Gerek “Marksizmin Yeniden İnşası” başlıklı uzun ve hala devam eden çalışmamda gerek kimi başka yazılarımda[1], zaman zaman “Klasik Marksizm” ve “Modern Marksizm” kavramlarını kullandığım görülüyor.
Bu ayrımı düşünüp taşınarak, bu kavramları tanımlayarak ve
sınırlarını net olarak çizerek yapmadığımı fark ettim. Kullanıma bağlı olarak
bu iki Marksizmin sınırlarının zaman zaman iç içe geçtiğini, zaman zaman da
farklı sınırlara göre kullandığımı fark ettim.
Bu farklı kullanımı bir iki örnekle göstermekle yetineyim.
Örneğin 2017 Tarihli “Korkut
Boratav, Perry Anderson, Habermas, Zizek Diğerleri ve Devrim Kavramı Üzerine”
başlıklı yazımda şöyle bir tanım yapmışım:
“Klasik Marksizm derken, bizim “Marksizm'in Marksist
Eleştirisi”yle geliştirdiğimiz, bir Üstyapılar teorisi, dolayısıyla bir Din
ve Ulus teorisi olmayan Marksizm’i, 2005 senesinden önceki Marksizm’i
kastediyoruz. Bunu Stalinizm’le de karıştırmamak gerekir. Yani Troçki,
Kıvılcımlı, Luxemburg, Lenin, hatta “Batı Marksizmi", Mandel vs. hepsi bu
klasik Marksizm çerçevesindedirler bizim buradaki sınıflamamıza göre.”
Ama örneğin 2014 Tarihli bir yazımızın başlığı şöyle:
“Marksizm
ve Din (2) - Modern Marksizmde Din Kavramı ve "Zındık Marksizmin"
Katkıları”
Ve bu yazıda bir dip not olarak şu tanımı da yapmışız.
“Dikkat edilirse olumlu olarak üç Marksizm’den söz
ediyoruz. Bunlar bir ve aynı Marksizmin üç aşaması gibi görülmelidir. Klasik
veya Otantik Marksizm; Zındık, Heteredoks Marksizm; Modern Marksizm. Modern Marksizm, Klasik Marksizm'in orijinal
kavramlarına ve Zındık Marksizm'in katkılarına dayanarak şekillenmiştir.
Onların devamcısıdır. Zaten bu yazıda bu hikâye anlatılmaktadır.”
Görüldüğü gibi burada, “Klasik” ve “Modern
Marksizm” arasına bir de “Zındık Marksizm” kavramıyla ifade ettiğim
bir Marksizm daha koymuşum. Ama ilk alıntıdaki tanıma göre ise “Klasik”
ve “Heteredoks” Marksizmleri, genel “Klasik Marksizm” başlığı altında
bir ve aynı Marksizm olarak tanımlamışım.
"Marksizmin Yeniden İnşası” çalışmalarına devam
ederken, bir mola verip, Klasik ve Modern Marksizm kavramlarını ne anlamlarda
kullandığımı net olarak tanımlamamın doğru olacağı, bunun ayrıca yazdıklarımın
daha kolay anlaşılmasını sağlayabileceği gibi bir sonuca ulaştım.
Ayrıca bu farkı anlatırken, Modern Marksizmin Klasik
Marksizm’le farklılığını tanımlarken, Yeniden İnşa’nın ne ve hangi noktalarda
da olduğunu da daha net ve kısa olarak anlatma olanağı çıkabileceği sonucuna da
ulaştım.
Önce bu iki kavramın biçimsel sınırlarını çizmeyi deneyeyim.
Modern Marksizm
“Modern Marksizm” derken, “Marksizmin Yeniden
İnşası” başlığı altında sistematik olarak toparlamaya çalıştığım, aşağı
yukarı 2004’ten beri adım adım sürekli yeni keşifler ve sonuçlarla
olgunlaştırmaya çalıştığım, ilk kez “Marksizmin Marksist Eleştirisi”nde
bir taslak olarak yazmış sayılabileceğim, daha da geliştirilmesini muhtemelen
bizden sonra gelenlere bırakmak zorunda olduğum, ama yaşarken hiç olmazsa,
omurgasını, iskeletini veya daha derli toplu bir taslağını yazmak istediğim
Marksizm’i kastediyorum.
Dolayısıyla “Modern Marksizm”, henüz ortaya çıkış,
oluş, doğuş halindeki bir Marksizm’dir.
Bu Marksizmin kimi sonuçları ve sorunları yazılarımda
parçalar halinde vardır ama akadamik standartlara uygun, sistematik ve derli
toplu bir açıklaması yoktur.
Bu bakımdan sadece bu satırların yazarına has bir kavram
veya sınıflama olarak da görülebilir.
Yerleşip yerleşmeyeceğini zaman gösterecektir.
Klasik “Klasik Marksizm” Kavramı
“Klasik Marksizm” kavramıyla da genel kullanımdan
daha farklı bir sınır çiziyorum. Bu da yine “Modern Marksizm” kavramı gibi, benim
yüklediğim anlam göz önüne alınırsa, bu satırların yazarına has bir kavramdır.
Bu kullanımın da tutulup tutulmayacağını, yerleşip
yerleşmeyeceğini zaman gösterecektir.
“Klasik Marksizm” diye, genellikle, Türkiye’de Marks,
Engels, Lenin’in adına bağlı Marksizm kastedilir.
Bundan sonrası akımlara göre değişir. Ama bu üç ismin en
azından tartışabilmek için ortak kabuller sunduğu varsayılır.
Ancak bu üçünden sonrasında şekillenenlerin bu üçünü
yorumlaması farklı olduğundan, “Klasik Marksizm”den anlaşılanın biçimsel
sınırı aynı olabilir ama içeriği genellikle farklıdır.
Ama yine de sonra şekillenenlerin, bu üç klasiğin ne kadar
devamı olduğunu veya devamı olup olmadığını tartışabilmek için bile, en azından
Türkiye Devrimci ve Sosyalist Hareketinin gelenekleri içinde, ortak bir temel
ya da dil ya da kavramsal çerçeve oluşturduğu söylenebilir.
Benim “Klasik Marksizm” Kavramımın Kapsamı ve Sınırları
Ben de bu üçlünün ismine bağlı, genel kabul gören Marksizmin
yanı sıra, onun devrimci ve eleştirel yanını sürdüren şu üç “yeraltı
akıntısını”, “damarı” ya da “Zındık Marksizmi” de “Klasik
Marksizm” çerçevesinde görüyorum. Ya da şöyle diyeyim: bundan sonra böyle
bir sınır çizgisine dayanacağım.
(Bu bakımdan en azından bütün Türkiye’deki ve dünyadaki
Marksistlerden ayrıldığım söylenebilir.)
·
Troçki (ve Mandel) adına bağlı, Klasik
Marksizm’i en otantik biçimiyle savunmuş ve geliştirmeye çalışmış, özellikle
Politika ve Ekonomi alanında önemli katkılar yapmış akım ya da damar.
·
Perry Anderson’un “Batı Marksizmi”
dediği, Lukacs’tan Adorno, Marcuse, Bloch, Lefewbre gibilerine kadar uzanan,
genellikle Felsefe, Metodoloji, Sanat, Gündelik Hayat gibi, Klasik tanımda
“Üstyapılar” çerçevesindeki konularda yoğunlaşmış akım ya da damar.
·
Ve son olarak, Türkiye’de Hikmet Kıvılcımlı
adına bağlı özellikle Tarih ve Sosyoloji alanında yoğunlaşmış akım ya da
damar.
(“Doktorcular” bu damarın dışındadır ve hiçbir katkıları
yoktur.)
İki binlerin başında yazdığım ve o aralar yayınlanan “Marksizmin
Marksist Eleştirisi” isimli kitabıma yazdığım “Tarihsel Maddeciliğin
Tarihine Katkı” başlıklı Önsöz’de, bu üç damarın, birbirlerini pek
bilmemelerine rağmen, birbirlerini tamamladıklarını, ortak bir kavram sistemi
içinde sentezleştirilebileceklerini ve bunu görev olarak önüme koyduğumu ve
bunu da ana hatlarıyla başardığımı düşündüğümü yazmıştım.
Bu sentezi açıklamak için de Marksizmin doğuşunda dayandığı
üç geleneği ya da kaynağı bir analoji olarak kullanmıştım: Marksizmin “Fransız
Sosyalizmi”, “Alman Felsefesi” ve “İngiliz Ekonomi Politiği”nin sentezi olması
gibi, geleceğin Marksizminin de sıralanan üç geleneğin sentezine dayanacağını
ve dayanması gerektiğini yazıyordum.
Aynı Önsöz’de bu sentezin de bir taslağı yer alıyordu.
Ama burada da kalmıyordum, “Yeni Sosyal Hareketler”
denen (Kadın, Siyah, Çevre, Barış, Ulusal Kurtuluş gibi) iktisadi ilişkiler
içindeki konum ve çıkarlardan (yani sınıf ayrımlarından) kaynaklanmayan
öznelerin ve bunların hareketlerinin de varlığını ve programatik, stratejik,
taktik ve örgütlenmeye ilişkin sorunlarını ve katkılarını da yine klasik
Marksizmin kavramlarıyla iyi kötü tutarlı bir açıklamaya kavuşturduğum
düşüncesini de ifade ediyordum. (Bugün de öyle düşünüyorum.)
Ancak o zamanlar, Marksistlerin programatik olarak sadece
iktisadi ve politik alanlardaki taleplerle yetinemeyecekleri, yeni bir
uygarlığı programatize etmeleri gerektiği gibi bir sonuca ulaştığımdan, Yeni
Sosyal Hareketlerin ortaya koyduğu sorunların, bu bir uygarlık tasarımı
sorununu çözmek için bir anahtar olabileceğini düşünüyordum. Yani “Geleceğin
Marksizmi” için bu hareketlerin ve ortaya çıkardığı sorunların düğümü
çözecek bir ipucu olduğunu düşünüyordum.
Ancak bugün vardığım noktada, o zamanki bu düşüncemin çözümü
yanlış yerde aradığı sonucuna ulaşmış bulunuyorum.
Bugün bu hareketlerin varlığının, ortaya getirdiği
sorunların ve katkıların önceki “Klasik”+”Zındık”= “Klasik” Marksizmlerin
paradigması içinde kaldığını ve bu nedenle “Klasik Marksizm” ayrımı içine
yerleştirilmeleri gerektiğini düşünüyorum.
“Başka bir Uygarlık” sorununun çözümünün ip ucunun, Din
ve Ulus Teorilerinde olduğunu, bunların teorisinin de Toplumsal
Varlığın nasıl bir varlık olduğu sorunuyla ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bu açıklamalar ışığında, “Klasik Marksizm” derken
kastettiğimin sınırları şöyle bir denklemle ifade edilebilir:
“Klasik Marksizim” = (Marks-Engels-Lenin) + (Troçkist
gelenek + “Batı Marksizmi” + Hikmet Kıvılcımlı)
+ (Yeni Sosyal Hareketler= Kadın, Siyahlar, Ulusal Kurtuluş, Çevre, Barış
hareketlerinin varlıkları, sorunları ve katkıları.)
“Klasik Marksim”i Böyle Genişletmemin Temel Nedeni
Gerçekten de bütün bu “Zındık Marksizm” de dediğim “dip
akıntıları” ve Yeni Sosyal Hareketlerin hem varlıkları hem de ortaya
koydukları sorunlar, “Klasik Marksizm”in sunduğu kavramlarla, kolayca ve
iç tutarlılık içinde açıklanabilmektedir.
Örneğin “Yeni Sosyal Hareketler”in varlığının ve
sorunlarının Marks, Engels ve Lenin’in ve sonraki “Zındık Marksizmin”
eserlerinde bulunmaması, onların dayandıkları kavramlarının bu özneleri ve
özneleri ortaya çıkaran sorunları açıklama ve çözümleri programlaştırma
yeteneğinde olmadığını göstermez
Bu nedenle bu satırların yazarının kullanımında “Klasik
Marksizm” kavramı, genel kullanımdan farklı olarak, bütün bu birikimi
kapsamaktadır ve bundan sonra kapsamı yazılarımızda böyle anlaşılmalıdır.
Bu geniş anlamıyla “Klasik Marksizmi” yazı ve kitaplarımda,
ana hatlarıyla, dağınık da olsa, bir bütün olarak toparladığımı düşünüyorum.
Burada çok ciddi, teorik ve temel kavramlara ilişkin,
sorunlar olmadığını düşünüyorum.
Geniş Anlamıyla “Klasik Marksizmin” Dayandığı Sınırlar
Ancak Klasik Marksizmin aynı kavram seti, “Uluslar ve
Ulusçuluk”, “Din” gibi çok temel, yaygın ve egemen olguları
açıklamaya kavuşturmakta yetersiz kalmıştı.
(İşin kötüsü, “Klasik Marksistler”in ezici çoğunluğu bunun
da farkında değildirler.)
Klasik Marksizmin hala bir Ulus, Ulusçuluk Teorisi
ve Din Teorisi, diğer bir deyişle bir Üstyapılar Teorisi yoktu.
İşte “Modern Marksizm” derken geniş anlamıyla, “Klasik
Marksizm” çerçevesindeki geleneklerin katkılarının, Ulus, Ulusçuluk ve Din
gibi, toplumsal olguların ne olduklarını tanımlamak ve açıklamakta yetersiz
kaldığı, hatta problematize etmediği ve çözülmüş varsaydığı, bu alanları ya
da olguları da açıklayan bir Marksizm’i kastetmiş oluyorum.
Klasik ve Modern Marksizmin İlişkisi
Bu biçimsel olarak sınırları çizilmiş Klasik ve Modern
Marksizm’in birbirleriyle ilişkisi hakkında da yine genel bir belirleme yapmak
gerekirse, “Modern Marksizm” derken, yukarıda bir formül biçiminde
toparlanan geleneklerin teorik katkılarına, tarihsel tecrübelerine dayanan “Klasik
Marksizm”i de içeren ama onun yetersiz kaldığı bu alanları da
açıklayan bir Marksizm’i kastediyorum.
Yani “Modern Marksizm” “Klasik Marksizm”den
ayrı, başka veya onun dışında bir Marksizm değildir.
Modern Marksizm, Klasik Marksizm’i de kapsayan ve onun
temelleri üzerinde yükselen ama klasik Marksizmin paradigması dışında kalan
alanları da kapsayan ve bunun ışığında Klasik Marksizm’i de eleştiren ve
geliştiren bir Marksizm’dir.
Yani Modern Marksizm, Klasik Marksizm’i reddetmez, ona
dayanır ama aynı zamanda onu eleştirir ve aşmaya çalışır, onu kendisinin
çekirdeği olarak sahiplenir.
(Gerçekten bunu başarıp başaramadığı ayrı bir sorundur.
Burada hedeflenen ve var olduğuna inanılan bir ilişki tanımlanmaktadır.)
Elbette bu biçimsel sınırlamalar veya ilişkilerin bu genel
tanımlanışı, bize bunların içeriği hakkında bir şey söylemez ama önce bu
biçimsel ayrımı ve sınırları nasıl çizdiğimizi, kavramların ilişkisini nasıl
ele aldığımızı kısaca açıklamak gerekiyordu.
“Klasik Marksizm ve Modern Marksizm Ayrımının Kökeni
“Peki bu “Klasik Marksizm” ve “Modern Marksizm” terim
veya kavramları nereden çıktı?” ve “böyle bir ayrıma gerek var mı?”
diye sorulabilir.
Bu soruya şöyle bir cevap verebilirim sanırım.
Bu iki farklı Marksizm kavramını kullanmaya, bilinçli
olarak, “böyle bir adlandırma yapayım” diyerek başlamadım, sanırım kendiliğinden
oluştu.
Temellerini atmaya çalıştığım Marksizmin hem “Klasik
Marksizme” bağlılığını hem de farklı ama onu kapsayıcı olduğunu
ifade etmek ağır basan bir kaygıydı sanırım.
“Modern Marksizm” kavramının bu “Klasik Marksizm”le
ilişkiler, çelişkiler ve kıyas içinde daha doğru tanımlanacağını
düşünüyordum sanırım.
“Klasik” ve “Modern” Sıfatlarının Kökeni
Marksizmin bu iki farklı biçimini ayırmak için “Klasik”
ve “Modern” sıfatlarını kullanmam da sanırım bilinçli bir seçim değildi
ama muhtemelen “Klasik Fizik” ve “Modern Fizik” ayrımından ilham
almış olabilir ve sanırım öyle.
Doğa bilimlerine meraklı bir insanımdır ve onlardaki tüm
gelişmeleri de bir amatör olarak, biraz da bir hobi gibi, izlemeye çalışırım.
Doğa bilimlerinin kavramlarıyla ve gelişmeleriyle haşır neşir oluşum, böyle bir
tanımlamayı seçmeme yol açmış olabilir.
Aslında Fizikte (ve Biyolojide) kullanılan, “Klasik”
ve “Modern” sıfatlarını kullanmamın, belki bilinçsiz ama son derece
isabetli bir seçim olduğunu düşünüyorum.
Çünkü böylece canlı ve cansız doğayı inceleyen bu iki
temel bilimdeki klasik ve modern ilişkisinin bir benzerini kastettiğimi ve hedeflediğimi
de vurgulamış oluyorum.
“Klasik Fizik” denen Newton Fiziği de yanlış
değildir, dünyada veya “orta büyüklüklerde” pek ala iş görür. Ay’a
yollayacağınız roketlerin hesaplarını bile onunla yapabilirsiniz.
Modern fizik ise çok büyükler ve çok küçükler alemini
açıklayan ama birbiriyle aynı kavram sisteminde birleştirilemeyen Fiziktir.
Bu iki Fizik, bu iki alanda, çok açıklayıcı ve
işlevseldirler ve neredeyse bütün denemelerden başarıyla çıkmışlardır.
Ve bunlar Newton fiziğini (“Klasik Fiziği”) reddetmezler, özel
bir hal olarak içerirler ama aynı zamanda daha derin ve kapsayıcıdırlar,
daha temele ilişkindirler.
Ama nasıl Modern Fizik, bu iki biçimiyle de Newton fiziğinin
mirasına dayanıyorsa ve onun bir tür eleştirel aşılması ise, Modern Marksizmin
Klasik Marksizm’le ilişkisi de benzer bir karakterdedir ve gerçekten modern bir
Marksizm olacaksa öyle olmalıdır.
*
Biyolojide de benzer bir ayrım vardır.
Klasik Newton Fiziğinin yerini biyolojide “Darwin
Yasaları” veya “Darwinizm” alır.
Bütün çağdaş biyologlar için artık bu ortak kabul ve
temeldir.
Ama arada geçen zamanda, özellikle Yirminci yüzyılda, bu
yasaların işleyiş mekanizmalarına, biyokimyasal temellerine ilişkin büyük
gelişmeler kaydedilmiştir.
Ve biyolojide “Modern Sentez” genel olarak Darwin ve
Mendel’in sentezi ama daha ayrıntıda: Genetik, Doğal Seçilim, Popülasyon
Genetiği (Evrimin matematiksel temelleri), mutasyonlar ve bunların
rekombinasyonları, Makro ve Mikro Evrim Bağlantısı, Türleşme gibi alanları
kapsar ve yepyeni kavramlar geliştirmiştir.
Ama dikkat edilirse bütün bunlar, Darwin’in temellerini
yıkmaz, onun işleyiş mekanizmalarına ilişkindir.
Hatta son yıllarda biyolojide bu “Modern Sentez”in de
yetersiz olduğu onu da genişletmek gerektiği savunulmuştur ve buna da “Genişletilmiş
Modern Sentez” denmektedir. Örneğin Gould’un evremen büyük sıçramalarla
çalıştığını açıkladığı diyebileceğimiz katkıları, Niş İnşası, Epigenetik,
Kültürel Evrim gibi alanları içermesi gerektiği düşünülmektedir.
(Ben de şahsen böyle düşünmeye eğilimliyim. Ayrıca ilerde
ele alacağım, Organ ve Araç (Alet) ayrımının, tanımlarının ve
kavramlarının da bu Genişletilmiş Modern Sentez’e katılması gerektiğini
düşünüyorum.)
Ama burada bizim için önemli olan, “Klasik Darwinizm”,
“Modern Darwinizim” veya “Modern sentez” ve “Genişletilmiş Modern
Darwinizm veya Sentez”in ilişkileridir.
Tıpkı Modern Fizik ve Klasik Fizik ilişkisi gibidir bu
ilişki.
İşte bizim “Klasik Marksizm” ve “Modern Marksizm”
İlişkisinde söz ederken anladığımız ve olması gereken, daha ziyade bir sonuç
olarak ortaya çıkması gereken, benzeri bir ilişkidir.
Bu nedenle bilinçli olmasa da böyle, doğa bilimlerindekine
benzer bir ayrımı kullanmam doğru olmuştur diye düşünüyorum.
Bu Biçimsel Sınırlar İçinde Kendi Çalışmalarım
Bu biçimsel sınır çizmeyi kendi çalışmalarımda şöyle de
ifade edebilirim: “Klasik Marksizim”: “Marksizmin Marksist Eleştirisi”ne “Önsöz”
olarak yazdığım “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” başlıklı uzun
yazıda anlattığım sentezdir.
Ancak tam da bu Önsöz’ü yazdığım dönemlerde, (2000-
2005 arası diyebilirim) Ulus ve Din sorunları teorik ilgimin merkezine
geçti.
Ve yine “Marksizmin Marksist Eleştirisi” kitabında da
yer alan “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı”, “Ekim Devrimi
Sosyalist Bir Devrim miydi?”, “İnsan Nedir?”, “Dünyanın Temel Sorunu: Uluslar”, “La İlahe
İllallah” gibi yazılar da bu konuları ele alıyordu. Yani “Marksizmin
Marksist Eleştirisi” başlığıyla basılan kitap, aynı zamanda “Modern
Marksizim”in ilk taslağı ve belli başlı konuların ilk sunuluşu sayılabilir.
Hepsi olgularla ayrıntılı olarak kanıtlanmayı ve açıklanmayı bekleyen
varsayımlar gibidir.
Daha önce de belirttiğim gibi, “Marksizmin Yeniden İnşası”
başlıklı, şu an içinde bulunulan ve Ulus ve Ulusçuluk, Din ve Toplum
diye üç bölümlük çalışma, “Modern Marksizm’i” hiç olmazsa
taslaklaştırmayı amaçlamaktadır.
İlk kitabı oluşturan “Uluslar ve Ulusçuluk Teorisine
Giriş”, bu “Yeniden İnşa”nın ya da “Modern Marksizm”in ilk
derli toplu ele alınışının bir örneği sayılabilir.
*
Klasik Marksizm ve Modern Marksizmin İçeriksel Farkları
Bu biçimsel ölçütler ve sınır çizmeler yeter kanımca.
Şimdi içeriğe girelim, farkları somutlamaya çalışalım.
Klasik Marksizm ve Modern Marksizm’in farkını eğer
provakatif bir şekilde ifade etmek gerekirse, onu şöyle formüle edebiliriz: “Klasik
Marksizm Varlığın Düşünceyi belirlediği Marksizm’dir, Modern Marksizm
Düşüncenin Varlığı belirlediği Marksizm’dir.”
Bunun provakatif ve paradigma (değerler sistemi) farkını vurgulamaya
yönelik bir formülasyon olduğu unutulmasın. Buraya tekrar döneceğiz.
Şimdi önce bazı hatırlatmalar.
Neden “On İkinci Tez” başlığıyla “On Birinci Tez”den Başladım
“On İkinci Tez” başlıklı son fragmanda, Marks’ın “On
Birinci Tez”ini ele alıp eleştiriyorduk.
Böyle bir noktadan hareket etmemizin nedeni, Toplumsal
Varlık ya da Toplum’un ne olduğu konusuna girmekti. Ve bunu bir
bakıma Klasik Marksizmin doğuşu kabul edilen önermeden (11. Tez) yola çıkarak
yapmaktı. Yani hem mirasa dayanma ve sahiplenme hem de onun eleştirisi.'
Çünkü Marksizmin Yeniden İnşası’nın ilk kitabı olan “Uluslar
ve Ulusçuluk Teorisine Giriş”in genel olarak planımızı ve ele alacağımız
sorunları açıkladığımız, başlangıçtaki “Başlıca Kıtalar” başlıklı
bölümde, “Yeniden İnşa”yı üç başlık altında yapmayı planladığımızı
belirtirken bu “üç kıta”nın, “Uluslar ve Ulusçuluk”, “Din”
ve “Toplum veya Toplumsal Varlık” kıtaları olduğunu yazıyorduk.
Aslında ilk planımıza göre, yazmada araştırmalarımızın
izlediği yolu izleyerek, “Uluslar ve Ulusçuluk”tan sonra “Din”
kıtasına girmeyi, ondan sonra da “Toplum veya Toplumsal Varlık”
kıtasını ele almayı düşünüyorduk.
Araştırma ve Açıklama Yöntemlerinin Karışması
Aslında böyle bir yolu izlemek araştırma ve açıklama
yöntemleri ilişkisi bakımından yanlıştı. Ama böyle bir yanlışı bile bile
yapıyorduk.
Çünkü normal insan ömrünün sonlarındaydık. Araştırmanın
sonlanmasını sonra en genel ve temel olandan, “Toplumsal Varlık”tan yola
çıkarak en somut ve pratik olan “Ulus ve Ulusçuluğa” doğru yol alacak
zaman, güç ve birikimimiz yoktu.
Bu nedenle açıklamada en son ele alınması gerekenden
başladık: “Uluslar ve Ulusçuluk”.
Böyle başladık ama “Marksizmin Yeniden İnşası’nda Nerede
Kalmıştık?” başlıklı, uzun bir hesap verme olan, denemede açıkladığımız
gibi, bu arada Yapay Zeka Devrimi ve buna bağlı olarak tüm temel dillerde
okuma ve dolayısıyla muazzam bir kaynak yığınına ulaşma olanağı
ortaya çıkmıştı.
Ama bu olanak artık Yetmiş Beş yaşında, yani
ömrümüzün veya çalışabilir biyolojik, psikolojik ve zihnen bir şeyler
yapabilecek durumda oluşumuzun sonunda ortaya çıkmıştı.
Bunun üzerine, daha çok okuma yapabilmek için, ikinci olarak
ele almamız gerekin “Din” konusunu sona atarak, aslında açıklama veya
anlatım yönteminde ilk ele alınması gereken, en genel ve soyut “Toplum”
ya da “Toplumsal Varlık” konusunu ikinci olarak ele almaya karar verdik.
Yani ilk planı yine değiştirdik.
Yani tekrar, olması gereken açıklama yöntemine, en
genel ve soyut olana döndük.
Bunun bir nedeni, Toplum’u veya Toplumsal Varlığı
yazarken, Din konusunu yapay zekanın sunduğu daha geniş olanaklarla daha geniş
olarak ele almaktı.
Ama aynı zamanda “Toplumsal Varlık” kıtasını ele
almadan “Din”i açıklamanın zorluğuydu.
Bu nedenle bu çalışma araştırma ve açıklama yöntemleri
bakımından karışık bir yol izliyor.
“Toplumsal Varlık” ve On Birinci Tez”
İşte toplum veya toplumsal varlık konusunu ele alabilmek
için, Marks’ın On Birinci Tez’inin yanlışlığını, yani bir “Yorum”
(“düşünce”) olarak Toplumsal Varlığı değiştirerek, “Yorumlarla”
Toplumsal Varlığın değiştirilemeyeceği şeklindeki kendi yorumunu
(önermesini, düşüncesini) bir yorum olarak somut varlığıyla çürütmüş olmasından
yola çıkarak Toplumsal Varlık bahsine bir yaklaşım sağlayacağımızı
düşünmemizdi.
Yani Marks’ın “On Birinci Tez”deki önermesinin Varlığı
(bir düşünce ya da yorum olarak varlığı) sosyolojik bir önerme olarak içeriğini
(Yorumlarla ya da düşüncelerle dünyanın değiştirilemeyeceğini) çürütüyordu.
Çünkü yorumlar üzerine bu yorum, toplumsal varlıkta ciddi
değişiklikler yapmıştı. En azından sosyalist harekette ve Marksistler arasında.
Bu kendi içeriğini varlığı ile çürütme, Toplumsal
Varlığın özünü kavramak için hem somut bir örnek hem de konuya daha derinliğine
girmek için, bir başlangıç olarak çok uygundu.
Ayrıca Marks’ın başladığı yerden başlayarak hem geleneğe
bağlılığı hem de eleştirel tutumu ifade etmiş de olmak istiyordum.
Böylece bu çalışmada “tek kutsalımın hiçbir kutsal
tanımamak” olacağını da somut olarak göstermiş oluyordum.
“On birinci Tez”in Bağlamı ve Gerçek Anlamı
Aslında “On İkinci Tez”de “On Birinci Tez”in
yanlış anlaşılma, yorumlama ve kullanımına bağlı olarak ve bu yanlış anlamaları
veri kabul ederek küçük bir hile de yapmış oluyordum.
Marks’ın On birinci Tez’deki önermesi, aslında
genellikle Marksistler tarafından anlaşıldığı ve yorumlandığı biçimiyle,
Toplumsal Varlığa ve Düşünce Varlık ilişkisine ilişkin değildir, Teori
ve Pratik İlişkisine ilişkin de değildir, Politik Mücadelenin hangi
biçimlerde verileceğine ilişkindir. Yani özünde mücadele biçimlerine ilişkin
bir önermedir. Bu o dönemi anlatan literatürde çok açık olarak görülebilir. Ama
geçer ayak Lenin’den bir kanıtı gösterelim.
Örneğin Lenin şöyle yazar: "Kutsal Aile ya da
Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi. Bruno Bauer ve hempalarına karşı."
'"Kutsal Aile', Bauer 'kardeşler ve yandaşları gibi filozoflar için
kullanılan alaycı bir nitelemedir. Bu baylar, her türden gerçekliğin,
partilerin ve politikanın üzerinde duran, pratik faaliyeti yadsıyan ve
kendilerini, çevreleyen dünya ve onun içinde gerçekleşen olayları 'eleştirel'
olarak gözlemlemekle sınırlayan bir eleştiri vaaz ediyorlardı. Bay
Bauerler, proletaryaya, eleştirel olmayan bir kitle olarak tepeden
bakıyorlardı.”
Lenin’in sözleri Kutsal Aile’ye ilişkin olmakla
birlikte, aynı zamanda Marks’ın önermesini yazarken göz önünde
bulundurduklarının genel özelliklerini özetler: Eleştirel olarak gözlemlemek,
yorumlamak ve pratik faaliyeti küçümsemek ve uzak durmak.
Yazıldığı dönem ve bağlama bakıldığında aslında Marks’ın
önermesinin mücadelenin nasıl verileceğine ve verilmesi gerektiğine ilişkin
olduğu açıktır.
Ama Marks eleştirisini genel kategoriler biçiminde, felsefi
bir dille yapmıştı ve bu nedenle de büyük ölçüde yanlış anlaşılmıştı. (Öte
yandan bunlar yayınlanmak için değil, müsvedde olarak kendisi için yazılmış
satırlardı.)
“Aslında Marks’ın “On Birinci Tez”i, Marks’ın henüz “Marksist”,
yani bir “Toplum Bilimci” ve Sosyalist olmadan önceki, bir
Felsefeci ve Demokrat olduğu dönemdeki önermesiydi. Ve önerme, felsefenin
diliyle, genellemeler biçiminde, politik mücadelenin nasıl verileceğine ilişkin
bir önermeydi.
Özetle Marks, o zamanlar felsefi kavramlarla
düşünüyor ve eleştirilerini ve görüşlerini öyle ifade ediyordu, henüz sosyolojik
kavramlara geçememiş, yani henüz Marksist olamamış Marks’tı.
Önerme de bu nedenle, adeta düşünce ve varlık ilişkisine
ilişkin felsefi bir önermeymiş gibi formüle edilmiş ve çoğu durumda yanlış
olarak öyle anlaşılmıştı.
Ve biz de bu yanlış anlaşılan biçimiyle önermeyi ele alıp o
bağlamda eleştirisini yaparak anlaşıldığı biçimiyle, Marks’ın hareket
noktasından hareketle bir giriş yapmayı düşünmüştük.
Yani yanlış anlaşılmayı Düşünce ve Varlık İlişkisine
girebilmek için bir vesile saydık.
Amacımız, On Birinci Tez’i basamak yaparak, Düşünce
ve Varlık İlişkisinin daha geniş olarak ele alındığı, Engels’in o dönemdeki
evrimlerini de anlatan, Marksistlerin eğitiminde temel bir klasik olmuş, “Ludwig
Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi”nin eleştirisi biçiminde Toplumsal
Varlık ve Düşünce ilişkisine, dolayısıyla da Toplumsal Varlığın ne
ve nasıl bir varlık olduğu konusuna geçebilmekti. Çünkü artık Marksizmi
öğrenmek isteyenler veya öğretenler için kanonik hale gelmiş bu eserinde
Engels, Düşünce ve Varlık ilişkisini ele alıyordu.
Esas olarak bu plana bağlı kalmaya devam ediyoruz.
Ama arada geçen zamanda konu biraz dağıldığı ve bundan sonra
yazacaklarımızın daha iyi anlaşılması için, “Klasik Marksizm ve Modern
Marksizm” başlıklı bu bölümü, bir soluklanma molası, bir “nereden geldik
nereye gidiyoruz” diye bir konum belirlemesi ve “durum yargılaması”
için buraya koymaya karar verdik.
*
Ayrıca kısa süre önce Yetmiş Altı yaşımıza basıp son virajı
döndük.
Artık daha da acele etmemiz gerekiyor. Ama bilimsel
araştırma aceleye de gelmez.
Bu çelişkiyi bir ölçüde olsun optimum bir çözüme
ulaştırabilmek için, yapmak istediğimiz ve yapmaya çalıştığımız hakkında genel
bir fikir vererek, sonradan böyle bir işi üstlenecek olanlar çıkarsa, bazı ip
uçları bırakmak için de böyle bir bölüm koyalım dedik.
Şimdi tekrar Modern ve Klasik Marksizmin Farklarına ve bu
farkların “Düşünce ve (Toplumsal) Varlık İlişkisi”yle ilişkisine
dönelim.
Düşünce ve Varlık İlişkisine Damardan Bir Giriş ve Bir Hatırlatma
Düşünce ve Varlık İlişkisine, ilerde tekrar daha ayrıntılı
ele almak üzere, bir giriş ve hatırlatma olarak, doğrudan ve “Marksizmin
Yeniden İnşası”nın ilk kitabı olan “Uluslar ve Ulusçuluk”tan veya “damardan”
girelim.
Aslında “Toplumsal Varlık nasıl bir varlıktır?”
sorusuna, Uluslar ve Ulusçuluğu ele alırken, “uluslar olduğu için Ulusçular
değil, ulusçular olduğu için uluslar vardır” önermesinin, Toplumsal
Varlığın kendi içindeki bir Altyapı Üstyapı ilişkisine ilişkin değil,
Toplumsal Varlığın kendisinin nasıl bir varlık olduğuna ilişkin bir
önerme olduğunu, dolayısıyla Düşünce ve Toplumsal Varlık sorununa farklı
bir bakışı yansıttığını, yani toplumsal varlığın “ontolojisiyle” ilgili
olduğunu, Toplumsal Varlığın içinde iki analitik alan olan Altyapı ve
Üstyapı ile ilgili olmadığını gösterirken değinmiştik.
“(Kant’ın Şahsında) Marks’ın Marksistlere Cevabı”
başlığı taşıyan bölümde şöyle yazıyorduk.
“Aslında şimdiye kadar, kendine Marksist diyenlerin bu
klasik uluslar ve ulusçuluk açıklaması Kantçı bir varlık anlayışına
dayanmaktadır. Çünkü bunlar toplumsal varoluşun “maddi” yani fiziksel (veya
metafizik) ve biyolojik olmayan bir varoluş olduğunu anlayamazlar.
Marks bu konularla daha gençliğinde hesaplaşmıştı.
Toplumsal varoluş fiziksel veya biyolojik maddi varoluştan çok farklı bir
varoluştur. Marksist Materyalizm “maddi”, yani biyolojik ya da fiziksel,
olmayan bu toplumsal varoluşu “maddi” olarak kabul eder. Marksizm’deki Maddi
Kavramı, Maddeye değil, ekonomik ilişkilere ilişkin anlamındadır. Toplumsal bir
ilişkiyi tanımlar. Toplumsal ilişkiler ise “Maddi” değildir, fiziksel veya
biyolojik bir varlıkları yoktur.
Bunu daha somut olarak ifade edersek, örneğin tanrının
varlığı veya yokluğu üzerine “bilimsel” argümanlar getirmek, tanrının varlığını
bu düzeyde tartışmak, tanrıyı bilimsel veya Marksist bir ele alış değildir.
(Bu, Pozitivistlerin, Kantçıların, Richard Dawkins’lerin,
Kemalistlerin ele alışı, bilim adına bilim dışı tartışmasıdır. Örneğin
Kemalistler ve pozitivistler bu anlamda “maddeci”dirler. Aslında sıradan
Müslümanlarla aynı kavrayışa sahiptirler. Tanrı’nın toplumsal bir ilişki değil,
toplumun dışında varlığı olan, fiziksel veya metafiziksel bir varlığı olduğunu
kabul ederler. Aynı varsayımları kabul eden kayıkçı dövüşü sürdürürler.)
Marksizm’e göre, Tanrı onu inananlar varsa vardır.
Sosyolojik bir olgu olarak vardır. Sosyolojik olarak varoluş fiziksel ya da
biyolojik bir varoluşa yani maddi bir varoluşa benzemez. Fiziksel (veya
biyolojik veya metafiziksel) bir varlığı bulunmayan sosyolojik olgular da
varlıktırlar ve varlık kategorisine dahildirler.
Marks’ın bu yaklaşımını şu satırlarla kısaca hatırlatıp,
(ilerde toplumsal varoluşun nasıl ele alınması gerektiği noktasına geldiğimizde
ayrıca ele alırız. Bu nedenle burada geçelim.) Ulus Ulusçuluktan öncedir
diyenlerin, Marksist değil aslında Kantçı olduklarını, sosyal varoluş ile
fiziksel ve biyolojik varoluşu ayıramadıklarını da gösteren Marks’ın şu
alıntısını zikretmekle yetinelim.
“Bu anlamda bütün tanrılar, Hristiyanlarınki kadar
Paganlarınki de, gerçek bir varoluşa sahip olmuşlardır. Antik Moloch hüküm
sürmedi mi? Delfi’li Apollon Yunanlıların yaşamında gerçek bir güç değil miydi?
Kant’ın eleştirisi bu konuda çok anlamlı değildir. Eğer birisi yüz taleri
olduğunu imgelerse, eğer bu kavram onun için keyfi ve öznel bir kavram değilse,
eğer buna inanırsa, o zaman bu yüz imgelenmiş taler, onun için, yüz gerçek
talerle aynı değere sahiptir. (…) Tam tersine! Kant’ın örneği ontolojik kanıtı
güçlendirebilirdi. Gerçek talerler, imgelenmiş tanrılarınkiyle aynı varoluşa
sahiptirler. Gerçek bir taler, imgelemin dışında, isterse bu genel imgelem ya
da insanlığın kolektif imgelemi olsun, herhangi bir varoluşa sahip midir? Kâğıt
parayı, kağıdın bu kullanımının bilinmediği bir ülkeye getirin, herkes sizin
öznel imgeleminize gülecektir. Başka tanrılara tapınılan bir ülkeye kendi
tanrılarınızla gelin, fantezilere ve soyutlamalara kapılmış olarak
gösterileceksiniz. Haklı olarak. Eski Yunanlılara Wends tanrısını getirecek
olan kişi, orada, bu tanrının var-olmadığının kanıtını bulmuş olacaktı, çünkü
Yunanlılar için o yoktu. Belirli bir ülke, belirli yabancı tanrılar için neyse,
aklın ülkesi genel olarak tanrı için odur — içinde artık var olmadığı bir bölge.”
(Marks, Demokritos ve Epikuros’un Doğa Felsefeleri, S. 105-106) (abç.)
Ulusçuların olmadığı bir dünyada, uluslardan ve ulusların
var oluşundan söz etmek, Tanrıyı bilmeyen bir ülkede tanrıdan, Parayı bilmeyen
bir ülkede paradan söz etmekten farksızdır. Ulusçuların olmadığı bir dünyada,
tıpkı tanrılara inananların olmadığı bir dünyada tanrıların var olamaması gibi,
uluslar da var olamazlar.
O halde ulusları, ulusal devletleri yok etmek için önce
ulusçuları yok etmek gerekmektedir.”
Bu satırlar aslında bir bakıma “Klasik Marksizm” ve “Modern
Marksizm” ayrımını da özetliyor sayılır.
Çünkü yukarıdaki alıntıda, Marks, Kant’ın tanrıtanımazlık
kanıtını eleştirir.
Kant, “düşüncede var olma” ile “gerçek var olma” arasında
kesin ayrım yapmış ve “100 gerçek taler (para) ile 100 hayali taler bir
değildir” demişti; Marx ise tezinde buna itiraz ediyor ve 100 hayali talerin
bile belirli koşullarda toplumsal bir varoluş kazanabileceğini yani “gerçek”
olduğunu belirtiyordu.
Gerçek olmanın maddi bir var oluşla özdeş olmadığını,
toplumsal varlığın farklı bir varoluşu olduğunu söylemiş oluyordu.
Zira Marx bu argümanda, bir düşüncenin (hayali paranın) bile
toplum içinde gerçek bir etkisi ve varlığı olabileceğini söyleyerek, toplumsal
varoluşun kendine has ontolojik yasaları olduğunu dile getirmiş oluyordu.
Marks’ın Bu Satırları Niye Hiç Zikredilmez?
Bu arada kısa bir ara vererek şuna dikkati çekelim.
Çok ilginçtir ki, Marks’ın bu satırları ve orada dile
getirilen fikrin özü, Marksistler arasında ne genel olarak ne Din ne de Ulus ve
Ulusçuluk konularında hiç gündeme getirilmemiştir.
Bu bir rastlantı değildir.
Marksistlerin sonraki Toplumsal Varlık anlayışları maalesef
büyük ölçüde bir tür Kantçı anlayıştaydı ve bu anlayışın yerleşmesinde ilerde
görüleceği gibi Engels’in ve kanonikleşmiş çalışmasının da büyük bir payı
vardı.
Marks’ın Yukarıda alıntılanan satırlarına dikkati çeken,
neredeyse bizim bildiğimiz tek önemli Marksist, Lukacs’tır.
Lukacs, tamamlayamadığı, “Toplumsal Varlığın Ontolojisi”
eserinde Marks’ın yukarıda alıntıladığımız satırlarını aktarmakta ve önemini
vurgulamaktadır.
Yani Lukacs, bizim “Toplum” veya “Toplumsal Varlık”
bahsinde ele aldığımız veya alacağımız konuyu ele alırken bu alıntıyı
zikrediyor.
(Bu arada şunu da belirtelim ki, Lukacs Toplumsal
Varlığın Ontolojisi’nde sorunu felsefi düzeyde ele almakta ve ayrıca
Toplumsal Varlığı (Toplumu) da gerek ortaya çıkışıyla gerek özellikleriyle
kanımızca yanlış tanımlamaktadır. Bu konulara ilerde gireceğiz ama burada
kısaca değinmiş olalım.)
“Mucizevi Yıl”daki “Kopernik Devrimi”nin Anlamı ve Anlaşılamamışlığı
Bu kısa nottan sonra tekrar kaldığımız yere dönelim.
Bu bağlamda yukarıdaki açıklamaların sonucu pratikte,
uluslar ve ulusçuluk konusundaki 1983 devriminde veya “Mucizevi Yıl”daki
“Kopernik Devrimi”nin, yani “uluslar olduğu için ulusçular değil,
ulusçular olduğu için uluslar vardır” önermesinin, idealizmle değil,
toplumsal varlığın nasıl bir varlık olduğuyla ilgili olduğu, eğer felsefi bir
dille ve kavramlarla ifade edersek, Toplumsal Varlığın Ontolojisiyle
ilgili olduğu görülür.
(Burada geçer ayak
şunu da not edelim. Aslında bu “uluslar olduğu için ulusçular değil,
ulusçular olduğu için uluslar vardır” önermesini ortaya koyan ve kabul
edenler, yani 1983’deki “Kopernik Devrimi”ni yapanlar, (Gellner,
Hobsbawm, Anderson) formülasyonlarının çok daha derin bir sorunla, toplumsal
varlığın nasıl bir varlık olduğu sorunuyla bağlantısını görememiş ve bu temel
noktadaki önemini fark etmiş değillerdir. Bu nedenle de ne ulusların ve ulusçuluğun
bir tanımını yapabilmişler ne de bir Din Teorisi ortaya koyabilmişlerdir. Yani
Din Teorisini geliştirip, Ulusçuluğun bir Dinin (Modern toplumun Dininin) özel
(karşı-devrime uğramış) bir biçimi olduğu sonucuna ulaşamamışlardır.
Klasik ve Modern Marksizmin Farkının Provakatif Bir Formülasyonu
Bu konu, yani “Düşünce ve Varlık ilişkisi”, Klasik ve
Modern Marksizm’in temel farkının en iyi biçimde görülebileceği yerdir.
Bunun daha iyi anlaşılması için, bölümün başlığındaki
provakatif formülasyonu hatırlayalım:
“Klasik Marksizm”, Varlığın Düşünceyi belirlediği
Marksizm’dir; “Modern Marksizm” Düşüncenin Varlığı belirlediği Marksizm’dir.
Klasik Marksizm Varlık Düşünceyi belirler
önermesinden yola çıktığı için ne ulusları ve ulusçuluğu ne dinin ne olduğunu
ne bir üstyapılar teorisini ne de toplumsal varlığın nasıl bir varlık olduğunu
açıklayan bir teori ortaya koyamamıştır.
Buna karşılık Modern Marksizm, Düşüncenin Varlığı
oluşturduğundan hareket ederek hem Uluslar ve Ulusçuluk Teorisini hem bir Din
Teorisini hem Toplumsal Varlığın nasıl bir varlık olduğunu ve Üstyapılar
Teorisini geliştirebilmiştir ya da en azından geliştirme potansiyeli taşır.
*
Yukarıda provakatif bir formülasyon yaptığımın
unutulmamasını dilemiştik. Farkı ve zıtlığı vurgulamak için böyle
formülasyonlar yapıyorduk.
(Çünkü var olan yanlış anlama ve kullanımları veri kabul
ederek bu formülasyonları yapıyorduk. Yoksa Klasik Marksizm’le özdeşleşmiş bu
yanlış anlama ve kullanımların neyi nasıl karıştırdığını ayrıca ele alırız.)
Halbuki skolastik bir şekilde “Kurucu Babalar”ın
yazdıkları tekrar edilmese, Klasik Marksizmin kavramlarının daha dakik
tanımlanmasıyla ve geliştirilmesiyle de Modern Marksizmin önermelerine
varılabilirdi, örneğin, “Ulusçular olduğu için uluslar vardır” gibi
önermelere veya sonuçlara.
Örneğin, yukarıdaki ulus ve ulusçuluk konusundaki alıntıdan
da anlaşılacağı gibi, ulusların ulusçular olduğu için var olduğu önermesi, Toplumsal
Varlığın nasıl bir varlık olduğu sorunuyla ilgilidir.
Varlıktan kastedilenin Toplumsal Varlıktır.
Klasik Marksizm’le özdeşleşmiş, Düşünce ve Varlık
İlişkisi denen ilişki ise, Toplumsal Varlığın Altyapısı ve Üstyapısı
arasındaki ilişkiler sorunuyla ilgilidir.
Yani provakatif formülasyonun Klasik Marksizm’e ilişkin kısmı, toplumsal
varlığın analizine ilişkindir, onun bölümlerine veya anatomisine ilişkindir,
Modern Marksizm’e ilişkin kısmı ise Toplumsal Varlığın Kendisine, nasıl bir
varoluş olduğuna, diğer varlık biçimleriyle farkına ilişkindir.
Bize böyle provakatif bir formülasyon yapma olanağı veren
de bu karışıklığa yol açan da bizzat Marks’ın kendisidir.
Bu Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ünde
son derece açıktır:
“Maddi hayatın üretim tarzı,
genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini
koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam
tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”
Dikkat edilirse, Marks’ın “Toplumsal Varlık” veya “Varlık”
derken kastettiği, “Maddi hayatın Üretim tarzı” ya da “Maddi Üretim
İlişkileri”ne ilişkin ilişkilerdir. Yani Altyapı’dır, yani
Altyapı’ya ilişkin ilişkilerdir.
Düşünce veya “Bilinç” derken kastettiği de “,
genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat süreci”dir. Yani Üstyapı
veya Üstyapıya ilişkin ilişkilerdir.
Marks, Önceki cümlede daha geniş ve dakik olarak ifade
ettiğini ikinci cümlede biraz da kafiyeli olarak (“Das Sein bestimmt
Bewustsein”) ifade etmektedir. Ama kastettiği, önceki cümlede görüldüğü
gibi, düşünce ve varlık ilişkisi değil, toplumsal varlığın nasıl bir varlık
olduğu değil, toplumsal varlığın iki ayrı alanı arasındaki ilişkidir.
Marks’ın “Varlık” veya “Toplumsal Varlık” dediği aslında
maddi bir varlığı olmayan toplumsal ilişkilerdir, maddi üretime, altyapıya
ilişkin ilişkilerdir.
Marks, “bilinci belirleyen toplumsal varlık” derken, Fiziksel,
Biyolojik varlığın yanı sıra üçüncü bir temel varlık kategorisi olan
“Toplumsal Varlık”ın nasıl bir varlık olduğu veya
“Toplumsal Varlık” ile “Bilinç” veya düşünce ilişkisini ele
almamaktadır yukarıda yaptığımız alıntıda açıkça görüldüğü gibi.
Yani Klasik Marksizm, “varlık düşünceyi belirler”
derken, aslında “Altyapıya ilişkin ilişkiler üstyapıya ilişkin ilişkileri
belirler” demiş olmaktadır.
Modern Marksizm ise provakatif olarak “Düşünce Varlığı
belirler” derken, Toplumsal Varlığın kendisinin özgüllüğünü, yani
fiziksel anlamda maddi bir varoluşu olmadığını, onun insanların
ilişkilerinden ortaya çıkan bir varlık olduğunu, insanların ilişkilerinin ise
düşünce, dil gibi araçlarla gerçekleştiğini, toplumsal varlığı bunların
oluşturduğunu söylemiş veya kastetmiş olur.
Bu anlamda, Modern Marksizmde “varlığı belirleyen
düşüncedir” diyoruz. Yoksa Marks’ın önermesini reddetmiyoruz. Aynı
önermeyi, başka ve gerçekte ait olduğu bağlamla kullanmış oluyoruz.
Modern ve Klasik Marksizmin Konularının Önceliği ve Hiyerarşisi
Burada bu iki Marksizmin ele aldığı konuların önceliği ve
sonralığı, hangisinin daha genel ve temele ilişkin olduğu sorunuyla
karşılaşıyoruz.
Toplumsal Varlık’ta ya da Toplum’da, Altyapı
(Temel) ve Üstyapı diye ayrı analitik ilişkiler ve yapılar olması için, önce
Toplumsal Varlık diye bir Varlık Biçimi olması gerekir.
Klasik Marksizm, Toplumsal Varlığı veri kabul eder ve
veri kabul ettiğinin analiziyle uğraşır. Klasik Marksizmin kat ettiği yol
budur: Toplumsal Varlık ya da ilişkiler, Temel (Altyapı) ve Üstyapı ilişkileri
şeklinde analiz edilir ya da Klasik Marksizmin programı fiilen bunları analiz
etmek olmuştur.
Bu programı gerçekleştirmek için de Temel’in, Altyapı’nın
önemine, ve son duruşmada belirleyiciliği nedeniyle, Temel’e, Altyapı’ya
ilişkin ilişkiler, yani iktisadi ilişkiler ele alınır. Bunların içinde de
üretim ilişkileri, bölüşüm, tüketim ve değişime göre daha temeldir. Bunların
hepsi birden “İktisadi ilişkileri” veya “Altyapı” ilişkilerini oluştururlar.
Ama bu noktada yeni bir varlık biçimi daha ortaya çıkar,
değişim ilişkileri artaya çıktığında: Değer ya da Meta İlişkileri.
Ve modern toplumda (Kapitalist Toplumda) meta
ilişkileri veya değer yasası, yani değişim ilişkileri, en son ortaya
çıkan iktisadi kategori olmasına rağmen, tüm iktisadi ilişkileri (yani altyapı
ilişkilerini) de belirlediğinden, bir kara delik gibi, tüm ekonomik ilişkileri
belirler hale geldiğinden, Das Kapital’de, Marks’ın ömrünü verdiği ve
tamamlayamadığı eserinde, Meta’nın yani Değer’in analizine
girilir.
Ama Değer (Değişim Değeri) toplumsal varlığın,
belli bir düzeyinde ortaya çıkar. Çünkü, Üretim, Bölüşüm, Tüketim İlişkileri
toplumsal varlıkla birlikte onun temeli olarak ortaya çıkarlar ama Değişimin
veya Değişim İlişkilerinin, dolayısıyla Değişim Değerinin, yani Meta’nın, yani Ekonomi
Politiğin konusunun ortaya çıkması ve giderek tüm ekonomik süreçleri
belirlemesi çok sonradır.
Tam bu noktada, Ekonomi Politiğin konusu olan, Toplumsal
Varlık üzerinde yükselen ama aslında aynı zamanda yeni olarak Ortaya Çıkan
(Emergence, Zuhur) yeni bir varlık biçimi olan, Meta’nın ya da Değerin
(Değişim Değeri) analizine girilip oradan tüm bir kapitalist toplum yapısı ve
ilişkileri incelenir.
Bu bakımdan Marks’ın Kapital’i kelimenin gerçek
anlamıyla Kapitalist Toplum üzerine bir sosyolojik çalışma değil, bu
Toplumsal Varlık üzerinde ortaya çıkan yeni bir varlık biçiminin, Değişim
Değerinin, Meta’nın ortaya çıkardığı ilişkileri ele alan bir çalışmadır.
Değer yasası, tüm toplumsal süreçleri kendi girdabına
çektiğinden ve çektiği ölçüde aynı zamanda bu yeni ortaya çıkan varlık
biçiminin tüm toplumsal yaşamı da şekillendirmesi gerçekleşir.
Buna “yukarıdan aşağı nedensellik” veya “Top Down”
bir ilişki de denebilir. Aynı sorunla, yani “yukarıdan aşağı nedensellik”
ile, “Top Down” ilişki ile Toplumsal Varlığın ortaya çıkışında da
karşılaşacağız.
Bu bakımdan, Marks’ın hayatını verip tamamlayamadığı eser,
bu anlamda Sosyolojik bir eser bile değildir, Ekonomi Politik üzerine, yani
değerin (değişim değerinin) ortaya çıkışıyla ortaya çıkan ilişkileri inceleyen
bir eserdir. Toplumsal varlık üzerinde ortaya çıkan başka bir varlığın
ilişkilerini ve bunların Toplumsal Varlığın ilişkilerini nasıl etkilediğini ve
değiştirdiğini inceler.
Bu varlık biçimi bütün toplumsal süreçleri kendi girdabına
çekebilir ama bizzat kendisi de toplumsal ilişkiler üzerinde yükselen, ortaya
çıkan, yeni ve değişik bir varlık biçimidir.
Ekonomi Politiğin konusu olan, değişim ilişkileriyle
birlikte ortaya çıkan bu Varlık Biçimi, iki insan ya da kabile ilk değişimi
yaptıklarında ortaya çıkar (Emergence, zuhur). Tabii burada her türlü
somut tarihsel ara biçimlerden ve çarpılmalardan, parazitlerden, gürültülerden
soyutlanmış haliyle konuya değiniyoruz.
Modern Marksizm elbette bütün bunları veri kabul eder, ama
tabiri caiz ise, ters yöndeki sorunlara yönelir, Toplumsal Varlığın üzerinde
ortaya çıkan Değişim Değerinden, Meta üretiminden doğan ilişkileri değil, Toplumsal
Varlığı var eden, onun ortaya çıkışına (Emergence, Zuhur) yol açan ilişkileri
ele almaya çalışır.
Bu bakımdan, Klasik Marksizm gelecekte, Modern Marksizmin,
toplumsal varlığın ortaya çıkışına ve nasıl bir varlık olduğuna ilişkin
sonuçlara dayanmış olacaktır.
Yani Modern Marksizm, toplumsal varoluşun daha temeline
ilişkindir. Bunu modern Fizik ve Klasik Fizik ilişkisine benzetebiliriz. Modern
Fizik temel kuvvetlere, parçacıklara ve bunların ilişkilerine dayanır, onları
açıklamaya çalışır (Quantum Fiziği: elektromanyetik, güçlü ve zayıf kuvvetler,
Genel Görecelik: Çekim Gücü, Gravitasyon) bunlar klasik fiziğin, maddi
nesnelerin neden öyle olduğunu açıklarlar)
Benzeri bir ilişki söz konusudur. Modern Marksizm, toplumsal
varlığın neden ve nasıl var olduğunu, niçin öyle olduğunu açıklamayı kendi
konusu, amacı veya programı olarak benimsemiştir. Klasik Marksizm ise, bu
soruları sormaz, bunları veri kabul eder. Tıpkı Klasik Fiziğin etrafımızı
çeviren cansız doğayı veri kabul etmesi gibi.
Zaten ilerde görüleceği gibi, bu bakımdan Modern Marksizm
ile Klasik Marksizm arasında bir uyumsuzluk yoktur. Her ikisi de Toplumsal
Varlığı, fiziki veya organik bir varlığı olmayan bir varlık olarak ele alırlar,
Toplumsal İlişkilerden doğan bir varlık biçimi olarak ele alırlar.
Klasik Marksizm, toplumsal İlişkileri ya da Varlığı,
altyapıya ilişkin, üstyapıya ilişkin diye analiz ederken, Modern Marksizm, bu
ilişkilerin nasıl olup da ortaya çıktığı, biyolojik, yani insan denen
canlı türünün varlığını sürdürmesine yarayan ilişkilerin, nasıl olup da
cansız ve canlı varlıktan ayrı bir varlık türünün, Toplumsal Varlık
dediğimiz türün, ortaya çıkışının ve devamının ilişkilerine dönüştüğü
sorununa yönelir.
Bu bakımdan, Modern Marksizm, daha temele, derin olana
yöneliktir. Bu Temel, Altyapı anlamında Temel değildir, Toplumsal varlığın var
oluşunun, ortaya çıkışının temeli anlamındadır. Klasik Marksizm ve onun ele
aldığı toplumsal varlığın analizine ve dolayısıyla temeline de ilişkin
kavramlar, o varlığın üzerinde, o temelin üzerinde var olur.
Ve Modern Marksizm, tam da daha temel olana ilişkin olduğu
için daha kapsayıcıdır.
Klasik Marksizm, toplumsal varlığın çekirdeğinden (Maddi
üretim) hareket eder, ama o çekirdeğin var olması için onun içinde var olduğu
Toplumsal Varlığın var olması gerekir.
Üretim biyolojik değil, Toplumsal bir kategoridir. Üretimin
olması için önce toplumsal varlığın ortaya çıkmış olması gerekir. Ama toplumsal
varlık bir kere ortaya çıkınca, üretim olmadan da toplumsal varlık var olamaz.
Ve toplumsal varlık bir kere ortaya çıkınca, yukarıdan aşağı nedensellik ile,
Top Down ilişki ile, organları aletlere, bir biyolojik varlık olan İnsan’ı,
yepyeni bir varlık türü olan toplumsal ilişkilerle var olan, toplumsal
ilişkiler tarafından belirlenen insana dönüştürür. Bu iki insan çok farklı iki
bilim alanının konusudur. Biri biyolojinin, diğeri sosyolojinin konusudur.
Burjuva sosyolojisi ve Antropolojisi Hakkında Kısa Bir not
Ve bu özelliği nedeniyle, yani sorunu böyle koyuşuyla Modern
Marksizm, bütün Akademik Antropoloji ve Sosyolojinin (Ya da
burjuva Sosyal Bilimin) eleştirisidir de denebilir. Çok kaba ve genel olarak
ifade edelim.
Sosyoloji, Toplumsal Varlığın ortaya çıkışını, Aydınlanma
yazarlarının problematiği içinde, aslında modern toplumun ilişkilerinin toplamı
olan, modern toplumun insanlarının ilişkilerini, toplumsal varlığın ortaya
çıkışına ve özüne taşıyarak ve buradan hareketle Toplumsal Varlığı açıklamaya
çalışır.
Yani Sosyolojinin Toplum veya Toplumsal Varlık kategorisi,
özünde Modern Toplum ile özdeştir. Modern toplumun ilişkilerini ve insanlarını
tüm toplumsal varoluşu ve tarihi açıklamak ve yorumlamakta kullanır.
Aslında bu bakımdan bütün diğer var olan toplumlardan daha
farklı değildir, bütün somut toplumların, tarihe ve toplumsal yapıya ilişkin
anlatıları, özünde bir kendine göndermedir. Modern sosyoloji de aslında modern toplumsal ilişkileri yeniden üretmenin
bir aracıdır ve modern toplumun kendisine bir gördermedir.
Antropoloji ise, tam tersine, toplumsal varlığı biyolojik
ilişkiler ve kavramlardan hareketle açıklamaya çalışır. Biyolojinin
kavramlarını, toplumsal ilişkileri açıklayan kavramlara terfi ettirir.
Antropoloji ve Antropologlar, biyolojik kavramları, örneğin
“Memler” gibi, biyolojik “Genler”den aktarma ve saçma, “Kültür” ve “Kültürel
Evrim”, “Zeka”, “Dil”, “İşbölümü”, “Anlam” gibi özünde biyolojik varlık
çerçevesinde ortaya çıkmış organları alıp, onları toplumsal varlığa ilişkin
kavramlar olarak tanımlayıp, oradan toplumsal varlığı açıklamaya çalışırlar.
Ama her ikisi de, Sosyoloji de Antropoloji de aynı mutlak
bir insan özünden yola çıkar. Biri, sosyoloji, modern toplumun insanını adeta
mutlak bir insan özü, diğeri, Antropoloji, biyolojik bir varlık olarak insan
türünün özelliklerini, mutlak bir insan özü olarak ele alır. Ama bizzat bu ele
alışın kendisi de yine modern toplumun ilişkilerini yeniden üretmenin bir
aracıdır.
Ve her ikisi de İnsan’dan hareket ederek toplumu ve
toplumsal varlığı açıklamaya çalışırlar. Keza İnsan Kavramı da Zeka, Düşünce
vs. ile özdeşleşmiştir.
Halbuki sadece İnsanlar değil, İnsan kavramının kendisi bile
belli toplumsal ilişkilerin ifadesidir. İnsan’ın ne olduğunu bile belirleyen
toplumsal varlık ve onun ilişkileridir. Tarih ve toplum dışı bir İnsan
kategorisi yoktur.
Ve insan kavramının bu öne çıkarılışı, bir varlık kategorisi
olarak Toplum veya Toplumsal Varlık kategorisini konu dışı bırakır.
Maalesef, “Klasik Marksizm” bütün bu alanları, burjuva
Antropolojisi ve Sosyolojisine terk etmiştir. Buraları yeniden fethedebilmek ve
buralara egemen bu kavramları Toplumsal Varlığın alanından sürmek için, “Modern
Marksizm” olmazsa olmazdır.
Burada yeni bir görev ortaya çıkar. Modern Marksizm, Toplumsal Varlığın ortaya
çıkışını ve canlı varlıkla farkını ortaya koyabilmek, onu tanımlayabilmek için,
Antropolojinin kavramlarını Toplumsal Varlık alanından sürebilmek için, ister
istemez canlı varlıktan ve onun biliminden (Biyolojiden) hareket etmek, bu
yabancı bölgeye de(yaşam, canlı varlık, biyoloji) girmek zorundadır.
Ve bunu yaparken ister istemez, biyolojinin kavramlarını
da toplumsal varlığın kavramlarıyla farkı içinde yeniden tanımlamak zorundadır.
Öte yandan Sosyolojinin kavram kategorilerinin aslında
Modern Toplumun Dininin kavram ve kategorileri olduğunu göstererek de, modern
toplumun dininin kavram ve kategorilerini Toplumsal Varlığın ve onun biliminin
alanından kovmak ve ait oldukları Modern Toplumun Dininin kavram ve
kategorileri arasına koymak zorundadır.
İşte bu Toplum veya toplumsal Varlık bahsinde ele almaya
çalışacağımız konular bunlardır.
Burada muazzam bir veri yığını vardır. Bunları veya en
önemlilerini tek tek incelemeye bir insanın gücü ve kapasitesi yetmez. Hele
bizim hiç. Ne gücümüz, ne zamanımız, ne birikimimiz ve ne kapasitemiz var.
Ama en azından bir başlangıç yapıp bir takım ipuçları ortaya
koyabiliriz.
Mekke’ye giden karınca gibi, gidemesek de hiç olmazsa
yolunda ölürüz.
25 Temmuz 2025 Cuma
Demir Küçükaydın
https://demirden-kapilar.blogspot.com/
[1]
Örneğin “Marksizm
ve Din (2) - Modern Marksizmde Din Kavramı ve "Zındık Marksizmin"
Katkıları” başlıklı 2014 tarihi yazım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder