25 Temmuz 2025 Cuma

“Klasik Marksizm” ve “Modern Marksizm”

Gerek “Marksizmin Yeniden İnşası” başlıklı uzun ve hala devam eden çalışmamda gerek kimi başka yazılarımda[1], zaman zaman “Klasik Marksizm” ve “Modern Marksizm” kavramlarını kullandığım görülüyor.

Bu ayrımı düşünüp taşınarak, bu kavramları tanımlayarak ve sınırlarını net olarak çizerek yapmadığımı fark ettim. Kullanıma bağlı olarak bu iki Marksizmin sınırlarının zaman zaman iç içe geçtiğini, zaman zaman da farklı sınırlara göre kullandığımı fark ettim.

Bu farklı kullanımı bir iki örnekle göstermekle yetineyim.

Örneğin 2017 Tarihli “Korkut Boratav, Perry Anderson, Habermas, Zizek Diğerleri ve Devrim Kavramı Üzerine” başlıklı yazımda şöyle bir tanım yapmışım:

Klasik Marksizm derken, bizim “Marksizm'in Marksist Eleştirisi”yle geliştirdiğimiz, bir Üstyapılar teorisi, dolayısıyla bir Din ve Ulus teorisi olmayan Marksizm’i, 2005 senesinden önceki Marksizm’i kastediyoruz. Bunu Stalinizm’le de karıştırmamak gerekir. Yani Troçki, Kıvılcımlı, Luxemburg, Lenin, hatta “Batı Marksizmi", Mandel vs. hepsi bu klasik Marksizm çerçevesindedirler bizim buradaki sınıflamamıza göre.

Ama örneğin 2014 Tarihli bir yazımızın başlığı şöyle:
Marksizm ve Din (2) - Modern Marksizmde Din Kavramı ve "Zındık Marksizmin" Katkıları

Ve bu yazıda bir dip not olarak şu tanımı da yapmışız.

Dikkat edilirse olumlu olarak üç Marksizm’den söz ediyoruz. Bunlar bir ve aynı Marksizmin üç aşaması gibi görülmelidir. Klasik veya Otantik Marksizm; Zındık, Heteredoks Marksizm; Modern Marksizm.  Modern Marksizm, Klasik Marksizm'in orijinal kavramlarına ve Zındık Marksizm'in katkılarına dayanarak şekillenmiştir. Onların devamcısıdır. Zaten bu yazıda bu hikâye anlatılmaktadır.”

Görüldüğü gibi burada, “Klasik” ve “Modern Marksizm” arasına bir de “Zındık Marksizm” kavramıyla ifade ettiğim bir Marksizm daha koymuşum. Ama ilk alıntıdaki tanıma göre ise “Klasik” ve “Heteredoks” Marksizmleri, genel “Klasik Marksizm” başlığı altında bir ve aynı Marksizm olarak tanımlamışım.

"Marksizmin Yeniden İnşası” çalışmalarına devam ederken, bir mola verip, Klasik ve Modern Marksizm kavramlarını ne anlamlarda kullandığımı net olarak tanımlamamın doğru olacağı, bunun ayrıca yazdıklarımın daha kolay anlaşılmasını sağlayabileceği gibi bir sonuca ulaştım.

Ayrıca bu farkı anlatırken, Modern Marksizmin Klasik Marksizm’le farklılığını tanımlarken, Yeniden İnşa’nın ne ve hangi noktalarda da olduğunu da daha net ve kısa olarak anlatma olanağı çıkabileceği sonucuna da ulaştım.

Önce bu iki kavramın biçimsel sınırlarını çizmeyi deneyeyim.

Modern Marksizm

Modern Marksizm” derken, “Marksizmin Yeniden İnşası” başlığı altında sistematik olarak toparlamaya çalıştığım, aşağı yukarı 2004’ten beri adım adım sürekli yeni keşifler ve sonuçlarla olgunlaştırmaya çalıştığım, ilk kez “Marksizmin Marksist Eleştirisi”nde bir taslak olarak yazmış sayılabileceğim, daha da geliştirilmesini muhtemelen bizden sonra gelenlere bırakmak zorunda olduğum, ama yaşarken hiç olmazsa, omurgasını, iskeletini veya daha derli toplu bir taslağını yazmak istediğim Marksizm’i kastediyorum.

Dolayısıyla “Modern Marksizm”, henüz ortaya çıkış, oluş, doğuş halindeki bir Marksizm’dir.

Bu Marksizmin kimi sonuçları ve sorunları yazılarımda parçalar halinde vardır ama akadamik standartlara uygun, sistematik ve derli toplu bir açıklaması yoktur.

Bu bakımdan sadece bu satırların yazarına has bir kavram veya sınıflama olarak da görülebilir.

Yerleşip yerleşmeyeceğini zaman gösterecektir.

Klasik “Klasik Marksizm” Kavramı

Klasik Marksizm” kavramıyla da genel kullanımdan daha farklı bir sınır çiziyorum. Bu da yine “Modern Marksizm” kavramı gibi, benim yüklediğim anlam göz önüne alınırsa, bu satırların yazarına has bir kavramdır.

Bu kullanımın da tutulup tutulmayacağını, yerleşip yerleşmeyeceğini zaman gösterecektir.

Klasik Marksizm” diye, genellikle, Türkiye’de Marks, Engels, Lenin’in adına bağlı Marksizm kastedilir.

Bundan sonrası akımlara göre değişir. Ama bu üç ismin en azından tartışabilmek için ortak kabuller sunduğu varsayılır.

Ancak bu üçünden sonrasında şekillenenlerin bu üçünü yorumlaması farklı olduğundan, “Klasik Marksizm”den anlaşılanın biçimsel sınırı aynı olabilir ama içeriği genellikle farklıdır.

Ama yine de sonra şekillenenlerin, bu üç klasiğin ne kadar devamı olduğunu veya devamı olup olmadığını tartışabilmek için bile, en azından Türkiye Devrimci ve Sosyalist Hareketinin gelenekleri içinde, ortak bir temel ya da dil ya da kavramsal çerçeve oluşturduğu söylenebilir.

Benim “Klasik Marksizm” Kavramımın Kapsamı ve Sınırları

Ben de bu üçlünün ismine bağlı, genel kabul gören Marksizmin yanı sıra, onun devrimci ve eleştirel yanını sürdüren şu üç “yeraltı akıntısını”, “damarı” ya da “Zındık Marksizmi” de “Klasik Marksizm” çerçevesinde görüyorum. Ya da şöyle diyeyim: bundan sonra böyle bir sınır çizgisine dayanacağım.

(Bu bakımdan en azından bütün Türkiye’deki ve dünyadaki Marksistlerden ayrıldığım söylenebilir.)

·       Troçki (ve Mandel) adına bağlı, Klasik Marksizm’i en otantik biçimiyle savunmuş ve geliştirmeye çalışmış, özellikle Politika ve Ekonomi alanında önemli katkılar yapmış akım ya da damar.

·       Perry Anderson’un “Batı Marksizmi” dediği, Lukacs’tan Adorno, Marcuse, Bloch, Lefewbre gibilerine kadar uzanan, genellikle Felsefe, Metodoloji, Sanat, Gündelik Hayat gibi, Klasik tanımda “Üstyapılar” çerçevesindeki konularda yoğunlaşmış akım ya da damar.

·       Ve son olarak, Türkiye’de Hikmet Kıvılcımlı adına bağlı özellikle Tarih ve Sosyoloji alanında yoğunlaşmış akım ya da damar.

(“Doktorcular” bu damarın dışındadır ve hiçbir katkıları yoktur.)

İki binlerin başında yazdığım ve o aralar yayınlanan “Marksizmin Marksist Eleştirisi” isimli kitabıma yazdığım “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” başlıklı Önsöz’de, bu üç damarın, birbirlerini pek bilmemelerine rağmen, birbirlerini tamamladıklarını, ortak bir kavram sistemi içinde sentezleştirilebileceklerini ve bunu görev olarak önüme koyduğumu ve bunu da ana hatlarıyla başardığımı düşündüğümü yazmıştım.

Bu sentezi açıklamak için de Marksizmin doğuşunda dayandığı üç geleneği ya da kaynağı bir analoji olarak kullanmıştım: Marksizmin “Fransız Sosyalizmi”, “Alman Felsefesi” ve “İngiliz Ekonomi Politiği”nin sentezi olması gibi, geleceğin Marksizminin de sıralanan üç geleneğin sentezine dayanacağını ve dayanması gerektiğini yazıyordum.

Aynı Önsöz’de bu sentezin de bir taslağı yer alıyordu.

Ama burada da kalmıyordum, “Yeni Sosyal Hareketler” denen (Kadın, Siyah, Çevre, Barış, Ulusal Kurtuluş gibi) iktisadi ilişkiler içindeki konum ve çıkarlardan (yani sınıf ayrımlarından) kaynaklanmayan öznelerin ve bunların hareketlerinin de varlığını ve programatik, stratejik, taktik ve örgütlenmeye ilişkin sorunlarını ve katkılarını da yine klasik Marksizmin kavramlarıyla iyi kötü tutarlı bir açıklamaya kavuşturduğum düşüncesini de ifade ediyordum. (Bugün de öyle düşünüyorum.)

Ancak o zamanlar, Marksistlerin programatik olarak sadece iktisadi ve politik alanlardaki taleplerle yetinemeyecekleri, yeni bir uygarlığı programatize etmeleri gerektiği gibi bir sonuca ulaştığımdan, Yeni Sosyal Hareketlerin ortaya koyduğu sorunların, bu bir uygarlık tasarımı sorununu çözmek için bir anahtar olabileceğini düşünüyordum. Yani “Geleceğin Marksizmi” için bu hareketlerin ve ortaya çıkardığı sorunların düğümü çözecek bir ipucu olduğunu düşünüyordum.

Ancak bugün vardığım noktada, o zamanki bu düşüncemin çözümü yanlış yerde aradığı sonucuna ulaşmış bulunuyorum.

Bugün bu hareketlerin varlığının, ortaya getirdiği sorunların ve katkıların önceki “Klasik”+”Zındık”= “Klasik” Marksizmlerin paradigması içinde kaldığını ve bu nedenle “Klasik Marksizm” ayrımı içine yerleştirilmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Başka bir Uygarlık” sorununun çözümünün ip ucunun, Din ve Ulus Teorilerinde olduğunu, bunların teorisinin de Toplumsal Varlığın nasıl bir varlık olduğu sorunuyla ilgili olduğunu düşünüyorum.

Bu açıklamalar ışığında, “Klasik Marksizm” derken kastettiğimin sınırları şöyle bir denklemle ifade edilebilir:

“Klasik Marksizim” = (Marks-Engels-Lenin) + (Troçkist gelenek + “Batı Marksizmi”  + Hikmet Kıvılcımlı) + (Yeni Sosyal Hareketler= Kadın, Siyahlar, Ulusal Kurtuluş, Çevre, Barış hareketlerinin varlıkları, sorunları ve katkıları.)

“Klasik Marksim”i Böyle Genişletmemin Temel Nedeni

Gerçekten de bütün bu “Zındık Marksizm” de dediğim “dip akıntıları” ve Yeni Sosyal Hareketlerin hem varlıkları hem de ortaya koydukları sorunlar, “Klasik Marksizm”in sunduğu kavramlarla, kolayca ve iç tutarlılık içinde açıklanabilmektedir.

Örneğin “Yeni Sosyal Hareketler”in varlığının ve sorunlarının Marks, Engels ve Lenin’in ve sonraki “Zındık Marksizmin” eserlerinde bulunmaması, onların dayandıkları kavramlarının bu özneleri ve özneleri ortaya çıkaran sorunları açıklama ve çözümleri programlaştırma yeteneğinde olmadığını göstermez

Bu nedenle bu satırların yazarının kullanımında “Klasik Marksizm” kavramı, genel kullanımdan farklı olarak, bütün bu birikimi kapsamaktadır ve bundan sonra kapsamı yazılarımızda böyle anlaşılmalıdır.

Bu geniş anlamıyla “Klasik Marksizmi” yazı ve kitaplarımda, ana hatlarıyla, dağınık da olsa, bir bütün olarak toparladığımı düşünüyorum.

Burada çok ciddi, teorik ve temel kavramlara ilişkin, sorunlar olmadığını düşünüyorum.

Geniş Anlamıyla “Klasik Marksizmin” Dayandığı Sınırlar

Ancak Klasik Marksizmin aynı kavram seti, “Uluslar ve Ulusçuluk”, “Din” gibi çok temel, yaygın ve egemen olguları açıklamaya kavuşturmakta yetersiz kalmıştı.

(İşin kötüsü, “Klasik Marksistler”in ezici çoğunluğu bunun da farkında değildirler.)

Klasik Marksizmin hala bir Ulus, Ulusçuluk Teorisi ve Din Teorisi, diğer bir deyişle bir Üstyapılar Teorisi yoktu.

İşte “Modern Marksizm” derken geniş anlamıyla, “Klasik Marksizm” çerçevesindeki geleneklerin katkılarının, Ulus, Ulusçuluk ve Din gibi, toplumsal olguların ne olduklarını tanımlamak ve açıklamakta yetersiz kaldığı, hatta problematize etmediği ve çözülmüş varsaydığı, bu alanları ya da olguları da açıklayan bir Marksizm’i kastetmiş oluyorum.

Klasik ve Modern Marksizmin İlişkisi

Bu biçimsel olarak sınırları çizilmiş Klasik ve Modern Marksizm’in birbirleriyle ilişkisi hakkında da yine genel bir belirleme yapmak gerekirse, “Modern Marksizm” derken, yukarıda bir formül biçiminde toparlanan geleneklerin teorik katkılarına, tarihsel tecrübelerine dayanan “Klasik Marksizm”i de içeren ama onun yetersiz kaldığı bu alanları da açıklayan bir Marksizm’i kastediyorum.

Yani “Modern Marksizm” “Klasik Marksizm”den ayrı, başka veya onun dışında bir Marksizm değildir.

Modern Marksizm, Klasik Marksizm’i de kapsayan ve onun temelleri üzerinde yükselen ama klasik Marksizmin paradigması dışında kalan alanları da kapsayan ve bunun ışığında Klasik Marksizm’i de eleştiren ve geliştiren bir Marksizm’dir.

Yani Modern Marksizm, Klasik Marksizm’i reddetmez, ona dayanır ama aynı zamanda onu eleştirir ve aşmaya çalışır, onu kendisinin çekirdeği olarak sahiplenir.

(Gerçekten bunu başarıp başaramadığı ayrı bir sorundur. Burada hedeflenen ve var olduğuna inanılan bir ilişki tanımlanmaktadır.)

Elbette bu biçimsel sınırlamalar veya ilişkilerin bu genel tanımlanışı, bize bunların içeriği hakkında bir şey söylemez ama önce bu biçimsel ayrımı ve sınırları nasıl çizdiğimizi, kavramların ilişkisini nasıl ele aldığımızı kısaca açıklamak gerekiyordu.

“Klasik Marksizm ve Modern Marksizm Ayrımının Kökeni

Peki bu “Klasik Marksizm” ve “Modern Marksizm” terim veya kavramları nereden çıktı?” ve “böyle bir ayrıma gerek var mı?” diye sorulabilir.

Bu soruya şöyle bir cevap verebilirim sanırım.

Bu iki farklı Marksizm kavramını kullanmaya, bilinçli olarak, “böyle bir adlandırma yapayım” diyerek başlamadım, sanırım kendiliğinden oluştu.

Temellerini atmaya çalıştığım Marksizmin hem “Klasik Marksizme” bağlılığını hem de farklı ama onu kapsayıcı olduğunu ifade etmek ağır basan bir kaygıydı sanırım.

Modern Marksizm” kavramının bu “Klasik Marksizm”le ilişkiler, çelişkiler ve kıyas içinde daha doğru tanımlanacağını düşünüyordum sanırım.

“Klasik” ve “Modern” Sıfatlarının Kökeni

Marksizmin bu iki farklı biçimini ayırmak için “Klasik” ve “Modern” sıfatlarını kullanmam da sanırım bilinçli bir seçim değildi ama muhtemelen “Klasik Fizik” ve “Modern Fizik” ayrımından ilham almış olabilir ve sanırım öyle.

Doğa bilimlerine meraklı bir insanımdır ve onlardaki tüm gelişmeleri de bir amatör olarak, biraz da bir hobi gibi, izlemeye çalışırım. Doğa bilimlerinin kavramlarıyla ve gelişmeleriyle haşır neşir oluşum, böyle bir tanımlamayı seçmeme yol açmış olabilir.

Aslında Fizikte (ve Biyolojide) kullanılan, “Klasik” ve “Modern” sıfatlarını kullanmamın, belki bilinçsiz ama son derece isabetli bir seçim olduğunu düşünüyorum.

Çünkü böylece canlı ve cansız doğayı inceleyen bu iki temel bilimdeki klasik ve modern ilişkisinin bir benzerini kastettiğimi ve hedeflediğimi de vurgulamış oluyorum.

Klasik Fizik” denen Newton Fiziği de yanlış değildir, dünyada veya “orta büyüklüklerde” pek ala iş görür. Ay’a yollayacağınız roketlerin hesaplarını bile onunla yapabilirsiniz.

Modern fizik ise çok büyükler ve çok küçükler alemini açıklayan ama birbiriyle aynı kavram sisteminde birleştirilemeyen Fiziktir.

Bu iki Fizik, bu iki alanda, çok açıklayıcı ve işlevseldirler ve neredeyse bütün denemelerden başarıyla çıkmışlardır.

Ve bunlar Newton fiziğini (“Klasik Fiziği”) reddetmezler, özel bir hal olarak içerirler ama aynı zamanda daha derin ve kapsayıcıdırlar, daha temele ilişkindirler.

Ama nasıl Modern Fizik, bu iki biçimiyle de Newton fiziğinin mirasına dayanıyorsa ve onun bir tür eleştirel aşılması ise, Modern Marksizmin Klasik Marksizm’le ilişkisi de benzer bir karakterdedir ve gerçekten modern bir Marksizm olacaksa öyle olmalıdır.

*

Biyolojide de benzer bir ayrım vardır.

Klasik Newton Fiziğinin yerini biyolojide “Darwin Yasaları” veya “Darwinizm” alır.

Bütün çağdaş biyologlar için artık bu ortak kabul ve temeldir.

Ama arada geçen zamanda, özellikle Yirminci yüzyılda, bu yasaların işleyiş mekanizmalarına, biyokimyasal temellerine ilişkin büyük gelişmeler kaydedilmiştir.

Ve biyolojide “Modern Sentez” genel olarak Darwin ve Mendel’in sentezi ama daha ayrıntıda: Genetik, Doğal Seçilim, Popülasyon Genetiği (Evrimin matematiksel temelleri), mutasyonlar ve bunların rekombinasyonları, Makro ve Mikro Evrim Bağlantısı, Türleşme gibi alanları kapsar ve yepyeni kavramlar geliştirmiştir.

Ama dikkat edilirse bütün bunlar, Darwin’in temellerini yıkmaz, onun işleyiş mekanizmalarına ilişkindir.

Hatta son yıllarda biyolojide bu “Modern Sentez”in de yetersiz olduğu onu da genişletmek gerektiği savunulmuştur ve buna da “Genişletilmiş Modern Sentez” denmektedir. Örneğin Gould’un evremen büyük sıçramalarla çalıştığını açıkladığı diyebileceğimiz katkıları, Niş İnşası, Epigenetik, Kültürel Evrim gibi alanları içermesi gerektiği düşünülmektedir.

(Ben de şahsen böyle düşünmeye eğilimliyim. Ayrıca ilerde ele alacağım, Organ ve Araç (Alet) ayrımının, tanımlarının ve kavramlarının da bu Genişletilmiş Modern Sentez’e katılması gerektiğini düşünüyorum.)

Ama burada bizim için önemli olan, “Klasik Darwinizm”, “Modern Darwinizim” veya “Modern sentez” ve “Genişletilmiş Modern Darwinizm veya Sentez”in ilişkileridir.

Tıpkı Modern Fizik ve Klasik Fizik ilişkisi gibidir bu ilişki.

İşte bizim “Klasik Marksizm” ve “Modern Marksizm” İlişkisinde söz ederken anladığımız ve olması gereken, daha ziyade bir sonuç olarak ortaya çıkması gereken, benzeri bir ilişkidir.

Bu nedenle bilinçli olmasa da böyle, doğa bilimlerindekine benzer bir ayrımı kullanmam doğru olmuştur diye düşünüyorum.

Bu Biçimsel Sınırlar İçinde Kendi Çalışmalarım

Bu biçimsel sınır çizmeyi kendi çalışmalarımda şöyle de ifade edebilirim: “Klasik Marksizim”:  Marksizmin Marksist Eleştirisi”ne “Önsöz” olarak yazdığım “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” başlıklı uzun yazıda anlattığım sentezdir.

Ancak tam da bu Önsöz’ü yazdığım dönemlerde, (2000- 2005 arası diyebilirim) Ulus ve Din sorunları teorik ilgimin merkezine geçti.

Ve yine “Marksizmin Marksist Eleştirisi” kitabında da yer alan “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı”, “Ekim Devrimi Sosyalist Bir Devrim miydi?”, “İnsan Nedir?”,  “Dünyanın Temel Sorunu: Uluslar”, “La İlahe İllallah” gibi yazılar da bu konuları ele alıyordu. Yani “Marksizmin Marksist Eleştirisi” başlığıyla basılan kitap, aynı zamanda “Modern Marksizim”in ilk taslağı ve belli başlı konuların ilk sunuluşu sayılabilir. Hepsi olgularla ayrıntılı olarak kanıtlanmayı ve açıklanmayı bekleyen varsayımlar gibidir.

Daha önce de belirttiğim gibi, “Marksizmin Yeniden İnşası” başlıklı, şu an içinde bulunulan ve Ulus ve Ulusçuluk, Din ve Toplum diye üç bölümlük çalışma, “Modern Marksizm’i” hiç olmazsa taslaklaştırmayı amaçlamaktadır.

İlk kitabı oluşturan “Uluslar ve Ulusçuluk Teorisine Giriş”, bu “Yeniden İnşa”nın ya da “Modern Marksizm”in ilk derli toplu ele alınışının bir örneği sayılabilir.

*

Klasik Marksizm ve Modern Marksizmin İçeriksel Farkları

Bu biçimsel ölçütler ve sınır çizmeler yeter kanımca.

Şimdi içeriğe girelim, farkları somutlamaya çalışalım.

Klasik Marksizm ve Modern Marksizm’in farkını eğer provakatif bir şekilde ifade etmek gerekirse, onu şöyle formüle edebiliriz: “Klasik Marksizm Varlığın Düşünceyi belirlediği Marksizm’dir, Modern Marksizm Düşüncenin Varlığı belirlediği Marksizm’dir.”

Bunun provakatif ve paradigma (değerler sistemi) farkını vurgulamaya yönelik bir formülasyon olduğu unutulmasın. Buraya tekrar döneceğiz.

Şimdi önce bazı hatırlatmalar.

Neden “On İkinci Tez” başlığıyla “On Birinci Tez”den Başladım

On İkinci Tez” başlıklı son fragmanda, Marks’ın “On Birinci Tez”ini ele alıp eleştiriyorduk.

Böyle bir noktadan hareket etmemizin nedeni, Toplumsal Varlık ya da Toplum’un ne olduğu konusuna girmekti. Ve bunu bir bakıma Klasik Marksizmin doğuşu kabul edilen önermeden (11. Tez) yola çıkarak yapmaktı. Yani hem mirasa dayanma ve sahiplenme hem de onun eleştirisi.'

Çünkü Marksizmin Yeniden İnşası’nın ilk kitabı olan “Uluslar ve Ulusçuluk Teorisine Giriş”in genel olarak planımızı ve ele alacağımız sorunları açıkladığımız, başlangıçtaki “Başlıca Kıtalar” başlıklı bölümde, “Yeniden İnşa”yı üç başlık altında yapmayı planladığımızı belirtirken bu “üç kıta”nın, “Uluslar ve Ulusçuluk”, “Din” ve “Toplum veya Toplumsal Varlık” kıtaları olduğunu yazıyorduk.

Aslında ilk planımıza göre, yazmada araştırmalarımızın izlediği yolu izleyerek, “Uluslar ve Ulusçuluk”tan sonra “Din” kıtasına girmeyi, ondan sonra da “Toplum veya Toplumsal Varlık” kıtasını ele almayı düşünüyorduk.

Araştırma ve Açıklama Yöntemlerinin Karışması

Aslında böyle bir yolu izlemek araştırma ve açıklama yöntemleri ilişkisi bakımından yanlıştı. Ama böyle bir yanlışı bile bile yapıyorduk.

Çünkü normal insan ömrünün sonlarındaydık. Araştırmanın sonlanmasını sonra en genel ve temel olandan, “Toplumsal Varlık”tan yola çıkarak en somut ve pratik olan “Ulus ve Ulusçuluğa” doğru yol alacak zaman, güç ve birikimimiz yoktu.

Bu nedenle açıklamada en son ele alınması gerekenden başladık: “Uluslar ve Ulusçuluk”.

Böyle başladık ama “Marksizmin Yeniden İnşası’nda Nerede Kalmıştık?” başlıklı, uzun bir hesap verme olan, denemede açıkladığımız gibi, bu arada Yapay Zeka Devrimi ve buna bağlı olarak tüm temel dillerde okuma ve dolayısıyla muazzam bir kaynak yığınına ulaşma olanağı ortaya çıkmıştı.

Ama bu olanak artık Yetmiş Beş yaşında, yani ömrümüzün veya çalışabilir biyolojik, psikolojik ve zihnen bir şeyler yapabilecek durumda oluşumuzun sonunda ortaya çıkmıştı.

Bunun üzerine, daha çok okuma yapabilmek için, ikinci olarak ele almamız gerekin “Din” konusunu sona atarak, aslında açıklama veya anlatım yönteminde ilk ele alınması gereken, en genel ve soyut “Toplum” ya da “Toplumsal Varlık” konusunu ikinci olarak ele almaya karar verdik.

Yani ilk planı yine değiştirdik.

Yani tekrar, olması gereken açıklama yöntemine, en genel ve soyut olana döndük.

Bunun bir nedeni, Toplum’u veya Toplumsal Varlığı yazarken, Din konusunu yapay zekanın sunduğu daha geniş olanaklarla daha geniş olarak ele almaktı.

Ama aynı zamanda “Toplumsal Varlık” kıtasını ele almadan “Din”i açıklamanın zorluğuydu.

Bu nedenle bu çalışma araştırma ve açıklama yöntemleri bakımından karışık bir yol izliyor.

“Toplumsal Varlık” ve On Birinci Tez”

İşte toplum veya toplumsal varlık konusunu ele alabilmek için, Marks’ın On Birinci Tez’inin yanlışlığını, yani bir “Yorum” (“düşünce”) olarak Toplumsal Varlığı değiştirerek, “YorumlarlaToplumsal Varlığın değiştirilemeyeceği şeklindeki kendi yorumunu (önermesini, düşüncesini) bir yorum olarak somut varlığıyla çürütmüş olmasından yola çıkarak Toplumsal Varlık bahsine bir yaklaşım sağlayacağımızı düşünmemizdi.

Yani Marks’ın “On Birinci Tez”deki önermesinin Varlığı (bir düşünce ya da yorum olarak varlığı) sosyolojik bir önerme olarak içeriğini (Yorumlarla ya da düşüncelerle dünyanın değiştirilemeyeceğini) çürütüyordu.

Çünkü yorumlar üzerine bu yorum, toplumsal varlıkta ciddi değişiklikler yapmıştı. En azından sosyalist harekette ve Marksistler arasında.

Bu kendi içeriğini varlığı ile çürütme, Toplumsal Varlığın özünü kavramak için hem somut bir örnek hem de konuya daha derinliğine girmek için, bir başlangıç olarak çok uygundu.

Ayrıca Marks’ın başladığı yerden başlayarak hem geleneğe bağlılığı hem de eleştirel tutumu ifade etmiş de olmak istiyordum.

Böylece bu çalışmada “tek kutsalımın hiçbir kutsal tanımamak” olacağını da somut olarak göstermiş oluyordum.

“On birinci Tez”in Bağlamı ve Gerçek Anlamı

Aslında “On İkinci Tez”de “On Birinci Tez”in yanlış anlaşılma, yorumlama ve kullanımına bağlı olarak ve bu yanlış anlamaları veri kabul ederek küçük bir hile de yapmış oluyordum.

Marks’ın On birinci Tez’deki önermesi, aslında genellikle Marksistler tarafından anlaşıldığı ve yorumlandığı biçimiyle, Toplumsal Varlığa ve Düşünce Varlık ilişkisine ilişkin değildir, Teori ve Pratik İlişkisine ilişkin de değildir, Politik Mücadelenin hangi biçimlerde verileceğine ilişkindir. Yani özünde mücadele biçimlerine ilişkin bir önermedir. Bu o dönemi anlatan literatürde çok açık olarak görülebilir. Ama geçer ayak Lenin’den bir kanıtı gösterelim.

Örneğin Lenin şöyle yazar: "Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi. Bruno Bauer ve hempalarına karşı." '"Kutsal Aile', Bauer 'kardeşler ve yandaşları gibi filozoflar için kullanılan alaycı bir nitelemedir. Bu baylar, her türden gerçekliğin, partilerin ve politikanın üzerinde duran, pratik faaliyeti yadsıyan ve kendilerini, çevreleyen dünya ve onun içinde gerçekleşen olayları 'eleştirel' olarak gözlemlemekle sınırlayan bir eleştiri vaaz ediyorlardı. Bay Bauerler, proletaryaya, eleştirel olmayan bir kitle olarak tepeden bakıyorlardı.

Lenin’in sözleri Kutsal Aile’ye ilişkin olmakla birlikte, aynı zamanda Marks’ın önermesini yazarken göz önünde bulundurduklarının genel özelliklerini özetler: Eleştirel olarak gözlemlemek, yorumlamak ve pratik faaliyeti küçümsemek ve uzak durmak.

Yazıldığı dönem ve bağlama bakıldığında aslında Marks’ın önermesinin mücadelenin nasıl verileceğine ve verilmesi gerektiğine ilişkin olduğu açıktır.

Ama Marks eleştirisini genel kategoriler biçiminde, felsefi bir dille yapmıştı ve bu nedenle de büyük ölçüde yanlış anlaşılmıştı. (Öte yandan bunlar yayınlanmak için değil, müsvedde olarak kendisi için yazılmış satırlardı.)

“Aslında Marks’ın “On Birinci Tez”i, Marks’ın henüz “Marksist”, yani bir “Toplum Bilimci” ve Sosyalist olmadan önceki, bir Felsefeci ve Demokrat olduğu dönemdeki önermesiydi. Ve önerme, felsefenin diliyle, genellemeler biçiminde, politik mücadelenin nasıl verileceğine ilişkin bir önermeydi.

Özetle Marks, o zamanlar felsefi kavramlarla düşünüyor ve eleştirilerini ve görüşlerini öyle ifade ediyordu, henüz sosyolojik kavramlara geçememiş, yani henüz Marksist olamamış Marks’tı.

Önerme de bu nedenle, adeta düşünce ve varlık ilişkisine ilişkin felsefi bir önermeymiş gibi formüle edilmiş ve çoğu durumda yanlış olarak öyle anlaşılmıştı.

Ve biz de bu yanlış anlaşılan biçimiyle önermeyi ele alıp o bağlamda eleştirisini yaparak anlaşıldığı biçimiyle, Marks’ın hareket noktasından hareketle bir giriş yapmayı düşünmüştük.

Yani yanlış anlaşılmayı Düşünce ve Varlık İlişkisine girebilmek için bir vesile saydık.

Amacımız, On Birinci Tez’i basamak yaparak, Düşünce ve Varlık İlişkisinin daha geniş olarak ele alındığı, Engels’in o dönemdeki evrimlerini de anlatan, Marksistlerin eğitiminde temel bir klasik olmuş, “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi”nin eleştirisi biçiminde Toplumsal Varlık ve Düşünce ilişkisine, dolayısıyla da Toplumsal Varlığın ne ve nasıl bir varlık olduğu konusuna geçebilmekti. Çünkü artık Marksizmi öğrenmek isteyenler veya öğretenler için kanonik hale gelmiş bu eserinde Engels, Düşünce ve Varlık ilişkisini ele alıyordu.

Esas olarak bu plana bağlı kalmaya devam ediyoruz.

Ama arada geçen zamanda konu biraz dağıldığı ve bundan sonra yazacaklarımızın daha iyi anlaşılması için, “Klasik Marksizm ve Modern Marksizm” başlıklı bu bölümü, bir soluklanma molası, bir “nereden geldik nereye gidiyoruz” diye bir konum belirlemesi ve “durum yargılaması” için buraya koymaya karar verdik.

*

Ayrıca kısa süre önce Yetmiş Altı yaşımıza basıp son virajı döndük.

Artık daha da acele etmemiz gerekiyor. Ama bilimsel araştırma aceleye de gelmez.

Bu çelişkiyi bir ölçüde olsun optimum bir çözüme ulaştırabilmek için, yapmak istediğimiz ve yapmaya çalıştığımız hakkında genel bir fikir vererek, sonradan böyle bir işi üstlenecek olanlar çıkarsa, bazı ip uçları bırakmak için de böyle bir bölüm koyalım dedik.

Şimdi tekrar Modern ve Klasik Marksizmin Farklarına ve bu farkların “Düşünce ve (Toplumsal) Varlık İlişkisi”yle ilişkisine dönelim.

Düşünce ve Varlık İlişkisine Damardan Bir Giriş ve Bir Hatırlatma

Düşünce ve Varlık İlişkisine, ilerde tekrar daha ayrıntılı ele almak üzere, bir giriş ve hatırlatma olarak, doğrudan ve “Marksizmin Yeniden İnşası”nın ilk kitabı olan “Uluslar ve Ulusçuluk”tan veya “damardan” girelim.

Aslında “Toplumsal Varlık nasıl bir varlıktır?” sorusuna, Uluslar ve Ulusçuluğu ele alırken, “uluslar olduğu için Ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardır” önermesinin, Toplumsal Varlığın kendi içindeki bir Altyapı Üstyapı ilişkisine ilişkin değil, Toplumsal Varlığın kendisinin nasıl bir varlık olduğuna ilişkin bir önerme olduğunu, dolayısıyla Düşünce ve Toplumsal Varlık sorununa farklı bir bakışı yansıttığını, yani toplumsal varlığın “ontolojisiyle” ilgili olduğunu, Toplumsal Varlığın içinde iki analitik alan olan Altyapı ve Üstyapı ile ilgili olmadığını gösterirken değinmiştik.

“(Kant’ın Şahsında) Marks’ın Marksistlere Cevabı” başlığı taşıyan bölümde şöyle yazıyorduk.

Aslında şimdiye kadar, kendine Marksist diyenlerin bu klasik uluslar ve ulusçuluk açıklaması Kantçı bir varlık anlayışına dayanmaktadır. Çünkü bunlar toplumsal varoluşun “maddi” yani fiziksel (veya metafizik) ve biyolojik olmayan bir varoluş olduğunu anlayamazlar.

Marks bu konularla daha gençliğinde hesaplaşmıştı. Toplumsal varoluş fiziksel veya biyolojik maddi varoluştan çok farklı bir varoluştur. Marksist Materyalizm “maddi”, yani biyolojik ya da fiziksel, olmayan bu toplumsal varoluşu “maddi” olarak kabul eder. Marksizm’deki Maddi Kavramı, Maddeye değil, ekonomik ilişkilere ilişkin anlamındadır. Toplumsal bir ilişkiyi tanımlar. Toplumsal ilişkiler ise “Maddi” değildir, fiziksel veya biyolojik bir varlıkları yoktur.

Bunu daha somut olarak ifade edersek, örneğin tanrının varlığı veya yokluğu üzerine “bilimsel” argümanlar getirmek, tanrının varlığını bu düzeyde tartışmak, tanrıyı bilimsel veya Marksist bir ele alış değildir.

(Bu, Pozitivistlerin, Kantçıların, Richard Dawkins’lerin, Kemalistlerin ele alışı, bilim adına bilim dışı tartışmasıdır. Örneğin Kemalistler ve pozitivistler bu anlamda “maddeci”dirler. Aslında sıradan Müslümanlarla aynı kavrayışa sahiptirler. Tanrı’nın toplumsal bir ilişki değil, toplumun dışında varlığı olan, fiziksel veya metafiziksel bir varlığı olduğunu kabul ederler. Aynı varsayımları kabul eden kayıkçı dövüşü sürdürürler.)

Marksizm’e göre, Tanrı onu inananlar varsa vardır. Sosyolojik bir olgu olarak vardır. Sosyolojik olarak varoluş fiziksel ya da biyolojik bir varoluşa yani maddi bir varoluşa benzemez. Fiziksel (veya biyolojik veya metafiziksel) bir varlığı bulunmayan sosyolojik olgular da varlıktırlar ve varlık kategorisine dahildirler.

Marks’ın bu yaklaşımını şu satırlarla kısaca hatırlatıp, (ilerde toplumsal varoluşun nasıl ele alınması gerektiği noktasına geldiğimizde ayrıca ele alırız. Bu nedenle burada geçelim.) Ulus Ulusçuluktan öncedir diyenlerin, Marksist değil aslında Kantçı olduklarını, sosyal varoluş ile fiziksel ve biyolojik varoluşu ayıramadıklarını da gösteren Marks’ın şu alıntısını zikretmekle yetinelim.

Bu anlamda bütün tanrılar, Hristiyanlarınki kadar Paganlarınki de, gerçek bir varoluşa sahip olmuşlardır. Antik Moloch hüküm sürmedi mi? Delfi’li Apollon Yunanlıların yaşamında gerçek bir güç değil miydi? Kant’ın eleştirisi bu konuda çok anlamlı değildir. Eğer birisi yüz taleri olduğunu imgelerse, eğer bu kavram onun için keyfi ve öznel bir kavram değilse, eğer buna inanırsa, o zaman bu yüz imgelenmiş taler, onun için, yüz gerçek talerle aynı değere sahiptir. (…) Tam tersine! Kant’ın örneği ontolojik kanıtı güçlendirebilirdi. Gerçek talerler, imgelenmiş tanrılarınkiyle aynı varoluşa sahiptirler. Gerçek bir taler, imgelemin dışında, isterse bu genel imgelem ya da insanlığın kolektif imgelemi olsun, herhangi bir varoluşa sahip midir? Kâğıt parayı, kağıdın bu kullanımının bilinmediği bir ülkeye getirin, herkes sizin öznel imgeleminize gülecektir. Başka tanrılara tapınılan bir ülkeye kendi tanrılarınızla gelin, fantezilere ve soyutlamalara kapılmış olarak gösterileceksiniz. Haklı olarak. Eski Yunanlılara Wends tanrısını getirecek olan kişi, orada, bu tanrının var-olmadığının kanıtını bulmuş olacaktı, çünkü Yunanlılar için o yoktu. Belirli bir ülke, belirli yabancı tanrılar için neyse, aklın ülkesi genel olarak tanrı için odur — içinde artık var olmadığı bir bölge.” (Marks, Demokritos ve Epikuros’un Doğa Felsefeleri, S. 105-106) (abç.)

Ulusçuların olmadığı bir dünyada, uluslardan ve ulusların var oluşundan söz etmek, Tanrıyı bilmeyen bir ülkede tanrıdan, Parayı bilmeyen bir ülkede paradan söz etmekten farksızdır. Ulusçuların olmadığı bir dünyada, tıpkı tanrılara inananların olmadığı bir dünyada tanrıların var olamaması gibi, uluslar da var olamazlar.

O halde ulusları, ulusal devletleri yok etmek için önce ulusçuları yok etmek gerekmektedir.”

Bu satırlar aslında bir bakıma “Klasik Marksizm” ve “Modern Marksizm” ayrımını da özetliyor sayılır.

Çünkü yukarıdaki alıntıda, Marks, Kant’ın tanrıtanımazlık kanıtını eleştirir.

Kant, “düşüncede var olma” ile “gerçek var olma” arasında kesin ayrım yapmış ve “100 gerçek taler (para) ile 100 hayali taler bir değildir” demişti; Marx ise tezinde buna itiraz ediyor ve 100 hayali talerin bile belirli koşullarda toplumsal bir varoluş kazanabileceğini yani “gerçek” olduğunu belirtiyordu.

Gerçek olmanın maddi bir var oluşla özdeş olmadığını, toplumsal varlığın farklı bir varoluşu olduğunu söylemiş oluyordu.

Zira Marx bu argümanda, bir düşüncenin (hayali paranın) bile toplum içinde gerçek bir etkisi ve varlığı olabileceğini söyleyerek, toplumsal varoluşun kendine has ontolojik yasaları olduğunu dile getirmiş oluyordu.

Marks’ın Bu Satırları Niye Hiç Zikredilmez?

Bu arada kısa bir ara vererek şuna dikkati çekelim.

Çok ilginçtir ki, Marks’ın bu satırları ve orada dile getirilen fikrin özü, Marksistler arasında ne genel olarak ne Din ne de Ulus ve Ulusçuluk konularında hiç gündeme getirilmemiştir.

Bu bir rastlantı değildir.

Marksistlerin sonraki Toplumsal Varlık anlayışları maalesef büyük ölçüde bir tür Kantçı anlayıştaydı ve bu anlayışın yerleşmesinde ilerde görüleceği gibi Engels’in ve kanonikleşmiş çalışmasının da büyük bir payı vardı.

Marks’ın Yukarıda alıntılanan satırlarına dikkati çeken, neredeyse bizim bildiğimiz tek önemli Marksist, Lukacs’tır.

Lukacs, tamamlayamadığı, “Toplumsal Varlığın Ontolojisi” eserinde Marks’ın yukarıda alıntıladığımız satırlarını aktarmakta ve önemini vurgulamaktadır.

Yani Lukacs, bizim “Toplum” veya “Toplumsal Varlık” bahsinde ele aldığımız veya alacağımız konuyu ele alırken bu alıntıyı zikrediyor.

(Bu arada şunu da belirtelim ki, Lukacs Toplumsal Varlığın Ontolojisi’nde sorunu felsefi düzeyde ele almakta ve ayrıca Toplumsal Varlığı (Toplumu) da gerek ortaya çıkışıyla gerek özellikleriyle kanımızca yanlış tanımlamaktadır. Bu konulara ilerde gireceğiz ama burada kısaca değinmiş olalım.)

“Mucizevi Yıl”daki “Kopernik Devrimi”nin Anlamı ve Anlaşılamamışlığı

Bu kısa nottan sonra tekrar kaldığımız yere dönelim.

Bu bağlamda yukarıdaki açıklamaların sonucu pratikte, uluslar ve ulusçuluk konusundaki 1983 devriminde veya “Mucizevi Yıl”daki “Kopernik Devrimi”nin, yani “uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardır” önermesinin, idealizmle değil, toplumsal varlığın nasıl bir varlık olduğuyla ilgili olduğu, eğer felsefi bir dille ve kavramlarla ifade edersek, Toplumsal Varlığın Ontolojisiyle ilgili olduğu görülür.

 (Burada geçer ayak şunu da not edelim. Aslında bu “uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardır” önermesini ortaya koyan ve kabul edenler, yani 1983’deki “Kopernik Devrimi”ni yapanlar, (Gellner, Hobsbawm, Anderson) formülasyonlarının çok daha derin bir sorunla, toplumsal varlığın nasıl bir varlık olduğu sorunuyla bağlantısını görememiş ve bu temel noktadaki önemini fark etmiş değillerdir. Bu nedenle de ne ulusların ve ulusçuluğun bir tanımını yapabilmişler ne de bir Din Teorisi ortaya koyabilmişlerdir. Yani Din Teorisini geliştirip, Ulusçuluğun bir Dinin (Modern toplumun Dininin) özel (karşı-devrime uğramış) bir biçimi olduğu sonucuna ulaşamamışlardır.

Klasik ve Modern Marksizmin Farkının Provakatif Bir Formülasyonu

Bu konu, yani “Düşünce ve Varlık ilişkisi”, Klasik ve Modern Marksizm’in temel farkının en iyi biçimde görülebileceği yerdir.

Bunun daha iyi anlaşılması için, bölümün başlığındaki provakatif formülasyonu hatırlayalım:

“Klasik Marksizm”, Varlığın Düşünceyi belirlediği Marksizm’dir; “Modern Marksizm” Düşüncenin Varlığı belirlediği Marksizm’dir.

Klasik Marksizm Varlık Düşünceyi belirler önermesinden yola çıktığı için ne ulusları ve ulusçuluğu ne dinin ne olduğunu ne bir üstyapılar teorisini ne de toplumsal varlığın nasıl bir varlık olduğunu açıklayan bir teori ortaya koyamamıştır.

Buna karşılık Modern Marksizm, Düşüncenin Varlığı oluşturduğundan hareket ederek hem Uluslar ve Ulusçuluk Teorisini hem bir Din Teorisini hem Toplumsal Varlığın nasıl bir varlık olduğunu ve Üstyapılar Teorisini geliştirebilmiştir ya da en azından geliştirme potansiyeli taşır.

*

Yukarıda provakatif bir formülasyon yaptığımın unutulmamasını dilemiştik. Farkı ve zıtlığı vurgulamak için böyle formülasyonlar yapıyorduk.

(Çünkü var olan yanlış anlama ve kullanımları veri kabul ederek bu formülasyonları yapıyorduk. Yoksa Klasik Marksizm’le özdeşleşmiş bu yanlış anlama ve kullanımların neyi nasıl karıştırdığını ayrıca ele alırız.)

Halbuki skolastik bir şekilde “Kurucu Babalar”ın yazdıkları tekrar edilmese, Klasik Marksizmin kavramlarının daha dakik tanımlanmasıyla ve geliştirilmesiyle de Modern Marksizmin önermelerine varılabilirdi, örneğin, “Ulusçular olduğu için uluslar vardır” gibi önermelere veya sonuçlara.

Örneğin, yukarıdaki ulus ve ulusçuluk konusundaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi, ulusların ulusçular olduğu için var olduğu önermesi, Toplumsal Varlığın nasıl bir varlık olduğu sorunuyla ilgilidir. Varlıktan kastedilenin Toplumsal Varlıktır.

Klasik Marksizm’le özdeşleşmiş, Düşünce ve Varlık İlişkisi denen ilişki ise, Toplumsal Varlığın Altyapısı ve Üstyapısı arasındaki ilişkiler sorunuyla ilgilidir.
Yani provakatif formülasyonun Klasik Marksizm’e ilişkin kısmı, toplumsal varlığın analizine ilişkindir, onun bölümlerine veya anatomisine ilişkindir, Modern Marksizm’e ilişkin kısmı ise Toplumsal Varlığın Kendisine, nasıl bir varoluş olduğuna, diğer varlık biçimleriyle farkına ilişkindir.

Bize böyle provakatif bir formülasyon yapma olanağı veren de bu karışıklığa yol açan da bizzat Marks’ın kendisidir.

Bu Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ünde son derece açıktır:

Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”

Dikkat edilirse, Marks’ın “Toplumsal Varlık” veya “Varlık” derken kastettiği, “Maddi hayatın Üretim tarzı” ya da “Maddi Üretim İlişkileri”ne ilişkin ilişkilerdir. Yani Altyapı’dır, yani Altyapı’ya ilişkin ilişkilerdir.

Düşünce veya “Bilinç” derken kastettiği de “, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat süreci”dir. Yani Üstyapı veya Üstyapıya ilişkin ilişkilerdir.

Marks, Önceki cümlede daha geniş ve dakik olarak ifade ettiğini ikinci cümlede biraz da kafiyeli olarak (“Das Sein bestimmt Bewustsein”) ifade etmektedir. Ama kastettiği, önceki cümlede görüldüğü gibi, düşünce ve varlık ilişkisi değil, toplumsal varlığın nasıl bir varlık olduğu değil, toplumsal varlığın iki ayrı alanı arasındaki ilişkidir.

Marks’ın “Varlık” veya “Toplumsal Varlık” dediği aslında maddi bir varlığı olmayan toplumsal ilişkilerdir, maddi üretime, altyapıya ilişkin ilişkilerdir.

Marks, “bilinci belirleyen toplumsal varlık” derken, Fiziksel, Biyolojik varlığın yanı sıra üçüncü bir temel varlık kategorisi olan Toplumsal Varlık”ın nasıl bir varlık olduğu veya “Toplumsal Varlık” ile “Bilinç” veya düşünce ilişkisini ele almamaktadır yukarıda yaptığımız alıntıda açıkça görüldüğü gibi.

Yani Klasik Marksizm, “varlık düşünceyi belirler” derken, aslında “Altyapıya ilişkin ilişkiler üstyapıya ilişkin ilişkileri belirler” demiş olmaktadır.

Modern Marksizm ise provakatif olarak “Düşünce Varlığı belirler” derken, Toplumsal Varlığın kendisinin özgüllüğünü, yani fiziksel anlamda maddi bir varoluşu olmadığını, onun insanların ilişkilerinden ortaya çıkan bir varlık olduğunu, insanların ilişkilerinin ise düşünce, dil gibi araçlarla gerçekleştiğini, toplumsal varlığı bunların oluşturduğunu söylemiş veya kastetmiş olur.

Bu anlamda, Modern Marksizmde “varlığı belirleyen düşüncedir” diyoruz. Yoksa Marks’ın önermesini reddetmiyoruz. Aynı önermeyi, başka ve gerçekte ait olduğu bağlamla kullanmış oluyoruz.

Modern ve Klasik Marksizmin Konularının Önceliği ve Hiyerarşisi

Burada bu iki Marksizmin ele aldığı konuların önceliği ve sonralığı, hangisinin daha genel ve temele ilişkin olduğu sorunuyla karşılaşıyoruz.

Toplumsal Varlık’ta ya da Toplum’da, Altyapı (Temel) ve Üstyapı diye ayrı analitik ilişkiler ve yapılar olması için, önce Toplumsal Varlık diye bir Varlık Biçimi olması gerekir.

Klasik Marksizm, Toplumsal Varlığı veri kabul eder ve veri kabul ettiğinin analiziyle uğraşır. Klasik Marksizmin kat ettiği yol budur: Toplumsal Varlık ya da ilişkiler, Temel (Altyapı) ve Üstyapı ilişkileri şeklinde analiz edilir ya da Klasik Marksizmin programı fiilen bunları analiz etmek olmuştur.

Bu programı gerçekleştirmek için de Temel’in, Altyapı’nın önemine, ve son duruşmada belirleyiciliği nedeniyle, Temel’e, Altyapı’ya ilişkin ilişkiler, yani iktisadi ilişkiler ele alınır. Bunların içinde de üretim ilişkileri, bölüşüm, tüketim ve değişime göre daha temeldir. Bunların hepsi birden “İktisadi ilişkileri” veya “Altyapı” ilişkilerini oluştururlar.

Ama bu noktada yeni bir varlık biçimi daha ortaya çıkar, değişim ilişkileri artaya çıktığında: Değer ya da Meta İlişkileri.

Ve modern toplumda (Kapitalist Toplumda) meta ilişkileri veya değer yasası, yani değişim ilişkileri, en son ortaya çıkan iktisadi kategori olmasına rağmen, tüm iktisadi ilişkileri (yani altyapı ilişkilerini) de belirlediğinden, bir kara delik gibi, tüm ekonomik ilişkileri belirler hale geldiğinden, Das Kapital’de, Marks’ın ömrünü verdiği ve tamamlayamadığı eserinde, Meta’nın yani Değer’in analizine girilir.

Ama Değer (Değişim Değeri) toplumsal varlığın, belli bir düzeyinde ortaya çıkar. Çünkü, Üretim, Bölüşüm, Tüketim İlişkileri toplumsal varlıkla birlikte onun temeli olarak ortaya çıkarlar ama Değişimin veya Değişim İlişkilerinin, dolayısıyla Değişim Değerinin, yani Meta’nın, yani Ekonomi Politiğin konusunun ortaya çıkması ve giderek tüm ekonomik süreçleri belirlemesi çok sonradır.

Tam bu noktada, Ekonomi Politiğin konusu olan, Toplumsal Varlık üzerinde yükselen ama aslında aynı zamanda yeni olarak Ortaya Çıkan (Emergence, Zuhur) yeni bir varlık biçimi olan, Meta’nın ya da Değerin (Değişim Değeri) analizine girilip oradan tüm bir kapitalist toplum yapısı ve ilişkileri incelenir.

Bu bakımdan Marks’ın Kapital’i kelimenin gerçek anlamıyla Kapitalist Toplum üzerine bir sosyolojik çalışma değil, bu Toplumsal Varlık üzerinde ortaya çıkan yeni bir varlık biçiminin, Değişim Değerinin, Meta’nın ortaya çıkardığı ilişkileri ele alan bir çalışmadır.

Değer yasası, tüm toplumsal süreçleri kendi girdabına çektiğinden ve çektiği ölçüde aynı zamanda bu yeni ortaya çıkan varlık biçiminin tüm toplumsal yaşamı da şekillendirmesi gerçekleşir.

Buna “yukarıdan aşağı nedensellik” veya “Top Down” bir ilişki de denebilir. Aynı sorunla, yani “yukarıdan aşağı nedensellik” ile, “Top Down” ilişki ile Toplumsal Varlığın ortaya çıkışında da karşılaşacağız.

Bu bakımdan, Marks’ın hayatını verip tamamlayamadığı eser, bu anlamda Sosyolojik bir eser bile değildir, Ekonomi Politik üzerine, yani değerin (değişim değerinin) ortaya çıkışıyla ortaya çıkan ilişkileri inceleyen bir eserdir. Toplumsal varlık üzerinde ortaya çıkan başka bir varlığın ilişkilerini ve bunların Toplumsal Varlığın ilişkilerini nasıl etkilediğini ve değiştirdiğini inceler.

Bu varlık biçimi bütün toplumsal süreçleri kendi girdabına çekebilir ama bizzat kendisi de toplumsal ilişkiler üzerinde yükselen, ortaya çıkan, yeni ve değişik bir varlık biçimidir.

Ekonomi Politiğin konusu olan, değişim ilişkileriyle birlikte ortaya çıkan bu Varlık Biçimi, iki insan ya da kabile ilk değişimi yaptıklarında ortaya çıkar (Emergence, zuhur). Tabii burada her türlü somut tarihsel ara biçimlerden ve çarpılmalardan, parazitlerden, gürültülerden soyutlanmış haliyle konuya değiniyoruz.

Modern Marksizm elbette bütün bunları veri kabul eder, ama tabiri caiz ise, ters yöndeki sorunlara yönelir, Toplumsal Varlığın üzerinde ortaya çıkan Değişim Değerinden, Meta üretiminden doğan ilişkileri değil, Toplumsal Varlığı var eden, onun ortaya çıkışına (Emergence, Zuhur) yol açan ilişkileri ele almaya çalışır.

Bu bakımdan, Klasik Marksizm gelecekte, Modern Marksizmin, toplumsal varlığın ortaya çıkışına ve nasıl bir varlık olduğuna ilişkin sonuçlara dayanmış olacaktır.

Yani Modern Marksizm, toplumsal varoluşun daha temeline ilişkindir. Bunu modern Fizik ve Klasik Fizik ilişkisine benzetebiliriz. Modern Fizik temel kuvvetlere, parçacıklara ve bunların ilişkilerine dayanır, onları açıklamaya çalışır (Quantum Fiziği: elektromanyetik, güçlü ve zayıf kuvvetler, Genel Görecelik: Çekim Gücü, Gravitasyon) bunlar klasik fiziğin, maddi nesnelerin neden öyle olduğunu açıklarlar)

Benzeri bir ilişki söz konusudur. Modern Marksizm, toplumsal varlığın neden ve nasıl var olduğunu, niçin öyle olduğunu açıklamayı kendi konusu, amacı veya programı olarak benimsemiştir. Klasik Marksizm ise, bu soruları sormaz, bunları veri kabul eder. Tıpkı Klasik Fiziğin etrafımızı çeviren cansız doğayı veri kabul etmesi gibi.

Zaten ilerde görüleceği gibi, bu bakımdan Modern Marksizm ile Klasik Marksizm arasında bir uyumsuzluk yoktur. Her ikisi de Toplumsal Varlığı, fiziki veya organik bir varlığı olmayan bir varlık olarak ele alırlar, Toplumsal İlişkilerden doğan bir varlık biçimi olarak ele alırlar.

Klasik Marksizm, toplumsal İlişkileri ya da Varlığı, altyapıya ilişkin, üstyapıya ilişkin diye analiz ederken, Modern Marksizm, bu ilişkilerin nasıl olup da ortaya çıktığı, biyolojik, yani insan denen canlı türünün varlığını sürdürmesine yarayan ilişkilerin, nasıl olup da cansız ve canlı varlıktan ayrı bir varlık türünün, Toplumsal Varlık dediğimiz türün, ortaya çıkışının ve devamının ilişkilerine dönüştüğü sorununa yönelir.

Bu bakımdan, Modern Marksizm, daha temele, derin olana yöneliktir. Bu Temel, Altyapı anlamında Temel değildir, Toplumsal varlığın var oluşunun, ortaya çıkışının temeli anlamındadır. Klasik Marksizm ve onun ele aldığı toplumsal varlığın analizine ve dolayısıyla temeline de ilişkin kavramlar, o varlığın üzerinde, o temelin üzerinde var olur.

Ve Modern Marksizm, tam da daha temel olana ilişkin olduğu için daha kapsayıcıdır.

Klasik Marksizm, toplumsal varlığın çekirdeğinden (Maddi üretim) hareket eder, ama o çekirdeğin var olması için onun içinde var olduğu Toplumsal Varlığın var olması gerekir.

Üretim biyolojik değil, Toplumsal bir kategoridir. Üretimin olması için önce toplumsal varlığın ortaya çıkmış olması gerekir. Ama toplumsal varlık bir kere ortaya çıkınca, üretim olmadan da toplumsal varlık var olamaz. Ve toplumsal varlık bir kere ortaya çıkınca, yukarıdan aşağı nedensellik ile, Top Down ilişki ile, organları aletlere, bir biyolojik varlık olan İnsan’ı, yepyeni bir varlık türü olan toplumsal ilişkilerle var olan, toplumsal ilişkiler tarafından belirlenen insana dönüştürür. Bu iki insan çok farklı iki bilim alanının konusudur. Biri biyolojinin, diğeri sosyolojinin konusudur.

Burjuva sosyolojisi ve Antropolojisi Hakkında Kısa Bir not

Ve bu özelliği nedeniyle, yani sorunu böyle koyuşuyla Modern Marksizm, bütün Akademik Antropoloji ve Sosyolojinin (Ya da burjuva Sosyal Bilimin) eleştirisidir de denebilir. Çok kaba ve genel olarak ifade edelim.

Sosyoloji, Toplumsal Varlığın ortaya çıkışını, Aydınlanma yazarlarının problematiği içinde, aslında modern toplumun ilişkilerinin toplamı olan, modern toplumun insanlarının ilişkilerini, toplumsal varlığın ortaya çıkışına ve özüne taşıyarak ve buradan hareketle Toplumsal Varlığı açıklamaya çalışır.

Yani Sosyolojinin Toplum veya Toplumsal Varlık kategorisi, özünde Modern Toplum ile özdeştir. Modern toplumun ilişkilerini ve insanlarını tüm toplumsal varoluşu ve tarihi açıklamak ve yorumlamakta kullanır.

Aslında bu bakımdan bütün diğer var olan toplumlardan daha farklı değildir, bütün somut toplumların, tarihe ve toplumsal yapıya ilişkin anlatıları, özünde bir kendine göndermedir. Modern sosyoloji de aslında  modern toplumsal ilişkileri yeniden üretmenin bir aracıdır ve modern toplumun kendisine bir gördermedir.

Antropoloji ise, tam tersine, toplumsal varlığı biyolojik ilişkiler ve kavramlardan hareketle açıklamaya çalışır. Biyolojinin kavramlarını, toplumsal ilişkileri açıklayan kavramlara terfi ettirir.

Antropoloji ve Antropologlar, biyolojik kavramları, örneğin “Memler” gibi, biyolojik “Genler”den aktarma ve saçma, “Kültür” ve “Kültürel Evrim”, “Zeka”, “Dil”, “İşbölümü”, “Anlam” gibi özünde biyolojik varlık çerçevesinde ortaya çıkmış organları alıp, onları toplumsal varlığa ilişkin kavramlar olarak tanımlayıp, oradan toplumsal varlığı açıklamaya çalışırlar.

Ama her ikisi de, Sosyoloji de Antropoloji de aynı mutlak bir insan özünden yola çıkar. Biri, sosyoloji, modern toplumun insanını adeta mutlak bir insan özü, diğeri, Antropoloji, biyolojik bir varlık olarak insan türünün özelliklerini, mutlak bir insan özü olarak ele alır. Ama bizzat bu ele alışın kendisi de yine modern toplumun ilişkilerini yeniden üretmenin bir aracıdır.

Ve her ikisi de İnsan’dan hareket ederek toplumu ve toplumsal varlığı açıklamaya çalışırlar. Keza İnsan Kavramı da Zeka, Düşünce vs. ile özdeşleşmiştir.

Halbuki sadece İnsanlar değil, İnsan kavramının kendisi bile belli toplumsal ilişkilerin ifadesidir. İnsan’ın ne olduğunu bile belirleyen toplumsal varlık ve onun ilişkileridir. Tarih ve toplum dışı bir İnsan kategorisi yoktur.

Ve insan kavramının bu öne çıkarılışı, bir varlık kategorisi olarak Toplum veya Toplumsal Varlık kategorisini konu dışı bırakır.

Maalesef, “Klasik Marksizm” bütün bu alanları, burjuva Antropolojisi ve Sosyolojisine terk etmiştir. Buraları yeniden fethedebilmek ve buralara egemen bu kavramları Toplumsal Varlığın alanından sürmek için, “Modern Marksizm” olmazsa olmazdır.

Burada yeni bir görev ortaya çıkar.  Modern Marksizm, Toplumsal Varlığın ortaya çıkışını ve canlı varlıkla farkını ortaya koyabilmek, onu tanımlayabilmek için, Antropolojinin kavramlarını Toplumsal Varlık alanından sürebilmek için, ister istemez canlı varlıktan ve onun biliminden (Biyolojiden) hareket etmek, bu yabancı bölgeye de(yaşam, canlı varlık, biyoloji) girmek zorundadır.

Ve bunu yaparken ister istemez, biyolojinin kavramlarını da toplumsal varlığın kavramlarıyla farkı içinde yeniden tanımlamak zorundadır.

Öte yandan Sosyolojinin kavram kategorilerinin aslında Modern Toplumun Dininin kavram ve kategorileri olduğunu göstererek de, modern toplumun dininin kavram ve kategorilerini Toplumsal Varlığın ve onun biliminin alanından kovmak ve ait oldukları Modern Toplumun Dininin kavram ve kategorileri arasına koymak zorundadır.

İşte bu Toplum veya toplumsal Varlık bahsinde ele almaya çalışacağımız konular bunlardır.

Burada muazzam bir veri yığını vardır. Bunları veya en önemlilerini tek tek incelemeye bir insanın gücü ve kapasitesi yetmez. Hele bizim hiç. Ne gücümüz, ne zamanımız, ne birikimimiz ve ne kapasitemiz var.

Ama en azından bir başlangıç yapıp bir takım ipuçları ortaya koyabiliriz.

Mekke’ye giden karınca gibi, gidemesek de hiç olmazsa yolunda ölürüz.

25 Temmuz 2025 Cuma

Demir Küçükaydın

demiraltona@gmail.com

https://demirden-kapilar.blogspot.com/

Hiç yorum yok: