16 Ekim 2013 Çarşamba

Doğu ve Batı

Ulusçuluk çağında şark modernleşmesi
Bu gün kullandığımız anlamıyla “Doğu” ve “Batı” kavramları kapitalizmin Avrupa’da zafer yürüyüşüne başlamasıyla doğduğundan, burjuva uygarlığına göre bir koordinat ekseninden tanımlanmışlardır. “Orta Doğu”, “Uzak Doğu” gibi kavramlar hep Avrupa’ya göre tanımlanmıştır.
Bu ideolojik karakterini unutmadan, Doğu ile Batı arasındaki temel farka baktığımızda ne görürüz?
Birinde zengin ülkeler ve demokratik rejimler vardır, diğeri yoksuldur ve anti demokratik rejimler vardır. Doğu’dakilerin en parlamenter biçimlerinde bile, halkın seçilmiş temsilcilerinin gerçek bir iktidarı, gerçek özgürlükler yoktur. Batı da ise, en “mavi kanlı” kralların ve kraliçelerin bile, en sıradan bir şark karakolundaki jandarma veya polis kadar olsun, insanların kaderi üzerinde karar verecek gücü ve yetkisi yoktur.

Peki, niye böyledir?
Batı’da kapitalizmin doğup gelişti, Doğu’da ise modern bir kapitalizm doğup gelişemedi.
Peki, bu niye böyle oldu?
Bunun nedeni Doğu’da Devletin çok güçlü olmasında; batıda ise Kralların hiçbir zaman firavunlaşamamasındadır.
Bunun da nedeni komünal geleneklerin güçlülüğü, Batı’nın uygarlıklara az bulaşmışlığı; az uygarlaşmışlığıdır. Yani Batı, Klasik biçimiyle uygarlaşamadığı için modern biçimiyle bir uygarlık kurabilmiştir veya modern uygarlığa geçebilmiştir; Doğu ise, klasik uygarlıkları kurduğu için modern uygarlığa geçememiştir.
Peki, bunun mekanizması nedir?
Çünkü ilk uygarlıklara subtropikal ırmak boylarında geçilmiştir. Devlet, başlangıçta toplum adına işleri organize ederken bir süre sonra, kendisi artı ürüne el koyan bir egemen sınıfa dönüşmüştür.
Ve bu egemen sınıf-devlet (Sünuf-u Devlet) öylesine mükemmel ve soyut bir şekil almıştır ki, en “gelişmiş” biçimlerinde Sultan veya Kral haricinde tüm devlet kölelerden (Kapıkulları) oluşur. Aslında Doğu’da egemen sınıf kölelerdir. Ancak kölelere dayanan ve onlardan oluşan bir aygıt mutlak şark devletini oluşturabilirdi. Bunun en bilinen ve son örneği, Osmanlı’dir, Osmanlı uygarlaştıkça, padişah eşitler arasında birinci olmaktan çıkmış; bir köleler ordusuna dayanmıştır. Osmanlı devletleştikçe yeniçeri ordusu ve devlet görevlileri tümüyle devşirme kölelerden oluşmuştur. Fatih İstanbul’u feth ettiğinde İstanbul Osmanlı’yı feth etmiştir.
Batı’da ise, Krallar hiçbir zaman bu güce, Firavunlaşıp Nemrutlaşmaya ulaşamamışlardır. Diğer kabilelerin liderleri (Asiller, şövalyeler) Kralın karşısına çıkıp, bugün batı demokrasisinin çıkışı kabul edilen “Magna Karta”yı dayatabilmişlerdir.
Yani batıdaki refah ve kapitalizmin sırrı, modern uygarlığın sırrı Demokrasidedir.
Sanılır ki, demokrasi kapitalizmin ürünüdür, aksine kapitalizm demokrasinin ürünüdür. Türkiye’de ve tüm eski doğu despotluklarında, demokrasinin gelmesi için hep belli bir gelişmişlik ve refah düzeyine erişmek gerektiği yalanı ve ideolojisi piyasaya sürülür. Bu fikrin kendisi doğu despotluğunun bir ideolojik aracıdır. Gerçekte ise, gelişme ve refah için Demokrasi şarttır.
Burada şöyle bir itiraz yapıldığını duyar gibi oluyoruz: “Peki Japonya doğunun doğusunda, ama orada pek ala kapitalizm gelişmiş ve tıpkı Batı’daki gibi bir ülke ortaya nasıl olmuş da çıkmış?”
Bu bize, doğu ve batı kavramlarını daha dakik olarak tanımlamamız gerektiğini gösterir.
Doğu’nun ayırıcı özelliği nedir?
Eski uygarlık beşikleri olması. Yani Çin, Hint, İran ve Orta Doğu, bunların hepsi, eski uygarlık beşikleridir. Doğu’nun bu özelliğinden hareket edersek, Doğu’nun coğrafi değil bir sosyolojik kavram olarak, eski uygarlık beşikleri olarak tanımlanabileceği ortaya çıkar. Eski uygarlık beşiği olmak ne demektir? Uygarlık demek ticaret, yani tefecilik ve bezirganlık, sınıflar demektir; devlet demektir. Uygarlık demek çok güçlü bir devlet demektir. Şark, Uygarlık ve Devlet özdeş kavramlardır.
Doğu ve Batı Coğrafi kavramlar değildir. Yukarıda da değinildiği gibi, Doğu, klasik uygarlığa ve devletçiliğe bulaşmışlık demektir. Bu kriter açısından bakıldığında Japonya’nın coğafi olarak doğuda olmakla birlikte hiçbir zaman doğulu olmadığı; uygarlığa ancak Batı gibi sınırlı ölçüde bulaştığı görülür. Japon imparatorları Batı Avrupa’nın kralları gibi eşitler arasında birinciydiler birer firavun olmayı başaramamışlardı. Samuray denen şövalyeler, aşiret şefleri hep silahlıydılar; bir köleler ordusu olmuyor ve olamıyordu hiçbir zaman imparatorun ordusu. Dolayısıyla silahlı samurayları ezip, bir kapıkkuları devleti kuramıyordu. Kuramayınca da Samurayları ezemiyordu.
Doğu’yu ve Batı’yı böyle sosyolojik olarak tanımlayıp bu kriterler açısından baktığımızda, Japonya’nın istisna olmadığı kuralı doğruladığı görülür. Çin uygarlığı Japonya’ya fazla işleyememiştir. Japonya’nın antik tefeci bezirgan uygarlıklarla ilişkisi, tıpkı Kuzey ve Batı Avrupa’nın Orta doğu ve Akdeniz uygarlıklarıyla ilişkisi gibidir. Yani Japonya, coğrafi olarak doğulu ama sosyolojik olarak batılı bir ülkedir.
Tersinden de örnek verilebilir. Örneğin, Fas, Tunus, Cezayir; Arap uygarlığının “Magrep” dedikleri, coğrafi olarak Batının batısındadırlar ama tarihsel ve sosyolojik olarak doğuludurlar. Fenikelilerden beri, boğazlarına kadar Akdeniz ve Ortadoğu uygarlığına batmışlardır.
Hatta bu ölçüt bizzat, Batı’nın kendi içinde bile görülebilir. Güney Avrupa, uygarlığa çok daha fazla bulaşmıştır. Roma egemenliğinde kalmıştır. Kuzey ise çok daha az. Roma Alplerin kuzeyine çok az ve geç işleyebilmiştir. Bu antik Roma’ya bulaşmışlık, Katolik ve Protestan sınırını bile belirler. Eski Romla imparatorluğunun iyice içine işlediği alanlar Katolik; uygarlığa yeterince bulaşmamış alanlar Protestan’dır. Yani Avrupa ölçülerinde, Güney, Dünya’daki Doğu’nun benzeridir, Kuzey de Batı’nın.
(Burada yıllardır üniversitelerde ve aydınlar arasında kapitalizm ve protestanlık bağları kuran Weber’ci açıklamaların yanlışlığı da ortaya çıkar. Bu konuda Kıvılcımlı’nın burada bizim dayandığımız açıklaması hem Marksist kavram sistemine dayanır; hem de iç bağlantıları çok daha iyi açıklar. Protestanlık gibi görünen uygarlığa bulaşmamışlık; Komün’ün gücüdür. Yani bir anlamda demokrasidir. Weberci açıklama ise komün’ü ve Demokrasiyi gizlemenin ideolojik bir aracını sunar. Tutulmasının nedeni de budur. Weberci tarih açıklamaları liberallerin ve burjuvazinin çıkarlarına tıpatıp denk düşer.)
Bütün bu sonuçlara baktığımızda, medeniyete az bulaşmışlık, yani komünal ilişkilerin güçlülüğü ile demokrasi ve modern kapitalizm arasında çok yakın bir ilişki olduğu görülür. Bütün Kuzey Avrupa ülkeleri Krallıktır, ama o Kralların, her hangi bir doğulu ülkenin jandarması kadar bile yetkisi ve gücü yoktur. Japonya da bir istisna oluşturmaz. Japon İmparatoru’nun adı imparatordur, yaksa konumu İngiliz krallarından farklı değildir. Bunun nedeni, o kralların, hiçbir zaman doğu firavunları gibi her şeylere kadir tanrılar olamamasıdır, yani komünün yaşayan etkileridir. Onlar hiçbir zaman firavunlaşamamışlar, diğer asiller (komün şefleri) karşısında, eşitler arasında birinci olabilmişlerdir. Magna Karta da bunun yazıya geçirilmesinden başka bir şey değilidir.
*
Batı’da doğan kapitalizmin, yine kapitalizmin hızlandırmak zorunda olduğu emek üretkenliğinin gücüylü, bir kere doğduktan ve hele hele sanayi devriminden sonra, bir yağ lekesi gibi yayılarak, zamanla Doğu’yu da batılılaştırabileceği düşünülebilirdi. Esasında Marks da işlerin böyle yürüyeceğini düşünüyordu. Kapital’in ön sözünde, biz burada İngiltere örneğine dayandık örneklerimizde, ama “anlattığımız senin hikâyendir” diyordu o zamanın daha az gelişmiş ülkesi Almanya’ya. Ama yirminci yözyılla birlikte ileri bir ülke geri ir ülkeye geleceğini göstermez oldu. Gelişimin Prusya (Şark devletçiliğinin kapitalistleşmesi de denebilir) yolu da tıkardı. Az gelişmenin gelişmesi ortaya çıktı.
Çünkü, bu yağ lekesinin yayılışı esnasında, yirminci yüzyılın başlarında, Batı uygarlığının, yani modern kapitalizmin kendisi aynı zamanda doğululaşmaya da başladı. Sermayenin kendisi tefecileşti. Gerici burjuvazi ve finans kapitalin kendisi güçlü devleti savunmaya ve demokrasiye karşı mücadeleye başladı. Demokrasi düşmanlığı, güçlü devlet eğilimi burjuva uygarlığının da alnına vurulu bir tarihsel lanet damgası oldu.
Ancak biraz geç kalmıştı, modern işçi sınıfı tarih sahnesine çıkmış, artık yok olan komünün demokrasi bayrağını kendi eline almıştı. Bu sayede egemen sınıflara rağmen, demokratik haklar genişledi ama buna aynı zamanda burjuvazinin gücü ve etkisi ölçüsünde güçlüleşen ve demokrasiyi dolayımlandırıp egemen sınıfların etki ve manüplasyonlarına imkan tanıyan devlet mekanizması değişiklikleri de eşlik etti. Böylece bugünkü batı demokrasisi denen “Parlamenter veya Temsili Demokrasi” ucubesi ortaya çıktı.
Ama batı kapitalizmi tefecileştiği, burjuvazi de iyice gericileştiği için, Batı uygarlığı Doğu’nun tefeci bezirganlığında ve devletçiliğinde, artık birlikte yaşayamayacağı tarihsel olarak tasfiye etmesi gereken bir düşman değil; bir müttefik; kendisinin içine girdiği eğilimin modelini ve idealini gördü.
Böylece, Batı’nın doğululaştığı dünyada, Doğu’nun batılılaşması, yani o tefeci bezirganlıktan, devletçilikten kurtulması, demokratikleşmesi olanaksızlaştı.
Globalizm ideolojisinin hayranları, globalleşmeyi, kapitalist yayılma aracılığıyla Doğu’nun batılılaşması olarak görüyorlar; Globalizm Doğu’nun batılılaşması, yani o doğuya doğru yayılan batılı yağ lekesi değildir; Doğululaşmış Batı’nın yayılmasıdır. Yani daha çok tefecilik ve daha güçlü devletin, zaten bunun vatanlarında pekişmesidir.
Bir tek, modern işçi sınıfı, Doğu’yu Doğu yapan sermayeyi ve o binlerce yıldır mükemmelleşmiş devlet ve devletçiliği tasfiye ederek, Doğu’yu Doğululuktan, kurtarabilirdi.
Ekim Devrimi, ayakta kalabildiği ilk birkaç yılda bu alanda hiç küçümsenmeyecek adımlar da attı. Ama bu arada bizzat Doğu’ya batılı olma perspektifi veren Rusya işçi sınıfı, olağanüstü zor tarihsel koşullarda iktidara geldiği; kısa bir zaman içinde, savaş ve iç savaş sonucu fiilen tasfiye olduğu ve Batı ülkelerindeki devrimler yardıma gelmediği için tecrit olup yenildi.
Ve uygarlığa batı Avrupa gibi en geç giren, ama en geç girdiği için de o derece kanlı biçimde Korkunç İvan’ların yerleştirebildiği şark devletçiliği; Lenin’in “Çarlıktan aldığımız devlet yerli yerinde duruyor, onu ancak biraz sovyet cilası sürebilmekten ötesini yapamadık” dediği devlet, bu yenilginin ve yok ettiği devrimin üzerinde yok ettiği devrimin bayrağıyla yine yükseldi. Böylece Doğu’yu (ve batıyı da) doğululuktan kurtarabilecek biricik girişim de yok oldu gitti. İşin kötüsü bunu işçi hareketinin ve sosyalizmin bayrağıyla yaptığı için onu da kirletti. Ezilenler de bayraksız kaldı.
Stalinist karşı devrimin sosyalist harekete ve işçi hareketine çok zarar verdiğinden söz edilir. Troçki’nin ve ona dayanan klasik Marksist geleneğin temel eleştirisi bu nokradadır. Elbet bu yanlış değildir ama çok eksiktir. Stalinist karşı devrim asıl en büyük zararı demokrasi mücadelesine ve demokratik geleneklere vermiştir. Sosyalist ve işçi hareketinin tüm demokratik geleneklerini ezmiş, yoketmiş ve unutturmuştur; sosyalizmi şark devleti ve devletçiliğiyle adeta özdeşleştirmiştir.
İnsanlığı doğululuktan kurtarabilecek, yani şu kahredici bürokratik, militer; baskıcı devletleri tasfiye edecek, parçalayacak; kendisi tefeciliğe dönüşmüş moden kapitalist sermayeyi tasfiye edebilecek potansiyele sahip biricik güç, işçi sınıfı yani ücretliler ise darmadağın, demoralize, programsız.
Ama sadece bu kadar değil. Üstüne üstlük, işçi sınıfı da artık, dünyanın zengin ve fakir ülkeleri arasında korkunç bir bölünmeye uğramış durumda. Zengin ülkelerdeki kültive işçilerin zümre çıkarları ile dünya çapındaki bir eşitlikçi düzen hedefi, yani işçi sınıfının nesnel genel ve tarihsel çıkarı çelişiyor. Yoksul ülkelerdeki işçiler bunu isteyebilir ama yapacak maddi ve kültürel temelden yoksunlar. Zengin ülkelerdeki işçiler ise yapabilir ama istemekten çıkarlı değiller. Çıkmaz buradadır.
Amerika ve Avrupa’da işçiler sosyalizm istemeden dünyaya sosyalizm gelemez, yani dünya doğululuktan çıkamaz. Hatta insanlık fiziksel ve biyolojik olarak yaşayamaz. Ama Avrupa ve Amerika’nın işçileri için yeryüzü çapında eşitlikçi bir düzen, bu günkü refah ve tüketim düzeyinden bir geriye gidiş demektir. Kimse bugünkünden daha geri bir tüketim düzeyi için devrim yapmaya falan kalkmaz. Çıkmaz buradadır.
Sosyalistler hiçbir şekilde bunanla yüzleşmek istemiyor. Dünyanın hiçbir yerinde işçi partileri işgücünün serbest dolaşımını ve gittiği yerde çalışanın oradaki aynı haklara sahip olmasını savunmuyor. Örneğin Türkiye’de milyonu aşkın Doğu Avrupalı veya Orta Asyalı ev kölesi, yaşlı ve hastalara bakan işçi var. Kim ve hengi “Türk İşçisi” bunların çalıştıkları bu ülkedeki insanlarla aynı haklara sahip olmasını ister ve bunun için mücadele eder? Hiç birisi.
Çıkmaz buradadır ve bu çıkmazdan sasıl çıkılacağını tartışmaktansa herkes bu soruna gözlerini kapamaktadır.
*
Ama Türkiye’nin gündeminde bu yok “Kürt Sorunu” var. Yani Türkiye’nin (ve Kürdistan’ın) doğululuktan kurtulup batılılaşması, yani demokrasi. Bir de ona bakalım.
Dünyadaki bu koşullarda, sadece coğrafi anlamda değil,  tarihsel anlamda da, en batılı doğu olan, Orta Doğuda bir Demokratik Cumhuriyet projesinin şansı var mıdır?
Bir yanıyla, Orta Doğu’da komünden uygarlığa son geçiştir Kürtlerin ulusçuluğa geçişi.
Kürt Ulusal Hareketi, dünya dengeleri başarı için başka hiç bir olanak sunmadığından, tam bir kuşatılmışlık içinde, kuşatılmışlıktan kurtulmak, kendini kuşatanları arkadan kuşatmak için bu doğululaşmış burjuva uygarlığının henüz batılı olduğu dönemin; işçi hareketinin henüz bürokratikleşmediği dönemin projesi olan Demokratik Cumhuriyet projesine yöneldi.
Bu, dünyadaki genel gidiş eğilimine aykırı ama yine de kendine özgü dinamikleri olan bir gelişmeydi.
Burjuvazi artık doğululaştığı, sosyalistler ise kültürel olarak binlerce yıllık doğu devletçiliğiyle; ideolojik olarak, bu kültürel kotlara denk gelen doğulu devletçiliğin benzeri bürokratik ideolojiyle şekillendikleri için, Demokratik Cumhuriyet programı, ne Kürt ve Türk burjuvazisinden, ne de Kürt ve Türk sosyalistlerinden bir yankı görmedi, etkisiz ve tecrit kaldı.
Ama yine de uzun vadede, en azından bölge için, doğululuktan kurtulma için bir olanak olmaya devam ediyordu.
Ne var ki, ABD’nin Irak’ı işgali, Orta Doğu’nun Doğululuktan kurtulabilmek için bu son şansının önünü ciddi biçimde kesiyor. Kürtlerin ulusal baskıdan kurtulmaları için, şarklı, baskıcı, militer, bürokratik keyfi devletlerin yıkılması koşulu ortadan kalkıyor. Kürtler pek ala, bu devletler yıkılmadan, kendileri de böyle devlete veya devletlere sahip olarak da ulusal baskıdan kurtulabilirler yeni durumda. Yani bütün Orta Doğu için o şarklı devletçilik yaşamaya devam eder; Orta Doğu doğulu kalır. Kürtler de, tıpkı, Araplar, Farslar, Türkler gibi, keyfi, baskıcı, bürokratik ve militer bir doğulu devlete sahip olabilir. Bir Demokratik Cumhuriyet’e değil, bir bürokratik cumhuriyete. Bu elbette onlar için ulusal baskının sonu anlamına da gelir. Ama ulusal baskıdan kurtulma otomatik olarak demokrasi ve doğululuktan kurtulma anlamına gelmez. Artık Batısı kalmamış bir dünyada şaşırtıcı da olmaz bu.
Ama tıpkı Batı Avrupa’da bir sosyalist devrim olsaydı, kapitalizme bulaşmamış halkaların kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçişi gibi, Orta Doğu’nun bu son batılılaşma olanağı da, tarihsel olarak yitirilmiş bir fırsat, kaçırılmış bir şans olarak kalır.
Önümüzdeki dönem Orta doğu halklarının bu tarihsel şansın kullanabilmeleri için “uzatmaların oynanması”dır. Bu uzatmalarda hala bir gol atma şansı var. Türkiye’deki Bürokrasi ve Devletçilik yılanı, yani beş bin yıllık doğululuk, yeni dünya dengelerine kendini uyarlamak için kabuk değiştirmek; eski boğan kabuğnu atıp yeni bir kabuk oluşturmak; “gömlek değiştirmek” zorunda kalacaktır. Yılanların gömlek değiştirdikleri anlar en zayıf anlarıdır. Ve onlar bunu bilirler.
13 Mayıs 2003 Salı
(Bu yazı 10 yıl önce yazılmıştı. Bazı küçük düzeltmelerle şimdi yine yayınlıyoruz. Yazının son satırlarındaki öngörü bugün gerçekleşmiş bulunuyor. On yıl sonra Türk DevletiGömlek Değiştirme” kararı aldı (Dikkat edin “Devlet” diyoruz “Hükümet” değil. Bu, devletin stratejik ve programatik bir kararıdır. Hükümet şimdilik bunun kendi meşrebince uygulayıcısıdır.) ve Öcalan’la görüşme başladı. Bu gömlek değiştirmenin adı “Kürtlerle çatışarak bölünmektense, Kürtlerle birleşerek büyümek”tir. Bu olanaktan yararlanarak bir demokratik devrim mi olacak; yoksa bürokratik egemenliğin Kürtlerle genişlemiş ve daha modern biçimlere dönüşmesi mi? Bunu mücadele tayin edecektir. Ama öncelikle Gezi ile başlayan hareketin nasıl bir evrim göstereceği bu mücadelenin izleyeceği yolu belirleyecektir. Kürt Hareketi ancak Batı’da radikal demokratik bir hareket gelişirse, demokratik karakterini geliştirebilir. Bu gelişmezse, bürokratik karakteri üstün gelecek, o da bir karşı devrime uğrayıp binlerce yıllık devletçiliğe taze kan vermiş olacaktır. 16.10.2013)



Hiç yorum yok: