Ulusçuluk çağında şark modernleşmesi |
Bu gün kullandığımız
anlamıyla “Doğu” ve “Batı” kavramları kapitalizmin Avrupa’da zafer yürüyüşüne
başlamasıyla doğduğundan, burjuva uygarlığına göre bir koordinat ekseninden
tanımlanmışlardır. “Orta Doğu”, “Uzak Doğu” gibi kavramlar hep Avrupa’ya göre
tanımlanmıştır.
Bu ideolojik karakterini
unutmadan, Doğu ile Batı arasındaki temel farka baktığımızda ne görürüz?
Birinde zengin ülkeler ve
demokratik rejimler vardır, diğeri yoksuldur ve anti demokratik rejimler
vardır. Doğu’dakilerin en parlamenter biçimlerinde bile, halkın seçilmiş
temsilcilerinin gerçek bir iktidarı, gerçek özgürlükler yoktur. Batı da ise, en
“mavi kanlı” kralların ve kraliçelerin bile, en sıradan bir şark karakolundaki
jandarma veya polis kadar olsun, insanların kaderi üzerinde karar verecek gücü
ve yetkisi yoktur.
Peki, niye böyledir?
Batı’da kapitalizmin
doğup gelişti, Doğu’da ise modern bir kapitalizm doğup gelişemedi.
Peki, bu niye böyle oldu?
Bunun nedeni Doğu’da
Devletin çok güçlü olmasında; batıda ise Kralların hiçbir zaman
firavunlaşamamasındadır.
Bunun da nedeni komünal
geleneklerin güçlülüğü, Batı’nın uygarlıklara az bulaşmışlığı; az
uygarlaşmışlığıdır. Yani Batı, Klasik biçimiyle uygarlaşamadığı için modern
biçimiyle bir uygarlık kurabilmiştir veya modern uygarlığa geçebilmiştir; Doğu
ise, klasik uygarlıkları kurduğu için modern uygarlığa geçememiştir.
Peki, bunun mekanizması
nedir?
Çünkü ilk uygarlıklara
subtropikal ırmak boylarında geçilmiştir. Devlet, başlangıçta toplum adına işleri
organize ederken bir süre sonra, kendisi artı ürüne el koyan bir egemen sınıfa
dönüşmüştür.
Ve bu egemen sınıf-devlet
(Sünuf-u Devlet) öylesine mükemmel ve soyut bir şekil almıştır ki, en “gelişmiş”
biçimlerinde Sultan veya Kral haricinde tüm devlet kölelerden (Kapıkulları) oluşur.
Aslında Doğu’da egemen sınıf kölelerdir. Ancak kölelere dayanan ve onlardan
oluşan bir aygıt mutlak şark devletini oluşturabilirdi. Bunun en bilinen ve son
örneği, Osmanlı’dir, Osmanlı uygarlaştıkça, padişah eşitler arasında birinci
olmaktan çıkmış; bir köleler ordusuna dayanmıştır. Osmanlı devletleştikçe yeniçeri
ordusu ve devlet görevlileri tümüyle devşirme kölelerden oluşmuştur. Fatih
İstanbul’u feth ettiğinde İstanbul Osmanlı’yı feth etmiştir.
Batı’da ise, Krallar hiçbir
zaman bu güce, Firavunlaşıp Nemrutlaşmaya ulaşamamışlardır. Diğer kabilelerin
liderleri (Asiller, şövalyeler) Kralın karşısına çıkıp, bugün batı
demokrasisinin çıkışı kabul edilen “Magna
Karta”yı dayatabilmişlerdir.
Yani batıdaki refah ve
kapitalizmin sırrı, modern uygarlığın sırrı Demokrasidedir.
Sanılır ki, demokrasi
kapitalizmin ürünüdür, aksine kapitalizm demokrasinin ürünüdür. Türkiye’de ve
tüm eski doğu despotluklarında, demokrasinin gelmesi için hep belli bir
gelişmişlik ve refah düzeyine erişmek gerektiği yalanı ve ideolojisi piyasaya
sürülür. Bu fikrin kendisi doğu despotluğunun bir ideolojik aracıdır. Gerçekte
ise, gelişme ve refah için Demokrasi şarttır.
Burada şöyle bir itiraz yapıldığını
duyar gibi oluyoruz: “Peki Japonya doğunun doğusunda, ama orada pek ala
kapitalizm gelişmiş ve tıpkı Batı’daki gibi bir ülke ortaya nasıl olmuş da çıkmış?”
Bu bize, doğu ve batı
kavramlarını daha dakik olarak tanımlamamız gerektiğini gösterir.
Doğu’nun ayırıcı özelliği
nedir?
Eski uygarlık beşikleri
olması. Yani Çin, Hint, İran ve Orta Doğu, bunların hepsi, eski uygarlık
beşikleridir. Doğu’nun bu özelliğinden hareket edersek, Doğu’nun coğrafi değil
bir sosyolojik kavram olarak, eski uygarlık beşikleri olarak tanımlanabileceği
ortaya çıkar. Eski uygarlık beşiği olmak ne demektir? Uygarlık demek ticaret,
yani tefecilik ve bezirganlık, sınıflar demektir; devlet demektir. Uygarlık demek
çok güçlü bir devlet demektir. Şark, Uygarlık ve Devlet özdeş kavramlardır.
Doğu ve Batı Coğrafi
kavramlar değildir. Yukarıda da değinildiği gibi, Doğu, klasik uygarlığa ve
devletçiliğe bulaşmışlık demektir. Bu kriter açısından bakıldığında Japonya’nın
coğafi olarak doğuda olmakla birlikte hiçbir zaman doğulu olmadığı; uygarlığa
ancak Batı gibi sınırlı ölçüde bulaştığı görülür. Japon imparatorları Batı
Avrupa’nın kralları gibi eşitler arasında birinciydiler birer firavun olmayı
başaramamışlardı. Samuray denen şövalyeler, aşiret şefleri hep silahlıydılar;
bir köleler ordusu olmuyor ve olamıyordu hiçbir zaman imparatorun ordusu. Dolayısıyla
silahlı samurayları ezip, bir kapıkkuları devleti kuramıyordu. Kuramayınca da
Samurayları ezemiyordu.
Doğu’yu ve Batı’yı böyle
sosyolojik olarak tanımlayıp bu kriterler açısından baktığımızda, Japonya’nın
istisna olmadığı kuralı doğruladığı görülür. Çin uygarlığı Japonya’ya fazla
işleyememiştir. Japonya’nın antik tefeci bezirgan uygarlıklarla ilişkisi, tıpkı
Kuzey ve Batı Avrupa’nın Orta doğu ve Akdeniz uygarlıklarıyla ilişkisi gibidir.
Yani Japonya, coğrafi olarak doğulu ama sosyolojik olarak batılı bir ülkedir.
Tersinden de örnek
verilebilir. Örneğin, Fas, Tunus, Cezayir; Arap uygarlığının “Magrep” dedikleri, coğrafi olarak Batının
batısındadırlar ama tarihsel ve sosyolojik olarak doğuludurlar. Fenikelilerden
beri, boğazlarına kadar Akdeniz ve Ortadoğu uygarlığına batmışlardır.
Hatta bu ölçüt bizzat,
Batı’nın kendi içinde bile görülebilir. Güney Avrupa, uygarlığa çok daha fazla
bulaşmıştır. Roma egemenliğinde kalmıştır. Kuzey ise çok daha az. Roma Alplerin
kuzeyine çok az ve geç işleyebilmiştir. Bu antik Roma’ya bulaşmışlık, Katolik ve
Protestan sınırını bile belirler. Eski Romla imparatorluğunun iyice içine
işlediği alanlar Katolik; uygarlığa yeterince bulaşmamış alanlar Protestan’dır.
Yani Avrupa ölçülerinde, Güney, Dünya’daki Doğu’nun benzeridir, Kuzey de Batı’nın.
(Burada yıllardır üniversitelerde
ve aydınlar arasında kapitalizm ve protestanlık bağları kuran Weber’ci
açıklamaların yanlışlığı da ortaya çıkar. Bu konuda Kıvılcımlı’nın burada bizim
dayandığımız açıklaması hem Marksist kavram sistemine dayanır; hem de iç
bağlantıları çok daha iyi açıklar. Protestanlık gibi görünen uygarlığa
bulaşmamışlık; Komün’ün gücüdür. Yani bir anlamda demokrasidir. Weberci
açıklama ise komün’ü ve Demokrasiyi gizlemenin ideolojik bir aracını sunar.
Tutulmasının nedeni de budur. Weberci tarih açıklamaları liberallerin ve
burjuvazinin çıkarlarına tıpatıp denk düşer.)
Bütün bu sonuçlara
baktığımızda, medeniyete az bulaşmışlık, yani komünal ilişkilerin güçlülüğü ile
demokrasi ve modern kapitalizm arasında çok yakın bir ilişki olduğu görülür.
Bütün Kuzey Avrupa ülkeleri Krallıktır, ama o Kralların, her hangi bir doğulu
ülkenin jandarması kadar bile yetkisi ve gücü yoktur. Japonya da bir istisna
oluşturmaz. Japon İmparatoru’nun adı imparatordur, yaksa konumu İngiliz krallarından
farklı değildir. Bunun nedeni, o kralların, hiçbir zaman doğu firavunları gibi
her şeylere kadir tanrılar olamamasıdır, yani komünün yaşayan etkileridir.
Onlar hiçbir zaman firavunlaşamamışlar, diğer asiller (komün şefleri)
karşısında, eşitler arasında birinci olabilmişlerdir. Magna Karta da bunun yazıya geçirilmesinden başka bir şey
değilidir.
*
Batı’da doğan
kapitalizmin, yine kapitalizmin hızlandırmak zorunda olduğu emek üretkenliğinin
gücüylü, bir kere doğduktan ve hele hele sanayi devriminden sonra, bir yağ lekesi
gibi yayılarak, zamanla Doğu’yu da batılılaştırabileceği düşünülebilirdi. Esasında
Marks da işlerin böyle yürüyeceğini düşünüyordu. Kapital’in ön sözünde, biz
burada İngiltere örneğine dayandık örneklerimizde, ama “anlattığımız senin hikâyendir” diyordu o zamanın daha az gelişmiş
ülkesi Almanya’ya. Ama yirminci yözyılla birlikte ileri bir ülke geri ir ülkeye
geleceğini göstermez oldu. Gelişimin Prusya (Şark devletçiliğinin
kapitalistleşmesi de denebilir) yolu da tıkardı. Az gelişmenin gelişmesi ortaya
çıktı.
Çünkü, bu yağ lekesinin
yayılışı esnasında, yirminci yüzyılın başlarında, Batı uygarlığının, yani
modern kapitalizmin kendisi aynı zamanda doğululaşmaya da başladı. Sermayenin
kendisi tefecileşti. Gerici burjuvazi ve finans kapitalin kendisi güçlü devleti
savunmaya ve demokrasiye karşı mücadeleye başladı. Demokrasi düşmanlığı, güçlü
devlet eğilimi burjuva uygarlığının da alnına vurulu bir tarihsel lanet damgası
oldu.
Ancak biraz geç kalmıştı,
modern işçi sınıfı tarih sahnesine çıkmış, artık yok olan komünün demokrasi bayrağını
kendi eline almıştı. Bu sayede egemen sınıflara rağmen, demokratik haklar genişledi
ama buna aynı zamanda burjuvazinin gücü ve etkisi ölçüsünde güçlüleşen ve
demokrasiyi dolayımlandırıp egemen sınıfların etki ve manüplasyonlarına imkan
tanıyan devlet mekanizması değişiklikleri de eşlik etti. Böylece bugünkü batı
demokrasisi denen “Parlamenter veya Temsili Demokrasi” ucubesi ortaya çıktı.
Ama batı kapitalizmi
tefecileştiği, burjuvazi de iyice gericileştiği için, Batı uygarlığı Doğu’nun tefeci
bezirganlığında ve devletçiliğinde, artık birlikte yaşayamayacağı tarihsel
olarak tasfiye etmesi gereken bir düşman değil; bir müttefik; kendisinin içine
girdiği eğilimin modelini ve idealini gördü.
Böylece, Batı’nın
doğululaştığı dünyada, Doğu’nun batılılaşması, yani o tefeci bezirganlıktan,
devletçilikten kurtulması, demokratikleşmesi olanaksızlaştı.
Globalizm ideolojisinin hayranları,
globalleşmeyi, kapitalist yayılma aracılığıyla Doğu’nun batılılaşması olarak
görüyorlar; Globalizm Doğu’nun batılılaşması, yani o doğuya doğru yayılan
batılı yağ lekesi değildir; Doğululaşmış Batı’nın yayılmasıdır. Yani daha çok
tefecilik ve daha güçlü devletin, zaten bunun vatanlarında pekişmesidir.
Bir tek, modern işçi
sınıfı, Doğu’yu Doğu yapan sermayeyi ve o binlerce yıldır mükemmelleşmiş devlet
ve devletçiliği tasfiye ederek, Doğu’yu Doğululuktan, kurtarabilirdi.
Ekim Devrimi, ayakta
kalabildiği ilk birkaç yılda bu alanda hiç küçümsenmeyecek adımlar da attı. Ama
bu arada bizzat Doğu’ya batılı olma perspektifi veren Rusya işçi sınıfı,
olağanüstü zor tarihsel koşullarda iktidara geldiği; kısa bir zaman içinde,
savaş ve iç savaş sonucu fiilen tasfiye olduğu ve Batı ülkelerindeki devrimler
yardıma gelmediği için tecrit olup yenildi.
Ve uygarlığa batı Avrupa
gibi en geç giren, ama en geç girdiği için de o derece kanlı biçimde Korkunç
İvan’ların yerleştirebildiği şark devletçiliği; Lenin’in “Çarlıktan aldığımız
devlet yerli yerinde duruyor, onu ancak biraz sovyet cilası sürebilmekten
ötesini yapamadık” dediği devlet, bu yenilginin ve yok ettiği devrimin üzerinde
yok ettiği devrimin bayrağıyla yine yükseldi. Böylece Doğu’yu (ve batıyı da) doğululuktan
kurtarabilecek biricik girişim de yok oldu gitti. İşin kötüsü bunu işçi
hareketinin ve sosyalizmin bayrağıyla yaptığı için onu da kirletti. Ezilenler de
bayraksız kaldı.
Stalinist karşı devrimin
sosyalist harekete ve işçi hareketine çok zarar verdiğinden söz edilir. Troçki’nin
ve ona dayanan klasik Marksist geleneğin temel eleştirisi bu nokradadır. Elbet
bu yanlış değildir ama çok eksiktir. Stalinist karşı devrim asıl en büyük zararı
demokrasi mücadelesine ve demokratik geleneklere vermiştir. Sosyalist ve işçi
hareketinin tüm demokratik geleneklerini ezmiş, yoketmiş ve unutturmuştur;
sosyalizmi şark devleti ve devletçiliğiyle adeta özdeşleştirmiştir.
İnsanlığı doğululuktan
kurtarabilecek, yani şu kahredici bürokratik, militer; baskıcı devletleri
tasfiye edecek, parçalayacak; kendisi tefeciliğe dönüşmüş moden kapitalist sermayeyi
tasfiye edebilecek potansiyele sahip biricik güç, işçi sınıfı yani ücretliler
ise darmadağın, demoralize, programsız.
Ama sadece bu kadar
değil. Üstüne üstlük, işçi sınıfı da artık, dünyanın zengin ve fakir ülkeleri
arasında korkunç bir bölünmeye uğramış durumda. Zengin ülkelerdeki kültive
işçilerin zümre çıkarları ile dünya çapındaki bir eşitlikçi düzen hedefi, yani
işçi sınıfının nesnel genel ve tarihsel çıkarı çelişiyor. Yoksul ülkelerdeki işçiler
bunu isteyebilir ama yapacak maddi ve kültürel temelden yoksunlar. Zengin
ülkelerdeki işçiler ise yapabilir ama istemekten çıkarlı değiller. Çıkmaz
buradadır.
Amerika ve Avrupa’da
işçiler sosyalizm istemeden dünyaya sosyalizm gelemez, yani dünya doğululuktan
çıkamaz. Hatta insanlık fiziksel ve biyolojik olarak yaşayamaz. Ama Avrupa ve
Amerika’nın işçileri için yeryüzü çapında eşitlikçi bir düzen, bu günkü refah
ve tüketim düzeyinden bir geriye gidiş demektir. Kimse bugünkünden daha geri
bir tüketim düzeyi için devrim yapmaya falan kalkmaz. Çıkmaz buradadır.
Sosyalistler hiçbir şekilde
bunanla yüzleşmek istemiyor. Dünyanın hiçbir yerinde işçi partileri işgücünün
serbest dolaşımını ve gittiği yerde çalışanın oradaki aynı haklara sahip
olmasını savunmuyor. Örneğin Türkiye’de milyonu aşkın Doğu Avrupalı veya Orta Asyalı
ev kölesi, yaşlı ve hastalara bakan işçi var. Kim ve hengi “Türk İşçisi”
bunların çalıştıkları bu ülkedeki insanlarla aynı haklara sahip olmasını ister
ve bunun için mücadele eder? Hiç birisi.
Çıkmaz buradadır ve bu
çıkmazdan sasıl çıkılacağını tartışmaktansa herkes bu soruna gözlerini
kapamaktadır.
*
Ama Türkiye’nin
gündeminde bu yok “Kürt Sorunu” var. Yani
Türkiye’nin (ve Kürdistan’ın) doğululuktan kurtulup batılılaşması, yani
demokrasi. Bir de ona bakalım.
Dünyadaki bu koşullarda,
sadece coğrafi anlamda değil, tarihsel
anlamda da, en batılı doğu olan, Orta Doğuda bir Demokratik Cumhuriyet
projesinin şansı var mıdır?
Bir yanıyla, Orta Doğu’da
komünden uygarlığa son geçiştir Kürtlerin ulusçuluğa geçişi.
Kürt Ulusal Hareketi,
dünya dengeleri başarı için başka hiç bir olanak sunmadığından, tam bir
kuşatılmışlık içinde, kuşatılmışlıktan kurtulmak, kendini kuşatanları arkadan
kuşatmak için bu doğululaşmış burjuva uygarlığının henüz batılı olduğu dönemin;
işçi hareketinin henüz bürokratikleşmediği dönemin projesi olan Demokratik
Cumhuriyet projesine yöneldi.
Bu, dünyadaki genel gidiş
eğilimine aykırı ama yine de kendine özgü dinamikleri olan bir gelişmeydi.
Burjuvazi artık
doğululaştığı, sosyalistler ise kültürel olarak binlerce yıllık doğu
devletçiliğiyle; ideolojik olarak, bu kültürel kotlara denk gelen doğulu
devletçiliğin benzeri bürokratik ideolojiyle şekillendikleri için, Demokratik
Cumhuriyet programı, ne Kürt ve Türk burjuvazisinden, ne de Kürt ve Türk
sosyalistlerinden bir yankı görmedi, etkisiz ve tecrit kaldı.
Ama yine de uzun vadede,
en azından bölge için, doğululuktan kurtulma için bir olanak olmaya devam
ediyordu.
Ne var ki, ABD’nin Irak’ı
işgali, Orta Doğu’nun Doğululuktan kurtulabilmek için bu son şansının önünü
ciddi biçimde kesiyor. Kürtlerin ulusal baskıdan kurtulmaları için, şarklı,
baskıcı, militer, bürokratik keyfi devletlerin yıkılması koşulu ortadan
kalkıyor. Kürtler pek ala, bu devletler yıkılmadan, kendileri de böyle devlete
veya devletlere sahip olarak da ulusal baskıdan kurtulabilirler yeni durumda.
Yani bütün Orta Doğu için o şarklı devletçilik yaşamaya devam eder; Orta Doğu
doğulu kalır. Kürtler de, tıpkı, Araplar, Farslar, Türkler gibi, keyfi,
baskıcı, bürokratik ve militer bir doğulu devlete sahip olabilir. Bir
Demokratik Cumhuriyet’e değil, bir bürokratik cumhuriyete. Bu elbette onlar
için ulusal baskının sonu anlamına da gelir. Ama ulusal baskıdan kurtulma
otomatik olarak demokrasi ve doğululuktan kurtulma anlamına gelmez. Artık Batısı
kalmamış bir dünyada şaşırtıcı da olmaz bu.
Ama tıpkı Batı Avrupa’da
bir sosyalist devrim olsaydı, kapitalizme bulaşmamış halkaların kapitalist
olmayan yoldan sosyalizme geçişi gibi, Orta Doğu’nun bu son batılılaşma olanağı
da, tarihsel olarak yitirilmiş bir fırsat, kaçırılmış bir şans olarak kalır.
Önümüzdeki dönem Orta
doğu halklarının bu tarihsel şansın kullanabilmeleri için “uzatmaların
oynanması”dır. Bu uzatmalarda hala bir gol atma şansı var. Türkiye’deki
Bürokrasi ve Devletçilik yılanı, yani beş bin yıllık doğululuk, yeni dünya
dengelerine kendini uyarlamak için kabuk değiştirmek; eski boğan kabuğnu atıp
yeni bir kabuk oluşturmak; “gömlek
değiştirmek” zorunda kalacaktır. Yılanların gömlek değiştirdikleri anlar en
zayıf anlarıdır. Ve onlar bunu bilirler.
13 Mayıs 2003 Salı
(Bu yazı 10 yıl önce
yazılmıştı. Bazı küçük düzeltmelerle şimdi yine yayınlıyoruz. Yazının son
satırlarındaki öngörü bugün gerçekleşmiş bulunuyor. On yıl sonra Türk Devleti “Gömlek Değiştirme” kararı aldı (Dikkat edin “Devlet” diyoruz “Hükümet”
değil. Bu, devletin stratejik ve programatik bir kararıdır. Hükümet şimdilik
bunun kendi meşrebince uygulayıcısıdır.) ve Öcalan’la görüşme başladı. Bu
gömlek değiştirmenin adı “Kürtlerle
çatışarak bölünmektense, Kürtlerle birleşerek büyümek”tir. Bu olanaktan
yararlanarak bir demokratik devrim mi olacak; yoksa bürokratik egemenliğin
Kürtlerle genişlemiş ve daha modern biçimlere dönüşmesi mi? Bunu mücadele tayin
edecektir. Ama öncelikle Gezi ile başlayan hareketin nasıl bir evrim
göstereceği bu mücadelenin izleyeceği yolu belirleyecektir. Kürt Hareketi ancak
Batı’da radikal demokratik bir hareket gelişirse, demokratik karakterini
geliştirebilir. Bu gelişmezse, bürokratik karakteri üstün gelecek, o da bir
karşı devrime uğrayıp binlerce yıllık devletçiliğe taze kan vermiş olacaktır. 16.10.2013)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder