14 Ekim 2013 Pazartesi

Kurban ve Bayram’ın Doğuşu ve Sosyolojisi

Bugün Kurban Bayramı.
Kurban ve Bayram! Kurban ölümdür, bayram yaşam ve sevinci.
Böylesine birbirine zıt kavramlar nasıl olup da bir araya gelebilmektedir?
Kurban yeryüzündeki birbirinden en farklı toplumlarda bile görülen en evrensel olgulardan biridir. Bu bile Toplumsal varoluş ile Kurban arasında bir ilişki olduğunu sezdirir. Toplum’un olduğu her yerde Kurban, Kurban’ın olduğu her yerde toplum vardır.
Bu kurban bayramı vesilesiyle Kurban ve Bayram’ın bu diyalektiğini ele alıp incelemeyi deneyelim.
*
Homo Sapiens, yani bizler, ateşin çocuğuyuzdur.
İnsan türü, cansız aleti kullanabildiği için; bir zaman ağaçlarda yaşarken asıldığı dalları, yerde ayağa kalktığında eline sopa olarak alabildiği için; Ateş’e dokunabilmiş; ateşle korunabilmiş ve ateşi korumuştur. İrsan başka hiçbir canlı ateşe dokunamadığı için, dokunulmaz bir canlı olabilmiştir.
Ateş sayesinde insan denen canlı türü, hazmı sürecinin çok önemli bir bölümünü, mantarlar gibi organizması dışına aktarıp; hazım için gerekli enerji ve zamanın; böylece hazım organların küçülmesini sağlayarak; bu sayede de sürekli dönen değirmen taşları gibi, hiç durmak bilmeden çalışan hacim ve ağırlık olarak vücut içindeki oranından kat be kat fazla enerji yakan; beynini büyütebilmenin maddi koşullarını elde etmiştir.
Bu büyük beyinli çocukların doğabilmesi için ise, doğum Avustralya’nın keseli hayvanları gibi, gelişmemiş ve erken bir aşamaya gerilemiştir. İnsan yavrusu sekiz ay önce doğmaktadır. Kangurulardaki kesenin yerini ise, organik bir kesesi olmayan insan türünde, tabiri caiz ise bir “sosyal kese” olmazsa olmaz bir zorunluluk olarak da ortaya çıkmıştır.
Yine ateş sayesinde, o maymun benzeri, alet kullanan yaratık, Afrika savanlarının ılıman ikliminin dışına çıkarak, tüm iklimlerde yaşayabilen, giyinebilen ilk canlı, hasılı insan olabilmiştir.
Özetle Ateş, insan türünün ortaya çıkabilmesi için, başka hiçbir canlıyla paylaşılmayan çok özel bir niş (yaşam alanı) oluşturmuştur.
Ancak Ateş’in bir niş olması, bir yaşam koşulu olması başkadır, bir üretim aracı olarak kullanımı başkadır.
Niş ya da yaşam koşulu veya ortamı olarak ateş, biyolojik bir evrime, yani tür dönüşümüne, yol açmıştır; bir üretim aracı olarak ateş ise, ancak toplum ortaya çıktıktan sonra; üretim sürecinde bir enerji kaynağı olarak kullanıldığında, bir üretim biçiminden diğerine; dolayısıyla bir toplum biçiminden diğerine geçişin aracı olabilmiştir. Bu ise çok yenidir.
Ateş, kapitalizm öncesinde bazı kimyasal değişiklikler için ve yine bu bağlamda sayılabilecek  madenlerin işlenmesinde kullanılmıştır ama üretimdeki araçların enerji kaynağı olarak kullanılması buharlı makinanın icadıyla mümkün olabilmiştir. Bu bakımdan, rüzgar ve suyun aksine, bir enerji kaynağı olarak ateş, sanayi devriminin ve kapitalizmi beklemiştir ve bu da şunun şurası yuvarlak hesap ikiyüz yıllık bir hikayedir.
Nasıl ateşi kontrol altına almak için, canlının onunla doğrudan temasını ve yanmasını engelleyen bir alet, dolayısıyla aleti kavrayan bir el ön koşul idiyse ve cansız nesneyi aracı edemediği için hiçbir canlı ateşi kullanamadıysa; hiçbir antik uygarlık ta, ateşi üretimde aletleri hareket ettiren bir enerji kaynağı olarak kullanamadı.
Ateşte ortaya çıkan ısı enerjisini mekanik enerjiye dönüştürebilmek ve onu işte, yani emek üretkenliğini artırmakta kullanabilmek için de hem bu yönde bir ihtiyaç hem de belli bir teknik gelişme düzeyi gerekiyordu. Bu ihtiyacı ve teknik düzeyi neolitik devrimden on bin uygarlığa geçişten beş bin yl sonra dünya ticareti ve kapitalist geniş yeniden üretim yaratabildi.
Modern sanayi devrimine kadar olan dönemde, emek üretkenliğini arttırmada enerji kaynağı olarak insanın kas gücüne sadece hayvan, su ve rüzgar gücü eklenebilmiştir.
Hayvan gücünün kullanımı, hayvanların ehlileştirilmesini yani neolitik devrimi; su ve rüzgar gücünün kullanımı ise, büyük miktarda ürünleri ve yerleşikliği, yani tarıma dayanan üretimi ve belli bir ticaret düzeyini, şehirleri, hasılı uygarlığı ön koşul olarak gerektirir.
Ateşi kullanmaya başlayan ve Afrika dışına çıkabilen ilk insan türü (Homo Erektus) en azından iki milyon yıldır var. En azından iki milyon yıl boyunca bu ateşle haşır neşirlik ve onun mümkün kıldığı nişte yaşamak, Homo Sapiens’i ortaya çıkardı.
Homo Sapiens’in yuvarlak hesap ikiyüzbin (200.000) yıldan beri var.
Ama ilk sanat eserlerine veya ona benzer şeylerin varlığına (delinmiş ve kolye olarak kullanıldığı varsayılan deniz kabukları) 70.000 veya maksimum 100.000 yıl öncesinden beri rastlanabiliyor. Yani Toplum en iyi ihtimalle 100.000 yil önce ortaya çıkabilmiş bir hareket ve varoluş biçimi. Ondan önce bugünkü insan türü var ama Toplum yok.
Demek ki, Homo Sapiens’in, yaryüzünde ortaya çıkışından bu güne kadar geçen sürenin en az yarısında;  (yani 100.000 yıl) bizlerle tamamen aynı aynı ruhsal ve fiziksel özelliklere sahip ama Toplum (parçanın bütüne tabi olduğu topluluk) halinde değil; Sürü (basit karşılıklı çıkara dayanan, yaptırımı olmayan işbirliği içindeki topluluk) halinde yaşadığı bir dönem olmuştur.
Bu atalarımızın bir Kültürü vardı. Kültür biyolojik olarak değil; öğrenilen ve öğrenmeyle aktarılandır. Kültürün ilk biçimlerine neredeyse bütün memelilerde ve bazı kuşlarda rastlanmaktadır. Çocukluk dönemi olan, belli bir öğrenme aşamasından geçmesi gereken ve oyun oynayan (ki öğrenmek demektir) bütün canlılarda (ki esas olarak memelilerdir) bir kültürün, yani içgüdüler ve biyolojik kalıtım yoluyla değil; öğrenme yoluyla aktarım izleri vardır. Bunlar içinde sürüler halinde yaşayanların oldukça kompleks ilişkileri de vardır. Ama henüz toplum yoktur.
Yani Homo Sapiens türü topluma geçmeden; arılar, termitler, karıncalar; çıplak köstebekler gibi; parçanın bütüne tabi olduğu; basit matematikten öte cebirsel bir birliğe; bir yaptırımı; sınırı olan bir topluluğa geçmeden önce, yüz bin yıl boyunca toplum olmadan; sürü halinde var olmuştur.
Ancak Din, yani Üstyapı, yani topluluğun sınırları, yaptırımları, ortaya çıktığında; yani karşılıklı çıkar ve işbirliğine dayanan, matematik bir toplam gibi olan Sürü; parçanın bütüne tabi olduğu bir organizmaya dönüştüğünde, eksinin eksiyle çarpımının artı sonuç verdiği cebirsel bir toplam gibi olabildiğinde, Toplum da ortaya çıkmıştır.
Doğa parçanın bütüne tabi olduğu cebirsel birlikleri (tek hücrenin bizzat kendisi, çok hücreliler, arılar, karıncalar, termitler, çıplak köstebekler vs.) birbirinde bağımsızca ve birçok kez keşfetmiştir. Ama bütün bunlarda parçanın bütüne tabi olduğu birliği zorlayan, doğal seçim ve işbölümüdür. Parçanın bütüne tabi olduğu birlik, artık yeni bir canlı türüdür. Yani bir karınca devleti bir tek canlıdır; tek tek karıncalar, çok hücrelilerin bedenlerini oluşturan hücreler gibidir; bağımsızca var olup üreyemezer. Bunun için ayrı bir canlı türü olmazlar; bir canlı organıdırlar. Karınca kolonisinin kendisi ise bir canlı türüdür.
Toplum’u bütün bunlardan ayıran iki temel özellik bulunmaktadır. Toplumun ortaya çıkışı, bir işbölümüne dayanmaz, onun zorlamasıyla çıkmaz. Öyle olsaydı, toplumu oluşturan insanlar arılar vs. gibi farklı biyolojik özelliklere sahip biyolojik kastlar olurlardı öncelikle. Toplumsal kastlar ise çok sonra, uygarlığa bile geçişten sonra ortaya çıkmışlardır ve biyolojik değil; sınıfsal (üretim ilişkilerindeki farklı konumlar ve çıkarlar) değişimlere tekabül ederler.
Toplumu parçanın bütüne tabi olduğu bir birlik olarak, arılar gibi, yeni bir canlı türü diye tanımlamak mümkündür. Toplumu bir canlı türü olarak tanımlamak bu anlamda yanlış olmaz.
Ama Toplum, öylesine yeni bir canlı türüdür ki, artık biyolojik yasalara göre değişen bir canlı türü değil; yeni bir hareket ve varoluş türü olarak ortaya çıkar. Organlarını değiştirerek değişen; biyolojik yasalara bağlı bir tür değildir toplum. Üretim araçlarını değiştirdikçe örgütlenmesini, üretim ilişkilerini ve üstyapısını (dinini) değiştiren bir canlı türüdür; dolayısıyla yeni bir hareket ve varoluş türüdür.
Ama soru şudur: bu sıçrama nasıl olmuştur? Öncelik nerededir. Üstyapı ya da Din, yani sınırlama ve yaptırım, nasıl ortaya çıkmıştır?
Üstyapı olmadan bir toplum dolayısıyla Altyapı, yani Üretim İlişkileri olmayacağına göre; Toplum’un ortaya çıkabilmesi için öncelikle; Din’in; yani parçanın bütüne tabi olduğu; sınırları ve ilişkileri belirlenmiş birliğin ortayı çıkması gerekir ki; Toplum, dolayısıyla “maddi üretim hayatı” da ortaya çıkabilsin.
Evet, son duruşmada, Toplum bir kez ortaya çıktıktan sonra, maddi üretim araçları ve biçimleri üstyapıyı belirler. Ama en başta, dinin, yani üstyapının ortaya çıkmış olması gerekir ki Toplum ortaya çıkabilsin.
Üretim toplumsal (Sosyolojik) bir olgu ve kavramdır. Toplum olmadan üretim olmaz. Arılar bal “üretmez”. Arıların “ürettiği” balı çalan ayı üretim yapmış olmaz. Ama aynı balı çalan bir kabile üyesi bir insan “üretim” yapmış olur. Balı çalmak için kullandığı sopa veya duman bir üretim aracıdır. Tarlayı süren öküzler emek harcamaz, Öküzleri sopayla yöneten insanın emeği vardır. Öküz bir üretim aracıdır, üretici değildir.
O halde, Toplum’un ve ekonomik kategorilerin ortaya çıkışında öncelik üstyapıdadır.
Bu öncelik ilişkisi biraz ilk neolitik devrimin gerçekleşmesindeki ilişkiye benzer. İlk bakışta şöyle düşünülebilir: Toplum bitki ve hayvanları ehlileştirmiş olmalıdır ki yerleşikliğe geçebilsin. Ama yakından bakılınca, bu sıçramanın olması için, önce yerleşikliğe geçişin gerçekleşmesi ancak bundan sonra ehlileştirmeden gerçekleşebileceği görülebilir. Bu da çok özel koşulları gerektirir.  Zaten Göbeklitepe kazıları geçişin tam da böyle gerçekleştiğini göstermektedir.
Ya da devletin bir sınıfsal baskı aracı olduğu göz önüne alınarak; devletin ortaya çıkışından önce sınıfların ortaya çıkması; sonra sınıfsal bir baskı aracı olarak devletin ortaya çıkacağı düşünülebilir. Ama yakından bakılınca; devletin sınıflardan önce ortaya çıktığı bizzat kendisinin sınıfları yarattığı, hatta devletin bizzat bir egemen sınıf haline dönüştüğü  görülebilir. Arkeolojik kazılar da böyle olduğunu göstermektedir.
Toplum’un ortaya çıkışında da benzer bir durum söz konusudur.
Bir yerlerde bir gün homo sapiens sürülerinden biri, birtakim yaptırımlar koymayı; bunun için topluluğun sınırlarını belirlemek; parçanın bütüne tabi olduğu bir birlik kurmak gibi bir sıçramayı başarmıştır. O andan itibaren ancak toplum denen yeni canlı, ama artık evrimi biyolojik yasalara bağlı olmadığından, yeni hareket ve varoluş türü, toplum ve onun hareketi, ortaya çıkmış olmalıdır.
Bu sınırı belirleyen de muhtemelen bir totemdi. Allah’ın da son duruşmada soyutlaşıp evrim geçirmiş bir totem olduğu unutulmazsa, toplumun ortaya çıkmasında dinin, yani “Allah”ın öncelikli olduğu sonucuna ulaşabiliriz.
Yani, kabaca Toplum Allah’ı (Dini) yaratmadan önce, Allah (Din) Toplum’u yaratmıştır diyebiliriz. Altyapı Üstyapıyı oluşturmadan önce, Üstyapı Toplumu ve dolayısıyla Altapıyı oluşturmuştur.
Tür olarak insanı, Homo Sapiens’i, Ateş yarattı ama; Toplum’u, parçanın bütüne tabi olduğu birliği; bu yeni canlı türünü, bu yeni hareket ve varoluş türünü Allah (Din) yarattı diyebiliriz.
*
Bu muazzam alt üstlük, tıpkı canlılığın ortaya çıkışı gibi, bu muazzam sıçrama, iz bırakmadan geçmiş olamaz. Ve aslında kanımızca izi de bulunmaktadır.
Bugün yeryüzündeki insanların hepsinin aşağı yukarı 100.000 veya 70.000 yıl önce yaşadığı varsayılan bir “Mitokondriyal Havva”dan gelmektedirler. Yani aşağı yukarı bin kişilik bir popülasyondan gelmektedir bugün yeryüzündeki bütün insanlar. Peki, Homo Sapiens en az 200.000 yıldır var olduğuna göre, önceki 100.000 yıl önce yeryüzüne dağılmış, çoğalmış diğer Homo Sapienslerin izi niye yoktur? Soyu niye tükenmiştir? Onlar ne oldu?
Bu olguyu, insan türünü bir ara yok olmanın eşiğine kadar getirdiği varsayılan, 70.000 yıl önce Endenozya’da patlamış bir yanardağla açıklama girişimleri bulunmaktadır. Buna göre diğerleriyanardağın yol açtığı bu çevre katastrofunda yok olmuşlardır. Bir tür dar boğaz (Şişe ağzı) yaşanmıştır insanın var oluşunda. Ancak aslında hiçbir delil bunu desteklememektedir.
Biz ise bunun, gerçek başka bir “patlama” ile, Din’in ve Toplum’un ortaya çıkışıyla açıklanabileceğini düşünüyoruz.
İlk kez sürüden topluma geçen; basit bir birlikten parçanın bütüne tabi olduğu; yaptırımı, ahlakı, sınırları olan bir toplumu kuran Homo Sapiens popülasyonunun, bunun sağladığı güçle, bütün diğer homo sapiens popülasyonlarını, gerek avlayarak gerek yaşam şartlarını ortadan kaldırarak yok edişiyle açıklamak çok daha doğru gibi görünmektedir. Bu sıçramayı yapan, toplumu ve dini keşfeden Homo Sapiens popülasyona, parçanın bütüne tabi olduğu birliğe geçiş öyle bir üstünlük sağlamış ve bu üstünlükle onlar öyle bir hızla yayılmış olmalıdır ki, fiziksel ve mental olarak onlardan hiçbir farkı bulunmayan diğer homo sapiens popülasyonları bunu öğrenip benzer bir geçişi yapma; topluma başka geçişler yapma fırsatı bulamadan, yok olmuşlardır.
Bu nedenle Toplum’a geçebilmiş Homo Sapiens popülasyonu hem diğer Homo Sapiens popülasyonlarını, hem de diğer insan türlerini (Neanderthal, Denisova, Florensis insan türleri vs.) yok etmiş; bugünkü insanların, tüm yeryüzüne yayılmış tek türden oluşabilen tek canlı olmasını sağlamıştır.
Topluma geçiş, aynı zamanda, neredeyse iki milyon yıl boyunca değişmeden kalan el baltasının yüz bin yıl önce hızla evrimleşmeye başlamasının da nedenini açıklar. El baltası kendisi ve ateş aracılığıyla bir niş, bir yaşam koşuluydu ve bu nedenle, insan türünün evrimine, biyolojik değişime yol açıyordu. Ama din, yani toplum ortaya çıktığı an, an bir niş, bir yaşam koşulu sağlamaktan çıkmış; artık bir üretim aracına dönüştüğü için, insanın türünü deği, toplumu ve kendisini değiştirmeye başlamıştır.
Dinin ortaya çıkışı, birden bire iki üç milyon yıl boyunca, hatta önceki yüz bin yıllık, homo sapiensin ilk varlık dönemi boyunca neredeyse hiç değişmeden kalmış el baltasının hızla değişmeye başlaması ve adeta değişimin patlamasına yol açmış olmalıdır. Bütün veriler bunu doğrular görünmektedir.
Yani aletlerdeki hızlı değişimin başlayışının, sanat eserleri görülmesinin, tüm insanların aynı küçük popülasyondan gelmesinin, tek bir insan türünün tüm yaryüzünde bulunmasının sırrı da dinin yani toplumun ortaya çıkışındadır ve bütün veriler bunların aynı zamanda ortaya çıktığını desteklemektedir.
*
Kurban tüm toplumlarda görülen evrensel bir olgu olduğuna göre, toplumun varlığı ile kurban arasında nasıl bir ilişki vardır?
Kurban’ın kökleri Toplumsal varoluştadır.
Kurban Toplum’la birlikte ortaya çıkmıştır. Kıtlığın bir kalıntısıdır.
Bayram ise neolitik devrimle ortaya çıkmıştır, kıtlıktan kurtuluşun, düzenli bir artı ürünün varlığını varsayar.
Toplum, sürüden farklı olarak, parçanın bütüne tabi olduğu bir birliktir. Bu sıradan bir sürüye göre muazzam bir organizasyon, dolayısıyla güç ve etki artışı anlamına geler. Yani bütün (Toplum) parçaların (Topqlumu oluşturan bireylerin) toplamından çok daha fazla bir şeydir.
Ruh Toplum’un, Topluma geçişin ortaya çıkardığı gücün insanların algısındaki yansıması olmalıdır. Ruh özünde Toplumdur.
Ama toplumun ruhu varsa, insan henüz kendisini doğadan ayrı olarak algılamadığından, var olan herşeyin de ruhu var demektir.
Ama toplumsal varlıklar elle tutulmaz, gözle görülmez. Ritüeller bu toplumsal varlığı sembolize ederler. Kabileyi diğerlerinden ayırmak için, farklılığı ve birliği vurgulayan dövmeler, totemler, özel işaretler vs., hasılı muazzam zenginliğiyle tüm üstyapı ortaya çıkar.
Kurban da ancak toplumun bu özelliği bağlamında anlaşılabilir.
Bunu yine bize toplumun varlığı ve üretici güçlerin gelişme düzeyi açıklayabilir.
İnsan türü parçanın bütüne tabi olduğu birliği kurup topluma geçmesine rağmen, neolitik devrime kadar sürekli bir kıtlık içinde yaşıyordu. Bu kıtlık içinde, sürü halindeyken, maymunlarda görüldüğü gibi, yetişkin bir insan, muhtemelen yavru bir insanı annesinin korumasının bulunmadığı bir an yiyebiliyordu belki de. Çünkü canlılığın temelinde biyolojik varlığı sürdürmek yatar. Bunun için de yaşayabilmek. Toplum ise bununla çelişir. Toplumu sürdürmek için, bireyin fedasıdır toplum. Bu olmadan toplum olamaz.
Topluma geçildiği andan itibaren bir bireyin açlığı için diğerini yemesi ve buna karar vermesi mümkün olamaz. Artık sürünün üyeleri kardeştir. Kararları ancak toplum verir, bireyler karar veremez. Ancak toplum adına toplumu yaşatmak için bir bireyin feda edilmesi mümkün olabilir. Kurban Toplumun yaşaması için bireyin feda edilmesidir.
Bu nedenle dünyadaki bütün toplumlarda görülen kurbanların kökeninde, binlerce yıldır değişmiş olmasına rağmen, kurbanın ortaklaşa yenmesi ve kutsanması vardır. Yani kabile, kendi içinden birini, toplum adına feda ederek, yiyerek varlığını sürdürebilir.
Bu toplum adına kurban edilen parçanın, bir yetişkin veya yaşlı değil de çocuk olduğuna dair çok güçlü izler bulunmaktadır. Erginler kabilenin yaşaması için elzemdirler kurban edilemezler. Yaşlılar, şunun şurası yirminci yüzyıla kadar yaşlılık çok istisnai bir olay olduğundan ve onlar bilgileri ve tecrübeleriyle kabilenin varlığını sürdürmesi için hayati önemde olduğundan, kurban edilemezler. Bugün bile örneğin Afrika’da yaşlılara müthiş bir saygı gösterilir. Bu durumda çocuk bütünün yaşaması için kurban edilip topluca yenebilecek tek üyedir.
Ama Kurban bir cinayet değildir. Yani kişisel bir çıkar için ve kişisel bir kararla gerçekleşen bir şey değildir. Bir ibadettir. Yani toplum için yapılan bir şeydir.
Kurban edilecek ve kabilenin yaşaması için yenecek olan kutsanır, ona en güzel şeyler verilir. Öyle kurban edilir ve yenir.
Bütün toplumlarda da bir zamanlar çocukların kurban edildiğine dair izler bulunmaktadır. İsa bir kuzudur. İbrahim çocuğunu kesecekken melek koçu getirmiştir. Fenikeliler, uygarlaştıktan sonra bile Molok’a çocuklarını kurban ediyorlardı. Çocuk kurban etme geleneği, ta Roma çağına, Kartacalılara kadar devam etmiştir. Bu gün Amerika’dan tekrar dünyaya yayılan Hallowen, Keltlerden kaynaklanır ve Keltlerdeki çocuk kurban etme adetinin, orta doğudaki Kurban Bayramı benzeri bir şekilde bırakılışını ama aynı zamanda bunun yakın zamanlara kadar yaşadığının kanıtını temsil eder.
Ancak üretici güçlerin gelişmesi ile birlikte, daha çok bolluk gelip de kıtlık ekonomisinden kurtulunca; aşırı ürünleri saklayacak çanak çömlekler bulundukça, çocuk kurbanı giderek akıl ve ahlak dışı göründüğünden; alt yapıdaki değişmeye bağlı olarak üstyapı da değişmiş ve onun yerini hayvan kurbanları almıştır. Kurban bayramının hikâyesi de bunu anlatır aslında.
Bugün ise, hayvan kurbanlarının bile akıl ve ahlak dışı hale geldiği bir çağda yaşıyoruz. Artık kurbanı yasaklayacak bir “Peygamber”in beklentisi içindedir Toplum.
*
Hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesi, yani özünde neolitik devrim, dünya tarihinde gelmiş geçmiş en büyük devrimdir ve bu günkü uygarlığın en büyük keşifleri bile bu devrimin yanında birer cüce gibi kalır. Bu günkü bütün yaşamımız hala bu devrimin kazanımlarına dayanmaktadır. Temel gıdamızı oluşturan bütün hayvanlar ve bitkiler; giydiklerimiz (Dokumacılık); yemek yediğimiz tabaklar ve yiyecekleri içinde koruduğumuz kaplar (çömlekçilik) hemen her şey bu devrimin bulduklarıdır özünde.
Kurban bayramının ortaya çıkışını anlatan söylence, asılında, gerçek tarihin doğru bir tasvirinden başka bir şey değildir. Avcılığa ve toplayıcılığa dayanan kıtlıkta çocuklar kurban edilirken, hayvanların ehlileştirilmesine geçişle birlikte, çocuk yerine hayvan kurban edilmesine geçişi; yani neolitik devrimi; emek üretkenliğindeki bu devasa artışı; bu artışa paralel olarak üstyapının da yeni alt yapıya uygun hale gelişini; insanların sürekli bir açlık ve kıtlık tehlikesinden kurtuluşunu sembolize eder. Bu muazzam devrim ne kadar kutlansa yeriydi ve yeridir.
Kurbanlık hayvan, çok öncenin unutulmuş çağlarında, toplum için ve toplum adına kurban edilen çocukları gibi, bir gelin gibi süslenir; el bebek gül bebek bakılır, bir bakıma o kısa hayatının herkesinkinden daha güzel geçmesi için elden gelen arda koyulmazdı. Bizzat kurban ediliş eylemi bile, o unutulmuş geçmişin izlerini taşır; kurbanın öleceğini bilmemesi; öldürme işleminin olabildiğince seri ve acısız olması; dualar, seremoniler vs. hepsi, kurbanın toplumun yaşaması için bir dayanışma olduğunu vurgulamaya ve kanıtlamaya yöneliktir.
Ne var ki, bugün geniş yeniden üretim çağında, hayvanların bant usulüyle üretildiği, öldürüldüğü ve işlenip piyasaya sürüldüğü çağda, bu kurban adeti ve bayramı, çoktan uygarlığa geçmiş Fenikelilerin çocuk kurban etmeye devam etmelerine veya Asteklerin uygarlık sembolü piramitler üzerinde artık kıtlık nedeniyle bir gereği kalmamışken insan  kurban etmeye devam etmesine benzer. Gerçek anlamını, yitirmiş ve hatta tam zıt anlamda bir işlev kazanmıştır. Azteklerde insan kurban etmenin devam etmesi, bu adetin diğer kabileleri ya da kastları baskı altına almanın; onları terörize etmenin bir aracı olarak kullanılmasıyla ilgiliydi. Fenikelilerin Molok’a çocuk kurban edişleri de muhtemelen benzer bir işleve sahipti.
Bu günkü toplumda da kurban, toplumsal dayanışma, kıtlıktan kurtuluşu kutlama aracı olmaktan çıkmış; bir zenginlik ve güç gösterisinin; toplum içinde ne kadar dini bütün olduğunun reklamını yapmanın; bir prestij ve itibar edinmenin arıcı haline gelmiştir.
Sağ elinin yaptığı iyiliği sol  elin bilmeyecek” diyen bir dünyanın ve değerler sisteminin değil; “bakın ben ne kadar iyilik yapıyorum, ne kadar dindarım” diye bar bar bağıran; kapitalizm öncesinin her türlü değerini yitirmiş, modern burjuva toplumunun da demokratik değerlerinden bile zerrece nasibini almamış insan posalarının, lümpenlerin değerlerini ifade etmektedir artık kurban kesmek.
On bin yıl öncesinin sürekli kıtlıkta yaşayan insanları çocuklarını kurban ederken, bu günün kurban kesenlerinden, milyon kez daha insani bir iş yapıyorlardı. O çocuk kurbanları bir cinayet değil, bir ibadetti; bu gün ibadet diye hayvan kesenlerin yaptığı ise ibadet değil cinayettir. Toplumun yaşaması için değildir, artık buna gerek de yoktr; kişisel bir itibar ve gösteriş için yapılmaktadırlar. Bu içerik biçimi de kökten değiştirmiştir. Herşey kitlesel bir katliama dönüşmüş bulunmaktadır.
*
Modern toplumda, bu günkü geniş yeniden üretim yordamında, tüm değerleri yaratan işçinin iş gücüdür. Sömürü oranını iş gücünün fiyatı belirler. İş gücünün örgütlenmesi ve fiyatının yükselmesi, modern toplumu bir parça yaşanır kılan biricik ilaçtır.
Ama iş gücünün örgütlenmesi ve haklar edebilmesi için, işçilerin demokratik özgürlüklere; fikir, örgütlenme, bir araya gelebilip çıkarlarını korumak için birlikler oluşturma; partiler kurma özgürlüklerine ihtiyaçları vardır. Bu nedenle, demokrasi denen şeyin biricik garantisi ve sağlayıcısı, işçi sınıfı ve hareketidir.
Ama işçi hareketi de ancak demokrasi mücadelesi içinde toplumdaki tüm ezilenleri ve gayrı memnunları birleştirip, sadece işçiler için ekonomist bir hareket olmaktan çıkıp, devrimci ve demokratik bir karakter kazanabilir ve o zaman bu hakları elde edebilir.
Sadece bütün Avrupa ve dünyanın modern tarihi değil, Türkiye’nin yakın tarihi de bunu kanıtlar. 1960’lar ve 70’ler işçi hareketinin hem yükseldiği hem de demokratik talepleri toplumun gündemine taşıdığı bir dönemdi. Son çeyrek yüz yıl ise, ortalıkta hem işçi hareketi yoktur hem de devrimci ve demokratik talepler.
İşçi hareketi örgütlendiği ve demokratik haklar elde ettiği takdirde, toplumdaki zenginlik ve yoksulluk farkları da azalır. Çünkü ezilenler bu haklara dayanarak kapitalistler karşısında pazarlık güçlerini yükseltirler; vergiler aracılığıyla ulusal gelirin yeniden dağıtımında ağırlıklarını koyarak, zenginlik ve yoksulluk farklarını nispeten daha ılımlandırıcı tavizler koparabilirler. Böylece toplumda, tümüyle çürümeye ve çözülmeye yol açan, korkunç yoksulluk ve zenginlik farkları azalır.
Böyle bir toplumda, et yiyebilmek için kurban bayramını bekleyen yoksullar olmaz. Böyle zenginlik ve yoksulluk farkları ve bunun yarattığı çürümeler olmayınca, böylesine gösterişli hayvan katliamları da olmaz.
Batı ile doğunun farkı buradadır. Doğu’da insanların hiçbir zaman hakları olmaz. Orada avane kliyen ilişkileri geçerli olur. Zengin olan, üstün olan, yetkisi olan, “adamlarını” korur, onlara “kıyak” yapar. Alttakiler de ona karşı sürekli gebe ve mahkum kalırlar.
Demokraside ise, insanların hakları olur. Kimse bu hakları için kimseye minnet etmek zorunda değildir. Böyle bir toplumda, birbirinin elini öpen, yağcı, garibanın karşısında Allah kesilip güçlünün karşısında köpekleşen insanlar yer bulamaz ya da daha da azalır.
Türkiye’deki sistem, bunun tam tersini yaratmakta ve üretmektedir. Bürokratik oligarşi tüm toplumsal sistemi bu haklar değil, hoşgörü veya görmezden gelme ilişkisine göre kurmuş bulunmaktadır.
Burjuvazi de bunun karşısında, haklara değil, aynı şekilde, avane, kliyan (klik) ilişkilerine dayanan bir sistemi savunmaktadır. Kurban bayramlarının böylesine bir katliama, zenginlik ve hayırseverlik gösterilerine dönüşmesi, hep bu demokrasi yokluğunun; hak yoksunluğunun; avane kliyan ilişkilerinin tüm topluma egemenliğinin bir yansıması ve sonucudur.
Kemalist oligarşi ile burjuvazinin politik İslam’ı aslında aynı sistemi savunmaktadırlar. Demokratik haklara değil, hoşgörüye, gebe bırakmaya dayanan sistemdir bu. AK Partili belediyelerin yoksullara ekmek dağıtması da, kurban bayramlarının gösterişli hayvan katliamları da; “kapkaççılık” da, müthiş zenginlik ve israf da bütün bunlar hepsi aynı sistemin ayrılmaz parçaları; aynı madalyonun farklı yüzleridir.
Politik İslam, ne İslam’dır ne de demokratiktir. Politik İslam, ulusu, yani politik olanı dinle veya İslam’la tanımlayan gerici bir milliyetçiliktir. Eğer sorun Müslüman olmak ise, bu gün Müslüman olmak ancak tutarlı demokrat olmakla; toplumda tüm değerleri yaratanların, çalışanların her türlü örgütlenme, fikir, gösteri özgürlükleri için mücadele etmekle; toplumdaki hiçbir dilin, dinin, etninin özel bir imtiyazı olmaması için mücadele etmekle mümkündür.
Bu günün dünyasında, bir zamanlar kurban kesmenin sağladığı sevabı; ancak demokratik haklar için hapiste yatmak; sürgünlerde yaşamak; ezilen ve yoksulların demokratik hakları için mücadeleye girmek sağlayabilir. Bu özgürlükler ve haklar için bir şey yapmamak, hatta karşı olmak; sonra da yoksullara yardım ve dindarlık adına gösterişli veya gösterişsiz kurbanlar kesmek! Bunun ne Müslümanlıkla, ne insanlıkla ilgisi yoktur. Bunlar cehennemde yanmaya layık gühahkarlardır.
Türk devletinin Türk devleti olmasına, Türkçe’nin resmi devlet dili olmasına; yurttaşlığın Türklükle tanımlanmasına karşı çıkmadan; tüm dillerin eşitliğine savunmadan; yurttaşlığın hiçbir din, dil etni ile bağlantısının olmaması gerektiğini savunmadan “Müslüman” da olunamaz, demokrat da olunamaz.
Gerçek Müslüman, diyanet işlerinin lağvını, Sünnilerin de tıpkı aleviler gibi, din görevlileri için kendi gönüllü bağışlarıyla onlara bakmasını savunur.
Bir yandan bu konularda ağzını açmayacaksın, hatta bu günkü çürütücü ve gerici sistemi savunacaksın, diğer yandan da, haç, kurban ya da İslamiyet’in faziletleri üzerine geviş getireceksin ve kurban kesip aç ve yoksul bıraktıklarına üç beş kırıntı dağıtıp onları kendine veya zenginlere minnet borçlu bırakacaksın. Bunun adı ikiyüzlülüktür; münafıklıktır.
*
Bayram her şeyden önce çalışılmayan gün demektir. Çalışılmayan bir gün ise, o çalışılmayan günde insanları aç kalmaktan kurtaracak bir artı ürünü var sayar. Bu artı ürün ise, belli bir emek üretkenliği düzeyini.
İnsan bu düzeye ancak, neolitik devrimle ulaşmıştır. Dolayısıyla, Kurban bayramı, sadece çocuklar yerine hayvanların kurbanına geçişin değil, aynı zamanda bayram denen, çalışmadan yaşanabilecek günlerin ortaya çıkışını da sembolize eder.[1]
Neolitik devrim öncesinde, insanların kıtlık içinde yaşadıkları çağlarda da elbette rastlantısal iyi bir av sonucu, ya da uygun bir mevsim dolayısıyla bol yiyecek bulunduğu zamanlar olabiliyordu[2]. Ama bunlar tamamen rastlantısaldı ve düzenli değildi. Dolayısıyla, sürekli bir artı ürün olmadığından, bu rastlantısal artı ürünün korunması ve saklanması için gerekli ihtiyaç ve teknikler de bilinmiyordu. Dolayısıyla, rastlantısal artı ürünler derhal tüketilmeliydi.
Bu nedenle neolitik devrim öncesinde bayram yoktur, rastlantısal artı ürünleri tüketmeye yarayan şölen vardır. Neolitik devrim aynı zamanda bayramın da keşfidir. Bir bakıma Kurban Bayramı, sürekli ve düzenli bir artı ürünün varlığının, yani bayramın keşfinin de bayramı sayılabilir.
İnsanlık tarihinin bütünü göz önüne alındığında, gerçekten bayram olarak kutlanmayı hak eden muazzam devrimci değişikliklere; üretim güçleri, ilişkileri ve üstyapıdaki muazzam değişikliklere denk düşmektedirler bu ve benzeri bayramlar.
Her sosyalist, bu bilinçle, bu bayramları kutlamalıdır, insanlık tarihindeki en büyük devrimlerin bir anısı olarak. Ama bu bayramları kutlamak, bu gün yaşadığımız dünyaya uygun bir üstyapı mücadelesiyle olabilir.
Semavi dinler de çok büyük toplumsal devrimlere karşılık düşerler elbet. Bu dinler sonra gelişen uygarlık ve sınıflı toplumlar içinde, nispeten eşitlikçi büyük reform ve devrimleri sembolize ederler.
Örneğin İsa’nın doğumunun kutlanmasını ele alalım. Birbiri peşi sıra gelen uygarlıklar koca Akdeniz ve Ortadoğu’yu bir tek Pazar kılmış, bir tek uygarlık alanında birleştirmişti. Hepsi Roma’nın  egemenliği altındaydılar ama her kavim, hatta her kabilenin ayrı tanrıları, dolayısıyla ayrı hukuku var olmaya devam ediyordu; insanlığı hayvanlıktan çıkarmış olan totemler artık üretici güçlerin o günkü gelişmişlik düzeyinde ciddi bir engel haline gelmişlerdi. Tüm bunları aşacak, tüm uygarlık alanında aynı hukuku, aynı toplumsal ilişkileri, aynı politikayı geçerli kılacak yepyeni bir üstyapı gerekiyordu. Hıristiyanlık Roma’nın sağladığı ekonomik birliğin gerektirdiği üst yapıyı sağlıyordu. Ama bunu yaparken aynı zamanda, yoksullara ve kölelere, Allah evreni altı günde yarattı yedinci gün dinlendi diyerek, haftada bir, yani yılda elli iki gün  tatil hakkı da veriyordu. Ondan sonra hiçbir hareket ve devrim bu çapta bir reformu ya da hakkı çalışanlara sağlayabilmiş değildir. İşçi hareketinin muazzam savaşlar sonucu elde ettiği sekiz saatlik iş günü bile bunun yanında küçük kalır
Çürümüş Bizans ve Sasani, yani Çin ve Hint yolundaki Uygarlığın ve Akdeniz Ortadoğu uygarlığının çıkmaza girmiş toprak ilişkilerini yeniden düzenleyen; nispeten daha eşitlikçi bir düzen kuran İslam da bir tür devrim idi, bu anlamda, insanlar bilincinde olmasa bile İsa’nın ya da Muhammet’in doğumunu kutlarken, gerçekten büyük devrimleri bir bayram olarak kutlamış oluyorlardı.
Modern “ulusal bayramlar” ise, bu bayramların yanında bayram adıyla anılmaya layık hiçbir kazanım sağlamamışlardır insanlığa. İlk burjuva devrimleri, yani Amerikan ve Fransız devrimleri, daha ilk adımlarında gericileştiler. Modern toplumun dini başlangıçta, yurttaşlığı, insan haklarıyla tanımlıyor; insanı da dini, soyu, etnisi ne olursa olsun eşittir diye tanımlıyordu. Ne var ki, daha ilk adımda, bir yandan geçmişin kalıntılarıyla; yani insanın sadece erkek ve beyazları, kapsaması nedeniyle; hem de burjuvazinin yurttaşları (yani insanları), belli bir dil, etni veya dinden olan veya belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlarla sınırlayan gerici milliyetçiliğe geçişi nedeniyle, tam anlamıyla birer gericilik insanlara karşı bir tehdit ve terör gösterisidir bu günün “modern”, “ulusal” bayramları. Tanklar, toplar, uydurma tarihler, yalanlar üzerine dayanırlar ve bu anlamda birer karşı devrim bayramı, birer gericilik ayinidirler.
Bu bayramların birer tatil günü olması, işçilerin ve emekçilerin bundan biricik kazancıdır ve burjuvazinin işçi ve emekçilere verdiği bir rüşvettir.
Sosyalist devrimlerin “tamamlanmamış devrim”ler olduğundan çok söz edilmiştir. Ama esas tamamlanmayan ve “ihanete uğrayan devrim”, burjuva devrimidir. Burjuva devrimlerinin, “vatanım yer yüzü, milletim insanlık” diyen devrimci özü; vatanı ve milleti, belli bir din, dil, etni, soy ile sınırlayan gerici milliyetçilik tarafından olmamışa çevrilmiştir.
Burjuva devriminin bu idealine, enternasyonalizm adı altında işçi hareketi sahiplenmiştir. Enternasyonalizmin bayramı olan 1 Mayıs, aslında, sosyalizmin değil; “vatanım yeryüzü milletim insanlık” diyen, ihanete uğramış ve unutulmuş burjuva devriminin bayramıdır.
Ne yazık ki, 1 Mayıs bile, burjuva devriminin bu idealini terk etti. O da, bürokrasinin egemenliği altında, burjuvazinin yoluna girdi. 1 Mayıslar, tıpkı gerici burjuvazinin tanklı toplu ulusal bayramları gibi, bürokrasinin sosyalist veya enternasyonal isimli ulusal bayramları; yani karşı devrimlerin bayramları oldular. Böylece Enternasyonalizm biçiminde varlığını sürdüren burjuva devrimlerinin idealleri bile unutuldu.
Bu günün dünyasında, gerici milliyetçilikle çizilmiş sınırlara karşı bir hareket, yani bir yeryüzü çapında tüm insanların eşitliğine dayanan bir hareket ve onun başarısı ancak modern toplumun adına layık bir bayram oluşturabilir.
Ama bu bayram bile sosyalist bir bayram değil, modern burjuva uygarlığının, sanayi uygarlığının bayramı olur. 1 Mayıs modern toplumun bayramı olmaya adaydır. Ama 1 Mayısın modern toplumun bayramı olabilmesi için, bu günkü gerici ulus ve ulusçulukların ve onların bayramlarının yeryüzünden silinmesi gerekmektedir. Burjuva toplumun ve uygarlığının bayramı işçiler eliyle oluşabilir. İşçiler bu bayramın, sınıfsız toplumun değil, işçilerin, yani burjuva toplumunun, yani kapitalist toplumun has ürününün bayramı olduğunu bildikleri ölçüde, bu mücadele gününü bir bayram yapma şansına sahip olabilirler.
Sosyalizm ise sınıfsız toplumdur. Sosyalizmin bayramı hiç olmayacaktır. Çünkü orada devlet olmayacaktır. Çünkü orada sınıf ayrımları ve sömürü olmayacaktır. Meta üretiminin ve devletin yarattığı yabancılaşmalar olmayacaktır.
Bunların olmadığı yerde ise, hayat bir bayram olur. Hayat bir bayram olunca da bayramların var oluşunun bir anlamı kalmaz.
Bu anlamda sosyalizm için mücadele, bayramları yok etme ve anlamsız kılma mücadelesidir.
14 Ekim 2013 Pazartesi
(Bu yazının ilk versiyonu 2006 yılında yazılmıştı. Elinizdeki bu versiyon özellikle ilk bölümlerinde gözden geçirilip Toplum’un ortaya çıkışına ilişkin geliştirilmiş yeni görüşlerle yeniden yazılmıştır. Eski versiyon şu adreste bulunmaktadır: http://demirden-kapilar.blogspot.de/2011/11/kurban-bayramnn-ekonomi-politigi.html)
Demir Küçükaydın





[1] Oruç ve şeker bayramı büyük ölçüde avcılık ve toplayıcılığın kıtlığı ve nefsi kontrol altına almaya yönelik kurallar ve rastlantısal artı ürünü tüketmeye yarayan şölenlerin, neolitikten sonra varlığını sürdüren bir kalıntısı olabilir. Neolitik öncesi dönemlerin bir hatırlatılması ve ondan kurtuluşun kutlanması gibidir.
[2] Newroz bayramı orta doğuda doğanın uyanışıyla, baharla bağlantılı olduğundan, baharın sağladığı nispeten daha bol av ve bitki anlamına geldiğinden muhtemelen kökleri neolitik devrim öncesinin bahar şölenlerine dayanıyor olsa gerektir.

Hiç yorum yok: