı göstermeyi
deneyelim.
Bir an için varsayalım ki Hükümet birkaç yıl önce yaptığı
gibi, 1 Mayıs alanını açtı, bu hedef bir anda boşta kalır.
Kaldı ki, Taksim’de 1 Mayıs yapmak, Türkiye’nim antidemokratik
yapısında en küçük bir değişme anlamına gelmez. Hatta Hükümet için kendi
hareket alanını genişleten bir manevra bile olur. Sosyalistler her zaman olduğu
gibi, neredeyse bir festival ya da ayin havasında birbirinden güzel ve renkli
olarak o alanı doldururlar bu anti demokratik yapıyı yokmuş gibi göstermenin
konu mankenleri olurlar.
Yine bir an için varsayalım ki Hükümet 1 Mayıs alanını
açmadı, en büyük polis şiddetiyle tüm gösterileri engellemeye çalıştı. Bunun üzerine
her yerde sokak çatışmaları oldu. Akşama doğru yorgunluktan hepsi de söndü.
Bu durumda yine toplumun demokrasi mücadelesinde hiç bir değişim
olmayacaktır. Saflar aynı yerinde kalacak, kemikleşme sürecek ve çıkmaz
derinleşecektir. Bundan CHP gibi AKP gibi partiler var olan bölünme saflarını
derinleştirerek karlı çıkacaklardır.
Ya da haydi şöyle düşünelim ve olmayacak duaya amin diyelim.
Gezi öncesinde olduğu gibi, yüz binler sokaklara çıktı ve polisi, askeri falan
püskürterek 1 Mayıs alanına girdi.
Bu da sadece bir moral vermekten öte hiçbir değişim sorucunu
vermez. Bunu bizzat Gezi’de yaşadık. Aynı şekilde hükümet bir süre sonra tekrar
o alanı tekrar ele geçirir ve Türkiye’de hiçbir demokratikleşmenin izi tozu
olmaz. Gezi’nin kazancı Taksim’i ele geçirip orada iki hafta kalması değildi;
insanların kafasında yarattığı değişikliklerdi. Ancak yukarıda önerilen gibi
bir hedef ve yüklenme ile benzeri bir değişiklik sağlanabilir.
Ama bu alternatiflerin her birinin, Türkiye’de yaşayan her
göçmen ve mültecinin oturma ve çalışma hakkı alması sloganıyla yapıldığını
düşünelim. Esas vuruş yönünün bu olduğunu var sayalım. O zaman Taksime, girip
girmemenin, polisle savaşı kazanıp kazanmamanın önemi ikincil olacaktır. Savaşın
kendisi bir amaç olmaktan çıkacaktır
Varsayalım ki, bütün basın, Türk vatandaşları ve hatta
işçiler bizlere karşı çıktı. Bunlar olmayacak şeyleri savunuyorlar. Dünyanın neresinde
görülmüş böyle şeyler diye eleştiriyorlar. Polisin bizleri ezmesi için bizleri
tutup polise veriyorlar. Bunlar vatan haini diyorlar.
Bu durumda bile sonuç ne olursa olsun biz kazanmış oluruz.
Çünkü bize küfredenler bile bizim dediklerimizi tartışıyor
olacaklardır.
Ama en büyük kazanç başka bir noktada olacaktır.
Türkiye’de yaşayan milyonlarca göçmene devrimci ve demokrat
bir işçi sınıfı davranışının örneği sunulmuş olacaktır. Onlar işçi hareketinin
bir geleneğinden haberdar olacaklar, bu konular üzerine düşünmeye başlayacaklar
ve ileride belki başka ülkelere gittiklerinde kendileri ulusal sınırları yıkmak
için bir mücadeleye gireceklerdir.
Aşağı yukarı söylemek istediklerim bunlardı. Bir kısmını da
söyledim. Bu konuda daha tartışılacak.
Arkadaşlar hazırlık olarak bu konuda benden literatür
istediler. Bu bağlamda yazılar yollayacağım. Birkaç yıl önce yazdığım yine bu
konuyla ilgili bir yazıyı bir başlangıç olarak altta yolluyorum.
(Ama 24 Nisan’a kadar
da Ermeni Katliamı ve bugün konusunu gündemleştirebilmek için de uğraşmak
gerekiyor. Bu nedenle 24 Nisan’a kadar 1
Mayıs’ı 24 Nisan’da yapma, 24 Nisan’ı unutturmaya karşı direnme noktasına
ağırlık vereceğim. Yani 1 Mayıs için önerdiğim stratejiyi 24 Nisan için uygulamaya
çalışacağım. 24 Nisan’dan sonra ise, özellikle göçmen ve ilticacılar konusu öne
çıkarılabilir.)
16 Nisan 2014 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Demir Küçükaydın
1 Mayıs’a
Katılacak Sosyalistlere İki Somut Öneri
On yıl hapis, çeyrek yüzyıl da sürgün yaşayınca Türkiye’de
kitlesel olarak kutlanabilen bir 1 Mayıs’a ilk kez geçen sene katılabilmiştim.
İlginç bir rastlantı sonucu uzun yıllar sonra ilk kez
Taksim’de kutlanıyordu. Katılan kitlenin genel karakterini anlayabilmek için
bir tek yerde durmayıp Mecidiyeköy’den Taksim’e hızla yürümüş, sonra da diğer
yönlerden gelenleri ve alanda bekleyenleri gözlemeye çalışmıştım.
Sonuç olarak izlenimim,1 Mayıs kutlamasının aslında,
sosyalizm ve enternasyonalizm ardına gizlenerek demokratik görevlerden
kaçmanın, kaba veya rafine bir ulusalcılığın bir biçimi olduğu sonucuna
ulaşmıştım. Güneş’in altında henüz yeni bir şey yoktu. Türkiye’nin solcuları ve
sosyalistlerinin gerici milliyetçiliğe teslim olmuşluğu, tüm 1 Mayıs’a katılan
kitleye damgasını vuruyordu. Hem sloganlarıyla, hem de katılanların sınıfsal
konumlarıyla böyleydi bu.
Bir süre önce Newroz’a da katılmıştım. İstanbul’un en yoksul
proleterleri ise Newroz alanında Zeytinburnu’nda bulunuyordu. Gerçekten
demokrasi ve enternasyonalizm o ulusal bayramda çok daha fazla bulunuyordu.
Tabii gören gözler için.
O günden bugüne değişen bir şey yok.
Üç örnek verelim, yeter.
1) DTP’nin
desteklediği bağımsız adayların veto görmesi üzerine Taksim’de yapılan ve
Aksaray’a kadar giden sonunda gaz bombalarıyla dağıtılan protesto gösterisine
katılan sosyalist bir arkadaş on bin kişi kadar katıldığını söyleyince,
içimden, DTP Türkiyeli sosyalistleri aday gösterdi belki ondan dolayı biraz
sosyalistler de katıldığı için böyle kalabalık olmuş olabilir diye düşünüp,
“Türk sosyalistleri ne kadardı” diye sorduğumda, “en fazla üç yüz, beş yüz
kişiydi” cevabını aldım. Görülüyordu ki Ertuğrul, Sırrı Süreyya ve Levent’in
adaylıkları, en liberalleri bile ayağa kaldıran bu haksızlık karşısında
Türkiyeli sosyalistlerin Kürtlerin yanında kitlesel bir katılımını sağlamaya
yetmemişti.
2) Birkaç
gün sonra yanılmıyorsam Grup Yorum’un konseri olmuş ve ona yüz bin kişinin
katıldığından söz ediliyordu. Bu Konser’den birkaç gün sonra da, Facebook’ta
yıllar sonra Türkiye’ye dönmüş birisi, Aksaray’da Polis’in Kürtlerin direniş
çadırların yaptığı saldırıları anlatırken, birkaç gün önce Grup Yorum’un
konserinde yüz binler vardı, burada Polisin saldırısı karşısında Kürtlerin
yanında onların binde biri yoktu diye yazıyordu.
3) Bunlardan birkaç gün sonra da 24 Nisan’dı,
Ermenilerin kitlesel katlinin ve bu katliam ile Anadolu’nun Müslüman
ahalisinden Türk ulusunun ortaya çıkışının ve yaratılışının yıl dönümüydü.
Aslında gerçek demokratik özlemleri yansıtan, sosyalistlere yakışan 1 Mayıs, 24
Nisan’a katılmaktır. Bu devletin, bu ulusun şeref verici nefretini ve şiddetini
üzerine çekmektir. Ama sosyalistler, 24 Nisan anması yerine AKP’nin Nükleer
santral yapmasına karşı Kadıköy’de eyleme gitmişler. İşin kötüsü, DTP’nin
desteklediği sosyalist bağımsız adaylar da 24 Nisan anmalarında olacak yerde,
Kadıköy’e gitmeyi tercih etmişler.
4) Ve
24 Nisan’a gitmeyen sosyalistler şimdi 1 Mayıs’ta Taksim’e akacaklar. Bunun adı
da enternasyonalizm ve “emekten yana” olmak olacak!
Şimdi bu “emekten yana” ve de “enternasyonalist” Türk
sosyalistlerine iki önerimiz olacak.
Elbette, 24 Nisan gibi, şu son derece netameli, “iyi saatte
olsunlar”ın hışmını insanın üzerine çekme sonucu doğurabilecek; sonra çoğunluğu
oluşturan Müslüman kitleler ve milliyetçi orta sınıflarla ters düşme, onlardan
tecrit olma gibi bir sonuca yol açabilecek, dolayısıyla onlara sosyalizmi
anlatma imkânını ortadan kaldırabilecek konulardan uzak durmayı anlıyoruz. Ne
de olsa “kitle çizgisi”, ya da “Suda balık” olmak gibi bir şeyler var. Sudan
çıkmış balığa dönmemek gerekir. Her şeyin zamanı ve yeri vardır. Hele şu
“üçüncü kutup” oluşturulup kitlelere sosyalizm anlatılsın, o zaman bu Ermeni ve
Kürt sorunları zaten yan bir ürün olarak kendiliğinden hallolacaktır.
Kürtlere gelince, onlar da zaten Terörist ve de Stalinist,
ayrıca Kürt sorunundan söz etmek de, sosyalistleri Türk milliyetçisi Türk
işçilerinden ve orta sınıflarından tecrit edip onlara sosyalizmi anlatma imkânını
ortadan kaldırır.
Bu gibi kaygıları anlıyoruz. Hatta Kürtlerden ve
Ermenilerden uzak durup, Kürtlerin ve Ermenilerin adını anmamayı çok “zekice” bir
taktik olarak görüyoruz.
Bu nedenle işin içine Ermenileri ve Kürtleri katmadan, hem
enternasyonalizmin sembolü ve kanıtı hem de milliyetçiliğe karşı başka bir pratik
ve somut bir öneride bulunacağız.
*
Biliniyor, Türkiye’de yüz binlerce, belki de birkaç milyon,
Doğu Avrupa’dan, Afrika’dan ve Asya’dan gelmiş, hiçbir hakkı olmadan, köle gibi
boğaz tokluğuna çalıştırılan bir Göçmen İşçiler kitlesi var. Bunlar Türkiye Proletaryasının
en alt, kölelik şartlarında çalışan ve yaşayan kesimini oluşturuyorlar. Tabi
bunların ne hukuki, ne siyasi, ne sosyal hiçbir hakları olmadığından en kötü
koşullarda çalışıyorlar.
İşçi hareketinin ve Enternasyonalizmin klasik temel
sloganlarından biri, işgücünün serbest
dolaşımı ve bulunduğu ülkedeki tüm siyasal, sosyal ve hukuki haklardan
yararlanmasıdır.
Bu hem işçilerin arasındaki bölünmeyi kaldırır, hem de iş
gücünü, hiçbir hakkı olmayan bir işgücünün “haksız rekabet”inden korur ve
işçilerin gelir ve hayat seviyelerinin yükselmesini sağlar.
Bu durumda hem enternasyonalist hem de işçici ve emekten
yana şu sloganı bütün 1 Mayıs’ta Taksim’e gelecek sosyalistler yüz binler
halinde haykırabilirler:
Türkiye’de bulunan
tüm göçmenlere Türk vatandaşlarına has tüm hukuki, siyasi ve sosyal hakların derhal
tanınması. Göçmen İşçilerin Köleliğine son!
Hem Enternasyonalist, hem emekten yana, hem işçici, hem
Kürtleri ve Ermenileri işe karıştırmıyor, sonra öyle bölünme tehlikesi falan da
yaratmıyor. Yani tam da sınıfçı ve de enternasyonalist Türk sosyalistlerinin
yüreğine ve ağzına ve 1 Mayıs’a layık bir slogan.
Bu sloganı yüzlerce pankarta, flamaya, bayrağa yazıp yüz
binler olarak Taksim’e aktığınızı bir düşünün. Çılgın bir hayal kurun!
Çılgınlık sadece burjuvaziye has olmamalı, işçiler ve sosyalistler de çılgın
olmalı ve bu çılgın olma hakkını kullanabilmeli.
Afrikalı, Doğu Avrupalı ve Asyalı göçmenlerin kalbinde ve o
ülkelerdeki emekçilerin aklında, Fethullahçıların devlet destekli okullarından
bin kat daha derin izler bırakırsınız. O çok şikâyet ettiğiniz Fethullahçılığa
karşı böylece geçekten dünya çapında bir mücadele de yürütmüş olursunuz.
Fehullahçılar o ülkelerin burjuvalarını ve yüksek
bürokratlarını ve Türk devletinin iş birlikçilerini yetiştiriyor. Türk
sosyalistleri de onların karşısında o ülkelerin işçilerinin içinde
enternasyonalist bir örnek aracığıyla sosyalist ve enternasyonalist bir eğitim
başlatmış olur.
Ve emin olun, eğer bunu yapabilirseniz, gelecek 1
Mayıs’larda yüz binlerce Göçmen İşçi Taksim’e akacaktır. Taksim’deki 1 Mayıs,
gerçekten, burjuvazinin dünya şehri yapmak istediği İstanbul, buna layık, dünya
işçilerinin şehri olur ve enternasyonal bir İşçi Bayramı kutlar hale gelir.
İkinci öneri de bu taleple bağlantılı.
Biliniyor Festus Okey diye bir Afrikalı göçmen işçi Türk
Polisince Keyfi bir biçimde öldürüldü ve Türk mahkemeleri bu cinayetin üstünü
örtmek ve cezasız bırakmak için elinden geleni ardına koymuyor.
Bu sefer lütfen, Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin ve
diğer “şehitlerin” resimleri, isimleri ile yürümeyin. Herkes bir sembol olarak
Festus Okey’in resmiyle yürüsün. On binlerce Festus Okey resmi olmalı.
Bu da enternasyonalist bir “şehit” anlayışını
yerleştirecektir. Festus Okey de ne Kürt ne de Ermeni. Yani korkacak bir şey de
yok, “kitlelerden tecrit olmaya” yol açmaz.
Ayrıca Hem Mahir’i Hem Deniz’i tanımış bir insan olarak,
sizi temin ederim ki, onlar bunu kendi anılarına en uygun davranış olarak
göreceklerdir, eğer bir öte dünya varsa ve oradan Taksim meydanına
bakıyorlarsa. Ektiğimiz tohumlar nihayet yeşerdi diyeceklerdir.
Özetle, çok basit, hem enternasyonalist hem de emekten yana,
hem işçi hareketinin geleneğine uygun; hem bugünkü globalleşmeye, hem AKP’ye
hem Fethullahçılara, hem de Türk Milliyetçiliğine karşı; hem de Kürtleri ve
Ermenileri işe karıştırmayıp, sosyalist yapacağınız kitlelerdeki ön yargılara
takılıp sizi tecrit de etmez.
Yani bir taşta on sosyalizm ve enternasyonalizm kuşu
vurabilirsiniz.
Çok basit Festus Okey’in resimleri ile ve Türkiye’deki tüm
göçmen işçilere derhal Türk vatandaşlarının sahip olduğu tüm sosyal, ekonomik,
hukuki ve siyasal hakların verilmesi pankartları denizi.
Bu kadar basit.
Haydi, bakalım “Emekten yana”, “Sosyal Cumhuriyet”çi,
“Enternasyonalist” Türk Sosyalistleri!
Gösterin kendinizi!
Mahcup edin size şu milliyetçi, ulusalcı diyenleri.
Ve en başta beni.
Demir Küçükaydın
28 Nisan 2011 Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder