Yukarıdaki başlık ve
aşağıdaki satırlar birçoklarını şaşırtacaktır.
Çünkü bu satırların
yazarı, aynı zamanda Kıvılcımlı adına bir Sempozyum düzenlemeye kalkıyor; Kıvılcımlı
hakkında yazdığı yazılar kalınca bir kitap dolduruyor; kıvılcımlı için siteler
açıyor; Eserlerini yaymak ve okunması için kendi yazılarına harcayacağı
zamandan alıp uğraşıyor.
Ama Kıvılcımlı’ya
böylesine değer veren, onun kitaplarını ve fikirlerini suskunluktan kurtarmak,
tartışılması ve anlaşılması için bunca çaba gösteren insan, aynı zamanda
Kıvılcımlı’nın gerici bir milliyetçiliği savunduğunu, gerici bir milliyetçi
olduğunu söylüyor?
O Kıvılcımlı ki, “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” adlı
çalışmasıyla milliyetçiliğe karşı enternasyonalist ve sosyalist tavrın ilk ve
hala en önde geleni olarak görülmektedir. Kıvılcımlı’yı adeta eleştirilemez
görüldüğü noktadan eleştirip bir de sadece “milliyetçi” bile değil, bir de
önüne “gerici” sıfatı takarak “gerici
bir milliyetçi” olduğunu söylemek; hem de Kıvılcımlı’nın bilinmesi, okunması,
tartışılması için çabalamak!..
Bu bir çelişki değil mi?
Değil.
Aksine, Kıvılcımlı’yı
anmak, onun mirasını sürdürmek ancak böyle olabilir.
Çünkü Kıvılcımlı’yı
okumuş olmasaydık; onun fikirleri ve hayatıyla tanışmış olmasaydık, onu şimdi
böyle eleştiremezdik. Kendisinin bu eleştirisini bizzat ona borçluyuz; aslında
Burada Kıvılcımlı’yı eleştiren biz değiliz, bizdeki Kıvılcımlı’dır.
Tabii burada Kıvılcımlı
bir semboldür. Bütün bu önermeler, Marks, Engels, Lenin, Troçki, Luxemburg gibi
bütün diğer Marksist teorisyenler için de söylenebilir.
Aşağıda iki ayrı yazıda
Kıvılcımlı’nın bir gerici milliyetçi olduğu iddia edilmekte, bu kanıtlanmakta
ve eleştirilmektedir.
Ancak bu yazılar doğrudan
doğruya Kıvılcımlı ile polemik biçiminde değil de, başkalarının eleştirisi
biçiminde yapılmıştı.
Birincisi, özünde bir pozitivist olan, vulgar Marksist Erdoğan Aydın ’ın “Nasıl Müslüman olduk?” kitabının
eleştirisi biçimindedir.
Biliniyor, Kıvılcımlı’nın
“Din’in Türk Toplumuna Etkileri” diye
bir kitabı var. Kıvılcımlı bu kitabında, “Türklerin Müslümanlaşması”nı ele
almaktadır. Erdoğan Aydın ’ın
kitabı aslında Kıvılcımlı’nın bu kitabının yüzeysel bir versiyonu olarak da
okunabilir.
Yazı okununca, Erdoğan Aydın ’a yaptığımız
eleştirinin aynen Kıvılcımlı için de geçerli olduğu görülecektir. Yani Erdoğan
Aaydın’ın şahsında eleştirilen aynı zamanda Kıvılcımlı’dır.
İkinci Eleştiri ise,
Marks’a yöneliktir. Kıvılcımlı bu yazıda Marks’ın şahsında eleştirilmektedir.
Bilindiği gibi,
Kıvılcımlı, meşhur “İhtiyat Kuvvet:
Milliyet (Şark)” adlı kitabına Marks’ın sözüyle başlar. Kitaba “Marks
«Başkalarını ezen halkın kendisi hür olamıyacaktır»der.” diye girişir.
Bütün kitap bu temel önerme üzerinde yükselir.
Eleştirimiz, Marks’ın
milliyetçiliğin panzehiri, enternasyonalizmin en veciz ifadesi gibi görülen bu
sözlerinin aslında, gerici bir milliyetçiliğin millet kavramına dayandığı ve
bunu yansıttığıdır.
Yani Marks’ın bu önermesi
gerici milliyetçiliğin önermesi olduğuna göre, bu önermeye dayanan Kıvılcımlı
da (ve bugün yeryüzünü kaplamış yüz binlerce sosyalist de) birer gerici
milliyetçidir. Bu varsayımdan hareketle Kıvılcımlı’nın dayandığı Marks’ın sözü
ele alınıp, bunun gerici milliyetçi karakteri gösterilmektedir. Marks’ın b.u
sözü gerici milliyetçiliğin bir parolasıysa, Kıvılcımlı’da bir gerici
milliyetçidir. İkinci yazıyı da bu bağlamda koyuyoruz.
Kıvılcımlı’nın anısını
yaşatmak, onu en acımasız biçimde eleştirmekle olabilir.
Biz de Kıvılcımlı’yı
böyle anarak anısına layık davrandığımızı düşünüyoruz.
Lütfen okuyun.
Çünkü o satırlar
Kıvılcımlı’yadır ama aynı zamanda sizedir de. Okuyunca nasıl bir gerici
milliyetçi olduğunuzu göreceksiniz.
Tabii sadece sizlere
değil, bizzat kendimedir de, bir zamanlar o görüşleri savunan bir insan olarak
aynı zamanda bir özeleştiridir de.
10 Ekim 2012 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi
mi?
(Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk” Kitabına Eleştiri)
Daha önce “Biz” i
Türkler, Türklük, Türk Ulusu vs. olarak ele almanın sosyalizmle ve
sosyalistlikle uzlaşmayacağını, bunun en gericisinden milliyetçilik olduğunu
ele almıştık.[1]
Şimdi bir başka somut
örnekte, bunun nasıl gerici, tarihi allak bullak eden bir tarih anlayışına yol
açtığını veya onunla bir arada bulunabileceğini görelim.
Aslında bu konuyu, daha
önce, Tersinden Kemalizm adlı kitapta, Kıvılcımlı’yı eleştirdiğimiz
bölümde, onun “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” başlıklı yazısını
eleştirirken kısaca ve dolaylı biçimde ele almıştık[2].
Burada bu eleştiriyi biraz daha detaylandıralım, ete kemiğe büründürelim.
Örnek olarak ele
alacağımız kitap, Erdoğan Aydın ’ın “Türklerin
Müslümanlaştırılmasının Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?” (Başak Yayınları, 1994)
Dikkat edelim. Erdoğan
Aydın ’ın kitabının adı, “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?”
gibi bir isim değil. “Nasıl Müslüman Olduk?”. Yani biz zamiriyle soruluyor soru. Soruyu soran özne, yani “biz”:
Türkler’dir. Diğer bir ifadeyle, Erdoğan
aydın bir Türk olarak konuyu tartışmaktadır.
Hâlbuki daha önce
görmüştük ki, klasik Marksist bakış açısından, bir sosyalistin, bir Marksist’in
“biz”i ancak ve ancak, dünya
işçi sınıfı olabilir. Marksist veya Sosyalist, tüm
olayları bu öznenin bakış açısından ele alır ve almalıdır. Bu nedenle
“biz” olarak bir ulusun, hele hele bu “biz”in, son derece gerici; kendini
bir dil, tarih, soy ile tanımlamış bir ulus, yani Türklük olması, hiçbir
şekilde kabul edilemez.
Peki, Erdoğan
Aydın bir Marksist mi? Ya da öyle olduğunu mu iddia ediyor?
Böyle bir iddiası yoksa,
elbette sorun yoktur. Türkler Türklerin nasıl Müslüman olduğu üzerine
yazabilirler.
Çünkü daha sonra
görüleceği gibi, Türklerin nasıl Müslüman olduğu, ancak Türklerin sorabileceği
bir sorudur. Marksist açıdan böyle bir soru olanaksızdır veya saçmalıktır.
Bir Marksist böyle bir soru soramaz çünkü bu sorunun kendisi ideolojik ve
yanlış bir sorudur ve yanlış sorulara
doğru cevaplar verilemez.
Ama bir Marksist’in,
Marksist olduğu iddiasındaki birinin, “biz”
zamiriyle, Türklüğü özne olarak kabul ederek böyle bir soru sorması katmerli
bir yanlıştır.
Bu nedenle önce bakalım Erdoğan
Aydın Marksist mi? Ya da böyle bir iddiası var mı?
Evet, Erdoğan
Aydın kendisinin bir Marksist olduğu iddiasındadır. Örneğin
aynen şöyle yazıyor:
“Tarihsel Materyalist
bir dünya görüşünün savunucusu olarak...” (sayfa: 18)
Marksizm, Tarihsel
Materyalizmin kısaltılmış bir ifadesinden başka bir şey olmadığına göre, Erdoğan
Aydın bir Marksist olduğu iddiasındadır.
(Burada Tarihsel
Materyalizmin bir “Dünya görüşü” değil, bir bilim, ama her şeyden önce bir yöntem
olduğu konusunu ise, konuyu dağıtmamak için bir kenara bırakıyoruz.)
O halde, bir yandan
kendisinin Marksist olduğunu iddia eden, hatta kitabını Marksist açıdan
yazdığı iddiasında olan ama diğer yandan, kendisini Türk olarak tanımlayan,
olaylara Türkler açısından bakan; Türk ulusçusu olarak yazan bir yazar
karşısındayız.
Bu ikisinin bir arada
bulunamayacağı, ortadakinin Marksizm postuna bürünmüş bir milliyetçilik, hem de
ilkel ve gerici bir milliyetçilik
olduğu açıktır.
Ama haydi yine bir kredi
daha açalım. Denebilir ki, “bu yargı çok acımasız. Onun biz olarak Türklüğü
kastetmesi, Türk olarak yazması, Türk milliyetçisi olduğu anlamına gelmez.
İnsan pek ala Türk olabilir de Türk milliyetçisi olmayabilir.”
Bu doğru değildir. Çünkü
bu günkü Türk ulusunun, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olduğunu soya, ırka,
tarihe dayanan bir milliyetçiliğin taraftarları savunabilir. Erdoğan
Aydın ’ın kitabının adı ve içeriği, nasıl Müslüman olduk
sorusuna, Orta Asya’da cevap arıyor. “Türklerin Müslümanlaştırılmasının Resmi
Olmayan Tarihi”dir kitabının adının ilk bölümü. Yani bu “biz”, Orta Asya’da
1000 yıldan önce Müslümanlaşanları içeriyor. Burada var olan gizli varsayım, bu
günkü Türk Ulusunun, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahfadı olduğu varsayımıdır.
Bütün Emin Oktay Tarih kitapları, bütün Türk Dil ve Tarih Kurumu, bütün
üniversiteler, bu hikâyeyi anlatır ve inşa ederler.
Bu günkü Türklerin, Orta
Asya’dan gelen Türklerin ahfadı olduğu iddiası, ırka, soya dayanan bir
milliyetçiliğin iddiasıdır. Ve bizim “Tarihsel Maddeciliği dünya görüşü”
olarak benimsemiş, “Türk-Marksisti” Erdoğan
Aydın (“Türk-Marksist”, “Kapitalist-Sosyalizm” gibi bir
saçmalıktır ve kendi içinde çelişir. İkisi bir arada olmaz.) ırkçı Türk
ulusçuluğunun bu yalanını olduğu gibi kabul edip, fiilen bu yalanın yayılmasına
hizmet ederek, onu yayarak ırkçı Türkçü ve Marksist nasıl olunabileceğinin bir
örneğini bizlere sunuyor.
Bunun nasıl bir Irkçı
Türkçülük olduğunu gösterebilmek için, başka tür bir Türk ulusçuluğunun, örneğin
“kültürel ve Anadolucu” bir Türk ulusçuluğun da bu soruyu sorabileceğini ve
buna bambaşka bir cevap verebileceğini gösterelim.
Pek ala şöyle bir Türk
Ulusçuluğu da mümkündür: (ki böyle bir Türk ulusçuluğu Türk burjuvazisinin bu
günkü ihtiyaçlarına ve tarihsel olaylara daha denk düşer.)
“Bizans topraklarını
feth eden Oğuzlar geldiğinde, Anadolu’da şehirler ve köyler boş değildi. Orada
binlerce yıldır yaşamış insanların torunları yaşıyordu. Keza bu fatihler de bu
insanları katledip sürmediler. Onların üzerine egemen oldular. Ve bu egemen
fatihler, fethettikleri yerlerin ahalisine göre çok küçük bir azınlıktılar.
Bütün dünyada bu
böyledir. Fatihler fetih ettikleri ülkelerin nüfusunun çok küçük bir yüzdesini
oluştururlar. Ve kısa bir süre sonda, ya fetih ettikleri ülkenin daha gelişmiş
kültürü tarafından fetih edilirler, yani onun dili ili dillenir ve diniyle
dinlenirler veya o yerli ahaliden daha gelişmiş bir uygarlık ve kurumlar
sistemine sahipseler, yerli ahali fatihlerin dili ve dinini benimser. Bu da
kısa zaman içinde, fatihlerin genetik olarak çoğunluktaki yerli ahaliyle
karışmaları, bir süre sonra onların fiziksel özelliklerine de sahip olmaları
sonucunu doğurur.
Anadolu’da da tarih
boyunca defalarca böyle olmuştur. Son arkeolojik kazıların ve antropolojik
araştırmaların da kanıtladığı gibi, örneğin Hitit kalıntılarının bulunduğu
yerde bu gün yaşayanlar Orta Asya’dan gelenler veya daha önceki tarihlere
gelmiş akıncıların ve fatihlerin torunları değil, bizzat o Hititlilerin
torunlarıdır. Bu bütün dünyada da böyledir.
Bu şöyle bir benzetmeyle
daha iyi anlaşılabilir. Eskiden üzerine yazı yazılabilecek papirüs, kağıt, deri
gibi malzemeler az bulunuyordu ve pahalıydı. Bu nedenle, aynı papirüs üzerindeki
yazılar silinerek, veya zamanla silindiği için, defalarca farklı uygarlıkların
farklı yazılarıyla bile kullanılabiliyordu. (Hiçbir silinme tam olmadığından,
bu gün çok özel tekniklerle, bir papirüsün üzerindeki farklı yazılar
okunabilmektedir.) Böylece, bir papirüs hep aynı olmasına rağmen üzerindeki
yazılar, dil vs. zamanla değişiyordu. İşte bu günkü Anadolu da böyledir.
İnsanlar hep aynı insanlardır. Onların dilleri ve dinleri sürekli değişmiştir,
tıpkı bir papirüsün üzerine başka yazılar yazılması gibi.
Bu yaklaşımdan
hareketle, bu günkü Türk ulusu da, böyle bu tarihin ürünüdür, bütün bu
halkların ve uygarlıkların kültürünün mirasçısıyız bir Türkler. Bu Kültürün
içinde Orta Asya’dan gelen fatih Oğuz’ların oranı, onların küçük bir fatih azınlık olarak genetik
oranından daha fazla değildir.”
Böyle
bir Türk ulusu ve biz tanımında okullarda Orta Asya Türkleri bu Türk ulusunun
tarihi olarak değil; Hititler, Yunanlılar, Romalılar, Bizans vs. tarihleri
okutulur; Türklük bu tarihin devamı olarak tanımlanır. Böyle bir ulus tanımı da
yine ulusu bir tarihle tanımlamış gerici bir ulusçuluğa dayanır ama bugünkü
Tarih gibi kafatasçı değil de kültürel kriterleri ulusun tarihini oluştururken
kullanmış olur.
Böyle bir milliyetçilik
de Türk milliyetçiliğidir, ama 1920-30’ların ideolojik atmosferine göre
şekillenmiş kana, ırka dayanan bir Türklükle değil, daha günün ihtiyaçlarına
uygun, globalleşmenin ve post modernitenin çokluğu ve çeşitliliği zenginlik
gören yaklaşımlarına uygun daha “çağdaş”, daha kültüre göre tanımlanmış bir
milliyetçilik olur.
Yani böyle bir Türk
milliyetçiliği de mümkündür ve bu gün, ilk örnekleri Halikarnas Balıkçısı’nda
görülen, böyle bir Türk milliyetçiliğini savunanlar da vardır.
Ve böyle bir milliyetçilik,
olgulara daha denk düşer görünen bir milliyetçiliktir de.
Şimdi böyle bir
milliyetçilik açısından, “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, bu günkü Türk
ulusunu, Orta Asya’dan gelenlerin ahvadı olarak gören ırkçı ve kana dayanan Türk
milliyetçiliğinden farklı bir anlama ve içeriğe sahip olurdu. O zaman bu soru, Anadolu’da
binlerce yıldır yaşayanların, fatihler küçük bir egemen azınlık olmalarına
rağmen nasıl Müslüman olduğunu; ya da Balkan, Kafkas göçleri ve katliamlarla
Anadolu’nun nasıl Müslüman bir çoğunluğa ulaştığını araştırırdı.
Yani kültüre dayanan bir
Türk milliyetçisi için “nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabı,
Anadolu’nun, İslamiyet zırhıyla kuşanmış göçebe fatihlerce fethi ile daha
sonraki dönemlerde ahalinin nasıl Müslüman olduğu (örneğin, Haraçtan kurtulmak
için, daha az vergi vermek için) ve nihayet yirminci yüzyılın başlarında, yerli
Hıristiyanların katledip sürülmesi ve Balkan ve Kafkaslardan gelenler vs. gibi
noktalarda yoğunlaşırdı.
Yani Erdoğan
Aydın ’ınkinden çok farklı
bir yer ve zamanda arardı böyle bir milliyetçilik “Nasıl Müslüman olduk?” sorusunun
cevabını. Erdoğan Aydın ’ın
kitabı, yani ırka, soya dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer
olarak Orta Asya ve zaman olarak 7-13. yüzyıllar arasında
yoğunlaşırken, kültüre dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer
olarak Anadolu (Balkan ve Kafkaslar)ve zaman olarak da
diğerinin bittiği yerde, 12-13 yüzyıllar sonrasında başlardı.
Sanırız bu örnek,
Türkiye’de ilerici, demokrat ve hatta “tarihsel maddeci dünya görüşünü
benimsemiş” solcu, aydın ve de Komünistlerin nasıl saf kan gerici
milliyetçiler olduklarını; onların ilerici ve demokratlığının ancak böyle gerici ve ırkçı bir milliyetçilik içinde
“ilerici” ve “Demokrat”lık olduğunu yeterince açık olarak gösterir.
*
Ancak İster Kültür’e ve
Anadolu’ya dayansın; ister, ırka, soya ve Orta Asya’ya dayansın her iki
milliyetçilik de, ulusların tarihi olmadığı gerçeğini inkar ederler ve uluslara
bir tarih yaratma çabasıdırlar. İkisi de gerici milliyetçiliklerdir bu nedenle.
Şu çok basit gerçek bir
türlü kavranılmaz: ulusların tarihi
yoktur. Türk ulusu, Türk Ulusunun kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır.
Ondan önce bir tarihi yoktur ve olamaz, ister Anadolu’ya ve kültüre; ister Orta
Asya’ya ve Türklüğe dair bir tarih iddiası, bütünüyle ulusçuların bir
inşasıdır.
Bir an için Orta Asya’dan
gelenlerin, Anadolu’nun yerli ahalisini yok edip onun yerini aldıklarını, bu
günkü Türk ulusunu oluşturanların, onların genetik, kültürel devamcıları
olduklarını var sayalım.
Birçok kez Tarihteki
kavimler kendilerinin kendilerini tanımladıkları isimlerle değil ama genellikle
uygarların onlara verdikleri isimlerle adlandırılırlar. Aslında Türk ulusunun
adı da böyledir. Biz bunu bir yana da bırakalım ve Türklerin kendilerini Türk
olarak tanımladıklarını var sayalım.
Bu koşulda bile O gelenlerin
Türklüğü ile, Türk ulusunun Türklüğü arasında hiçbir ilişki yoktur ve olmazdı.
Ulus olarak Türklük,
tamamen politik bir kavramdır.
Türklüğün, o ulus ırkçı bir Türk kavramına bile dayansa, genetik ve soya
dayanan bir Türklükle ilişkisi yoktur.
Bir zamanlar kendilerine
Türk diyen insanlar için ise, Türklüğün
politik hiçbir anlamı bulunmuyordu. Bu sadece uzaklardaki ortak bir kökene
veya yine bu kökenle bağlantılı ortak bir dile tekabül ediyordu. O insanlar, şu
veya bu toteme bağlıydılar. Onların
tüm davranışlarını, toplumsal üstyapılarını bu belirliyordu.
Yani Türkler Müslümanlaşmadı, şu
veya bu totemden, şu veya bu boylar Müslüman oldular, şu veya bu boyun,
soyun örgütlenme ve hukukunun yerini İslam hukuku ve örgütlenmesi aldı.
Türklerin Müslümanlaştığı, Türk milliyetçiliğinin yarattığı bir kavramdır, Irka
göre tanımlanmış bir Türk ulusuna Tarih yaratma çabasının sonucu ortaya çıkan
bir uydurmadır.
Burada karışıklığı
yaratan, bir zamanlar şu veya bu soydan veya boydan insanların, uzak bir
ortaklığa bir gönderme ile, hiçbir dinsel veya politik anlamı olmadan Türk
olarak kendilerini tanımlamaları ile, bu günün sadece politik olanın
tanımlanmasının aracı Türk kavramının, aynı
sözcükle karşılanmasıdır. Yani Tarih’teki Türkler Türk değildiler ve
olamazlardı; onlar ancak Kınık boyundan, Kayı boyundan veya Müslüman,
Hıristiyan olabilirlerdi. Boy ya da Din, bunlar tüm toplumsal yaşamı,
ilişkileri ve örgütlenmeyi belirliyordu.
Ama ulus olarak Türk
ulusundan olanlar ise, şu veya bu boydan, şu veya bu dinden olamazlar. Politik
anlamı olmadan, elbette şu veya bu boydan, şu veya bu dinden olduklarını
söyleyebilirler ama bunun hiçbir politik anlamı yoktur ve olmamalıdır. Özel
olarak, inanç olarak, kültürel olarak (ki hepsi aynı anlamdadır, yani politik
olmayan anlamında) öyle olabilirler.
Ama bir toteme dayanan
bir dinin ya da uygarlık dininin bir
inanç olduğu da tam ulusçuluğun dayandığı bir kabuldür.
Yani insanlar, Türk ise,
Türk ulusundan ise, Müslüman, Hıristiyan ya da Kayı boyundan, atmaca soyundan
olamaz. Müslüman, Hıristiyan, Atmaca soyundan, Kayı boyundan ise Türk olamaz,
Türk ulusundan olamaz. Çünkü dinler
aslında bir inanç değildir, tümüyle üstyapıyı örgütlerler. Nasıl Müslüman
olmak için, putu parçalamak, yani kabilenin totemini parçalamak, kan kardeşliği
yerine din kardeşliğini geçirmek gerekirse; Türk olmak için de Müslüman
olmaktan çıkmak; Allah’ın kanunları yerine Türk ulusunun kanunlarını; Allah’ın
sınırları yerine ulusun sınırlarını, Din kardeşliği yerine ulus kardeşliğini
geçirmek gerekir. Aynı şekilde Komün’ün soyun, totemin, Şaman’ın kanunları ve
aşiret kardeşliği yerine Türk ulusunun kanunları ve kardeşliği geçer.
Tekrar edelim. O Orta Asya’dakiler
için Türklük hiçbir şey ifade etmiyordu. Onlar önceleri şu veya bu boydan,
soydandılar. Onlar şu veya totemin soyundan olarak vardılar. Daha sonra da
Müslüman veya başka bir dindendiler. O zaman da onlar için Türklük hiçbir şey
ifade etmiyordu. Nasıl Müslümanlık ile onların boyları arasında bir ilişki yok
idiyse, onların boyları ve sonraki dinleri ile Türklük arasında da bir ilişki
yoktu ve yoktur.
Uluslar, dolayısıyla da
Türklük, ne tarih, ne de soy, kan, kültür vs. ile ilgili değildir. Bir ulus
olmak için, bunların hiç biri gerekmez. Bu gerici ulusçuluğun bir uydurması,
inşasıdır.
Dünyanın ilk ulusu olan
Amerikan ulusunun bir tarihi yoktu ve Amerikan ulusu için bir Tarih
gerekmemişti. Aksine ulus tarihsiz olarak ortaya çıkmıştı. Dil ve soy ise hiç
söz konusu bile değildir. Aynı dil ve soydan insanlara karşı bir savaş içinde
bu ulus kurulmuştu.
O halde, bir soy veya
tarihin olduğu, ulusun onun sonucu ortaya çıktığı, bir ulusçu yalanıdır. Hem de
gerici ulusçuluğun bir yalanıdır.
Çünkü, tıpkı ABD’de
olduğu gibi, ulusların tarihi olmadığı anlayışıyla da bir ulusçu olunabilir.
İlk aydınlanmanın demokratik ulusçuluğu aşağı yukarı böyle bir şeydi. Ulusların
bir tarihi olduğu, gerici ulusçuluğun bir kabulüdür.
İster Kültüre ve
Anadolu’ya dayansın, ister ırka, soya dayanıp köklerini Orta Asya’da arayan
ulusçuluk olsun, ulusların bir tarihi olduğuna inanan ve bunu savunan
ulusçuluklar gerici ulusçuluklardır.
Demokratik bir ulusçuluk, ulusların bir tarihi
olduğu ilkesini reddeder ve tarihsiz, Tarihe karşı olarak ulusu kurmaya
çalışır.
Çünkü, demokratik bir
ulusçuluk, insan haklarına dayanır ve insanı bir soy, tarih, dil, bölge
ile tanımlamayı reddeder.
Demokratik ulusçuluk, “Vatanım
Yeryüzü, Milletim İnsanlık” diyen ulusçuluktur. Çünkü, ulusçuluk özünde,
politik diye ayrı bir alanın varlığının kabulü ve daha önceki çağlarda hukuki
ve politik olanı belirleyenin, yani dinlerin özel’e atılmasıdır.
Bütün insanlar dini, dili
vs. eşittir önermesinin özü, ulusçuluk öncesi toplum yaşamını, hukukunu,
devletin örgütlenmesini vs. belirleyen dinlerin buradan uzaklaştırılması, özele
atılmasıdır.
Bunun için de
ulusçuluğun, yani demokratik bir ulusçuluğun tarihe ihtiyacı yoktur.
Sonuç olarak, Erdoğan
Aydın ’ın “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, ulusların tarihi olduğunu savunan
gerici ulusçuluğun bir sorusudur.
Ulusların tarihi
olmadığından yola çıkan ise, bu tarihsiz şeyin, nasıl yaratıldığını anlatır?
Devrimci ve demokratik
ulusçuluğun sorusu ise şudur?
“Anadolu’nun
Müslüman ahalisinden nasıl Türk ulusu yaratıldı?”
İşte o “nasıl Müslüman
Olduk?” sorusu, Müslüman Anadolu ahalisinden, Orta Asya Türklüğüne, kana,
ırka dayalı bir ulusu yaratanların bir sorusu olarak ortaya çıkar ve bu
yaratılışın nasıl olduğunu gösterir bizlere.
Yani, bizzat gerici
ulusçuluğun sorusunun kendisi (“Nasıl Müslüman olduk” sorusu), demokratik bir
ulusçuluğun sorusunun (“Anadolu’nun Müslüman ahalisinden nasıl bir Türk ulusu
yaratıldı” sorusunun)somut bir örnek olarak cevabıdır.
Cevap: “böyle
sorularla”dır.
*
İşte, Aleviler içinde
ilerici bilinen, demokrat bilinen ve hatta “Tarihsel maddeciliği bir dünya
görüşü” olarak benimseyen Erdoğan
Aydın ’ın nasıl boğazına kadar bir gerici milliyetçilik içinde
olduğu.
Tabii burada Erdoğan
Arkadaşımıza haksızlık etmiş olmamak için şunu belirtelim. Bu yaklaşım ve
görüşler sadece Erdoğan’ın değil, Türk sosyalistlerinin ve hatta dünya
sosyalistlerinin yüzde doksan dokuzunun görüşleridir. Biz sadece Erdoğan
Aydın ’ı bir örnek olarak seçtik.
Onu seçmemizin nedeni ise
meşrebimiz. Bizim meşrebimiz de, yakınlarımıza ve arkadaşlarımıza karşı gaddar,
bize uzak olanlara ve düşmanlarımıza karşı anlayışlı ve toleranslı olmak olarak
özetlenebilir.
Demir Küçükaydın
25 Mayıs 2006 Perşembe
*
Marks Niçin ve
Nasıl Bir Milliyetçiydi?
Kendini sosyalist ve
demokrat olarak niteleyenlerin çoğu, milliyetçiliği olumsuz bir “şey” olarak
görürler ve kendilerinin de milliyetçi olmadıklarını düşünürler.
Ne var ki, bütün bu
kendilerinin milliyetçi olmadığını düşünenlerin bilmediği, anlamadığı ve kolay
kolay da anlayamayacağı gerçek şudur ki, bu milliyetçi olmadığını düşünen
sosyalist ve demokratların hepsi milliyetçidir.
Sanılanın aksine, milliyetçi olmamak çok zordur.
İnsan milliyetçi
olmadığını, hatta milliyetçiliğin düşmanı olduğunu düşünürken bile,
milliyetçiliğin ne olduğunu bilmiyorsa, tam da bunu bilmediği için milliyetçi
olur.
Bunun da çok basit iki
nedeni vardır.
1)
Milliyetçiliğin ne olduğunu bilmemek, nötral bir
durum değildir; miliyetçiliğin ne olduğun bilmeyenler otomatik olarak
milliyetçidirler.
2)
Milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu,
dolayısıyla da kendilerinin milliyetçi olduğunu anlayamazlar.[3]
Bugün yeryüzünde
milliyetçiliğe düşman veya karşı olduğunu düşünenlerin hepsi de milliyetçidir,
çünkü milliyetçiliğin ne olduğunu bilmezler.
Komedi olan şudur ki, tam
da milliyetçi oldukları için milliyetçiliğin ne olduğunu bilemezler.
Ve trajedi olan şudur ki,
milliyetçiliğin ne olduğunu bilmedikleri için de kendi öznel yargılarına rağmen
milliyetçilidirler, hem de genellikle en gericisinden.
Bu durumdan çıkabilmek
gerçekten çok zordur[4].
Neden ve Nasıl?
Bu yazılarda tam da bunu
açıklamaya çalışacağız.
Ama geçici olarak şöyle
bir imge, belki bu zorluğun çapı hakkında bir fikir edinmeyi sağlayabilir: Bir
insanın bir kuyunun dibinde olduğunu, ama bir kuyunun dibinde olduğunu
bilmeden, bir kuyuya düşmemek için hep önüne baktığını varsayalım. Bu insan
kuyuya düşmemek için yere baktığı sürece, bir kuyuda olduğunu kavrayamaz. İşte
kendilerinin milliyetçi olmadığını düşünen, hatta milliyetçiliğin düşmanı
olduklarını düşünen sosyalistlerin durumu budur. Milliyetçi oldukları için
milliyetçi olduklarını göremezler.
Ama imgeler yetmez, bu
durumu kavramlarla da açıklamayı deneyelim, hem de bizzat Marks örneği
üzerinden. Çünkü Marksizmin bu zorluğu aşabilmesi için 150 yıl gerekti[5].
Eğer Marks’ın neden ve
nasıl bir milliyetçi olduğu gösterilirse, belki kendilerine Marksist ve
Sosyalist diyenlerin de bir parça olsun yukarı bakmaları ve kuyunun ağzını
görmeleri, yani aslında birer milliyetçi olduklarını görmeleri sağlanabilir.
Bilindiği gibi bugün
dünyadaki Marksistler, sosyalistler hatta demokratlar, milliyetçi olmadıklarını
ifade ederken, bunun en özlü ifadelerinden biri olarak Marks’ın “Başka
bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz”[6] sözünü zikrederler.
Bu yazıda, Marks’ın bu
veciz sözünün nasıl olup da milliyetçiliği, hem de gerici bir milliyetçiliği
savunduğunu ve ifade ettiğini göstereceğiz.
Ama bunun için önce
Marks’tan ve bu sözden biraz uzaklaşalım[7]. Oku
ileri fırlatmak için yayı gerelim; ileri sıçramak için geriye gidip hız alalım.
*
Milliyetçi olmadığını
düşünenler neden milliyetçidirler?
Çünkü bu milliyetçi
olmadığını düşünenler, milliyetçiliğe karşı olduklarını söyleyenler,
milliyetçilerin milliyetçilik anlayışına sahiptirler.
Bu anlayışa göre
milliyetçilik, başka milletlerin varlığını veya bu milletlerin haklarını inkar
etmek, onları baskı altına almaktır
Somutlarsak, bu anlayışa
göre, örneğin bugü Türkiye’de Kürtlerin varlığını ve ayrılma hakkını inkar
ediyorsanız veya inkar etmiyorsanız bile örneğin Kürtçe eğitim ve Kürtçe
konuşma gibi haklarını reddediyorsanız milliyetçisinizdir.
Yine bu anlayışa göre,
örneğin, Kürtlerin diyelim ki anadilde eğitim haklarını, bölgesel özyönetim
haklarını hatta ayrılma haklarını tanıyorsanız milliyetçi değilsinizdir.
Türkiye’deki
sosyalistlerin büyük bölümü, pratikte değilse bile ilke düzeyinde, ulusların
kendi kaderini tayin hakkını tanımakta, bu ilkeye bağlı olarak da Kürtlerin
ayrılma hakkını da savunmaktadırlar veya öyle yaptıklarını düşünürler. (Bunu
kendi kabul ettikleri ilkeler çerçevesinde ne kadar yaptıkları ayrı bir konu.)
Dolayısıyla da enternasyonalist olduklarını ama milliyetçi olmadıklarını
düşünürler.
Üzerinde hiç düşünülmemiş
bu kabul aslında baştan aşağı yanlıştır.
Çünkü bu kabul,
milliyetçi olmadığını düşünen milliyetçilerin milliyetçilik tanımıdır.
Bunu basit bir akıl
yürütmeyle bile görmek mümkündür.
Örneğin Kürtlerin
anadilde eğitim hakkını veya ayrılma hakkını sözde değil fiilen de kabul etmek
ve savunmak, bırakalım milliyetçi olmamayı gerektirmek bir yana, Türk
milliyetçisi olmakla bile çelişmez.
Milliyetçilik, başka
milletlerin haklarını reddetmek veya onları baskı altına almak olarak değil de bir milletin çıkarlarını savunmak olarak
tanımlandığında bu apaçık ortaya çıkar.
Çünkü pekala Kürtlerin
haklarını tanıyarak da Tük milletinin çıkarlarını savunulabilir.
Kürtler ayrıldığı veya
kendi iradeleleriyle özgürce Türklerle aynı devlet içinde birleştiği takdirde
Türklerin daha özgür, daha demokrat ve daha müreffeh bir yaşam sahibi
olabileceği düşünülebilir, ki bu gerçekten de isabetli bir düşüncedir[8].
Böyle bir akıl
yürütmeyle tam da Türk milletinin
çıkarlarını savunmak için, Kürtlerin haklarını savunabilirsiniz.
Bu akıl yürütmeden hemen
çıkarsanabileceği gibi, Türkiye’nin milliyetçi olmadıklarını düşünen ve buna
içtenlikle inanan bütün demokrat ve sosyalistleri aslında birer Türk
Milliyetçisidirler.
Çünkü sosyalistler,
Kürtlerin ana dilde eğitim hakkını veya ayrılma hakkını, dünyanın en
“Enternasyonalist”, en “Marksist”, en “Devrimci” veya en “Demokrat”
gerekçeleriyle de savunsalar da, somut sonuçları itibariyle ve pratik olarak,
akıllı ve uzak görüşlü bir Türk milliyetçisinin savunabileceklerinden farklı
bir şeyi savunmuş olmazlar.
Birisi, enternasyonalist
gerekçelerle de olsa fiilen, nesnel olarak sonuçları itibariyle Türk milletinin
daha müreffeh, daha demokratik ve özgür yaşamasını savunmuş ve sağlamış; diğeri
Türk milletinin çıkarına yönelik
gerekçelerle olsa da nesnel olarak ve sonuçları itibariyle örneğin
Kürtlerin özgürlüğünü, baskıdan kurtulmasını, ayrı devlet kurma hakkını, yani
Enternasyonalizm veya Marksizm veya devrimcilik adına savunulmuş olanları
savunmuş olur.
O halde, genel olarak
“ulusal sorun”da veya daha somut olarak “Kürt Sorunu”nda, Türkiye’deki
“Devrimci”, “Demokrat” ve/veya “Enternasyonalist”lerin savunduğu her şey, pek
ala bir Türk Milliyetçisi olarak da savunulabilir.
Dikkat edilirse, burada
milliyetçiliğin tanımları farklıdır, biz bir
ulusun çıkarlarını genel olarak savunmayı milliyetçilik olarak tanımlarken,
bir ulusun çıkarlarını akıllıca ve uzun vadeli olarak savunanlar veya
milliyetçi olmadığını düşünen enternasyonalistler, Marksistler,
milliyetçilikten başka ulusları baskı
altına almayı ve onların haklarını inkar etmeyi anlamaktadırlar.
Demek ki, milliyetçiliği başka
bir ulusun haklarını ve eşitliğini reddetmek olarak tanımlamanın kendisi, bir
ulusun çıkarlarını akıllı bir şekilde savunmanın veya “enternasyonalizmin”
milliyetçilik tanımından başka bir şey değildir. Yani enternasyonalizmin ve akıllı milliyetçiliğin milliyetçilik tanımları
özdeştir. Diğer bir ifadeyle, Enternasyonalistler, akıllı ve uzun vadeli
düşünen milliyetçilerle aynı milliyetçilik tanımını paylaşırlar.
O halde milliyetçiliğin
karşıtı olduğu, enternasyonalizm olduğu söylenen şey, akıllı ve uzun vadeli
olarak bir ulusun çıkarlarını savunmaktan, yani milliyetçilikten başka bir şey
değildir.
Kendilerinin milliyetçi
değil, enternasyonalist olduklarını söyleyenler, başka ulusları ezmeye karşı
olduklarını söyleyenler, farkına varmadan aynı zamanda akıllı bir milliyetçi
olduklarını söylemiş olurlar.
En başta
söylediğimize tekrar dönersek: o
milliyetçi olmadığını düşünenlerin aslında milliyetçiler olduklarını, ama
milliyetçiliğin milliyetçilik tanımıyla milliyetçiliği tanımladıkları için
milliyetçi olmadıklarını düşündüklerini söylemiştik.
Bu örneklerle ne demek
istediğimiz daha somut ve iyi olarak anlaşılmış olsa gerektir.
Burada Marks’ın sözüne
gelirsek: “Başka ulusları ezen bir ulusun
özgür olamayacağı” ilkesi, enternasyonalizmin olduğu gibi aynı zamanda
akıllı bir milliyetçiliğin; bir ulusun çıkarlarını daha akıllı ve uzun vadeli
olarak savunmanın ilkesidir.
Sonuç, Marks’ın sözü,
milliyetçilerin milliyetçilik tanımını kabul eder ve çıkarsamasını öyle yapar.
Ergo: Marks bir milliyetçidir.
*
Burada küçük bir
hatırlatma yapalım.
Biz tam da bu gerçekten
hareketle, yani enternasyonalist veya marksist veya milliyetçi olmadığı
düşünülen gerekçelerle savunulan her şeyin milliyetçi gerekçelerle
savunulabileceği gerçeğinden hareketle ve bizzat bunu gösterebilmek için, bir
zamanlar “Bir Türk milliyetçisi olarak”
yazılar yazıyorduk. O yazılarda en enternasyonalistlerden daha radikal
pozisyonları bir Türk milliyetçisi olarak savunuyorduk.
Hem de bunları, 2000’li
yılların başlarında, herkesin Kürt hareketinin ve Öcalan’ın bittiğini
düşündüğü; Kürtlerin, PKK’nın ve Öcalan’ın yanında görünmekten korktuğu; bizzat
Kürtlerin ve PKK’nın bile çok ciddi bir demoralizasyon yaşadığı bir dönemde,
Avrupa’da çıkan Özgür
Politika ’ya yazdığımız ilk yazılarda yapıyorduk.
Böyle yapmamızın nedeni
tam da yukarıdaki açıklamaların dayandığı mantıktı.
“Bir Türk Milliyetçisi”
olarak yazarak, sosyalistlere, enternasyonalistlere, aslında sosyalizm,
demokrasi ve enternasyonalizm adına savundukları her şeyin bir Türk
milliyetçisi olarak da savunulabileceğini göstermeye ve onları milletler ve
milliyetçilik üzerine düşündürmeye çalışıyorduk.
Ancak, bu yapmaya
çalıştığımız hiçbir zaman anlaşılamadı. Milliyetçiler milliyetçiliğin ne
olduğunu anlayamazlar ilkesi burada da yürürlülüğünü sürdürüyordu.
O dönemde yazdığımız
yazıların bir derlemesi olan “On Yıl
Öncesinden Bugünkü Gelişme ve Tartışmalara İlişkin Yazılar” başlıklı kitap
şuradan indirilebilir:
Doğrudan PDF dosyası
olarak adresi şöyle:
*
Yukarıda, “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz”
sözünün aslında milliyetçi bir ilkeyi savunduğunu gösterdik.
Şimdi bir adım daha
atalım, Marks’a ve ortaya koyduğumuz ulus teorisini yok sayan, okumamakta ısrar
eden Marksistlere daha ağır bir ithamda bulunalım.
Başka ulusların varlığını
inkar etmeden, başka ulusları ezmeden ve onlar üzerinde tahakküm kurmadan da
bir ulusun çıkarlarının savunulabileceği anlayışı, sadece milliyetçi bir
anlayış değildir, aslında gerici
milliyetçi bir anlayıştır.
Neden ve nasıl?
Bunu anlayabilmek için
önce “Gerici Milliyetçilik” dediğimiz
şeyin ne olduğunu tanımlayalım.
Aslında bizim görüşümüze
göre, milliyetçiliğin kendisi kategorik olarak her biçimiyle gericiliktir. Ama
bizim milliyetçilik tanımımıza henüz gelmediğimizden şimdilik bunu bir yana
bırakıyoruz. Burada, piyasada yaygın, eleştirdiklerimiz ve muhataplarımızca kabul
edilebilir kavramlar içinde konuşuyoruz.
İşte bu genel gericilik
içinde nispeten daha demokratik olarak tanımlanabilecek milliyetçilikler de
vardır. Bu bağlamda bir açıklama yapalım.
Sık sık gazetelerde ya da
politika ve sosyoloji kitaplarında “Alman usulü kültüre, tarihe vs.” dayanan
millet anlayışı ile “Fransız usulü” bir toprak parçasında yaşayanlarla
tanımlanan millet anlayışının ve kuruluşlarının olduğundan söz edilir[9].
Bu farklı olduğu söylenen
millet anlayışları yani milliyetçilikler, aslında sadece nötral bir farklılık
şeklinde ifade edilemeyecek, çok temelden, birbirine zıt bir farklılığa
karşılık düşerler. Biri daha demokratik, diğeri daha gerici bir millet ve
milliyetçilik anlayışını ifade eder.
Diyelim ki, milletlerin
tarihte derin kökleri olan, aynı soydan ve dilden gelen insanlardan oluştuğuna
dair bir millet ve milliyetçilik anlayışına sahipsiniz. Bu milleti de böyle
tanımlamaya yol açar, ama böyle bir millet ve milliyetçilik, otomatikman diğer
soydan, dilden, dinden, tarihten olduğu düşünülenleri dışlama ve baskı altına
alma sonucunu doğurur. Bu tür gerici bir ulusun ve ulusçuluğun tipik örneği
Alman ve Türk milletleri ve milliyetçilikleridir.
Ama ulusu bir toprak parçasında yaşayanlarla ve
ortak demokratik ideallerle tanımlayan; dil, din, soy vs. körü olan, ulusu
bunlarla tanımlamayan, hatta bunlarla
tanımlamaya karşı tanımlayan, bunlara hiçbir politik anlam vermeyen bir
milliyetçilik ve milletler de vardır. Bunlar milleti dile, soya, dine
vs. göre tanımlanmadıklarından, kimseyi dilinden, soyundan, dininden dolayı
baskı altına almazlar. Devlet veya ulus, tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki
devletin dinler karşısında tarafsız ve dinsel farklılıklara kör olması gibi,
dil, soy, ırk, tarih vs. farklılıkları karşısında da tarafsız ve kör olur. Bu
tür uluslara ve ulusçuluğa örnek olarak Amerikan ve İsviçre ulusları ve
ulusçulukları gösterilebilir.
O halde, bir ulusu, dile,
dine, tarihe, soya, ırka vs. göre tanımlayan; ulusların böyle birimler olduğunu
söyleyen uluslar ve ulusçuluklar, tanımı gereği gerici, demokratik olmayan bir
ulus ve ulusçuluk anlayışını yansıtırlar. Biz bu nedenle bu tür ulus anlayışına
dayanan ulusçuluğa “gerici ulusçuluk” diyoruz.
Ulusu ve ulusçuluğu böyle
tanımlamayı reddeden, böyle dile, dine, soya, ırka göre tanımlamaya karşı
tanımlayan ulusçuluklara ise “demokratik ulusçuluk” diyoruz.
Tekrar edelim, bu iki
biçim de tarihsel olarak bir karşı devrimi ifade ederler ve her ikisi de
gericiliktir; ama gerici milliyetçilik, bir karşı devrim içinde karşı
devrimdir; katmerli gericiliktir.
Özetle “gerici ulusçuluk”
derken, ulusu bir dil, din, tarih, soy, etni, “ırk” vs. veya bunların bir
kombinasyonuyla tanımlayan ulusçuluğu anlıyoruz. Ulusu bunlarla tanımlamayı
reddeden, belli bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayan ulusçuluğa da
“demokratik ulusçuluk” diyoruz.
*
Şimdi bu iki farklı
ulusçuluğun ilişkisine bakalım.
Bu iki ulusçuluk sadece farklı değildir, birbirine zıttır ve
bir arada bulunamazlar.
Nasıl hem Allaha hem de
Putlara tapılamaz ise, biri diğerini dışlar ise, demokratik ulusçuluk ile
gerici ulusçuluk bir arada bulunamaz, biri diğerini dışlar. Puta tapıldığı an
Allah’a tapmanın ortadan kalkması gibi, bir ulus bir dille, bir dinle, bir
tarihle vs. tanımlandığı an demokratik, yani bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmış
olma niteliğini yitirir. Bu nedenle bu iki farklı ulusçuluğun olduğu yerde bu
farklı ulusçuluklar arasında bir savaş kaçınılmazdır.
Bunun en tipik kanıtı ve
örneği, ABD’deki meşhur iç savaştır.
Bu iç savaş, ekonominin
ve sınıfların kavramlarıyla açıklanabileceği gibi[10],
üstyapının kavramlarıyla da aynı şekilde açıklanabilir.
Güney eyaletleri, ırka
dayanan ve ulusu beyazlarla tanımlayan bir ulusçuluğu savunuyordu. Kuzeydekiler
ise, ulusun böyle tanımlanmasını reddediyordu. Kuzey ve Güney savaşı, iki farklı ulusun değil; iki farklı
ulusçuluğun ve ulus anlayışının savaşıydı: demokratik ulus ve ulusçulukla
gerici ulus ve ulusçuluğun.
Amerika’yı Amerika yapan
da, gerici ulusçuluğa karşı demokratik ulusçuluğun kazandığı zaferdir[11].
*
İki gerici ulus ve
ulusçuluk, ortak çıkarlar varsa ve konjonktür uygunsa bir arada aynı devlet içinde
bulunabilir. Ama biri demokratik biri gerici iki ulus ve ulusçuluk bir arada ve
aynı devlet içinde bulunamaz.
Yani örneğin bugün
Türkiye’de milleti hem Türklük veya Kürtlükle tanımlamaya karşı tanımlayıp, hem
de Türklük veya Kürtlükle tanımlayamazsınız, tıpkı hem Allah’a hem putlara
tapamayacağınız gibi. Biri varsa diğeri olamaz.
Ama biri Türklükle,
diğeri Kürtlükle tanımlanmış iki ulus, ayrı ayrı karar verip aynı devlet çatısı
altında birleşebilirler. Ama böyle bir devlet veya ulusta da ulusu Türklükle
veya Kürtlükle tanımlamaya karşı bir ulus var olamaz. Tıpkı putlara tapanın
aynı zamanda Allah’a tapamayacağı gibi. Bu ikisinden birinin var ve egemen
olması diğerinin yok olmasıyla sonuçlanır.
Tekrar edelim, demokratik
ve gerici ulusçuluk bir arada bulunamazlar. Ama iki gerici ulus ve ulusçuluk
bir arada bulunabilir. Yani ulusu bir dille tanımlayan Kürtler ve Türkler
diyelim, aynı devlet içinde bir arada yaşamaya karar verebilirler. Bu uzlaşmayı
güçlerin durumuna göre yapabilirler. Ama dikkat edilsin burada birleşenler,
kendini dille tanımlamış iki gerici ulus ve ulusçuluktur. Birleştikleri gibi
ayrılabilirler de.
Demokratik bir ulus ile
gerici bir ulusun ve ulusçuluğun farkını şöyle somut olarak anlatabiliriz.
Gerici ulusçuluğa göre
tanımlanmış iki ulusun aynı devlet içinde yaşadıkları bir durumda, okullarda
Kürtler Kürtçe derslerde Kürt Tarihi, Türkler Türkçe derslerde Türk Tarihi
okur. Türkçe ve Kürtçe, bu uluslarda linguistik, nötral değil, politik
kavramlar ve dillerdir.
Ama demokratik bir
ulusçuluğa göre şekillenmiş bir ulusta, herkesin istediği dili ana dil olarak
seçme ve ana dilinde eğitim hakkı olur. Ortak bir haberleşme diline gerek olup
olmadığına veya bunun ne olacağına o demokratik ulusun yurttaşları demokratik
olarak karar verebilirler. Ve örneğin İngilizce’yi böyle bir dil olarak
seçebilirler. Dilin hiçbir politik anlamı olmadığından, o ulus İngilizce’yi
ortak konuşma dili olarak seçtiği için İingiliz ulusu olmaz. Yani dillerin,
dolayısıyla Türkçe ve Kürtçe’nın politik bir anlamı yoktur, sadece linguistik,
politika dışı bir anlamı vardır. Yani Türkçe Türkçe değildir, Kürtçe Kürtçe
değildir. İkisi de birer dildirler.
Ama daha da ötesi var.
Demokratik bir ulusçuluğa göre kurulmuş demokratik bir ulusta, herkes kendi ana
dilinde, aynı tarihi, yani Kürt ve Türk uluslarının tarihini değil; ulusların
tarihi olmadığını anlatan, ulusların tarihi olduğu fikrinin gerici ulusçuluğun
bir yalanı olduğuna dair demokratik bir ulusçuluğun anlayışını yaratan tarihi
okurlar.
Demokratik ulusçuluk ile gerici
ulusçuluk arasındaki uzlaşmazlık çok açıktır.
Hem ulusların tarihi olmadığını (yani Kürt ve Türk tarihi diye bir şey
olmadığını, bunların uydurma olduğunu) okutup hem de ulusların tarihini, yani
Kürt ve Türk tarihini okutamazsınız. Bu ikisi birbiriyle çelişir.
Elbette demokratik bir
ulusta ve ulusçulukta, fikir ve örgütlenme özgürlüğü mutlak olduğundan, okulun
dışında insanlar, Türkler veya Kürtler olarak bir araya gelebilirler, Kürtlerin
ve Türklerin tarihleri üzerine yayınlar yapabilirler vs.. Ama bunların hiçbir
politik anlamı olmaz.
Bu tıpkı, okullardaki
derslerde Darwin yasalarını, DNA’ları, Fosilleri vs. öğrenip okuldaki dersten
çıktıktan sonra Cami’de , Kilisede veya Havra’da İnsan’ı Allah’ın çamurdan
yarattığını ve cennetten kovduğunu öğrenmek ve öğretmek gibidir. Demokratik bir
ulusçuluk, insanların bu hakkını da garanti eder. Ama bütün bunların politik
bir anlamı olmaz. Tıpkı Fenerbahçeli ve Beşiktaşlıların birlikler kurması gibi
bir anlamdan fazlasına sahip olmaz bütün bunlar.
Evet demokratik bir ulus
ve ulusçulukla gerici bir ulus ve ulusçuluk bir arada var olamaz ama iki gerici
ulus ve ulusçuluk bir arada olabilir. Yine okul örneğine dönersek, Pekala Türk
okullarında Türk Tarihi, Kürt okullarında Kürt tarihi okunabilir. Tabii
konjonktür, bir arada yaşamayı zorluyorsa ve çıkarlar ortaksa birlik olabilir
ve sürebilir ama bu tür birlikler ilk krizde bölünmeyle ve gerici ulusların ve
ulusçulukların karşılıklı savaşlarıyla son bulur. Balkanlar ve Rusya bunun en
açık örneğidir.
Şimdi, Selahattin
Demirtaş veya Abdullah Öcalan “biz” derken Kürtleri
kastettiği sürece, henüz demokratik ulusçu değiller gerici ulusçulardır. Türk
aydınları, sosyalistleri, enternasyonalistleri veya komünistleri, var olan
Türklükle tanımlanmış ulusa ve devlete karşı, her hangi bir dille, dinle,
soyla, tanımlamayı reddeden bir ulus ve devleti savunmadıkları sürece,
Kürtlerin haklarını istedikleri kadar savunsınlar ve kabul etsinler, gerici
ulusçulardır.
Yani bugün Türkiye’deki
tartışmalar aslında iki gerici ulusçuluk arasında olmaktadır. İki gerici
ulusçuluk nasıl birlikte ayrılmadan yaşayacaklarını tartışmaktadırlar. Kürtler
“Ben de senin eşitin olayım, Devletin adının Türkiye olmasını, resmi Dilin
Türkçe olmasını sorun yapmıyorum” demekte Türkler henüz bunu hazmetmeye hazır
olmadığını ifade etmekte ve bunun sonunda bölünmeye yol açacağını
söylemektedirler.
Ancak, aynı gerici ilkeye
göre bir araya gelmiş iki ulus, ilk zorlukta, çıkar ortaklığı kalktığında uzun
vadede bölünürler. Ve bu ayrılma da
muhtemelen, Çek ve Slovakların, İsveç ve Norveçlilerin ayrılığı gibi uygarca da
değil, gazetalarin üçüncü sayfalarından da görüleceği gibi çok da kanlı olur.
Ama kanlı veya kansız, bu
bölünme aynı gerici ulusçuluğa dayanan iki gerici ulusun bölünmesi olur. Bu
bölünme insanlığa ve o ulusları oluşturan insanlara hiçbir şey kazandırmaz,
ikisi de gericiliğin batağında boğulur.
Ama Türkiye ve
Kürdistan’da ulusu Kürtlükle veya Türklükle tanımlamayı reddeden demokratik
ulusçuluk ve uluslarla; ulusu Türklük ve Kürtlükle tanımlayan ulus ve
ulusçuluklar arasında, tıpkı Amerika’daki iç savaş gibi bir bölünme ve savaş
olursa, demokratik ulus ve ulusçuluk yenilse bile, insanlara daha kurtarıcı bir
mesaj bırakmış, geleceğin başarılarının tohumunu atmış olur.
Gerçi şimdilik Avrupa
Birliği perspektifi ve Kürtlerin, Türklerle birlikte Orta Doğu’dan çıkıp
Avrupa’ya katılma hedefi bir Kürt ve Türk ayrılığı ve savaşını uzak bir ihtimal
olarak gösteriyorsa da, uzun vadede bir alt üstlük, bir kriz ve bu perspektifin
yitirilmesi durumunda Yugoslavya’daki gibi bir savaş kaçınılmazdır.
Yani Türkiye’deki en
ciddi Demokratik Hareket olan Kürt hareketi bile aslında gerici bir ulus ve
ulusçuluk anlayışından kopmuş değildir. İşin ilginci bu hareket tıpkı
sosyalistler gibi, milliyetçi olmadığını düşünmekte ve milliyetçiliğe karşı
olduğunu da iddia etmektedir[12].
Bir de karşı tarafa, Türk
tarafında ulusçu olmadığını düşünenlere bakalım.
Her hangi bir liberal
yazarı alın bakın, şöyle satırlar göreceksinizdir. “Avrupa ya da globalleşme artık ulus devletle bir arada yaşayamıyor.
Ulus devletin sonu geliyor. Avrupa Birliği ulus devlete son veriyor.”
Bu gibi satırlarda ifade edilen ulus ve
ulusçuluk anlayışı, tam da ulusların bir dil, din, tarih, soya dayandığı
anlayışıdır. Yani bir dile, dine, tarihe, dayanmayan bir ulusun veya
ulusçuluğun artık ulus veya ulusçuluk olmadığını düşünmektedir. Ama ulusu ve
ulusçuluğu böyle tanımlamanın kendisi tamı tamına gerici bir ulusçuluktur: yani
ulusları tarihe, dile, soya vs. dayanan birlikler olarak anlamaktadır
Görüldüğü gibi, aslında
Türkiye’de bırakalım ulusçu olmamayı bir yana, henüz demokratik bir ulus ve
ulusçuluk anlayışı bile yok. Ve gerek entelektüel, gerek politik hayata,
Marksistinden liberaline, beyaz Türkünden Kürdüne kadar, bütünüyle gerici bir
ulus ve ulusçuluk anlayışı egemendir.
Zaten eğer demokratik bir
ulus ve ulusçuluk anlayışı olsaydı, ulusçuluk olmayanı şimdilik bir kenara
bırakıyoruz, şimdi Kürt ve Türk
uluslarının ve ulusçuluğunun tarihleriyle alay eden, onun saçmalıklarını ve
yalanlarını ortaya çıkarmış zengin bir literatür bulunur, en azından aydınlar
ulusların tarihleri olduğu anlayışıyla alay eder bir durumda olurdu.
Böyle bir entelektüel
egemenlik uzun vadede, demokratik ulusçu, politik ve sosyal bir harekete temel
olur; Kürt ve Türk ulusçularıyla demokratik ulusçular arasında gerçek bir
mücadelenin temelleri atılmış olurdu.
O zaman diyelim ki
aydınlar veya demokrat veya sosyalist olduğunu düşünenler, “Biz” derken
Türkleri veya Kürtleri değil Kendini politik olarak Türklük veyla Kürtlükle
tanımlayanlara karşı olanları kastederdi.
Çünkü, demokratik bir
ulusçuluğu içselleştirmiş birinin “biz”i, Türkleri veya Kürtleri değil,
Demokratik Ulusçuları içerir, yani ulusu Kürt veya Türklük ile tanımlamayı
reddedenleri; “Biz”i Türk ya da Kürt ulusu olanlar, onun için “öteki”dir,
kendisiyle savaşılacak bir düşmandır.
*
Buraya kadar söylenenleri
toparlarsak, bir Türk ulusçusu, pekala Türk ulusunun çıkarlarına daha uygun
olacağı için, Kürtlerin üzerindeki baskıya karşı çıkabilir ve örneğin Kürterin ayrılma hakkını ve kendi
özgür iradeleriyle birleşme hakkını savunabilir.
Böyle yapmakla, ulusçu
olmaktan çıkmayacağı gibi, bunun için gerici bir ulusçuluk anlayışını terk
etmesi gerekmez. Aslında Türk ulusu olarak Kürt ulusunun haklarını tanımak,
kabullenmek veya savunmak gerici bir ulusçuluğu akıllıca savunmaktan başka bir
şey değildir.
Bunun en somut örneği de
bizzat Kürt Ulusul hareketidir. Kürt hareketinin durumu tamı tamına böyledir.
Kürt ulusu ve ulusal hareketi, Türk ulusunun varlığını reddetmemektedir. Hatta
Türklerin ayrılma hakkını savunduğu bile söylenebilir. Yani Türklerin kendi
özgür iradeleriyle Kürtlerle birleşmesinden yanadır aslında bu günkü Kürt
ulusçuluğu.Yani başka ulusların varlığını inkar ve onları baskı altına alma
yoktur bu ulusçulukta. Ama ulusu bir dille, bir tarihle tanımladığı için gerici
bir ulusçuluktur.
Ulusların tarihi
olmadığı, demokratik bir ulus olmak için, ulusun tarihle, dille, dinle, soyla
tanımlanmasını reddetmek gerektiği anlayışının burada yeri yoktur.
Ama birbirlerini tanıyan
ve birlikte bir devlet içinde olabilen her iki ulus ve ulusçuluk da ulusların
böyle tanımlanmasını reddeden demokratik ulusçuluk karşısında birer
diktatörlüktür ve demokratik bir ulusun varlığını tanımazlar ve tanıyamazlar.
Çünkü tanıdıkları an kendileri yok olurlar.
Burada denklemi
tersinden, eşitliğin diğer tarafından formüle edersek, Demokratik bir ulus veya
ulusçuluk da, ulusu Kürtlük veya Türklükle tanımlamayı reddeder. Ulusu böyle
tanımlamayı reddetmekle tanımlar. Demokratik bir ulus veya ulusçuluk da
gerici ulus veya ulusçuluk karşısında bir diktatörlüktür.
O halde bu formülü şöyle
de ifade edebiliriz: Demokratik bir ulus veya ulusçuluk, ulusu bir dille, bir
dinle, bir tarihle vs. tanımlayan ulusları ve ulusçulukları ezmek zorundadır.
Aksi takdirde kendisi onlar tarafından ezilir.
O halde, “gerici
ulus ilkesine göre tanımlanmış ulusları ve ulusçuları ezmeyen bir ulus özgür
olamaz” sonucuna ulaşırız.
Görüldüğü gibi,
demokratik bir ulusçuluğun geçerli olması için, Marks’ın formülünün tam tersi
doğrudur.
Toparlarsak, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz”
sözü, gizli bir varsayım olarak, ulusların tarihe, dile vs. dayandığı
şeklindeki gerici ulusçuluğun ulus anlayışına dayanır ve ancak böyle bir
varsayım üzerinden formüle edilebilir.
Demokratik bir ulus ve ulusçuluk açısından böyle
bir formül mümkün değildir.
Çünkü demokratik bir ulus veya ulusçuluk açısından bu denklem ancak söyle
ifade edilebilir: “Ancak dile, dine, tarihe göre tanımlanmış ulusları
ve ulusçuluğu ezen bir ulus özgür olabilir.”
Görüldüğü gibi, Marks’ın
enternasyonalizmin en özlü ifadesi veya ulusçuluğun panzehiri olarak ifade
edilen formülü aslında hem milliyetçi
bir formüldür hem de gerici
milliyetçiliğin millet anlayışına dayanan bir formüldür.
*
Yukarıda Abdullah Öcalan
veya Selahattin Demirtaş ’tan
gerici ulusçuluğun sınırları içindeler diye söz ederken onların bir demokratik
ulusçuluğa kapalı olduğunu söylemek istemiyoruz. Aslında onlar gerici bir
ulusçuluğun kavramları içinde gerici bir ulusçuluğa karşı çıkmaya çalışıyorlar.
Abdullah Öcalan örneğin birçok yerde örnek olarak Amerikan ve İsviçre
uluslarını örnek gösterir. Sık sık “Anayasal Vatandaşlıktan” veya “Türkiye
Ulusundan” söz ederler.
Diğer yandan Marks da,
bir yandan böyle milliyetçi ve aynı zamanda gerici milliyetçiliğe dayanan
formülasyonlar yapar ama aynı zamanda Kuzey’in Güney’e karşı savaşını
destekler. Bu çelişkiler aynen bütün Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi
büyük Marksistlerde görülebilir.
Zaten sorun buradadır, bu
çelişkili bir durumdur. Birbiriyle uzlaşamayan iki anlayış, iki farklı ulusçuluk
bir aradadır. Bir arada olasının nedeni de ulusların ve ulusçuluğun ne
olduğunun bilinmemesidir. Ulusların ve ulusçuluğun ne olduğu bilinmediği an
genellikle gerici ulusçuluğun ulus anlayışı egemen olur, politik olarak buna
karşı olunsa bile.
Marksizm egemen ve yaygın
biçimiyle bu çelişkiyi, demokratik ulusçuluk ve uluslara karşı savaş yönünde
aşamadı; aksine gerici ulusçuluk anlayışı demokratik ulusçuluğa dayanan
programları Stalinizmin yükselişiyle birlikte tasfiye etti. Bırakalım uluslara
karşı savaşı bir yana, en gerici ulusçuluk Marksizm biçiminde ortaya çıktı.
Elbette zındık Marksizm,
devrimci ve eleştirel ruhu yaşatan ve resmi marksizmlerce lanetlenip,
koğuşturulan, susuşa boğulan Marksizm, Demokratik milliyetçiliği de eleştirip
aşarak uluslara karşı mücadeleye de ulaştı ama bütün bunlar bilinmez kaldı ve
kalıyor.
Peki Kürt Özgürlük
hareketinin evrimi nasıl olacak?
Kürt hareketi bu çelişik
durumdan demokratik bir ulusçuluğa doğru mu evrilecek yoksa gerici ulusçuluk
anlayışı, demokratik ulusçuluğun ögelerini iyice bastırıp yok mu edecek?
Şu an verili koşullar çok
olumsuz sinyaller veriyor. Şimdilik bunu başarabilecek kavramsal araçları yok.
Dünyada böyle bir entelektüel bir birikim ve iklim yok. Bizim bu yöndeki
çabalarımız hiçbir yankı bulmuyor hem Türk sosyalistlerinin hem de gerici Kürt
milliyetçilerinin suskunluk ve düşmanlık duvarına çarpıyor.
Kürt Özgürlük Hareketi, şimdilik
gerici bir ulusçuluğa dayanarak şekillenmiş bir biçim içinde ulusa demokratik
ögeleri doldurarak bunu aşmaya çalışıyorlar. Abdullah Öcalan’ın kitaplarının
özü budur. O Kürt ulusuna Demokratik geleneklere dayanan bir tarih yazmaya ve
yaratmaya çalışıyor. Ama en demokratik ögelerle de doldursa, yazdığı tarih
gerici ulus anlayışının dayandığı bir tarih olmaktan çıkmaz. Şimdilik bu
demokratik içeriğin gerici biçimi parçalayacağı yönünde bir ize pek
rastlanmıyor. Gelişmeler aksi yönde.
Türkiye’nin sosyalistleri
bir mucize olup demokratik ulusçular haline dönüşseler Kürt özgürlük
hareketinin önemli bir bölümü de aynı yolu izleyebilir. Ne var ki, Türklerdeki
çürüme, Türk sosyalistlerini de iyice sardığı için, Kürt özgürlük hareketinin
böyle bir dönüşüm geçirmesini destekleyici değil engelleyici bir işlev
görüyorlar.
Kürt hareketi el
yordamıyla bir şeyler bulmaya, Kürt hareketi olmaktan çıkmaya çalışıyor.
*
Marks’ın öğretisi zorunlu
bir koşul veya sonuç olarak ulusçuluğu veya gerici ulusçuluğu içermiyordu.
Bunlar onda geçmişin kalıntıları, öğretiyi mantık sonuçlarına götürememenin,
yeterince olgunlaşmamanın sonuçları olarak vardılar.
Tıpkı Hegel’in sistemi ve
yöntemi arasında olduğu gibi çelişkili bir yan, Marksizm’de de, onun altyapı ve
üstyapıya ilişkin kavramları ve teorileri arasında vardı.
Bu nedenle Marks,
Altyapının kavramlarıyla Kuzey’i destekler ve iki farklı ulusçuluğun bir arada
bulunamayacağını zımnen ifade ederken; aynı Marks, üstyapının kavramlarıyla
bununla çelişen ve gerici bir milliyetçiliğe dayanan ve onu savunan
formülasyonlar yapmaktaydı.
Egemen Marksizm tıpkı
diğer Hegelciler gibi bunun gerici yanını aldı ve geliştirdi, bugün dünyada
egemen olan görüş budur.
Ama Tıpkı Marks ve
Engels’in Hegel’in yöntemini alırkan yaptığı gibi, onun devrimci ve eleştirel
yanını alıp geliştirenler ve o gerici sistemi atanlar da olabilirdi ve
olmuştur.
Biz tam da bunu yapmaya
çalıştık ve kanımızca yaptık. Bunu yaparken, Marksizm’e yabancı olan kavramları
atmamız, ya da kimi kavramların Marksizmle bir arada bulunamayacağını
göstermemiz yetti.
Bu yazıda bunun küçük bir
örneğini vermeye çalıştık.
Bugün Türkiye’de ihtiyaç
olan şey kendine sosyalist diyen gerici milliyetçiler değil; şurada anlatılan
türden demokratik bir milliyetçiliği savunabilecek radikal demokratlardır.
Demokratik veya değil,
milliyetçi olmamak ve milliyetçiliğe karşı olmak ise, milletlere karşı olmakla
mümkün olur.
Milletler politik olanı
ulusal olanla tanımlamış topluluklardır.
Nasıl tanımlanırsa
tanımlansın, politik olanın ulusal olanla tanımlanmasına karşı olmadan; yani en
demokratik biçimiyle bile olsa milletlere; dolayısıyla devletlere, sınırlara
karşı savaşmadan ve bu savaşı en başa almadan milliyetçi olmaktan kimse
kurtulamaz.
Zaten uluslar ortadan
kaldırılmadan, bırakalım sınıf farklılıklarını bir yana, insanlığın yok olma
tehlikesi ortadan kaldırılamaz.
O halde, bu sonuçları
politik olarak şöyle ifade edebiliriz:
Türkiye’de acil olarak, demokratik bir ulusçuluğu savunacak radikal demokratlara ihtiyaç vardır.
Dünyada, uluslara karşı İnsan’lık bayrağını açacak İnsanlara
ihtiyaç vardır.
Sosyalizm değildir
insanlığın acil gündemi.
Sosyalist olduğunu
düşünenler, Türkiye’de Radikal Demokrat,
dünyada da İnsan olmalıdırlar.
Bugün Türkiye’de sorun,
Liberaller ve Ulusalcılar karşısında sosyalistlerin
birliği değil; gerici ulusçulara ve
uluslara karşı demokratik bir ulusçuluğun propagandası ve örgütlenmesidir.
Bugün dünyada sorun,
ulusal devletler içinde işçilerin kapitalistlere karşı mücadelesi değil; İnsanların, yani politik olanın ulusal
olanla çakışmasını reddedip buna savaş açanların; Türk, Alman, Fransız,
Amerikan vs. uluslarına karşı dünya çapında bir hareketinin yaratılmasıdır.
Bunun için de Marks’tan
başlamak, Marksizmi ulusçuluktan arındırmak gerekiyor.
Çünkü Marksizm
ulusçuluğun ne olduğunu çözemediği için fiilen ulusçu olmuştur.
Demir Küçükaydın
02 Ocak 2011 Pazar
[1] (Bakınız: “Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus ve Marksizm” http://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=717&Itemid=360
)
[2] Tersinden Kemalizm’de
geçerayak şöye demiştik:
“Örneğin, Kıvılcımlı, “Dinin Türk
Toplumuna Etkileri” diye kitap yazar. Kitabın konusu yüzlerce yıl önceki
Şamanizm, İslamiyet gibi dinler olmasına rağmen ve o zamanlar bu gün
anladığımız anlamda Türk diye bir şey olmamasına rağmen, bu Türk deyişi,
bütünüyle ulusçuluğun yarattığı tarihin bir ürünü olmasına rağmen, bunu olduğu
gibi kabul ederek, “Türk Toplumu”ndan söz etmekte hiçbir sorun görmez.
Devrimci dönemin ulusçuluğu bir tarihe
gereksinim duymuyordu. İlk ulusun, Amerika’nın bir tarihe ihtiyacı yoktu bir
ulus olmak için, bir etniğe, bir dile vs. ihtiyacı olmadığı gibi.
Fransız devrimi, Fransız ulusunun
köklerini Frank krallığının tarihinde değil devrimde ve devrim günlerinde
buluyordu. Ulus, tarihe karşı olarak ortaya çıkmıştı.
Ama gerici dönemin etniye, dile, soya,
kana dayanan ulusçuluğu, tarihi de ulusların tarihi haline getirmiştir. Ve
işte, Kıvılcımlı gibi bir Marksist bile, niyeti ne olursa olsun, hatta Türk derken,
ilkel sosyalizmi, Komünü kastetsin, tarihe bu gerici ulusçuluğun yarattığı tarihin
kavramlarıyla bakmakta, o tarihte bir yanda “din” bir yanda “Türkler”
görmektedir. Yani uluslar ve onların tarih boyunca farklı
dinleri türünde bir tarih tasavvurunu farkına varmadan savunmaktadır.
Halbuki, din var ise, bu
ister Şamanizm ister İslam olsun, ulus yoktu. Ulus varsa din yoktu. Yani
“din” ve “Türk Toplumu” bir arada ayrı şeyler, karşılıklı ilişki
içindeki şeyler olamazdı. Çünkü “Türk Toplumu”nun kendisi bir dindi. “Dinin
Türk Toplumuna Etkisi”, “dinin dine etkisi” veya “modern topumun din
dediğinin, modern toplumun dinine etkisi” anlamına gelebilirdi. Elbette bu
da önemli bir inceleme konusudur ama onun ele aldığı bu değildi ve bunu
anlayamıyordu.
Hasılı modern toplumun dininin bir
teorisinin olmaması, onun kapitalizm öncesi toplumun dininin ne olduğunu
anlamasını da engelliyor ve bu kanaldan Marksizm, burjuva ideolojisi tarafından
teslim alınıyor; modern toplumun dinin en gerici biçimlerinin bir savunucusuna
dönüşüyor ve tüm yaratıcılığını yitiriyordu.
Beşikçi’nin “din bir inançtır”
sözlerine hiçbir Marksist’ten itiraz gelmemesinin nedeni de buydu. Çünkü onlar
da aslında Beşikçi’nin savunduğunu, modern toplumun dininin gerici bir biçimini
savunuyorlardı.
Kıvılcımlı bunun trajik sonuçlarından
sadece biriydi.”
[3] Aslında bu ikinci önerme de matematiksel
olarak birinci önermenin bir başka formülasyonu olarak görülebilir. Bu bir
ilişkinin ifadesidir. Birinde bilginin veya bilgisizliğin sonucu olarak
milliyetçilik; diğerinde ise milliyetçiliğin sonucu olarak bilgi veya
bilgisizlik biçiminde formüle edilmektedir.
[4] Marksizmin kaderini belirleyen de bu
zorluk olmuştur bir bakıma. Tarihsel maddeciliğin (Marksizmin) tarihi, bir
bakıma bu zorluğun aşılmasının, ama aşmak için girilen çıkmaz sokakların ve
aynı zamanda kavramlarda sağlanan derinleşmelerin tarihidir.
[5] “Marksizmin
Marksist Eleştirisi” adlı kitabımızın özellikle “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı” bölümünde daha önce
ayrıntısıyla bunu göstermiştik. Kitap şu adresten indirilebilir veya sipariş
edilebilir:
[6] Bu sözün bir çok farklı çeviri
versiyonları vardır. “Başka bir halkı
ezen bir halk özgür olamaz” veya “Başka
bir ulusu ezen bir ulus, kendi tutsaklık zincirini kendisi hazırlar” gibi.
Hepsinde kastedilen ulustur ve ana fikir aynıdır.
[7] Elbette Marks, öznel niyetleri bakımından
milliyetçi değildi ve hatta milliyetçiliğin düşmanıydı. Ama kendi öznel
niyetine ve değerlendirmesine rağmen, milliyetçiliğe karşı olduğu düşünülen bu
sözlerle nasıl nesnel olarak milliyetçilik hem de gericisinden bir
milliyetçilik yaptığını ve onu savunduğunu göreceğiz. Dolayısıyla bugün
yeryüzünü doldurmuş marksistlerin, sosyalistlerin ve hatta demokratların da.
[8] Zeten Marks’ın sözü de tamı tamına bu
anlama gelmektedir.
[9] Fransız milliyetçiliği olarak tanımlanan
da aslında bir gerici restorasyondan geçmiş bir milliyetçiliktir. Birinci ve
İkinci Paris Komanlerinin milliyetçiliği demokratik bir milliyetçiliğe denk
düşer. Ama konuyu dağıtmamak için bu “Ayrıntı”ları geçiyoruz.
[10] 1. Enternasyonal tarafından A. Lincoln'ün
yeniden başkan seçilmesi dolayısıyla yollanan, Marx'ın kaleme aldığı metinde İç
Savaş tam da ekonomi ve sınıfların kavramlarıyla ele alınmaktadır.
"Efendim;
Büyük çoğunlukla yeniden
seçilmenizden dolayı Amerikan halkını kutlarız. İlk seçilmenizin ihtiyatlı
parolası köleci iktidara direnme olduysa, yeniden seçilmenizin muzaffer savaş
narası Köleciliğe Ölüm' dür.
Muazzam Amerikan
mücadelesinin başlamasıyla birlikte, Avrupa işçileri içgüdüsel olarak, yıldızlı
bayrağın kendi . sınıflarının kaderini taşıdığını hissettiler.
Topraklar uğruna girişilen
ve korkunç destanı başlatan yarışma, muazzam bakir toprakların göçmenin emeğine
karılık mı, yoksa kölecinin serserisine fahişelik mi edeceğini belirlemek için
değil miydi?"
Marks’ın sözleri her ne kadar bugün Kızılderililerin
el koyulan topraklarını “bakir” olarak tanımlarken Avrupa merkezli ve
ilerlemeci, “emeğe karılık” derken bugün seksist denebilecek, zamanını yansıtan
ifadeler içeriyorsa da, parolası, üstyapının kavramlarıya “Gerici ulusçuluğa
ölüm” diye de ifade edilebilir.
[11] Ne var ki, Amerika haricinde her yerde,
demokratik ulusçuluk yenildi ya da hiç ortaya çıkmadı veya bir politik ve
sosyal hareket oluşturacak bir güce ulaşmadı.
Dikkat edilirse, bu tür gerici ulusçuluğun 1848
devrimlerinden sonra tüm dünyada yayıldığı ve Marksizm düşüncesiyle bu
ulusçuluğun aynı zamanda ortaya çıktığı da görülür.
Burjuvazinin iyice gericileşmesi, gerici ulusçuluğun
yükselişiyle atbaşı gider. Buna karşılık sosyalist hareket ve işçi hareketi,
1848den 1920’lere kadar, bir ölçüde demokratik bir ulusçuluğu çok net olmayan
bir biçimde savunmuştur. 1920’lerden sonra ise, güçsüz olduğundan veya güçlü
olduğunda da tecrit olup bürokratik çarpılmaya uğradığından veya bürokratik
çarpıklıklar nedeniyle demokratik gelenekleri unuttuğundan, işçi ve sosyalist
hareket bile demokratik bir ulusçuluğu savunamaz.
Bu durumda egemeni ve ezileniyle, burjuvazisi ve
işçisiyle, gerici ulus ve ulusçuluk anlayışı bu güne kadar adeta rakipsiz bir
egemenlik kurmuştur. Amerakan İç Savaşından sonraki savaşlar, demokratik ve
gerici uluslar ve ulusçuluklar arasında değil, gerici ulusçuluklar arasında
olmuştur.
İşte bizler böyle bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla
ulus derken, hep gerici ulusçuluğun ulus anlayışı ve kavramıyla düşünen gerici
ulusçularız. Bütün tartışmalar gerici ulusçuluğun ulus anlayışıyla olmaktadır.
Henüz kimse açıktan ve cepheden demokratik bir ulusçuluğu savunmuyor.
[12] Örneğin “Demokratik Toplum Kongresi”
sözcüsü ve hazırlayıcılarından Cemal Coşkun 27.12.2010 tarihli Günlük’te şunları diyor:
“Ulus devletin
felaketten başka bir şey getirmediği ortada. Ki; devletin tarih sahnesinde yer
aldığı 5 bin yıllık devletçi zihniyetin kadının köleleştirilmesiyle başlayan
süreçte bir dizi felaketi günümüze kadar getirdi. Şimdi ulus devleti inceleyen,
eleştiren ve ona karşı mücadele eden bir oluşumun kalkıp da yeni bir ulus
devlet oluşturmaya çalıştığını söylemek, iyi niyetli bir yaklaşım değil. Ulus
devletin getirdiği felaketleri gören bir oluşum, yeni bir ulus devleti nasıl
getirir? Bundan dolayı zaten, kapitalistlerin ulus devletlere yaklaşımından
ders çıkarılarak bağımsız Kürt devletinden vazgeçildi ve Demokratik Özerklik
dendi. Bu da yalnız Kürtler için değil, demokratikleşme ihtiyacı olan her
ülkenin faydalanması noktasında kamuoyuyla paylaşıldı. Bu örgütlenme modeli
ulus devletin panzehirini yaratmıştır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder