Bugün Kurban Bayramı.
Kurban ve Bayram!
Kurban ölümdür, bayram yaşam ve sevinci.
Böylesine birbirine
zıt kavramlar nasıl olup da bir araya gelebilmektedir?
Kurban yeryüzündeki
birbirinden en farklı toplumlarda bile görülen en evrensel olgulardan biridir. Bu
bile Toplumsal varoluş ile Kurban arasında bir ilişki olduğunu sezdirir. Toplum’un
olduğu her yerde Kurban, Kurban’ın olduğu her yerde toplum vardır.
Bu kurban bayramı
vesilesiyle Kurban ve Bayram’ın bu diyalektiğini ele alıp incelemeyi deneyelim.
*
Homo Sapiens, yani
bizler, ateşin çocuğuyuzdur.
İnsan türü, cansız aleti kullanabildiği için; bir zaman ağaçlarda yaşarken asıldığı dalları, yerde ayağa kalktığında eline sopa
olarak alabildiği için; Ateş’e dokunabilmiş; ateşle korunabilmiş ve ateşi korumuştur.
İrsan başka hiçbir canlı ateşe dokunamadığı için, dokunulmaz bir canlı
olabilmiştir.
Ateş sayesinde insan denen canlı türü, hazmı sürecinin çok
önemli bir bölümünü, mantarlar gibi
organizması dışına aktarıp; hazım için gerekli enerji ve zamanın; böylece hazım
organların küçülmesini sağlayarak; bu sayede de sürekli dönen değirmen taşları
gibi, hiç durmak bilmeden çalışan hacim ve ağırlık olarak vücut içindeki oranından
kat be kat fazla enerji yakan; beynini büyütebilmenin maddi koşullarını elde
etmiştir.
Bu büyük beyinli çocukların doğabilmesi için ise, doğum
Avustralya’nın keseli hayvanları gibi,
gelişmemiş ve erken bir aşamaya gerilemiştir. İnsan yavrusu sekiz ay önce
doğmaktadır. Kangurulardaki kesenin yerini ise, organik bir kesesi olmayan
insan türünde, tabiri caiz ise bir “sosyal kese” olmazsa olmaz bir zorunluluk
olarak da ortaya çıkmıştır.
Yine ateş sayesinde, o maymun benzeri, alet kullanan yaratık,
Afrika savanlarının ılıman ikliminin dışına çıkarak, tüm iklimlerde yaşayabilen,
giyinebilen ilk canlı, hasılı insan olabilmiştir.
Özetle Ateş, insan türünün ortaya çıkabilmesi için, başka
hiçbir canlıyla paylaşılmayan çok özel bir niş
(yaşam alanı) oluşturmuştur.
Ancak Ateş’in bir niş olması,
bir yaşam koşulu olması başkadır, bir
üretim aracı olarak kullanımı
başkadır.
Niş ya da yaşam koşulu veya ortamı olarak ateş, biyolojik
bir evrime, yani tür dönüşümüne,
yol açmıştır; bir üretim aracı olarak
ateş ise, ancak toplum ortaya çıktıktan
sonra; üretim sürecinde bir enerji kaynağı olarak kullanıldığında, bir
üretim biçiminden diğerine; dolayısıyla bir toplum biçiminden diğerine geçişin
aracı olabilmiştir. Bu ise çok yenidir.
Ateş, kapitalizm öncesinde bazı kimyasal değişiklikler için
ve yine bu bağlamda sayılabilecek madenlerin işlenmesinde kullanılmıştır ama üretimdeki
araçların enerji kaynağı olarak kullanılması buharlı makinanın icadıyla mümkün
olabilmiştir. Bu bakımdan, rüzgar ve suyun aksine, bir enerji kaynağı olarak
ateş, sanayi devriminin ve kapitalizmi beklemiştir ve bu da şunun şurası
yuvarlak hesap ikiyüz yıllık bir hikayedir.
Nasıl ateşi kontrol altına almak için, canlının onunla
doğrudan temasını ve yanmasını engelleyen bir alet, dolayısıyla aleti kavrayan
bir el ön koşul idiyse ve cansız nesneyi aracı edemediği için hiçbir canlı
ateşi kullanamadıysa; hiçbir antik uygarlık ta, ateşi üretimde aletleri hareket
ettiren bir enerji kaynağı olarak kullanamadı.
Ateşte ortaya çıkan ısı enerjisini mekanik enerjiye
dönüştürebilmek ve onu işte, yani emek üretkenliğini artırmakta kullanabilmek
için de hem bu yönde bir ihtiyaç hem de belli bir teknik gelişme düzeyi gerekiyordu.
Bu ihtiyacı ve teknik düzeyi neolitik devrimden on bin uygarlığa geçişten beş
bin yl sonra dünya ticareti ve kapitalist geniş yeniden üretim yaratabildi.
Modern sanayi devrimine kadar olan dönemde, emek
üretkenliğini arttırmada enerji kaynağı olarak insanın kas gücüne sadece
hayvan, su ve rüzgar gücü eklenebilmiştir.
Hayvan gücünün kullanımı, hayvanların ehlileştirilmesini
yani neolitik devrimi; su ve rüzgar gücünün kullanımı ise, büyük miktarda
ürünleri ve yerleşikliği, yani tarıma dayanan üretimi ve belli bir ticaret
düzeyini, şehirleri, hasılı uygarlığı ön koşul olarak gerektirir.
Ateşi kullanmaya başlayan ve Afrika dışına çıkabilen ilk insan
türü (Homo Erektus) en azından iki milyon yıldır var. En azından iki milyon yıl
boyunca bu ateşle haşır neşirlik ve onun mümkün kıldığı nişte yaşamak, Homo Sapiens’i
ortaya çıkardı.
Homo Sapiens’in yuvarlak hesap ikiyüzbin (200.000) yıldan
beri var.
Ama ilk sanat eserlerine veya ona benzer şeylerin varlığına
(delinmiş ve kolye olarak kullanıldığı varsayılan deniz kabukları) 70.000 veya
maksimum 100.000 yıl öncesinden beri rastlanabiliyor. Yani Toplum en iyi ihtimalle
100.000 yil önce ortaya çıkabilmiş bir hareket ve varoluş biçimi. Ondan önce bugünkü insan türü var ama Toplum
yok.
Demek ki, Homo Sapiens’in, yaryüzünde ortaya çıkışından bu
güne kadar geçen sürenin en az yarısında; (yani 100.000 yıl) bizlerle tamamen aynı aynı
ruhsal ve fiziksel özelliklere sahip ama Toplum
(parçanın bütüne tabi olduğu topluluk) halinde değil; Sürü (basit karşılıklı çıkara dayanan, yaptırımı olmayan işbirliği
içindeki topluluk) halinde yaşadığı bir dönem olmuştur.
Bu atalarımızın bir Kültürü
vardı. Kültür biyolojik olarak değil; öğrenilen ve öğrenmeyle aktarılandır. Kültürün
ilk biçimlerine neredeyse bütün memelilerde ve bazı kuşlarda rastlanmaktadır.
Çocukluk dönemi olan, belli bir öğrenme aşamasından geçmesi gereken ve oyun oynayan (ki öğrenmek demektir)
bütün canlılarda (ki esas olarak memelilerdir) bir kültürün, yani içgüdüler ve biyolojik
kalıtım yoluyla değil; öğrenme yoluyla aktarım izleri vardır. Bunlar içinde sürüler
halinde yaşayanların oldukça kompleks ilişkileri de vardır. Ama henüz toplum yoktur.
Yani Homo Sapiens türü
topluma geçmeden; arılar, termitler,
karıncalar; çıplak köstebekler gibi; parçanın
bütüne tabi olduğu; basit matematikten öte cebirsel bir birliğe; bir yaptırımı; sınırı olan bir topluluğa geçmeden önce, yüz bin yıl boyunca toplum olmadan; sürü halinde var
olmuştur.
Ancak Din, yani Üstyapı, yani topluluğun sınırları,
yaptırımları, ortaya çıktığında; yani karşılıklı çıkar ve işbirliğine dayanan,
matematik bir toplam gibi olan Sürü;
parçanın bütüne tabi olduğu bir organizmaya dönüştüğünde, eksinin eksiyle
çarpımının artı sonuç verdiği cebirsel bir toplam gibi olabildiğinde, Toplum da ortaya çıkmıştır.
Doğa parçanın bütüne tabi olduğu cebirsel birlikleri (tek
hücrenin bizzat kendisi, çok hücreliler, arılar, karıncalar, termitler, çıplak
köstebekler vs.) birbirinde bağımsızca ve birçok kez keşfetmiştir. Ama bütün
bunlarda parçanın bütüne tabi olduğu birliği zorlayan, doğal seçim ve
işbölümüdür. Parçanın bütüne tabi olduğu birlik, artık yeni bir canlı türüdür. Yani bir karınca devleti bir tek canlıdır;
tek tek karıncalar, çok hücrelilerin bedenlerini oluşturan hücreler gibidir;
bağımsızca var olup üreyemezer. Bunun için ayrı bir canlı türü olmazlar; bir
canlı organıdırlar. Karınca kolonisinin kendisi ise bir canlı türüdür.
Toplum’u bütün bunlardan ayıran iki temel özellik
bulunmaktadır. Toplumun ortaya çıkışı, bir işbölümüne dayanmaz, onun
zorlamasıyla çıkmaz. Öyle olsaydı, toplumu oluşturan insanlar arılar vs. gibi
farklı biyolojik özelliklere sahip biyolojik kastlar olurlardı öncelikle. Toplumsal
kastlar ise çok sonra, uygarlığa bile geçişten sonra ortaya çıkmışlardır ve biyolojik
değil; sınıfsal (üretim ilişkilerindeki farklı konumlar ve çıkarlar) değişimlere
tekabül ederler.
Toplumu parçanın bütüne tabi olduğu bir birlik olarak,
arılar gibi, yeni bir canlı türü diye tanımlamak mümkündür. Toplumu bir canlı
türü olarak tanımlamak bu anlamda yanlış olmaz.
Ama Toplum,
öylesine yeni bir canlı türüdür ki, artık biyolojik yasalara göre değişen bir canlı türü değil; yeni bir hareket ve varoluş türü olarak ortaya
çıkar. Organlarını değiştirerek değişen; biyolojik yasalara bağlı bir tür
değildir toplum. Üretim araçlarını değiştirdikçe örgütlenmesini, üretim
ilişkilerini ve üstyapısını (dinini) değiştiren bir canlı türüdür; dolayısıyla
yeni bir hareket ve varoluş türüdür.
Ama soru şudur: bu sıçrama nasıl olmuştur? Öncelik
nerededir. Üstyapı ya da Din, yani sınırlama ve yaptırım, nasıl ortaya
çıkmıştır?
Üstyapı olmadan
bir toplum dolayısıyla Altyapı, yani Üretim İlişkileri olmayacağına göre;
Toplum’un ortaya çıkabilmesi için öncelikle; Din’in; yani parçanın bütüne tabi
olduğu; sınırları ve ilişkileri belirlenmiş birliğin ortayı çıkması gerekir ki;
Toplum, dolayısıyla “maddi üretim hayatı”
da ortaya çıkabilsin.
Evet, son duruşmada, Toplum bir kez ortaya çıktıktan sonra,
maddi üretim araçları ve biçimleri üstyapıyı belirler. Ama en başta, dinin,
yani üstyapının ortaya çıkmış olması gerekir ki Toplum ortaya çıkabilsin.
Üretim toplumsal (Sosyolojik) bir olgu ve kavramdır. Toplum
olmadan üretim olmaz. Arılar bal “üretmez”. Arıların “ürettiği” balı çalan ayı
üretim yapmış olmaz. Ama aynı balı çalan bir kabile üyesi bir insan “üretim”
yapmış olur. Balı çalmak için kullandığı sopa veya duman bir üretim aracıdır. Tarlayı
süren öküzler emek harcamaz, Öküzleri sopayla yöneten insanın emeği vardır. Öküz
bir üretim aracıdır, üretici değildir.
O halde, Toplum’un ve ekonomik kategorilerin ortaya
çıkışında öncelik üstyapıdadır.
Bu öncelik ilişkisi biraz ilk neolitik devrimin
gerçekleşmesindeki ilişkiye benzer. İlk bakışta şöyle düşünülebilir: Toplum
bitki ve hayvanları ehlileştirmiş olmalıdır ki yerleşikliğe geçebilsin. Ama
yakından bakılınca, bu sıçramanın olması için, önce yerleşikliğe geçişin gerçekleşmesi
ancak bundan sonra ehlileştirmeden gerçekleşebileceği görülebilir. Bu da çok
özel koşulları gerektirir. Zaten
Göbeklitepe kazıları geçişin tam da böyle gerçekleştiğini göstermektedir.
Ya da devletin bir sınıfsal baskı aracı olduğu göz önüne
alınarak; devletin ortaya çıkışından önce sınıfların ortaya çıkması; sonra
sınıfsal bir baskı aracı olarak devletin ortaya çıkacağı düşünülebilir. Ama yakından
bakılınca; devletin sınıflardan önce ortaya çıktığı bizzat kendisinin sınıfları
yarattığı, hatta devletin bizzat bir egemen sınıf haline dönüştüğü görülebilir. Arkeolojik kazılar da böyle
olduğunu göstermektedir.
Toplum’un ortaya çıkışında da benzer bir durum söz
konusudur.
Bir yerlerde bir gün homo sapiens sürülerinden biri,
birtakim yaptırımlar koymayı; bunun için topluluğun sınırlarını belirlemek;
parçanın bütüne tabi olduğu bir birlik kurmak gibi bir sıçramayı başarmıştır. O
andan itibaren ancak toplum denen yeni canlı, ama artık evrimi biyolojik
yasalara bağlı olmadığından, yeni hareket
ve varoluş türü, toplum ve onun hareketi, ortaya çıkmış olmalıdır.
Bu sınırı belirleyen de muhtemelen bir totemdi. Allah’ın da
son duruşmada soyutlaşıp evrim geçirmiş bir totem olduğu unutulmazsa, toplumun
ortaya çıkmasında dinin, yani “Allah”ın öncelikli olduğu sonucuna ulaşabiliriz.
Yani, kabaca Toplum Allah’ı (Dini) yaratmadan önce, Allah (Din)
Toplum’u yaratmıştır diyebiliriz. Altyapı Üstyapıyı oluşturmadan önce, Üstyapı Toplumu
ve dolayısıyla Altapıyı oluşturmuştur.
Tür olarak insanı, Homo Sapiens’i, Ateş yarattı ama;
Toplum’u, parçanın bütüne tabi olduğu birliği; bu yeni canlı türünü, bu yeni hareket ve varoluş türünü Allah (Din)
yarattı diyebiliriz.
*
Bu muazzam alt üstlük, tıpkı canlılığın ortaya çıkışı gibi, bu
muazzam sıçrama, iz bırakmadan geçmiş olamaz. Ve aslında kanımızca izi de
bulunmaktadır.
Bugün yeryüzündeki insanların hepsinin aşağı yukarı 100.000
veya 70.000 yıl önce yaşadığı varsayılan bir “Mitokondriyal Havva”dan gelmektedirler. Yani aşağı yukarı bin
kişilik bir popülasyondan gelmektedir bugün yeryüzündeki bütün insanlar. Peki,
Homo Sapiens en az 200.000 yıldır var olduğuna göre, önceki 100.000 yıl önce
yeryüzüne dağılmış, çoğalmış diğer Homo Sapienslerin izi niye yoktur? Soyu niye
tükenmiştir? Onlar ne oldu?
Bu olguyu, insan türünü bir ara yok olmanın eşiğine kadar
getirdiği varsayılan, 70.000 yıl önce Endenozya’da patlamış bir yanardağla
açıklama girişimleri bulunmaktadır. Buna göre diğerleriyanardağın yol açtığı bu
çevre katastrofunda yok olmuşlardır. Bir tür dar boğaz (Şişe ağzı) yaşanmıştır
insanın var oluşunda. Ancak aslında hiçbir delil bunu desteklememektedir.
Biz ise bunun, gerçek başka bir “patlama” ile, Din’in ve Toplum’un
ortaya çıkışıyla açıklanabileceğini düşünüyoruz.
İlk kez sürüden topluma geçen; basit bir birlikten parçanın
bütüne tabi olduğu; yaptırımı, ahlakı, sınırları olan bir toplumu kuran Homo Sapiens
popülasyonunun, bunun sağladığı güçle, bütün diğer homo sapiens
popülasyonlarını, gerek avlayarak gerek yaşam şartlarını ortadan kaldırarak yok
edişiyle açıklamak çok daha doğru gibi görünmektedir. Bu sıçramayı yapan,
toplumu ve dini keşfeden Homo Sapiens popülasyona, parçanın bütüne tabi olduğu
birliğe geçiş öyle bir üstünlük sağlamış ve bu üstünlükle onlar öyle bir hızla
yayılmış olmalıdır ki, fiziksel ve mental olarak onlardan hiçbir farkı
bulunmayan diğer homo sapiens popülasyonları bunu öğrenip benzer bir geçişi yapma;
topluma başka geçişler yapma fırsatı bulamadan, yok olmuşlardır.
Bu nedenle Toplum’a geçebilmiş Homo Sapiens popülasyonu hem
diğer Homo Sapiens popülasyonlarını, hem de diğer insan türlerini (Neanderthal,
Denisova, Florensis insan türleri vs.) yok etmiş; bugünkü insanların, tüm
yeryüzüne yayılmış tek türden oluşabilen tek canlı olmasını sağlamıştır.
Topluma geçiş, aynı zamanda, neredeyse iki milyon yıl
boyunca değişmeden kalan el baltasının yüz bin yıl önce hızla evrimleşmeye
başlamasının da nedenini açıklar. El baltası kendisi ve ateş aracılığıyla bir
niş, bir yaşam koşuluydu ve bu nedenle, insan türünün evrimine, biyolojik
değişime yol açıyordu. Ama din, yani toplum ortaya çıktığı an, an bir niş, bir
yaşam koşulu sağlamaktan çıkmış; artık bir üretim aracına dönüştüğü için, insanın
türünü deği, toplumu ve kendisini değiştirmeye başlamıştır.
Dinin ortaya çıkışı, birden bire iki üç milyon yıl boyunca,
hatta önceki yüz bin yıllık, homo sapiensin ilk varlık dönemi boyunca neredeyse
hiç değişmeden kalmış el baltasının hızla değişmeye başlaması ve adeta
değişimin patlamasına yol açmış olmalıdır. Bütün veriler bunu doğrular
görünmektedir.
Yani aletlerdeki hızlı değişimin başlayışının, sanat
eserleri görülmesinin, tüm insanların aynı küçük popülasyondan gelmesinin, tek
bir insan türünün tüm yaryüzünde bulunmasının sırrı da dinin yani toplumun
ortaya çıkışındadır ve bütün veriler bunların aynı zamanda ortaya çıktığını
desteklemektedir.
*
Kurban tüm toplumlarda görülen evrensel bir olgu olduğuna
göre, toplumun varlığı ile kurban arasında nasıl bir ilişki vardır?
Kurban’ın kökleri Toplumsal varoluştadır.
Kurban Toplum’la birlikte ortaya çıkmıştır. Kıtlığın bir
kalıntısıdır.
Bayram ise neolitik devrimle ortaya çıkmıştır, kıtlıktan
kurtuluşun, düzenli bir artı ürünün varlığını varsayar.
Toplum, sürüden
farklı olarak, parçanın bütüne tabi olduğu bir birliktir. Bu sıradan bir sürüye
göre muazzam bir organizasyon, dolayısıyla güç ve etki artışı anlamına geler.
Yani bütün (Toplum) parçaların (Topqlumu oluşturan bireylerin) toplamından çok
daha fazla bir şeydir.
Ruh Toplum’un, Topluma
geçişin ortaya çıkardığı gücün insanların algısındaki yansıması olmalıdır. Ruh
özünde Toplumdur.
Ama toplumun ruhu varsa, insan henüz kendisini doğadan ayrı
olarak algılamadığından, var olan herşeyin de ruhu var demektir.
Ama toplumsal varlıklar elle tutulmaz, gözle görülmez.
Ritüeller bu toplumsal varlığı sembolize ederler. Kabileyi diğerlerinden
ayırmak için, farklılığı ve birliği vurgulayan dövmeler, totemler, özel işaretler
vs., hasılı muazzam zenginliğiyle tüm üstyapı ortaya çıkar.
Kurban da ancak toplumun bu özelliği bağlamında
anlaşılabilir.
Bunu yine bize toplumun varlığı ve üretici güçlerin gelişme
düzeyi açıklayabilir.
İnsan türü parçanın bütüne tabi olduğu birliği kurup topluma
geçmesine rağmen, neolitik devrime kadar sürekli bir kıtlık içinde yaşıyordu.
Bu kıtlık içinde, sürü halindeyken, maymunlarda görüldüğü gibi, yetişkin bir
insan, muhtemelen yavru bir insanı annesinin korumasının bulunmadığı bir an
yiyebiliyordu belki de. Çünkü canlılığın temelinde biyolojik varlığı sürdürmek
yatar. Bunun için de yaşayabilmek. Toplum ise bununla çelişir. Toplumu
sürdürmek için, bireyin fedasıdır toplum. Bu olmadan toplum olamaz.
Topluma geçildiği andan itibaren bir bireyin açlığı için
diğerini yemesi ve buna karar vermesi mümkün olamaz. Artık sürünün üyeleri
kardeştir. Kararları ancak toplum verir, bireyler karar veremez. Ancak toplum
adına toplumu yaşatmak için bir bireyin feda edilmesi mümkün olabilir. Kurban Toplumun
yaşaması için bireyin feda edilmesidir.
Bu nedenle dünyadaki bütün toplumlarda görülen kurbanların kökeninde,
binlerce yıldır değişmiş olmasına rağmen, kurbanın ortaklaşa yenmesi ve
kutsanması vardır. Yani kabile, kendi içinden birini, toplum adına feda ederek,
yiyerek varlığını sürdürebilir.
Bu toplum adına kurban edilen parçanın, bir yetişkin veya
yaşlı değil de çocuk olduğuna dair çok güçlü izler bulunmaktadır. Erginler
kabilenin yaşaması için elzemdirler kurban edilemezler. Yaşlılar, şunun şurası
yirminci yüzyıla kadar yaşlılık çok istisnai bir olay olduğundan ve onlar
bilgileri ve tecrübeleriyle kabilenin varlığını sürdürmesi için hayati önemde
olduğundan, kurban edilemezler. Bugün bile örneğin Afrika’da yaşlılara müthiş bir
saygı gösterilir. Bu durumda çocuk bütünün yaşaması için kurban edilip topluca
yenebilecek tek üyedir.
Ama Kurban bir cinayet değildir. Yani kişisel bir çıkar için
ve kişisel bir kararla gerçekleşen bir şey değildir. Bir ibadettir. Yani toplum
için yapılan bir şeydir.
Kurban edilecek ve kabilenin yaşaması için yenecek olan
kutsanır, ona en güzel şeyler verilir. Öyle kurban edilir ve yenir.
Bütün toplumlarda da bir zamanlar çocukların kurban
edildiğine dair izler bulunmaktadır. İsa bir kuzudur. İbrahim çocuğunu
kesecekken melek koçu getirmiştir. Fenikeliler, uygarlaştıktan sonra bile
Molok’a çocuklarını kurban ediyorlardı. Çocuk kurban etme geleneği, ta Roma
çağına, Kartacalılara kadar devam etmiştir. Bu gün Amerika’dan tekrar dünyaya
yayılan Hallowen, Keltlerden kaynaklanır ve Keltlerdeki çocuk kurban etme
adetinin, orta doğudaki Kurban Bayramı benzeri bir şekilde bırakılışını ama
aynı zamanda bunun yakın zamanlara kadar yaşadığının kanıtını temsil eder.
Ancak üretici güçlerin gelişmesi ile birlikte, daha çok
bolluk gelip de kıtlık ekonomisinden kurtulunca; aşırı ürünleri saklayacak
çanak çömlekler bulundukça, çocuk kurbanı giderek akıl ve ahlak dışı
göründüğünden; alt yapıdaki değişmeye bağlı olarak üstyapı da değişmiş ve onun yerini
hayvan kurbanları almıştır. Kurban bayramının hikâyesi de bunu anlatır aslında.
Bugün ise, hayvan kurbanlarının bile akıl ve ahlak dışı hale
geldiği bir çağda yaşıyoruz. Artık kurbanı yasaklayacak bir “Peygamber”in
beklentisi içindedir Toplum.
*
Hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesi, yani özünde
neolitik devrim, dünya tarihinde gelmiş geçmiş en büyük devrimdir ve bu günkü
uygarlığın en büyük keşifleri bile bu devrimin yanında birer cüce gibi kalır.
Bu günkü bütün yaşamımız hala bu devrimin kazanımlarına dayanmaktadır. Temel
gıdamızı oluşturan bütün hayvanlar ve bitkiler; giydiklerimiz (Dokumacılık);
yemek yediğimiz tabaklar ve yiyecekleri içinde koruduğumuz kaplar (çömlekçilik)
hemen her şey bu devrimin bulduklarıdır özünde.
Kurban bayramının ortaya çıkışını anlatan söylence,
asılında, gerçek tarihin doğru bir tasvirinden başka bir şey değildir. Avcılığa
ve toplayıcılığa dayanan kıtlıkta çocuklar kurban edilirken, hayvanların
ehlileştirilmesine geçişle birlikte, çocuk yerine hayvan kurban edilmesine
geçişi; yani neolitik devrimi; emek üretkenliğindeki bu devasa artışı; bu
artışa paralel olarak üstyapının da yeni alt yapıya uygun hale gelişini;
insanların sürekli bir açlık ve kıtlık tehlikesinden kurtuluşunu sembolize
eder. Bu muazzam devrim ne kadar kutlansa yeriydi ve yeridir.
Kurbanlık hayvan, çok öncenin unutulmuş çağlarında, toplum
için ve toplum adına kurban edilen çocukları gibi, bir gelin gibi süslenir; el
bebek gül bebek bakılır, bir bakıma o kısa hayatının herkesinkinden daha güzel
geçmesi için elden gelen arda koyulmazdı. Bizzat kurban ediliş eylemi bile, o
unutulmuş geçmişin izlerini taşır; kurbanın öleceğini bilmemesi; öldürme
işleminin olabildiğince seri ve acısız olması; dualar, seremoniler vs. hepsi,
kurbanın toplumun yaşaması için bir dayanışma olduğunu vurgulamaya ve
kanıtlamaya yöneliktir.
Ne var ki, bugün geniş yeniden üretim çağında, hayvanların
bant usulüyle üretildiği, öldürüldüğü ve işlenip piyasaya sürüldüğü çağda, bu
kurban adeti ve bayramı, çoktan uygarlığa geçmiş Fenikelilerin çocuk kurban
etmeye devam etmelerine veya Asteklerin uygarlık sembolü piramitler üzerinde
artık kıtlık nedeniyle bir gereği kalmamışken insan kurban etmeye devam etmesine benzer. Gerçek
anlamını, yitirmiş ve hatta tam zıt anlamda bir işlev kazanmıştır. Azteklerde
insan kurban etmenin devam etmesi, bu adetin diğer kabileleri ya da kastları
baskı altına almanın; onları terörize etmenin bir aracı olarak kullanılmasıyla
ilgiliydi. Fenikelilerin Molok’a çocuk kurban edişleri de muhtemelen benzer bir
işleve sahipti.
Bu günkü toplumda da kurban, toplumsal
dayanışma, kıtlıktan kurtuluşu kutlama aracı olmaktan çıkmış; bir zenginlik ve
güç gösterisinin; toplum içinde ne kadar dini bütün olduğunun reklamını
yapmanın; bir prestij ve itibar edinmenin arıcı haline gelmiştir.
“Sağ elinin yaptığı iyiliği
sol elin bilmeyecek” diyen bir
dünyanın ve değerler sisteminin değil; “bakın ben ne kadar iyilik yapıyorum,
ne kadar dindarım” diye bar bar bağıran; kapitalizm öncesinin her türlü
değerini yitirmiş, modern burjuva toplumunun da demokratik değerlerinden bile
zerrece nasibini almamış insan posalarının, lümpenlerin değerlerini ifade
etmektedir artık kurban kesmek.
On bin yıl öncesinin sürekli kıtlıkta yaşayan insanları
çocuklarını kurban ederken, bu günün kurban kesenlerinden, milyon kez daha
insani bir iş yapıyorlardı. O çocuk kurbanları bir cinayet değil, bir
ibadetti; bu gün ibadet diye hayvan kesenlerin yaptığı ise ibadet değil
cinayettir. Toplumun yaşaması için değildir, artık buna gerek de yoktr;
kişisel bir itibar ve gösteriş için yapılmaktadırlar. Bu içerik biçimi de
kökten değiştirmiştir. Herşey kitlesel bir katliama dönüşmüş bulunmaktadır.
*
Modern toplumda, bu günkü geniş yeniden üretim yordamında,
tüm değerleri yaratan işçinin iş gücüdür. Sömürü oranını iş gücünün fiyatı
belirler. İş gücünün örgütlenmesi ve fiyatının yükselmesi, modern toplumu bir
parça yaşanır kılan biricik ilaçtır.
Ama iş gücünün örgütlenmesi ve haklar edebilmesi için,
işçilerin demokratik özgürlüklere; fikir, örgütlenme, bir araya gelebilip
çıkarlarını korumak için birlikler oluşturma; partiler kurma özgürlüklerine
ihtiyaçları vardır. Bu nedenle, demokrasi denen şeyin biricik garantisi ve
sağlayıcısı, işçi sınıfı ve hareketidir.
Ama işçi hareketi de ancak demokrasi mücadelesi içinde
toplumdaki tüm ezilenleri ve gayrı memnunları birleştirip, sadece işçiler için
ekonomist bir hareket olmaktan çıkıp, devrimci ve demokratik bir karakter
kazanabilir ve o zaman bu hakları elde edebilir.
Sadece bütün Avrupa ve dünyanın modern tarihi değil,
Türkiye’nin yakın tarihi de bunu kanıtlar. 1960’lar ve 70’ler işçi hareketinin
hem yükseldiği hem de demokratik talepleri toplumun gündemine taşıdığı bir
dönemdi. Son çeyrek yüz yıl ise, ortalıkta hem işçi hareketi yoktur hem de
devrimci ve demokratik talepler.
İşçi hareketi örgütlendiği ve demokratik haklar elde ettiği
takdirde, toplumdaki zenginlik ve yoksulluk farkları da azalır. Çünkü ezilenler
bu haklara dayanarak kapitalistler karşısında pazarlık güçlerini yükseltirler;
vergiler aracılığıyla ulusal gelirin yeniden dağıtımında ağırlıklarını koyarak,
zenginlik ve yoksulluk farklarını nispeten daha ılımlandırıcı tavizler
koparabilirler. Böylece toplumda, tümüyle çürümeye ve çözülmeye yol açan,
korkunç yoksulluk ve zenginlik farkları azalır.
Böyle bir toplumda, et yiyebilmek için kurban bayramını
bekleyen yoksullar olmaz. Böyle zenginlik ve yoksulluk farkları ve bunun
yarattığı çürümeler olmayınca, böylesine gösterişli hayvan katliamları da
olmaz.
Batı ile doğunun farkı buradadır. Doğu’da insanların hiçbir
zaman hakları olmaz. Orada avane kliyen ilişkileri geçerli olur. Zengin olan,
üstün olan, yetkisi olan, “adamlarını” korur, onlara “kıyak” yapar. Alttakiler
de ona karşı sürekli gebe ve mahkum kalırlar.
Demokraside ise, insanların hakları olur. Kimse bu hakları
için kimseye minnet etmek zorunda değildir. Böyle bir toplumda, birbirinin
elini öpen, yağcı, garibanın karşısında Allah kesilip güçlünün karşısında
köpekleşen insanlar yer bulamaz ya da daha da azalır.
Türkiye’deki sistem, bunun tam tersini yaratmakta ve
üretmektedir. Bürokratik oligarşi tüm toplumsal sistemi bu haklar değil,
hoşgörü veya görmezden gelme ilişkisine göre kurmuş bulunmaktadır.
Burjuvazi de bunun karşısında, haklara değil, aynı şekilde,
avane, kliyan (klik) ilişkilerine dayanan bir sistemi savunmaktadır. Kurban
bayramlarının böylesine bir katliama, zenginlik ve hayırseverlik gösterilerine
dönüşmesi, hep bu demokrasi yokluğunun; hak yoksunluğunun; avane kliyan
ilişkilerinin tüm topluma egemenliğinin bir yansıması ve sonucudur.
Kemalist oligarşi ile burjuvazinin politik İslam’ı aslında
aynı sistemi savunmaktadırlar. Demokratik haklara değil, hoşgörüye, gebe
bırakmaya dayanan sistemdir bu. AK Partili belediyelerin yoksullara ekmek
dağıtması da, kurban bayramlarının gösterişli hayvan katliamları da;
“kapkaççılık” da, müthiş zenginlik ve israf da bütün bunlar hepsi aynı sistemin
ayrılmaz parçaları; aynı madalyonun farklı yüzleridir.
Politik İslam, ne İslam’dır ne de demokratiktir.
Politik İslam, ulusu, yani politik olanı dinle veya İslam’la tanımlayan gerici
bir milliyetçiliktir. Eğer sorun Müslüman olmak ise, bu gün Müslüman olmak
ancak tutarlı demokrat olmakla; toplumda tüm değerleri yaratanların,
çalışanların her türlü örgütlenme, fikir, gösteri özgürlükleri için mücadele
etmekle; toplumdaki hiçbir dilin, dinin, etninin özel bir imtiyazı olmaması
için mücadele etmekle mümkündür.
Bu günün dünyasında, bir zamanlar kurban kesmenin sağladığı
sevabı; ancak demokratik haklar için hapiste yatmak; sürgünlerde yaşamak;
ezilen ve yoksulların demokratik hakları için mücadeleye girmek sağlayabilir.
Bu özgürlükler ve haklar için bir şey yapmamak, hatta karşı olmak; sonra da
yoksullara yardım ve dindarlık adına gösterişli veya gösterişsiz kurbanlar
kesmek! Bunun ne Müslümanlıkla, ne insanlıkla ilgisi yoktur. Bunlar cehennemde
yanmaya layık gühahkarlardır.
Türk devletinin Türk devleti olmasına, Türkçe’nin resmi
devlet dili olmasına; yurttaşlığın Türklükle tanımlanmasına karşı çıkmadan; tüm
dillerin eşitliğine savunmadan; yurttaşlığın hiçbir din, dil etni ile
bağlantısının olmaması gerektiğini savunmadan “Müslüman” da olunamaz, demokrat
da olunamaz.
Gerçek Müslüman, diyanet işlerinin lağvını, Sünnilerin de
tıpkı aleviler gibi, din görevlileri için kendi gönüllü bağışlarıyla onlara
bakmasını savunur.
Bir yandan bu konularda ağzını açmayacaksın, hatta bu günkü
çürütücü ve gerici sistemi savunacaksın, diğer yandan da, haç, kurban ya da
İslamiyet’in faziletleri üzerine geviş getireceksin ve kurban kesip aç ve
yoksul bıraktıklarına üç beş kırıntı dağıtıp onları kendine veya zenginlere
minnet borçlu bırakacaksın. Bunun adı ikiyüzlülüktür; münafıklıktır.
*
Bayram her şeyden önce çalışılmayan gün demektir.
Çalışılmayan bir gün ise, o çalışılmayan günde insanları aç kalmaktan
kurtaracak bir artı ürünü var sayar. Bu artı ürün ise, belli bir emek üretkenliği
düzeyini.
İnsan bu düzeye ancak, neolitik devrimle ulaşmıştır.
Dolayısıyla, Kurban bayramı, sadece çocuklar yerine hayvanların kurbanına
geçişin değil, aynı zamanda bayram denen, çalışmadan yaşanabilecek günlerin
ortaya çıkışını da sembolize eder.[1]
Neolitik devrim öncesinde, insanların kıtlık içinde
yaşadıkları çağlarda da elbette rastlantısal iyi bir av sonucu, ya da uygun bir
mevsim dolayısıyla bol yiyecek bulunduğu zamanlar olabiliyordu[2]. Ama
bunlar tamamen rastlantısaldı ve düzenli değildi. Dolayısıyla, sürekli bir artı
ürün olmadığından, bu rastlantısal artı ürünün korunması ve saklanması için
gerekli ihtiyaç ve teknikler de bilinmiyordu. Dolayısıyla, rastlantısal artı
ürünler derhal tüketilmeliydi.
Bu nedenle neolitik devrim öncesinde bayram yoktur,
rastlantısal artı ürünleri tüketmeye yarayan şölen vardır. Neolitik devrim
aynı zamanda bayramın da keşfidir. Bir bakıma Kurban Bayramı, sürekli ve
düzenli bir artı ürünün varlığının, yani bayramın keşfinin de bayramı
sayılabilir.
İnsanlık tarihinin bütünü göz önüne alındığında, gerçekten
bayram olarak kutlanmayı hak eden muazzam devrimci değişikliklere; üretim
güçleri, ilişkileri ve üstyapıdaki muazzam değişikliklere denk düşmektedirler
bu ve benzeri bayramlar.
Her sosyalist, bu bilinçle, bu bayramları kutlamalıdır,
insanlık tarihindeki en büyük devrimlerin bir anısı olarak. Ama bu bayramları
kutlamak, bu gün yaşadığımız dünyaya uygun bir üstyapı mücadelesiyle olabilir.
Semavi dinler de çok büyük toplumsal devrimlere karşılık
düşerler elbet. Bu dinler sonra gelişen uygarlık ve sınıflı toplumlar içinde,
nispeten eşitlikçi büyük reform ve devrimleri sembolize ederler.
Örneğin İsa’nın doğumunun kutlanmasını ele alalım. Birbiri
peşi sıra gelen uygarlıklar koca Akdeniz ve Ortadoğu’yu bir tek Pazar kılmış,
bir tek uygarlık alanında birleştirmişti. Hepsi Roma’nın egemenliği altındaydılar ama her kavim, hatta
her kabilenin ayrı tanrıları, dolayısıyla ayrı hukuku var olmaya devam
ediyordu; insanlığı hayvanlıktan çıkarmış olan totemler artık üretici güçlerin
o günkü gelişmişlik düzeyinde ciddi bir engel haline gelmişlerdi. Tüm bunları
aşacak, tüm uygarlık alanında aynı hukuku, aynı toplumsal ilişkileri, aynı
politikayı geçerli kılacak yepyeni bir üstyapı gerekiyordu. Hıristiyanlık
Roma’nın sağladığı ekonomik birliğin gerektirdiği üst yapıyı sağlıyordu. Ama
bunu yaparken aynı zamanda, yoksullara ve kölelere, Allah evreni altı günde
yarattı yedinci gün dinlendi diyerek, haftada bir, yani yılda elli iki gün tatil hakkı da veriyordu. Ondan sonra hiçbir
hareket ve devrim bu çapta bir reformu ya da hakkı çalışanlara sağlayabilmiş
değildir. İşçi hareketinin muazzam savaşlar sonucu elde ettiği sekiz saatlik iş
günü bile bunun yanında küçük kalır
Çürümüş Bizans ve Sasani, yani Çin ve Hint yolundaki
Uygarlığın ve Akdeniz Ortadoğu uygarlığının çıkmaza girmiş toprak ilişkilerini
yeniden düzenleyen; nispeten daha eşitlikçi bir düzen kuran İslam da bir tür
devrim idi, bu anlamda, insanlar bilincinde olmasa bile İsa’nın ya da Muhammet’in
doğumunu kutlarken, gerçekten büyük devrimleri bir bayram olarak kutlamış
oluyorlardı.
Modern “ulusal bayramlar” ise, bu bayramların yanında bayram
adıyla anılmaya layık hiçbir kazanım sağlamamışlardır insanlığa. İlk burjuva
devrimleri, yani Amerikan ve Fransız devrimleri, daha ilk adımlarında
gericileştiler. Modern toplumun dini başlangıçta, yurttaşlığı, insan haklarıyla
tanımlıyor; insanı da dini, soyu, etnisi ne olursa olsun eşittir diye
tanımlıyordu. Ne var ki, daha ilk adımda, bir yandan geçmişin kalıntılarıyla;
yani insanın sadece erkek ve beyazları, kapsaması nedeniyle; hem de
burjuvazinin yurttaşları (yani insanları), belli bir dil, etni veya dinden olan
veya belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlarla sınırlayan gerici
milliyetçiliğe geçişi nedeniyle, tam anlamıyla birer gericilik insanlara karşı
bir tehdit ve terör gösterisidir bu günün “modern”, “ulusal” bayramları.
Tanklar, toplar, uydurma tarihler, yalanlar üzerine dayanırlar ve bu anlamda
birer karşı devrim bayramı, birer gericilik ayinidirler.
Bu bayramların birer tatil günü olması, işçilerin ve
emekçilerin bundan biricik kazancıdır ve burjuvazinin işçi ve emekçilere
verdiği bir rüşvettir.
Sosyalist devrimlerin “tamamlanmamış devrim”ler
olduğundan çok söz edilmiştir. Ama esas tamamlanmayan ve “ihanete uğrayan
devrim”, burjuva devrimidir. Burjuva devrimlerinin, “vatanım yer
yüzü, milletim insanlık” diyen devrimci özü; vatanı ve milleti, belli bir
din, dil, etni, soy ile sınırlayan gerici milliyetçilik tarafından olmamışa
çevrilmiştir.
Burjuva devriminin bu idealine, enternasyonalizm adı altında
işçi hareketi sahiplenmiştir. Enternasyonalizmin bayramı olan 1 Mayıs, aslında,
sosyalizmin değil; “vatanım yeryüzü milletim insanlık” diyen, ihanete
uğramış ve unutulmuş burjuva devriminin bayramıdır.
Ne yazık ki, 1 Mayıs bile, burjuva devriminin bu idealini
terk etti. O da, bürokrasinin egemenliği altında, burjuvazinin yoluna girdi. 1
Mayıslar, tıpkı gerici burjuvazinin tanklı toplu ulusal bayramları gibi, bürokrasinin
sosyalist veya enternasyonal isimli ulusal bayramları; yani karşı devrimlerin
bayramları oldular. Böylece Enternasyonalizm biçiminde varlığını sürdüren
burjuva devrimlerinin idealleri bile unutuldu.
Bu günün dünyasında, gerici milliyetçilikle çizilmiş
sınırlara karşı bir hareket, yani bir yeryüzü çapında tüm insanların eşitliğine
dayanan bir hareket ve onun başarısı ancak modern toplumun adına layık bir
bayram oluşturabilir.
Ama bu bayram bile sosyalist bir bayram değil, modern
burjuva uygarlığının, sanayi uygarlığının bayramı olur. 1 Mayıs modern toplumun
bayramı olmaya adaydır. Ama 1 Mayısın modern toplumun bayramı olabilmesi için,
bu günkü gerici ulus ve ulusçulukların ve onların bayramlarının yeryüzünden
silinmesi gerekmektedir. Burjuva toplumun ve uygarlığının bayramı işçiler
eliyle oluşabilir. İşçiler bu bayramın, sınıfsız toplumun değil, işçilerin,
yani burjuva toplumunun, yani kapitalist toplumun has ürününün bayramı olduğunu
bildikleri ölçüde, bu mücadele gününü bir bayram yapma şansına sahip
olabilirler.
Sosyalizm ise sınıfsız toplumdur. Sosyalizmin bayramı hiç
olmayacaktır. Çünkü orada devlet olmayacaktır. Çünkü orada sınıf ayrımları ve
sömürü olmayacaktır. Meta üretiminin ve devletin yarattığı yabancılaşmalar
olmayacaktır.
Bunların olmadığı yerde ise, hayat bir bayram olur. Hayat
bir bayram olunca da bayramların var oluşunun bir anlamı kalmaz.
Bu anlamda sosyalizm için mücadele, bayramları yok etme
ve anlamsız kılma mücadelesidir.
14 Ekim 2013 Pazartesi
(Bu yazının ilk
versiyonu 2006 yılında yazılmıştı. Elinizdeki bu versiyon özellikle ilk
bölümlerinde gözden geçirilip Toplum’un ortaya çıkışına ilişkin geliştirilmiş
yeni görüşlerle yeniden yazılmıştır. Eski versiyon şu adreste bulunmaktadır: http://demirden-kapilar.blogspot.de/2011/11/kurban-bayramnn-ekonomi-politigi.html)
Demir Küçükaydın
[1] Oruç ve şeker bayramı büyük
ölçüde avcılık ve toplayıcılığın kıtlığı ve nefsi kontrol altına almaya yönelik
kurallar ve rastlantısal artı ürünü tüketmeye yarayan şölenlerin, neolitikten
sonra varlığını sürdüren bir kalıntısı olabilir. Neolitik öncesi dönemlerin bir
hatırlatılması ve ondan kurtuluşun kutlanması gibidir.
[2] Newroz bayramı orta doğuda
doğanın uyanışıyla, baharla bağlantılı olduğundan, baharın sağladığı nispeten
daha bol av ve bitki anlamına geldiğinden muhtemelen kökleri neolitik devrim
öncesinin bahar şölenlerine dayanıyor olsa gerektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder