Yılmaz Öner pek okunmayan, okunduğu zaman da pek
anlaşılmayan bir yazardır. Geçenlerde, İletişim Yayınları arasında Yılmaz
Öner'in çevirisi olan "Tarihsel
Uzlaşma" adlı derleme yayınlandı. Kitapta Murat Belge'nin "Tarihsel Uzlaşma Üzerine"
başlıklı giriş yazısından başka, bir de Yılmaz Öner'in "Din üretim Biçimleri Üstüne"
başlıklı "özgün incelemesi”
yer alıyor. Bu vesile ile Y. Öner'in kısa bir eleştirisini yapmak gerekiyor.
Gerekiyor, çünkü: Y. Öner Marksizm adına ve Marksizm’i
doğa bilimlerindeki son gelişmelerin ışığında geliştirme iddiasıyla Marksist
terminolojiyle Metafizik Sosyoloji kurmanın çok tipik bir örneğini
sergilemektedir. Gerekiyor, çünkü: Y. Öner'in, bu gericilik döneminde ve İletişim
Yayınları arasında ön plana çıkması bir rastlantı değildir.
Okuyucunun pek bilgisinin olmadığını varsayarak kısaca
Y. Öner'den söz edelim. Yalnız öncelikle şunu not edelim ki, bu notları
yazarken elimizde Y. Öner'in bu incelemesinden başka yazısı yok. Bu nedenle,
iki yıl önce okuduğumuz kitap ve yazılarındaki kimi görüşlerden söz ederken
hafızamıza dayanmak zorundayız.
Y. Öner bir matematikçidir. Yıllardır çevirileri[1], ve telif eserleri
yayımlanmaktadır. Çok geniş bir ilgi alanı vardır. Eski Hint Felsefesinden
Mao'ya, Doğa Bilimlerindeki gelişmelere kadar hemen her konuda yazmıştır.
Hatta, yanlış hatırlamıyorsak, şiirleri de yayınlanıyordu. Yılmaz Öner'in
yazdığı yazılar ve kitaplar orta boy bir kitaplığı dolduracak kadardır. Buna
karşılık, bunca yıldır, -Doğa ve Bilim dergisinde çıkan bir istisna hariç-
herhangi bir yerde Y. Öner'in görüşlerinin eleştirildiğini de görmedik.
İnsan ister istemez, sadece niceliği bile önemli bir
hacimde olan yazılar yazmış Y. Öner'in „Susuş
Kumkumasına“ gelen ya da henüz değeri anlaşılamamış bir yazar mı
olduğunu düşünüyor. Öyle bir tarihsel dönemden geçiyoruz ki, en değerliler en
değersiz, en değersizler en değerli oluyor.
Y. Öner'in görüşleri ve teorik olarak yapmak
istedikleri şöyle özetlenebilir: Bilimsel Sosyalizmin kurucuları diyalektiği
eski Hint Felsefesinden almışlardır ve büyük ölçüde 19. yüzyıl bilimine
dayanmışlardır. 20. Yüzyılda, özellikle fizik ve biyoloji alanındaki keşifler
sonucu onu yeniden kurmak gerekir. Kuantum Teorisi’nin her şeyi olasılıklara
indirip determinizmi reddetmesini de eleştiren Y. Öner, Marksizm’in de 19.
Yüzyıl tarzı bir nedensellik anlayışına dayandığı düşüncesi ile onu da
eleştirir ve her ikisini -adını yanlış hatırlamıyorsak- bir "olasılıklar determinizmi" kavramında
birleştirmeye çalışır. Bu "olasılıklar
determinizmi" teorisini bazı kitaplarında doğa bilimlerinden
verdiği zengin örneklerle kanıtlamaya çalışmıştır. (Ne yazık ki bu kitaplar
elimizde olmadığından ayrıntılı bir eleştirisine giremiyoruz.)
Y. Öner, "olasılıklar
determinizmi" kavramına da dayanarak bir Toplum Teorisi kurmaya
çalışır. Bu teoriyi şekillendirirken de özellikle Sistem Teorisi ve Sibernetikten
yararlanır.
Tarihsel Materyalizm, diğer adıyla Diyalektik
Sosyoloji, bir bilimse elbette değişip gelişecektir. özellikle Diyalektik
Materyalizm, tüm bilimlerin ve onların nesnelerinin en genel hareket yasalarını
ele aldığından, diğer bilimlerdeki gelişmelerden en çok etkilenecek alandır. Kimse,
bilimlerdeki gelişmeler ışığında Marksizm’i daha derin ve dakik bir şekilde
formüle etmeye çalıştığı için kınanamaz. Keza Y. Öner de ... Bu türlü çabalar
ancak alkışlanabilir.[2]
Ancak, bundan, bu yöndeki her çabanın doğru olduğu
sonucu da çıkmaz. Her çaba somut bir olgu olarak ele alınıp
değerlendirilmelidir. Bu nedenle, Y. Öner'i böyle bir işe giriştiği için değil,
böyle bir girişimde Marksizm’i bayağılaştırdığı, Marksist terminoloji ile tipik
Metafizik Sosyoloji kurduğu için eleştirme gereğini duyuyoruz.
Bilimsel Sosyalizmin kurucuları Diyalektik ve Tarihi
Materyalizm Teorisini 19. Yüzyılda formüle ettiler. Özellikle doğa bilimleri
ise, son yüzyılda müthiş bir ilerleme gösterdi. İster istemez kafalarda şöyle
bir soru uyanıyor: Diyalektik Materyalizm ve bunun Topluma uyarlanmış hali olan
Tarihsel Materyalizm eskimedi mi; 19. yüzyılın sınırlılıklarını taşımıyor mu ?
Bu görüşleri, Marksizm’e en içten inanç duyan, Marks'ın teorisinin gücünü bilen
bir çok Marksist’te de buluyoruz. Ama bu görüşü, özellikle üniversitelerdeki
burjuva profesörlerde de bulabiliriz. Bu bakımdan Y. Öner'in bu görüşü yeni ve
orijinal de değildir. Ancak, ilginç olan bir olgu daha da vardır ki, bu
görüşten hareketle Marksizm’i geliştirmeye kalkanlar, genellikle Marksizm’i
bayağılaştırmakta ya da Marksizm diye Marksizm’in bayağılaşmış biçimlerine
saldırmakta ve giderek anti Marksizme varmaktadırlar. Bugüne dek bunun
istisnası görülmedi. Marksizm’in 19. Yüzyıl Bilimi olduğu görüşü ile, bu
görüşten hareketle Marksizm’i eleştirmeye kalkanların Marksizm’den daha geri,
bayağı teorileri çıkarması bir rastlantı mı ? Hayır.
Hayır, çünkü Marksizm, Marks - Engels'in formüle
ettiği biçimi ile bile bir 19. Yüzyıl bilimi değildir. Marks - Engels'in 19.
Yüzyılda yaşamış olması başka bir şeydir, 19. Yüzyıl bilimi olmak başka bir
kavramdır. Ve bu kavram, en azından tüm bilimlerin aynı aşamalardan aynı
zamanda geçtiği varsayımına dayanır ve bilimlerin gelişiminin Doğa Bilimleri
Merkezli bir kavranışını yansıtır.
19. Yüzyıl bilimi demek, böyle bir kavrayış içinde,
mekanik materyalizmden yeni yeni kurtulan, ama bu kurtuluşu hala klasik fiziğin
doğum sancılarından öteye gitmeyen ya da Biyolojide olduğu gibi bir evrim kavramına varan ama bu
evrimin iç mekanizmalarını bilmeyen ve henüz sıçramayı kabul etmeyen -Darvin’in
teorisi evrimin iç mekanizmalarını açıklayamaz. Bu mekanizmalar DNA'nın
bulunuşundan sonra anlaşılabilmiştir.- bilim demektir.
Ama nasıl toplumlar belirli gelişim aşamalarını eş
zamanlı olarak ve aynı yollardan aşmıyorsa, aynı şekilde bilimler de belli
aşamaları eş zamanlı olarak ve aynı yollardan geçerek aşmazlar.
Örneğin biyoloji evrim kavrayışına Darvin’le 19.
Yüzyılda varmıştır. Ama Fizik dünyanın evrimine ilişkin görüş ve teoriler,
Gamov'un "Big Bang" teorisi ve daha sonra Pulsarların, "Beyaz
Cücelerin, "Kırmızı Dev”lerin keşfiyle kurulup 20.Yüzyıl'ın ortalarında
formüle edilmiştir.
Peki eşitsiz gelişim niçin Toplum Bilimi ile Doğa
Bilimleri arasında olmasın ? Gerçekten de aynı eşitsiz gelişim Toplum Bilimin
lehine olarak vardır. Doğa bilimlerinin canlı ve cansız doğayı kavramakta ancak
bugün ulaştıkları derinliğe, toplum bilimi (Tarihsel Maddecilik) daha doğuşunda
ulaşmıştı. Bu nedenle, 19. Yüzyıl bilimi kavramının Doğa Bilimleri Merkezli bir
kavram olduğunu da unutmadan diyebiliriz ki, Tarihsel Maddecilik 19. Yüzyılda
formüle edilmiş olmasına rağmen bir 20. Yüzyıl bilimidir.
Bu, bir mucize ya da rastlantı değildir. Marks'ın
dehası ya da bugünkü canlılığı denen şey özünde, Toplum Bilimin bir bilim
olarak geç gelmesinin faziletleridir. Tam da, Tarihsel Maddeciliğin bir
yasasının, bilimlerin gelişmesinde de ifadesini bulmasıdır. Bu yasa: Eşitsiz ve Kombine Gelişme Yasası’dır.
Bu yasa, ne Stalin'in iddia ettiği gibi, önce Lenin
tarafından Emperyalizm aşamasına ilişkin bir yasa olarak formüle edilmiştir; ne
de onu ilk Troçki, Sürekli Devrim Teorisi'nin ilk formülasyonu olan "Sonuçlar ve Olasılıklar"da ilk kez
bir tahlil aracı olarak kullanmıştır. Yasanın son biçimi ile formülasyonunu
Troçki yapmış olmakla birlikte, eşitsiz gelişim kavramı, Marks-Engels'in
eserlerinde büyük harflerle ifade edilmemiş bir varsayım olarak vardır. Eşitsiz
Gelişim Yasası, Mandel'in de işaret ettiği gibi hiç de sırf kapitalizme has bir
yasa değildir; o, tüm insanlık tarihinin bir yasasıdır. Ve gün geçtikçe değeri
ve ağırlığı giderek daha bir anlaşılan yasa. Gerek çağımız, gerek tarih bu yasa
bilinmeden anlaşılamıyor. İşin ilginci odur ki, gerek Troçki'nin Sürekli Devrim
ve İşçi Devletlerindeki bürokratik yozlaşmayı açıklayan teorisi -ki bu iki olay
anlaşılamadan çağımız anlaşılamamaktadır- gerekse H. Kıvılcımlı'nın kapitalizm
öncesi toplumları ele aldığı "Tarih
Tezi" ve Tarihsel Devrimler Teorisi tamamen bu yasaya dayanmakta
ve birbirinden habersizce büyük bir tutarlılık içinde bulunmaktadırlar.
Tarih Öncesi’ni bir yana bırakalım. Medeniyete ilk
geçiş eğilimleri Anadolu' da görülür ama Medeniyete ilk önce Mezopotamya’da
geçilir. 2000 yıl boyunca Mezopotamya en ileri kalır. (Kaldı ki, Mezopotamya’yı
bir dünya olarak ele aldığımızda onun içinde bile eşitsiz gelişim görülür: önce
Ur, sonra Babil, sonra Ninova ) ama daha sonra bayrağı İran ve Anadolu
yaylaları alır. Oradan Akdeniz kıyıları öne geçer. Bu binlerce yıl boyunca Avrupa
Dünyanın en geri bölgesi durumundadır. Bugünün aksine, Avrupa'nın da Güneyi
ileri, Kuzeyci geridir. Kapitalizm, ne Hint’te, ne Çin'de, ne de Orta Doğuda
doğmaz İngiltere'de doğar[3]. İlk sosyalist devrim
Avrupa'nın en geri ülkesinde olur. Kim bilir belki de, gelecekte ilk komünizme
geçenler, daha düne kadar ve büyük ölçüde bugün de ilkel sosyalizm aşamasını
yaşayan Afrikalılar olabilir. Bir toplumun gücünü oluşturan şey, aynı zamanda
en zayıf yanını da oluşturur. Bugünkü Batı Medeniyeti'nin gücünü oluşturan her
şey belki de Komünist bir topluma geçişi olağanüstü zorlaştıran koşullan
oluşturacaktır. ABD, Avrupa ve Japonya'nın betonarme evleri, otobanlar, sırf
kar amacına göre planlanmış üretim ve dağılım şebekesi, yarın, bir komünist
toplumun kuruluşunda ortadan kaldırılması ve yeniden düzenlenmesi çok güç ve
zaman gerektirecek bir tarihsel çöp yığını gibi bir engel haline gelebilir.
Buna karşılık, Afrika'nın ne Antika ne de Kapitalist uygarlıktan nasibini
almamış boşluğu, elastikiyeti onun hızla Komünizme geçmesini sağlayabilir.
Toplum tarihinde şaşmazcasına egemenliğini sürdüren bu
yasa Büyük bir olasılıkla canlı ve cansız doğanın tarihinde de geçerliliğini
sürdürmektedir. Canlı ve cansız doğanın tarihi daha iyi tanındıkça, bu yasanın
da giderek ağırlık kazanacağını gösteren belirtiler vardır. Hatta bu yasadan
hareketle, canlı ve cansız doğanın bugün bilinen tarihine değişik bir
perspektifle bakış açıklanamayan bazı olayların açıklanmasını da sağlayabilir.
Öte yandan bu yasa, aynı zamanda, düşüncenin, yani
bilgisizlikten bilgiye geçişin tarihinde de görülmektedir. Bilimler ve teoriler
de eşitsiz gelişmektedirler.
Başlangıçta bütün bilimler bir tek Doğa Felsefesi'nin
içindeydi. İlk önce Matematik ve Geometri Felsefe Anadan doğdu. Daha sonra
sırasıyla Fizik, Kimya, Biyoloji. Ve son olarak da Toplum Bilim. Sonra doğup
rüştünü ispatlayan bilim, önce doğan bilimlerin geçtiği aşamaları yeni baştan
aşmamakta, önce doğan bilimlerin Felsefe üzerinde yol açtıkları gelişmeler
aracılığı ile, önce doğan bilimlerin ulaştıkları doruklardan, yepyeni bir
dinamizm ile işe başlamaktadır. Bu bilimsel Sosyalizmin doğuşunda da böyle
olmuştur. 19. Yüzyıl doğa bilimlerinin ulaştığı zirveler, Tarihsel Maddeciliğin
arkasındaki hareket noktası idi. Bu nedenledir ki, Toplum Bilimi daha doğarken
Diyalektik bir bilim olarak doğmuştur. Toplum Bilimi’nin, bir fizik ya da
biyoloji gibi, bağımsız bir bilim olarak metafizik bir aşaması olmamıştır.
Tarihsel Maddecilik öncesinde, henüz Felsefe Ananın karnında Toplum ve Tarih
Felsefeleri vardır. Adı üzerinde henüz bir felsefedirler, bir bilim değil.
İşte bu nedenledir ki, Tarihsel Maddecilik ya da
Sosyoloji (ama metafizik sosyolojiler değil, onlar daha sonra doğmuşlardır ve
bir gerilemeyi temsil ederler. Toplum Bilim, sınıf çıkarlarının en çok
çatıştığı alan olduğundan metafizik sosyolojiler sosyolojinin tarihinde belli
bir gelişme aşamasını temsil etmezler. Bu noktada, bilgisizlikten bilgiye
gidişin yasaları değil, sınıf mücadelesinin yasaları egemendir. "Eğer
insan çıkarları ile çatışsaydı Matematik aksiyomlar bile tartışma konusu
olurdu" diye bir söz vardır) bir 19. Yüzyıl bilimi değildir; ve yine işte
bu nedenledir ki, bu teori eskidi diye, bu teorinin temel kavramlarını terk
edip ya da içeriğini değiştirip daha üst düzeyde teori kurma girişimleri hep
metafizik sosyolojiler üretmektedir. Toplum kavranışındaki gelişmeler ancak bu
teorinin temel kavramlarına dayanılarak yapılabilmektedir. Ve bu kavram
sistemini zorlayan bir açıklanamayan olaylar yığını hala görülmemektedir.
Tarihsel Maddecilik ile Fizik bilimleri arasında bir
benzerlik kurularak Marks'ın Toplum Bilimin bir Galile'si olduğu söylenir[4]. Bu benzetme çok
yanıltıcıdır ve bilimlerin gelişiminin karmaşık karakterini görmezlikten
gelmektedir. Bu yanıltıcı benzetmeden hareketle Marksizm’in kendi Einstein'ını
beklediği sonucu çıkarılmaktadır. ( Y. Öner'in yapmaya çalıştığı da budur.) Anlaşılmayan
şudur ki Marks. Toplum Bilimin Einstein'ıydı. Toplum , Bilimin Galile'si ya da
Kopernik'i hiç bir zaman olmadı. Tarihsel Maddecilik daha doğarken, Einstein'ın
fizik doğayı kavrarkenki derinliğine eş bir derinlikte toplumu kavradı.
Ama bu yanlış benzetmenin altında bir başka gerçek
daha yatıyor: felsefe ananın karnından çıkmış olan bilim, düşüncenin hareket
yasalarını inceleyen bilimdir. Düşüncenin hareketi demek, bilgisizlikten
bilgiye giden süreçtir. Bu da özünde bilimlerin hareketi demektir. Bilimlerin
hareketi yasaları henüz yeterince incelenip genelleştirilmediğinden bir Mantık
bilimi de henüz doğmamıştır. Marks büyük harflerle bir Mantık bırakmadı
(Lenin), hep diyalektik yazmayı düşledi; Lenin'in "Felsefe
Defterleri" hep bu konu etrafında döner; Lukacs, Estetik'ınde Mantık yazma
hayalinden söz eder.
Diyalektiği ama daha ziyade Metodu, Mantığı değil, kolay anlaşılır bir şekilde
yazma işini Engels yüklendi. Diyalektik üzerine hemen tüm yazılar bize
Engels'ten kaldı. Şimdilerde, Engels'in diyalektiği anlatırken, özellikle doğa
olaylarından verdiği örneklerden hareketle Diyalektiğin yanlış olduğundan söz
edenler de çıkıyor.
Engels'in, özellikle doğadan verdiği örneklerin
yanlışlığı, diyalektiğin geçersizliğini değil, Engels'in örneklerinin yanlışlığını
gösterir. Engels'in nerede yanlış olduğunu da bize yine bilimlerin eşitsiz
gelişimi açıklamaktadır. 19. Yüzyılda doğa bilimleri henüz konularının
diyalektik bir kavranışına varamamışlardı. O zaman bilinen olaylar, henüz
metafizik bir kavranışla açıklanabiliyordu. Metafizik bir kavrayışla
açıklanabilen olayları diyalektik yasaları açıklamada örnek olarak kullanmak
elbette yanlış anlamalara yol açacaktı. Ama bugün, biyoloji, fizik, astronomi
tam da doğanın diyalektik bir kavranışına vardığından diyalektiğin yasalarının
genel geçerliliğini kanıtlamaktadırlar. Tam da bugün, diyalektiği anlatan el
kitaplarına, doğa tarihinde de diyalektiğin en genel yasalarının geçerli
olduğunu gösteren sonsuz örnekler verilebilir. Ama Engels'in örneklerini
verdiği dönemde, Doğanın da bir tarihi olduğu fikrine ulaşan Kant - Laplace ya
da Darvin teorisi olmasına rağmen, doğanın somut tarihini gösteren olgular ve
bu tarihi açıklayan bilimsel teoriler yoktu. Ama tam da, Engels'in doğaya
ilişkin örneklerinin tatmin edici olmamasıdır ki, tersinden Tarihsel
Maddeciliğin bir 20. Yüzyıl bilimi olduğunu gösterir. Engels, bir 20. Yüzyıl
biliminin derinliğini 19. Yüzyıl doğa bilimlerinin yüzeyselliğinde bulamazdı.
Bundan çıkarılması gereken sonuç, diyalektiği inkar değil, doğa bilimlerindeki
gelişmeler ışığında yeniden örnekleme gereğidir.
Olayların özü hakkında çok derin bir bilgiyi
gerektiren diyalektiği, henüz olayların görünüşü hakkındaki bilgilerle
örnekleme, ister istemez diyalektiği eski İran ve Hint felsefesinin skolastik
çelişkileri gibi yanlış anlamaya da yol açabilirdi. İşte bu nedenledir ki Y.
Öner de Engels'in diyalektiği eski Hint Felsefesinden aldığı iddiasına kanıt
bulduğunu sanmaktadır. Diyalektik eski Hint Felsefesinden gelmez ama, Y. Öner'in
Engels'in nerede yanlış yaptığını kavramadığı anlaşılabilir.
Evet, Yılmaz Öner'in, Bilimsel Sosyalizmin bir 19.
Yüzyıl bilimi olduğu ve çağdaş gelişmelere dayanmadığı görüşü, bilimlerin
eşitsiz gelişimi nedeniyle ve hala geç gelmenin faziletlerinden yararlanan
Tarihsel Maddecilik olduğu için yanlıştır ve bu teorinin temel kavramlarını,
yeniden içeriklerini değiştirerek formüle etmeye çalışan Y. Öner, yine tam da
bu nedenle, aşağıda görebileceğimiz gibi bir metafizik Toplum Teorisi'ne varır.
***
Yılmaz Öner'in temel metodolojik yanılgısı şöyle
özetlenebilir: bilimler arasında son derece kaba analojiler yapmak; fiziğin ya
da biyolojinin kavram ve yasalarını Topluma uygulamak.
Bunun bilinen klasik örneği Sosyal Darvinizm'dir.
Darvin'in canlıların türlerinin çeşitliliğini açıklayan Yaşam Savaşı teorisi
aynen topluma uygulanıp, tarih bu yasayla açıklanmaya kalkılır. Bu teori,
kapitalist toplumdaki anarşi ve rekabeti olumlamaktan başka bir anlama sahip
değildir.
Yılmaz Öner, Sosyal Darvinizmin metodolojik yanılgısını
aynen tekrarlar. Doğa bilimlerinde belli olayları açıklayan yasa ve kavramları
olduğu gibi kaba benzetmelerle toplum alanına aktarır.
Cansız doğa atomlardan, canlı doğa hücrelerden
oluşmuyor mu? O halde Toplumun "Atom"ları
ya da "Hücre"leri
bireyler ya da aileler olamaz mı ?
. . . Evet, böylesine kaba bir "Sosyal Hücrecilik" ya da "Sosyal
Atomculuk" teorisidir Y. Öner'İn teorisi. Bu konuda şu an elimizde
bulunmayan kitaplarında birçok satırlar bulunabilir, ama biz şimdi sadece
"Din Üretim Biçimleri Üstüne"den
bir alıntıyla gösterelim bunu: "iki
karşıt kategori arasındaki mücadele, toplumda örgütlenmiş en basit ve doğal
çekirdeği olan aile düzeyinde başlar ve gelişerek sürdürür kendini."
(s.24) (abç.)
Eğer doğa ile toplum arasında bir benzetme yapılacaksa,
aile ya da birey değil
ama toplumun kendisi bir tek atoma
ya da hücreye benzetilebilir.
Atomun çekirdeği ya da DNA'lara Toplumun Üretici
Güçleri ya da alt yapısı benzetilebilir. Hatta bu benzetmeden öte bir anlam
taşır. Tüm evrende ister atomlar, ister galaksiler, ister yıldızlar, ister
gezegenler, ister hücreler, ister canlının anatomi ve fizyolojisi vs. düzeyinde
olsun tıpkı üretim güçleri, üretim ilişkileri çelişkisine benzer bir olguyu
gözlemleyebiliyoruz. Ve bu çelişkiler galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin,
canlıların evriminin, tıpkı toplumda olduğu gibi özünü oluşturmaktadır. Ama
fizik atom çekirdeğini, biyoloji DNA'yı hep 20. Yüzyılda buldu, Tarihsel
Maddecilik ise Üretici Güçler kavramını 19. Yüzyılda. Evet, Y. Öner belki doğa
bilimlerinde 20. yüzyılın bilgisine dayanıyor ama Topluma gelince, tam da
Durkheim'ların, O. Comte'ların metafizik burjuva sosyolojilerinin kavramlarını
kullanıyor. Birey, aile, klan, aşiret, ulus, insanlık vs. şemaları metafizik
sosyolojilerde bol bol vardır.
Bir çocuğun yapabileceği şu itiraz bile Y. Öner'in
Aile'yi toplumun çekirdeği olarak ele alan teorisinin saçmalığını gösterir:
Toplum dediğimiz zaman, onun çekirdeği olan bir kavram, tarih boyunca olmuş
olacak tüm toplumlarda bulunan bir şeyi ifade etmelidir. Aile ise bir zamanlar
toplumun kendisi idi, yarın olmayacak. Yarının ailesiz toplumu, anlaşılan
çekirdeksiz bir toplum olacak!
Açıktır ki, Y, Öner'in yaptığı Toplum Bilimini
geliştirmek değil, en palavra burjuva sosyolojilerinin, en paçavra görüşlerini
doğa bilimlerinden yararlanarak, bilimsel bir ağırbaşlılık görüntüsü altında
sunmaktır. Y. Öner'in daha bir çok bu türden benzetmeleri vardır. Elimizde
bulunmayan yazılarında, sistem teorisinden ve sibernetikten yararlanarak benzer
analojiler yapmaktadır[5].
Toplumu böyle metafizik bir şekilde kavradınız mı,
yapılacak iş Tarihsel Maddeciliğin tüm kategori ve kavramlarını allak bullak
etmektir. Y. Öner'in yaptığı da budur.
Y. Öner'in Tarihsel Maddeciliğin en temel kavramlarını
alt üst etmesine bir örnek olarak "Üretim
Tarzı" kavramını ele alalım.
Y. Öner, Üretim Biçimi'ne “Üretim Tarzı” demektedir. Bu bir adlandırma sorunudur ve
önemli değildir. Öemli olan Y. Öner'in bu kavrama yüklediği anlamdır. Şöyle
yazıyor:
"Burada
'üretim tarzı' kavramının belli bir analizini yapmak gereği var:
1.1) Üretim
tarzının konusu: üretilen ve bir topluluğu yeniden üretmeye yarayan toplumsal
artıktır.
1.2) Üretim
tarzının varlık koşulu. Bu koşul, 'konunun varlığıdır, yani konu ancak
yeniden üretilmekle varolan bir şeydir
2) üretim tarzının
varlığı: Bir üretim tarzı, ancak konusunun (toplumsal artığın) düzenli ve
sürekli olarak yeniden üretilmesiyle varolabilir, yaşanabilir. . .)" (s. 31 - 32)
Bu satırlardan anlaşılan şudur ki, eğer bir toplumda
"toplumsal artık"
(bunun da doğrusu: Sosyal ürün Fazlası'dır)
yoksa, orada bir "üretim tarzı"
yoktur. (Üretim Tarzı yok ise, Toplum nasıl var olabiliyor? Bunun sırrı Y.
Öner'de). Bu mantıkla, insanlığın hemen tüm Tarih öncesi sürekli bir kıtlık ve
sosyal ürün fazlasının olmayışı ile karakterice olduğundan, hiç bir üretim
tarzına sahip olmamak gerekir. Hayır, bu bir yanlış anlama ya da Y. Öner'in
söylediklerini kavrayamama değildir. Kitabın bir çok yerinde bizzat kendisi
açık açık yazıyor. Sadece bir örnek verelim: "(...)
Evet, İsacılık utangaç bir devrimciliktir, İslam ise, hiç bir üretim tarzını
temsil etmeyen çöl yağmacılığın aşılması değil, akılcılaştırılıp,
dengeleştirilmesi (..)" (s.27, abç.) İslamlığın öncesindeki
Arap kabilelerinin yağmacılıkla yaşayıp yaşamadığının tarihsel olgulara uyup
uymadığını bir yana bırakalım. Y. Öner'in söyledikleri çok açıktır: "çöl yağmacılığı" (ki bu da
yağmacılığı kötüleyen ahlaki bir kavramdır) bir “üretim tarzı” değildir.
Ama eğer bir "üretim tarzı" yoksa, orada bir
toplum da yok demek gerekir. Toplum kavramının kendisi bir soyutlamadır, hem de
çok yüksek düzeyde bir soyutlama. Eğer bir takım canlılar, istisnai olarak
değil ama başat olarak birtakım araçları
kullanarak tüketeceği nesneleri elde ediyorsa orada bir toplum var
demektir. Üretim var ise, Toplum var demektir. Üretim var ise, Üretici Güçler ve belli Üretim İlişkileri var demektir. üretim
Güçleri ve İlişkileri varsa, bunların birliğini ifade eden bir üretim Tarzı var
demektir. Sosyal Ürün Fazlası ister olsun, ister olmasın, bunlar Toplum
kavramının içeriğinde vardır. Nasıl Atomdan söz ettiğimizde, çekirdek ve
elektron sferi bu kavramın içeriğinde varsa.
Y. Öner'in yaptığı tipiktir. Bütün burjuva
sosyolojileri ya da Ekonomi teorileri, Kapitalist topluma ya da meta üretimi
yapan toplumlara has kategorileri tüm insanlık tarihinin genel katagorileri
gibi ele alırlar. Y. Öner de benzer özellikler gösteriyor. Ama bunu yaparken
Marksist bir terminoloji kullanıyor ve kavramları allak bullak ediyor. Toplumun
çekirdeği Aile yapılıyor, sonra da Üretim Tarzı sadece sosyal ürün fazlası üretebilen
toplumlarla sınırlanıyor. Bundan sonraki adım, bu üretim fazlasının
bölüşümüdür. Bu bölüşümün "özel ya da
kamusal yollarla" denetlendiği yerde "bir üretim sistemi" (s.32) olduğundan
söz ediyor. Bunu açıkça yazıyor: "üretim
tarzı, kontrol edici müdahale
alternatiflerinin türüyle belirlenir." Yani, kendi
içinde de çelişkiye düşerek, üretim tarzı kavramını, üretim alanından değil bölüşüm alanından çıkarıyor Bari
"bölüşüm tarzı" gibi bir şey deseydi. Hiç olmazsa birazcık kendi
içinde tutarlı olurdu.
Bölüşümü üretimin önüne geçirmek de metafizik burjuva
sosyolojilerinin tipik eğilimidir. Burjuva sosyolojisi, örneğin sınıflan
bölüşüme göre tanımlar. Böylece Y. Öner'de Devletin de anlamı çarpıtılıyor.
Devlet, belli bir tarihsel dönemde, üretim ilişkileri içindeki konumlarına göre
oluşan sınıflardan egemen olanın bir baskı aracı olmaktan çıkıyor, ürün
fazlasını "kontrol edici müdahale"
gibi, ne olduğu belirsiz ve fonksiyonu bölüşüm alanına yönelik bir
"şey" oluyor.
Burada ilginç olan bir diğer nokta da "kontrol edici müdahale" gibi
kavramların, sibernetikteki kavramlara aşırı benzemesidir. Bu konuda ayrıntılı
örnekler veremiyoruz ama, mekanik sibernetik sistemlerin kavramlarının
sosyoloji alanına aktarılması karşısındayız.
Evet, Toplum da bir sistemdir ve Tarihsel Maddecilik
de Toplumu bir sistem olarak ele alır. Ama toplum evrimleşen dinamik bir
sistemdir. Ve bu sistemin iç mekanizmaları, sibernetikten kabaca sosyoloji
alanına aktarılan kavramlarla değil, Tarihsel Maddeciliğin kavramlarına
dayanılarak incelenilebilir. Bu yapılmadığı an, Sosyal Darvincilik benzeri,
"Sosyal
Sibernetikçilik" diyebileceğimiz tipik burjuva toplum
teorilerine gidilir.
Sanırız bu kadar yeter, ayrıntılara gerek yok. Merak
edip okuyacak sabrı bulanlar kavramları bu alt üst edişin nerelere ulaştığını,
örneğin coğrafî şartların İslam ve Hıristiyan dinlerinin ayrılığını açıklamak
için nasıl temel neden haline getirildiğini vs. görebilirler. Ya da İran'dan
söz ederken, üretim tarzının din tarafından yaratıldığını (s. 38) vs.
okuyabilirler. Metodolojik eleştiriyi sanırız burada kesebiliriz.
19.03.1985
Demir Küçükaydın
Yazı Hakkında Not:
Bu yazı Celal Aydın imzasıyla Avrupa’da yayınlanan Devrimci Marksist Tartışma Defterleri dergisinin 1 Ekim 1985
tarihli birinci sayısında 68 ve 76. sayfalar arasında yayınlandı. Demir
Küçükaydın , 01. Eylül.1999 Çarşamba
[1]
Yanlış
hatırlamıyorsak, Troçki'nin Suda Yayınları
arasında yayımlanan "Sosyalizmin Güncel
Meseleleri" adlı kitabını da Y. Öner çevirmiştir. Ama çevirdiği
kitabı hiç anlamadığı görülüyor. örneğin kitabın özgün adı: "Günlük Hayatın Sorunları"dır,
Bu başlık altında derlenen yazılarında Troçki Küfür, Sinema, îçki vs. gibi
sorunları ele alır. "Sosyalizmin Güncel Meseleleri" ise sosyalist
teori ve pratiğin aktüel sorunları anlamına gelir^'Aktüel Problem" başka
bir kavramdır, "Günlük Hayat" başka bir kavramdır. Y. Öner'in kitaba
koyduğu başlığın, kitabın içeriği ile doğrudan ilişkisi yoktur. Diğer bir
hususta şudur: Troçki, yine bu derlemede yer alan bazı makalelerinde Doğa
Bilimleri alanında çalışan bilim adamlarının Toplum alanına gelince yaptıkları
tipik metodolojik yanlışlardan söz eder, ki aynı yanlışları bizzat Y. öner
yapmaktadır.
[2]
"Klasik
dönemin mirasında eksikten çok yanlış öğeler bulunabileceği görüşüne gereken
ciddiyetle eğilinmemiştir. Bugün ilk Marksist kuşakların eserleri üzerinde yeni
bilimsel araştırmalar yapabilmemize imkan veren ve bizi buna zorlayan şey, bir
bakıma, o kuşakların içinde yaşadıkları için göremedikleri çağın tarihi bilgi
birikimi idi.
"Bir başka deyişle, klasik Marksizm
üzerinde, tıpkı onun doğurduğu klasik dönem sonrası gelenek için yapıldığı
gibi, titiz bir inceleme ve değerlendirme yapılmalıdır. Böyle bir çalışma için
gösterilmesi gereken gözü peklik ve serin kanlılık, hemen bütün ciddi
sosyalistlerin tarihi maddeciliğin klasik ustalarına derin bir saygı duydukları
ve bugüne kadar politik tavırlarında devrimcilikten ayrılmaksızın onlar
hakkında entelektüel bir eleştiri yapmış bir kimsenin bulunmadığı düşünülürse,
Batı Marksizm’i için gösterilen gözü peklik ve serinkanlılığın çok daha fazlası
olacak demektir. Oysa en derin saygı, en aydınlık bakışla birlikte var
olabilir. Klasik Marksizm’in incelenmesi için, bilimsel bilgi ile şüpheci
dürüstlüğün henüz göremediğimiz birleşmesine gereklilik vardır bugün. Savaş
sonrası dönemde bu alanda verilen en iyi ve en özgün eserlerin genel niteliği,
çok kere Marksizm’in burjuva eleştirilerini ya da burjuva yanlış yorumlarını
karşılamak ve bir yazarın alışılmış fikirlerini çürütmek için, dokunulmazlık
kazanmış bir metni ya da yazan (Marks'ı ya da Engels'i ya da Lenin'i) usta bir
şekilde yeniden yorumlamaktı. Bugün bu uygulamayı bırakmak ve klasik Marksist
metinlerin doğruluğu ya da tutarlılığı yolundaki bütün eski varsayımları bir
kenara iterek bu metinlerin gerçek kimliğini araştırmaya geçmek gerekir.
Aslında, çağımız sosyalistlerinin başta gelen sorumluluğu klasik Marksizm’in
başlıca teorik zayıflıklarını göz önüne serip bu zayıflıkların tarihi
nedenlerini ve nasıl giderileceğini açıklamak olabilir. Yanılgıya düşmek bütün
bilimlerin bir özelliğidir. Oysa yanılgıların görmezlikten gelinmesi, tarihi maddeciliğin bir bilim
olma tezine gölge düşürmekten başka bir şeye yaramamıştır." (Perrry Anderson. Batı'da Sol Düşünce,
çev. Bülent Aksoy, Birikim Yay., s.169-170)
[3]
Örneğin H.
Kıvılcımlı'nın „İlkel
Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş: İngiltere" adlı eseri
eşitsiz gelişim yasasının bir ifadesi olduğu gibi, onunla anlam kazanır ve
anlaşılabilir.
[4]
"Marks'ın çok
kere Kopernik ya da Galileo'yla karşılaştırılması, böyle bir karşılaştırma
yapmak gerekirse, ciddiye alınmalıdır. Bugün hiç kimse Kopernik'in ya da
Galileo'nun yazılarında önemli yanlışlar ve çelişkiler bulunmadığını düşünemez.
tersine, onların modern astronominin ya da fiziğin öncüleri olmaları, yeni bir
bilimin doğuş anında kaçınılmaz yanılgılara düşeceklerinin garantisidir. Aynı
şey Marksizm için de önsel olarak (apriori) geçerli sayılmalıdır." ( P.
Anderson, age., 8.170)
[5]
Bu türden aynı
metodolojik hatayı, sistem ve sibernetik teorilerinden hareketle yapan benzer
bir görüş de M. R. Aktolga'nın "Bir Adım İleri" kitabında bulunabilir. Ama elimizde bu yazı
ve kitaplar olmadığından, başka örnek veremiyoruz
1 yorum:
Doğru, Yılmaz Öner'in fikirleri Türkiye'de ne yazık ki çok az tartışılıyor, eleştiriliyor, ama eleştirinin de tutarlılığı ve netliği olmalı. Yılmaz Öner'in temel meselesi determinizm. Marksizm tartışmalarına getirdiği yaklaşım ise 19. yüzyılda klasik determinist görüşü aşabilecek bir bilimsel birikimin henüz gerçekleşmemiş olduğu tespitinden hareket ediyor. Demir Küçükaydın bu kısmını yazmış ama konuyu, determinizmle ilgili temeldeki felsefi problemi hiç tartışmadan ele almış, bu yüzden yazısı ne yazık ki bağlam dışı.
Marx'ın dönemine dair en büyük yetersizlik, olasılık kuramının henüz yeterince gelişmemiş olmasıydı. Bazı ortodoks yorumcular olasılığın diyalektik felsefenin gelişimi için taşıdığı önemi göremediler. Örneğin Plehanov'un determinizmi ele alışının mekanik materyalizme son derece yaklaştığını görürüz, çünkü Plehanov zorunluluğun olasılıksal yorumuna ihtimal dahi vermez ve zorunluluğun kavramsal çelişkilerini aslında felsefi olarak tartışmaz. Öte yandan Yılmaz Öner Kolmogorov gibi Sovyet matematikçilerinin geliştirdiği olasılıkçı ve nonlineer yöntemleri çok geniş bir entelektüel alanda uygulamaya çalışmıştır. Vardığı sonuçlar ve temel eleştirileri doğrudur veya yanlıştır, bu tartışılır. Ama öncelikle bilim tarihindeki gelişimin seyrini iyi anlamak zorundayız.
Demir Küçükaydın ise yöntem ve doğa bilimlerine dair bu problemleri es geçerek, son derece çapraşık bir biçimde kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasına konuyu bağlıyor. Ne ilginçtir ki eşitsiz gelişim yasası tarihte nedenselliğin indirgemeci, düzçizgisel yorumuna bir alternatif sunar, bu anlamda Yılmaz Öner'in görüşleriyle koşut bir olguyu ortaya koyar. Dolayısıyla eşitsiz gelişimin Yılmaz Öner'i ne açılardan yanlışladığı bir soru işareti olarak kalıyor. Yılmaz Öner'i kimin hangi amaçla 'gündeme getirdiğinden' yola çıkarak bir tartışma başlatmak ise, ad hominem bir argüman sunar.
Yorum Gönder