Marksizm'in Aydınlanmaya göre, ayırıcı özelliği, bizzat
Marks’ın da belirttiği gibi, sınıflar ve
sınıf mücadelesi açısından tarihe ve topluma bakması değildir; toplumun yapısına ilişkin, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözü’nde
söyledikleridir. Sınıflar ve sınıf mücadelesinin varlığı Marks’tan önce
Aydınlanmacı veya burjuva Tarihçiler tarafından bulunmuştur. Marks’ın teorisi
bunu içerir ama aşar. O Önsöz’de
görüleceği gibi, Marksizm, toplumun Yapısı’nın
analizidir ve bu yapının tarihsel
hareketi nasıl oluşturduğuna ilişkin bir teoridir..
Mars’ın formüle ettiği biçimiyle, bu teoriye göre, Yapı içinde din bir “bilinç biçimi” veya bazan da “ideoloji” olarak tanımlanarak, üstyapının içine yerleştirilmekte; bu
bağlamda sınıf mücadelesine bağlanmaktadır.
Aslında sorun daha genel bir sorunun alt başlığı gibidir.
Marks Yapı’nın Tarihsel Hareketi nasıl oluşturduğunu açıklarken, yapının nasıl
tarihsel öznelere dönüştüğü sorunuyla karşı karşıyadır. Yani üretici güçler
gelişmelerinin belli bir aşamasında var olan üretim ilişkileri ve üstyapıyla
çelişkiye düşüyorlar ve sonra bir devrim oluyor diyor teorinin ilk önermeleri; ama
üretici güçler cansız nesnelerdir, sabanlar, traktörler, taş baştalar devrim
yapamaz. Üretici Güçlerin bir grup
insanın eyleminde ete kemiğe bürünüp toplumu değiştirmesi gerekir. Marks bu
sorunu, “devrimci sınıf en büyük üretici
güçtür” diyerek çözer.
İşte din de sınıf mücadelesi aracı olarak böyle yapıya
bağlanır, aynı çözüm çerçevesinde, bir bakıma onun alt başlığı olarak.
Ancak tıpkı Yapı’nın
devrimleri yapan ve tarihsel hareketi gerçekleştiren Özne’ye bu şekilde bağlanmasının, çözdüğünden daha çok sorun yaratması ve bu sorunların klasik
Marksizmi boğması gibi (Bu konuda “Marksizmde
Yapı ve Özne Sorunu, Eleştirisi ve Çözümü” adlyı yazılarımız
incelenebilir.) din konusu da çözdüğünden çok daha fazla sorun yaratır. Aslında
din teorisi konusundaki sorunlar özünde yapı
ve özne konusundaki sorunların özgül bir görünümünden başka bir şey
değildirler.
Din özgülündeki bu sorunlar kısaca söyle özetlenebilir.
Eğer din, bir “bilinç
biçimi” ve/veya “ideoloji”
dolayısıyla sınıflar ve sınıf mücadelesiyle ilgiliyse, sınıfsız toplumlarda, sınıflar
olmadığından, tıpkı devletin olmaması gibi, din olmaması gerekir.
Ama sınıfsız toplumlarda da din vardır. Dini sınıf
mücadelesine bağlı olarak ele alma sınıfsız toplumdaki dini açıklamakta işe
yaramaz ve bu açıklamanın çok temel bir yanlış içinde bulunduğunu gösterir..
Bir başka sorun da şudur: Kapitalizm öncesinde neredeyse her
şey dinseldir. Bugünkü toplumda ise sanki dinin pek işi ve yeri yok gibi
görülmektedir. Kapitalizmin temel farkı nedir de böyle görülmektedir? Kapitalist
veya Kapitalizm öncesi uygarlıklar, ikisi de sınıflı toplumlar olduğuna göre,
modern toplumda dinin durumunu açıklamak için, sınıfların varlığından öte başka
bir şey söz konusu olmalıdır.
Evet, sınıf mücadelesi veya parti (tarikat) anlamı, dinin
bir başka ve sosyolojik kullanımıdır ama bu yetersiz kalmaktadır dinin ne
olduğunu anlamakta.
Din kavramının, buraya kadar ele alınanlardan bir başka anlamı
daha olması gerekir. Nedir bu din? Bu öncekilerin dışına taşan, onlardan farklı
olan anlam nedir?
Modern Marksizm’in
Klasik ve Otantik Marksizmden esas büyük farkı tam da bu noktadadır.
Şimdi bu anlama gelelim. Buna dinin tüm üstyapı olarak tanımlanması diyebiliriz.
Ama bununla ne kastedildiğin anlayabilmek için, dinin tüm üstyapı olarak veya üstyapının bir unsuru olarak (“bilinç biçimi”, “ideoloji”)
görülmesinin farkını, yani dinin iki
farklı sosyolojik anlamını, bunun için de üstyapı kavramının ne olduğunu kısaca ele almak gerekiyor.
*
Her bilim üzerinde tüm diğer kavramların yükseldiği bir
takım temel kavramlara sahiptir. Örneğin fizikte, zaman, uzay, hız, ivme,
kütle, enerji, ağırlık, hacim; biyolojide tür, popülâsyon, sindirim, solunum,
boşaltım, anabolizma, katabolizma, metabolizma, üreme gibi bazı kavramlar
vardır. Sosyolojinin de çok temel kavramları vardır: üretici güçler, üretim
ilişkileri, mülkiyet ilişkileri, (ekonomik) temel, üstyapı, ahlaki, hukuki,
estetik, politik vs. gibi.
Aslında Marksist toplum teorisi çok basit ve sağlamdır. “İnsanlar
varlıklarını sürdürebilmek için her şeyden önce yemek, içmek, giyinmek, barınmak
zorundadırlar. Bunun için bir üretimde bulunurlar. Bu üretimi gerçekleştirirken
kullandıkları araçlar ve yöntemler; üretkenlik düzeyini ve tüm iktisadi
ilişkileri (üretim, tüketim, bölüşüm, dağılım, değişim) belirler. Hukuk, sanat,
ahlak vs. gibi diğer toplumsal fenomenleri ve bunların farklarını anlamak için
bu ekonomik temele bakmak gerekir.”
Marksizm bir tarih ve toplum teorisi olarak kabaca böyle özetlenebilir.
Yukarıda özetlenen, sınıflar ve sınıf mücadelesi paradigması
içinde bir parti, ideoloji veya bilinç biçimi olarak Din’i ele alış, onu üstyapının bir öğesi, genellikle bir ideoloji veya “bilinç biçimi” olarak tanımlanır. Yani burada Din: ahlak, hukuk,
sanat gibi, onlarla aynı kategoriden,
onların yanı sıra bir şey olarak ele
alınır.
Ancak bu ele alışın yukarıda değinildiği gibi birtakım
sorunları vardır ve çözdüklerinden daha büyük sorunları otaya getirir.
Peki, eğer din bir “bilinç
biçimi” ve/veya “ideoloji” ise,
dinsizler “bilinç biçimsiz” ve/veya “ideolojisiz” mi oluyorlar?
“Bilinç Biçimi” ve/veya
“İdeoloji” sosyolojik kavramlarsa, din
de bunlarsa, en azından sınıflı toplumlarda, “dinsizlik” (“ideolojisizlik”
veya “bilinç biçimsizlik”) mümkün
olan bir durum olamaz. Çünkü kimse sınıflar dışı olamaz. Tıpkı ideolojisizlik
olamayacağı gibi. Çünkü ideolojisizlik iddiasının kendisi bir ideolojidir.
Yani ahlaksızlığın da ahlaki bir olgu olması gibi; dinsizlik
de dini bir kategori olmalıdır. Ama bu sadece hukuki bir kategori olarak mümkündür; yukarıda görüldüğü gibi, sosyolojik
olarak değil. Din hukuki bir kategori ise,
üstyapıya ilişkin sosyolojik bir kategori
değildir.
Bir başka akıl yürütme, Din bir ideoloji ise, Faşizm, Komünizm,
Liberalizm vs. ile aynı kategoriden bir şey demektir. O zaman kapitalizm öncesi
sınıflı toplumlarda nasıl din varsa, bu ideolojilerin de olması gerekirdi, niye
yoktular? Veya bunların olmaması gibi Dinin de olmaması gerekir.
Bir bilimin bütün kavramları birbiriyle iç tutarlılık içinde
bulunmalıdır. Açık ki, dini bir bilinç
biçimi veya ideoloji olarak tanımlamak, müthiş çelişkilere ve
tutarsızlıklara yol açmaktadır.
Kavramların iç tutarlılığı açısından durum böyle.
Peki olgular bakımından ne alemde?
Olgusal düzeyde baktığımızda, din sadece bir ideoloji de
değildir, klasik uygarlıklarda bile, insanların doğumundan, alacağı isme, mezarda
nasıl yatacağından, nasıl ve ne zaman ne yiyeceğine veya yemeyeceğine, nasıl
evleneceğine, boşanacağına, kazancını veya ürettiğini nasıl tüketeceğine,
mirasının kime ve nasıl kalacağına; artı ürünün nasıl dağıtılacağına; iyi ahlakın
ne olduğuna; sanatın nasıl olduğuna veya olması gerektiğine kadar, neredeyse
tüm toplumsal üstyapı alanına giren her şey dinseldir.
Öte yandan sadece sınıflı toplumlarda ve uygarlıklarda böyle
değil; tüm sınıfsız toplumlarda da böyledir. İdeolojinin sınıfsız toplumda
olmadığı ve olamayacağını bir yana bıraksak bile din fiilen tüm toplumsal
yaşamı düzenlemektedir.
Yani olgular da “ideoloji”
veya “bilinç biçimi” kavramına
sığmamaktadır. Hem dinin sınıfsız toplamda da var olması nedeniyle; hem de
neredeyse tüm toplumsal ilişkilerin ve yaşamın dinsel olması nedeniyle.
Buralardan ilk elde şu sonuçu çıkarmak gerekir: demek ki dini
“bilinç biçimi” ya da “ideoloji” olarak tanımlamak, an azından
din denen olgunun tüm yönlerini kapsamamaktadır.
Bir başka sonuç da şu olur: kapitalist veya modern toplumda antik
veya sınıfsız toplumlarda bütün dinsel görünen alanlar din dışı göründüğüne
göre, bunu nasıl izah edeceğiz?
Bunlar gerçekten din dışı mıdır? Eğer öyle ise, modern
toplumda neden böyledir?
Yok, öyle değilse, modern toplumda da din dışı görünenler
dinselse bu din denen şey nedir? Modern toplumun bir dini var mıdır? Varsa bu
din nedir?
Keza başka ikinci dereceden sorunlar da vardır. Din teori ve
kavramımız bunları da açıklayabilmelidir. Örneğin birini belirtelim.
Eğer din bir ideoloji ise, sınıflar ve uygarlıklar Çin’den
Magrip’e kadar her yerde var olduğuna göre, niye tek tanrılı dinler hep orta
doğuda ortaya çıkmıştır? Niye Çin’deki dinler tanrısızdır da Hindistan’da
binlerce tanrı vardır? Niye sınıfsız toplumlara hiç peygamber gelmemiştir. Eğer
din bir ideoloji ise, niye bu ideoloji orada öyle burada böyle bir biçim
almıştır?
Yani Din’i ideoloji olarak tanımlamak, elbet bazı toplumsal
olguları anlamaya yaramakta ama çözer göründüğünden daha fazla sorun ortaya
çıkarmaktadır. Eksik veya yanlış olan bir şeyler vardır bu tanımda. Ortada hala
dinin kapsamına giren ama ideoloji veya sınıf mücadelesi aracı bir parti olarak
din kavramının kapsamadığı bir yığın olay vardır. Bunlar nedir? Bunlar nasıl
izah edilebilir?
*
Modern Marksizm'in katkısı ve cevabı tam da bu noktada
ortaya çıkmaktadır: Din tüm toplumsal hayatı düzenler, üstyapının kendisidir,
tümüyle üstyapıdır; üstyapının somut olarak varolduğu biçimdir cevabını verir.
Din tüm üstyapı, bir
toplumun üstyapısının somut biçimi olarak tanımlanırsa, yani toplumdaki,
hukuki, siyasi, estetik, ahlaki vs. her şeyin ancak din içinde anlaşılabileceği;
dinin toplumun en temel bir yapı taşı
olduğu gibi tamamen farklı bir anlayış ve bakışa geçilirse bütün bu yukarıda
bir kısmı sıralanan sorunların hepsi bir vuruşta çözülmektedir. Ayrıca dinle
ilgisizmiş gibi görülen, ulusz, yapı ve özne, başka bir uygarlık programı vs.
gibi sorunları da bir vuruşta çözmektedir.
Ayrıca bu yaklaşım, bütün bilinenleri ters yüz eder. Bu ters
yüz edişin çapını gösterebilmek için birkaç örnek verelim. Bunu bu önermeyi
mantık sonuçlarına götürerek göstermeyi deneyelim.
Eğer din tüm üstyapı ise, bizzat din kavramının, bilim
kavramanın vs. kendisi de ancak dinsel olarak anlaşılabilir demektir. Yani din
kavramımız da dinseldir, bilim kavramımız da dinseldir.
Hâlbuki klasik bakışta, dini inanç olarak tanımlarken, din kavramımızın
ve bilim kavramımızın da bilimsel olduğunu düşünüyorduk. Dini bilim dışı olarak
tanımlarken bilimsel olduğumuzu varsayıyorduk. Bilim ve din zıtlık içinde
koyuluyor ve kavranılıyordu.
Ama Din tüm üstyapıdır önermesiyle birlikte, hiçbir şey bu
sosyolojik analiz kavramının, yani üstyapının, yani dinin dışında
olamayacağından, bilim kavrayışının da ancak dinsel olduğu ve olabileceği gibi
bir sonuç çıkar. Din bilim karşısında üstünlük kazanmakla kalmaz, bu kavram
çifti arasındaki alışılmış zıtlık da ortadan kalkar. Çünkü Dinin tümüyle
üstyapı olduğu bilimsel bir önerme ise, bu önermenin kendisi de ancak bir din
(üstyapı) içinde var olabileceğinden, bu durumda din bir bilim, bilim bir din
haline gelir. Çünkü Dinin tümüyle bir üstyapı olduğu önermesi aynı zamanda
Modern toplumun dininin yüzündeki peçeyi kaldırarak onun dinsiz gibi
görünüşünün de din olduğunu açığa çıkarmaktadır.
Bu önermenin kendisi de din dışı olamayacağından, ama aynı
zamanda bir bilimsel önerme olduğundan, bu önerme aynı zamanda bilimsel bir din
kuruluşunun ilk adımı olmaktadır. Yani sosyoloji, toplumun hareket yasalarının
bilgisine dayanan bir üstyapı (Din) olmaktadır.
Bu noktada toplumun örgütlenmesi ilk kez bilinçsiz sezişler
ve tarihsel eğilimlerin bilinçsiz sembollerle ifadesi olmaktan çıkmakta ve
toplumun biçimi bilimsel olarak belirlenmektedir. Akıl veya bilim araçsal bir akıl olmaktan çıkarak, bu
sosyolojik önermeyle, nesnel bir akla
dönüşmektedir.
Bir başka akıl yürütme.
Tüm üstyapı din ise, din de analitik kavram olan karşılığı
olan üstyapı gibi her toplumda olmalıdır, o toplumun temel bir yapısıdır;
toplum olmanın organik bir bileşenidir. O zaman modern toplumun da bir dini
olması gerekir. Bu din nedir? Bu toplumun dinsiz gibi görünüşü; bizzat bu
toplumdaki din tanımının kendisi bu topumun dini olamaz mı? (Bu dinin neden
modern toplumda bir hukuki inanç kavramı ile tanımlandığını hemen açıklar
örneğin. Önceki dinlere inanç olarak, kişilerin özel sorunu olarak tanımlamak; bunun için de bir özel ve politik ayrımı
yapmak modern toplumun dinidir. Yani böylece dinin neden hukuki olarak özele
ilişkin, inanç anlamıyla tanımlandığının da bir sosyolojik açıklaması yapılmış
olur.)
Bir başka sonuç.
Üstyapısal değişmeleri anlamak için alt yapısal değişmelere
bakmak gerektiği ilkesi uyarınca, bu, dinsel değişmelerin ve farkların maddi
temeldeki, altyapıdaki değişmelere bağlı olarak anlaşılabileceği anlamına gelir.
Kaza, yine Marksizme göre, devrimler altyapıdaki değişmelerin üstyapıdaki
karşılıkları anlamına geldiğinden, devrimlerin
din değişimleri olduğu ve olması gerektiği gibi bir sonuç çıkarmak gerekir.
Kavramların iç tutarlılığı bunu zorunlu kılar.
Hâlbuki klasik anlayışta, modern devrimler dine karşı
yapılmış gibi görünürler. Klasik anlayışta tarih adeta devrimsiz bir tarihtir. Son
birkaç yüzyılın devrimlerinden başa devrim yoktur. Ama şimdi din değişmeleri ve
dinlerin yayılışları, devrimler olarak ortaya çıkmakta dinler tarihi devrimler
tarihi olmaktadır.
Tabii tarih dinler tarihi olarak ortaya çıkınca Peygamberler
de devrimciler olarak ortaya çıkmaktadır.
*
Bu bir kaçına değinilmiş sonuçlardan görülebileceği gibi
dini sınıflar ve sınıf mücadeleleri paradigması bağlamında ele almakla;
toplumsal yapı paradigması bağlamında ele almak, her ikisi de sosyolojik
olmakla ve aynı “Din” kavramıyla karşılanmakla birlikte, çok farklı iki din
kavramına dayanmak demektir. Ve toplumsal yapıya ilişkin olan ikinci ele alış
hem dini, hem de tarihi ve toplumu açıklamak için çok daha geniş olanaklar
sunmakla kalmamakta tarih ve toplum kavrayışında bir tür “kopernik devrimi”ne
yol açmaktadır..
İlk biçimiyle din kavramı da yanlış değildir. Ama o başka
bir içerikle yüklüdür ve çok sınırlıdır. Başka bir olguyu karşılamaktadır, sözcük
aynı olmakla birlikte.
Bu fark şöyle bir formülasyonla da açılanabilir. Klasik
Marksizm, tarihi sınıflar mücadelesi tarihi
olarak anlatır, ama bu tarihte sınıflar devrim yapamadığından, bu tarih
devrimsiz bir tarih olarak kalır. Sadece bir parti işlevi görebilir din bu
anlamda.
Tarihi, Yapı’nın dönüşümü olarak ele aldığında, yani dini
üstyapı olarak tanımladığında, bugünkü ulaştığı kavramsal düzeyde, yani Modern Marksizm’de,
tarihi dinler tarihi olarak ortaya
çıkar; Tarih dinler tarihi olunca da aynı zamanda tarih devrimler tarihi olur.
Klasik Marksizm’de din
sadece üstyapının bir öğesidir, Modern Marksizm’de üstyapının kendisidir, tümüdür. Klasik Marksizm’in din kavramı
yanlış değildir ama eksiktir, başka olguları din olarak tanımlamaktadır.
Ve bu yaklaşım, aynı zamanda Marksizmi inmelendirmiş yapı ve özne çelişkisini de bir vuruşta
çözer. Devrimleri sınıflar yapmaz;
insanlar bir dinden başka bir dine geçerek yaparlar. Yapı ve Özne, din aracılığıyla bir ve aynı olgunun ike farklı görünümü
olarak ortaya çıkar, sadeleşir. Din’in Üstyapının tümü olduğu önermesi,
Sosyoloji’nin “Evren Formülü”, “Herşeyin Kuramı” ya da eski deyimiyle “Birleşik Alanlar Kuramı”dır; tıpkı fizikteki dört temel kuvveti bir
ilkede toplayacak kuramı gibi.
*
Şimdi bu yeni Din Teorisine nasıl ulaşıldığı; nasıl bir
birikimle bu sıçramanın mümkün olduğu konusuna kısaca değinelim.
En başta, yanlış veya doğru olduklarına ve neden ortaya
çıktıklarına hiç girmeden, İnanç kavramının hukuki
ve epistemolojik anlamlarını ele
almıştık. İşte bu anlamlara ilişkin
alt üst edici, adeta birer “Kopernik
Devrimi” yapan gelişmeler olmadan bugünkü Modern Marksizm ortaya çıkamazdı.
Şimdi inancın bu farklı anlamlarının ters yüz oluşuna
ilişkin olarak zındık Marksizmin
yaptığı katkıları kısaca ele alalım[1].
Önce, Epestemolojik ya da Felsefi diyebileceğimiz, İnanç (Akli olan ve olmayan) anlamı[2] ve
zıtlığındaki alt üstlüğü görelim.
Biri kapitalist toplumun akli görünüşünü; diğeri kapitalizm
öncesi toplumda dinin akıl dışı görünüşünü sorgulayan birbirinden habersiz ama
farklı çıkış noktalarıyla birbirini tamamlayan ve destekleyici sonuçlara ulaşan
iki büyük teorik katkı veya ilerlemeyi zındık Marksizm iki ayrı koldan iki
farklı uçtan yola çıkarak gerçekleştrdi.
Bilindiği gibi, Aydınlanma kendini akıl yerine koyuyor;
kendisinin karşıtlığını inanç (Din, hurafeler vs.) ve “karanlık Ortaçağ”
üzerinden kuruyordu. Kendisiyle akıl çağı başlıyordu.
Başlangıçta işler iyiydi, teknik gelişiyor, emek üretkenliği
artıyor; bu da “pozitif bilimler”e ve akla olan inancı pekiştiriyordu.
Ancak faşizmin ortaya çıkışı, insanların en modern
tekniklerle kitle halinde öldürülmeleri gibi olgular, bu iyimserliği derinden
sarstı ve aklın egemenliği nasıl oluyor da öyle akıl dışı toplumsal ilişkilere
ve acılara yol açıyor sorusuna yol açtı. İyimserliğin yerini kötümserlik aldı;
Devrimler “lokomotifler” olmaktan
çıkıp “imdat frenleri” oldu[3].
“Frankfurt Okulu”
da denen “Eleştirel Teori”, yani
Marksizm'in yaşayan eleştirel bir damarı, bu inanç karşısına koyulmuş aklın
aslında araçsal bir akıl olduğu,
bütün bu araçsal aklın, içinde doğru bir anlama sahip olabileceği, nesnel bir akıl bulunmadığını gösterdi.
Nesnel akıl, tümü kaplar, toplumun nasıl düzenleneceği,
toplumsal var oluşun hedefi ve anlamı sorusuna bir cevaptır. Kapitalizm öncesi
toplum ve o toplumda inanç denerek karanlıkla özdeşleştirilen Din, bilimi ve
bilgiyi nesnel akla (Toplumsal düzene) göre tanımlar ve anlamlandırır, en
azından böyle bir çabadır. Bu anlamda bir iç tutarlılığı vardır.
Ama nesnel akıl, (objektif idealizmdeki “Demiurgos”; Hegel’deki “Mutlak Ruh”); ortadan kalktığı an (“Tanrı Öldü”), tek tek her şey kendi içinde çok akli ve bilimsel
olabilir ama tümlük olarak toplum, fiilen tamamen kara ve kapitalist anarşiye
göre şekillenir; amaç ve anlam bunlar olur. Tanrı (din) artık sermayenin ve karın
hizmetindedir, kapitalizm öncesinde kar bile tanrının hizmetinde olduğu
iddiasındadır ve ancak öyle var olabilir.
Yani bir fabrikayı son derece rasyonel planlayabilir ve
orada hiç kayıp vermeden, son derece efektif ve emek üretkenliği yüksek üretim
yapabilirsiniz. Ama yaptığınız üretim, toplumsal olarak saçma ve insanlığa
zararlı bir şey olabilir. Yaşadığımız toplumda otomobillerden reklamlara kadar her
şey böyledir. Bu rasyonalizm (akıl, bilim), insanları rasyonel yöntemlerle
fırın ve gaz odalarında yok etmenin bir aracı olur. Gaz odaları son derece akli
ve bilimsel olarak örgütlenmişlerdir. Hitler’in yaptığı tamı tamına buydu. Araçsal Akıl’dan (pozitif bilimler) “doğru bir hayat”ın nasıl olacağına dair
hiçbir sonuca ulaşılamaz. “Yanlış bir
hayat da doğru yaşanamaz.” (Adorno)
Yani Aydınlanma’nın epistemolojik iman ve akıl zıtlığındaki,
aklın aslında akıl dışına vardığı, “aklın” ya da “bilim”in, o saçma dediği,
“inanç” dediği dinlerden bile daha saçma sonuçlara yol açtığı, zındık Marksistlerce ortaya çıkarılmış
bulunuyordu. Epistemolojik, dinle
(inançla) zıtlık içindeki, akıl
kavramı, sosyolojik olarak akıl dışı sonuçlara yol açıyordu.
Sosyolojik olarak akli olmak ile epistemolojik olarak akli olmak çok farklı
şeylerdi. Aydınlanma Sosyolojik bir olgu olan Din’e epistemolojik bir anlam
vererek ve bu anlam kaymasıyla onu lanetliyerek; sosyolojik olarak dinin ne
olduğunu açıklayamadığı için, lanetlediğinin lanetine uğruyor; kendisi
epistemolojik olarak aklı temsil ederken sosyolojik olarak akıl dışına
düşüyordu. Ceza suçun cinsindendir.
*
Bir yanda Eleştirel Teori, Aklın Akıldışı olduğunu
gösterirken; diger yanda Kıvılcımlı Akıldışı denerek lanetlenmiş Dinin akli
olduğunu göstererek; aynı yolu tersinden; tünelin öbür ucundan katederek
ilişkiyi ters yüz ediyordu.
Kapitalizm öncesi toplumda da her şey dinseldir. (Kapitalizmde
de öyledir ama bu bir üstyapı olarak din tanımıyla görülebilir hale gelir.
Teorinin evrimini anlattığımızdan, o dönemde böyle görülmediği için bu
ifadeleri kullanıyoruz). Dinin ne olduğunu anlamadan kapitalizm öncesi toplumu
anlamak olanaksızdır. Kıvılcımlı ise kapitalizm öncesi toplumların hareket
yasalarını bulmaya çalışıyordu. Bu nedenle, kapitalizm öncesi tarihin ve
toplumların yasalarını inceleyen Kıvılcımlı, din ile her adımda karşılaşmak
durumundaydı. Dinin ne olduğuna bakınca, klasik Marksist geleneğe uygun olarak
onu sosyolojik bir olgu olarak ele alınca, en saçma gibi görünen şeylerin bile
son derece rasyonel bir açıklaması olduğu sonucuna ulaştı. Bunu örneğin
birçoklarının yanı sıra, İslam Tarihi ve Kuran üzerinden, örneğin en akıl dışı
gibi görünen Allah’ın sıfatlarını (“Esma
ül hüsna”) yorumlayarak gösterdi.
Sorun o saçma gibi görünenleri tarihsel bağlamı içinde bir
sosyolojik olgu olarak ele almakta toplanıyordu.
Örneğin, Cennet hikâyesi bilinir. Bu hikayeden hareketle, İnsan
Adem’den değil maymundan geldi türünden, imana karşı akıl zıtlığı içinde itirazlar
yapılır. Ama Cennet hikâyesi, akıl inanç zıtlığında bir epistemolojik örnek
değil; sosyolojikbir olgu olarak ele alınıp da şifreleri çözülünce, Cennet’in
sınıfsız ve kitapsız (yazıyı, bilimi bilmeyen toplum) bir toplumun
masumiyetini; Bilgi ağacının meyvesini yiyince cennetten kovulmanın uygarlığa,
bilgiye ve sınıflı topluma geçişi temsil ettiği vs. görülür. Böylece saçma
gibi, ancak inançla kabul edilebilir gibi görünenin, gerçek tarihsel sürecin
aslına sadık ama çocuksu; ama son derece akli ve akılla kavranabilir bir
tasviri olduğu görülür.
Böylece bu sefer, Aydınlanma’nın Ortaçağ karanlığı ile
özdeşleştirip, inanç, dolayısıyla akıl dışı olarak tanımladığı din, tamamen
akli bir olgu olarak ortaya çıkar. Epistemolojik olarak akıl dışı denen
sosyolojik olarak aklidir artık. Tanrı doğa ve toplum yasalarını ifade eder; Tanrı,
toplumun amacını ve anlamını temsil eden “nesnel
akıl”dır.
Yani zındık Marksizm'in Kıvılcımlı damarı da bu sefer öbür
uçtan yola çıkarak akıl dışının akli
olduğunu göstermiştir. Bir taraf nesnel aklın yokluğunu gösterirken diğer taraf
inancın (dinin, tanrının vs.) nesnel akıl olduğunu göstermektedir.
Akıl ve inanç (din) zıtlığı, zındık Marksizmin iki ateşi
arasında kalmıştır. Frankfurt okulu aklın altını oyarak; Kıvılcımlı inancın
(dinin) altını oyarak, bu zıtlığın yanlışlığını kavramanın yollarını açmıştır..
Özetle, Aydınlanma’da ve ona dayanan klasik Marksizm’de, bir
yanda akıl ya da bilim, diğer yanda inanç ya da din varken; şimdi Kıvılcımlı ve
“Frankfurt Okulu” gibi inançsız (kâfir) ve bilimsel Marksistlerin bu
katkılarıyla, Modern Marksizm’de, akli olan akıl dışı; akıl dışı olan akli olarak
ortaya çıkmıştır. Din konusunda klasik bilgi ve tartışmalardaki her şey ters
yüz olmuştur.
*
Benzer bir ters yüz oluş, hukuki anlamıyla inanç, yani din
kavramında da gerçekleşir. Bu sefer bir yanda gerçek bir Kopernik Devrimi
geçiren ulus teorileri, diğer yanda yine Kıvılcımlı vardır. Kıvılcımlı’da
kalmıştık, bu sefer Kıvılcımlı’dan başlayalım.
Kıvılcımlı’nın katkısı yukarıda anlatılanla sınırlı
değildir. Kıvılcımlı kapitalizm öncesi toplumları ve onlarda dinin muazzam
etkisini incelerken, dinin sadece bir parti veya ideoloji işlevi görmediğini,
aynı zamanda neredeyse bütün toplumsal ilişkileri de düzenlediği türden
sonuçlara ulaştı. Örneğin Osmanlı toprak düzenini düzenleyen dindi. Yani din
öte dünyayla değil, bu dünyadaki düzenle ilgiliydi. Ve sadece ideoloji veya bir
parti işlevi görmüyordu., Örneğin İslam’ı bilmeden Osmanlı toprak düzeni
açıklanamazdı. Yani din sadece özele ilişkin değildi. Devlet ve mülkiyet hatta
üretim ilişkileri, yani altyapı, din (üstyapı)
olmadan açıklanamıyordu.
Kıvılcımlı neredeyse bir toplumsal düzenin tümüyle dinsel
bağlamda anlaşılabileceğini olgu düzeyinde göstermiş olmakla birlikte (Özellikle
Kıvılcımlı’nın “Osmanlı Tarihinin Maddesi”
adlı eseri zikredilmelidir.) hiçbir zaman bu sonucu, dinin tüm üstyapının
kendisi olduğu sonucunu çıkaramadı, bu genellemeyi yapmadı[4] veya
yapamadı. Yapamadı ama dinin özele ilişkin olarak sınırlanamayacağı yönünde bir
kavrayışı yerleştirdi.
Kıvılcımlı özele ilişkin denen dinin, özele ilişkin olmadığı
kavrayışını pekiştirirken, ulus teorilerindeki alt üstlüğü yapanlar da, politik
olanın, ya da ulusun, din gibi bir “cemaat”
olduğu yönünde bir sonuca ulaşıyorlardı.
Klasik Marksizm, ulusu insanların kabul ve bilinçleri
dışında, tıpkı sınıf gibi var olan bir gerçeklik ve ulusu da sınıf gibi sosyolojik
bir kavram olarak ele alıyordu. Örneğin Stalin’in ulus tanımı vs. hep böyle
gizli bir varsayıma dayanırlar. Ulus tanımlarının veya teorilerinin farkı, tıpkı
sınıf gibi, insanların kabulleri dışında nesnel olarak var olduğu varsayılan, ulusu
tanımlayan özelliklerin neler olduğu noktasındaydı.
Sorun, kabullerden bağımsız olarak var olan, sınıf gibi
şeyin (ulusun) ne olduğunu çıkarmak, onu tanımlamaktı. Ancak bütün çabalar, tutarlı
bir ulus teorisi kuramamış ve ulusun ne olduğunu tanımlayamamıştı.
Seksenli yılların başında E. Gellner, B. Anderson, E.
Hobsbawm gibi sosyolog ve Marksistler Ulus üzerine teorik çalışmalarda tam
anlamıyla bir “Kopernik Devrimi”
yaptılar.
Buna göre, Ulus sınıflar gibi değil, dinler gibi bir
toplumsal olguydu. Diğer bir ifadeyle uluslar olduğu için ulusçular değil,
ulusçular olduğu için uluslar vardı. Ulusu diğer dinsel cemaatlerden ayıran politik bir cemaat olmasıydı. Yani dinle
özdeşleşmiş cemaat kavramı politik olmayanla bağlantılı iken, burada politik
olan da cemaat olarak; din gibi bir şey olarak ortaya çıkıyordu. Ya da
tersindern ifade edersek, politik olmayan (inanç) olarak tanımlanmış din, şimdi
karşımıza ulus kılığında politik olan olarak çıkıyordu.
Kıvılcımlı, Din’den hareketle politiğe; Ulus teorileri ise,
politikten hareketle dine varıyorlardı.
Böylece hukuki olarak inanç anlamıyla din kavramı da iki
ateş arasında kalmış ve dini böyle anlamlandırmanın anlaşılmazlığı ortaya
çıkmıştı.
*
Ulus teorisiyle ilgilenenlerce atılan adım, yapılan devrim
gerçekten çok büyüktü, ama bu keşfin çok temel bir hatası bulunuyordu. Ulusun
politik bir cemaat, dinlerin politik olmayan cemaatler olduğunu söylerken, politik
ve politik olmayan ayrımını analitik ya da sosyolojik bir ayrım gibi ele alıyor
ve tanımını böyle yapıyordu.
Örneğin Gellner’in yaptığı ve diğerlerince de paylaşılan, “ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın
çakışması ilkesini savunmaktır” tanımına bakılabilir.
Bu tanımın sosyolojik bir tanım olması için, “politik olan” tanımındaki politik
kavramının sosyolojik yani analitik bir kavram olması gerekir. Hâlbuki burada politik
kavramı da normatiftir. Toplumsal
ilişkileri belirlemeye yarar. Yani aslında modern toplumun örgütlenmesinin bir
ayrımıdır. Yani politik ve politik olmayan; diğer bir ifadeyle inanç veya inanç
olmayan ayrımı analitik değil; normatif ya da hukuki bir ayrımdır. Yani
aslında, modern ulus teorilerinin ulusçuluğa ilişkin tanımı da ulusçu bir
tanımdır.
Kullanılan kavramların analitik (sosyolojik) veya normatif
(hukuki) olup olmadığının analizi dinin ne olduğunu, tümüyle üstyapı olduğunu
anlamayı sağlayan en kritik adım oldu. Ama bu adım, zındık Marksizm'in yukarıda
kısaca özetlenen katkıları olmasaydı, atılamazdı.
*
Bütün bu birikimler, bir Din teorisinin oluşumunu mümkün
kıldı. Ama bunun gerçekleşebilmesi bir başka ayrımın farkına varılması sayesinde mümkün oldu. O da analitik kavramlar ile normatif kavramların; Toplumu analiz etmeye, anlamaya yarayan
kavramlar ile düzenleyen, sınırlarını ve ilişkilerini
belirleyen kavramların, aynı sözcüklerle ifadelerine rağmen farklı anlamlarının ortaya çıkarılması,
bu ayrımın yapılması sayesinde mümkün oldu.
Gerek din, gerek ulus konusunun sosyolojik olarak
çözülememesinin nedeni, normatif (ilişkileri ve sınırları düzenleyen)
kavramların analitik (toplumsal ilişkileri açıklayan) kavramlar olarak ele
alınmasıyla ve bu farkın görülmemesiyle ilgiliydi.
Din’i inanç olarak tanımlamak, normatif bir din tanımıydı;
ulusu bir tarih, coğrafya, dil, ortak yaşantı, kader vs. birliği olarak
tanımlamak da normatif bir ulus tanımıydı. Din veya ulus sayılmanın
koşullarıydı bunlar. Dolayısıyla toplumsal ilişkileri düzenledikleri ve sınırları
belirledikleri için, modern toplumun dininin (aydınlanmanın veya onun gerici
biçimi olan ulusçuluğun) tanımlarıydılar.
Tam da bu nedenle bir din ve ulus teorisi yoktu. Bu ayrımın
yapılması, bu kavramların analitik değil, modern toplumu düzenleyen kavramlar
olduğunun anlaşılması, bu kavramların egemenliğinden kurtulmayı mümkün
kılıyordu. Tam da bunların normatif olduğunun anlaşılması aynı zamanda modern
toplumun dininin anlaşılması; dinsizlik gibi görünenin de din olduğunun
anlaşılması anlamına geliyordu. Böylece tarihin modern tarih dâhil dinler
tarihi olduğu somutluk kazanmış oluyordu.
Din ve ulus tanımlarının normatif tanımlar olmasının keşfi,
bu tanımların tarihsel anlamı ve işlevinin ne olduğu sorusunu sorma ve açıklama
olanağını ortaya çıkarıyordu.
Örneğin dini inanç olarak tanımlama ile tek tanrıya inanma,
aynı tarihsel soruna, farklı koşullarda verilmiş iki farklı cevap ve çözüm
olarak ortaya çıkıyordu. Bu ayrım totemlere tapılan bir dünyada Allah’ın
gördüğü eşitleyici işlevi, yeryüzünü uygarlıkların ve onların dinlerinin
kapladığı bir çağda görüyordu.
Böylece politik ve politik olmayan ayrımı; modern toplumun
dini (Buna aydınlanma denebilir); politik olanın ulusal olanla çakışması
ilkesine dayanma (yani ulusçuluk) da bu dinin reaksiyoner ve karşı devrimci bir
biçimi olarak sosyolojik bir tanıma kavuşabiliyordu.
Tabii böylece program sorunu da, klasik dini normatif olarak
tanımlayan, din ve devlet işleri ayrımı basitliğinden ve bunun burjuva ufkundan
sıyrılıp; bu karşı devrime karşı demokratik
(ulusal olanı bir dil, din, tarih vs. ile tanımlamaya karşı tanımlama) ve evrensel (nasıl tanımlanırsa tanımlansın
ulusal olanı özel olarak tanımlama) programatik çözümlere; ama önceki klasik
tanım ve anlayışları alt üst eden çözümlere ulaşabiliyordu.
Maalesef modern Marksizm'in bu Din veya Üstyapı veya Ulus
teorisi dünyada henüz bilinmemektedir ve Türkiye’de susuşla yok sayılmaya çalışılmaktadır.
Ancak er veya geç kendini kabul ettirecektir. Bu muhtemelen
var olan sosyalist kuşakların biyolojik ömürlerini tamamlayarak yok olup
gitmeleriyle gerçekleşecektir. En azından şimdiye kadarki bütün tarihsel
tecrübe, yeni teorilerin kabul ve yayılmalarında böyle bir eğilimin varlığını
göstermektedir.
*
Türkiye Solu ve Marksizm’in Dine bakışıydı bu yazının
konusu.
Marksizm'in yukarıda özetlenen dine bu bakışı da, bunun
ortaya çıkışına muazzam bir katkı olan Kıvılcımlı da Türkiye Solu kavramına dâhildir;
bunları susarak ve yok sayarak yok etmeye çalışanlar da Türkiye solu kavramına dâhildir.
Böylesine birbirine zıt anlayışların aynı kavram içinde
toplanabilmesi, aslında bu kavramın hiçbir özsel ve bilimsel değeri; analitik
değeri olmayan bir kavram olduğunu gösterir.
Türkiye Solu kavramının özsel ve bilimsel bir değeri olsa,
yani belli görüşler ile bir ilişkisi olsa, din anlayışlarından ve tanımlarından
biri olduğunda diğeri olamaz. Dinin analitik tanımıyla epistemolojik veya
hukuki tanımının bir arada olamayacağı gibi.
Ama dinin epistemolojik veya hukuki olarak tanımlanmasının
kendisi; sosyolojik olarak bir dindir.
“Türkiye Solu”nun da sosyolojik bir olgu gibi tanımlanması,
sosyolojik olarak, sosyolojik olmayan kavramlarla sosyoloji yapmak; yani
bugünkü egemen gerici ulusları ve ulusçuluğu fiilen savunmak demektir.
Modern Marksist bir din kavramına dayanan bir akım, bir
parti, bir görüş “Türkiye solu” olamaz.
Eğer Türkiye Solu ise, yani Türkiye’ye ilişkin bir program
öneriyor ve ufku onunla sınırlıysa Marksist olamaz.
Yukarıda açıklanan teorik temele göre, Türkiye veya herhangi
bir yerde, Marksist olmanın asgari koşulu; ulusal olanın bir dille, dinle,
tarihle, toprak parçasıyla tanımlanmasını reddetmek ve ona karşı mücadele
etmektir. Yani ulusun Türklük veya Türkiye ile tanımlanmasına karşı mücadele
etmektir. Bu mücadeledeki özne, kendini kendisine karşı mücadele ettiği şeyle
tanımlamaz. Yani Marksist ise Türkiye Solu olamaz.
Türkiye Solu: “Lat, Mena, Uzza vs. totemlerine tapanlar İslam’ı”
gibi, veya “köşeli daire” gibi bir oksimorondur.
*
Demir Küçükaydın
[1]
Dikkat edilirse olumlu olarak üç Marksizmden söz ediyoruz. Bunlar bir ve aynı
marksizmin üç aşaması gibi görülmelidir. Klasik veya Otantik Marksizm; Zındık,
Heteredoks Marksizm; Modern Marksizm.
Modern Marksizm, Klasik Marksizm'in orijinal kavramlarına ve Zındık
Marksizm'in katkılarına dayanarak şekillenmiştir. Onların devamcısıdır. Zaten
bu yazıda bu hikâye anlatılmaktadır.
[2]
Örneğin Sevan Nişanyan düzenlediği seminere “Akıl ve Din” başlığın koyuyor. Din
inanç anlamında ve akılla zıtlık içinde ele alınıyor..
[3]
Marks “Devrimler tarihin lokomotifleridir”
diyordu; buna karşılık Benjamin “Devrimler
Tarihin imdat frenleridir”
[4]
Kıvılcımlı biraz da bu
genellemeyi yapıp dinin ne olduğunu doğru biçimde tanımlayamadığı için, toplumdaki
dinin önemi nedeniyle bu öneme uygun bir açıklama bulma zorunluluğu, onu dinin
köklerinin “insan beyninin
derinliklerinde” olduğu türünden sonuçlara ulaşmasına yol açtı. Maymundan
insana geçişle ilgili araştırmaları incelerken ve kısmen de kendi çıkarsamasıyla,
Din’in insanın insan olma sürecinde önemli işlevleri olduğu, bilinç bilinçaltı
çelişkilerinin oluşmasının dinle bağlantılı olduğu gibi sonuçlara kadar gitti. (Ki
uzunsüre biz de bunları önemli katkılar olarak görüyorduk.) Bu nedenle, dinin
köklerini “insanın beyninin
derinliklerine” kadar götürdü. Yani dinin Biyolojik temelleri olduğu gibi (Mantık
sonuçlarına ulaşırsa, bir tür “din geni”, veya “tanrı geni” demektir bu) bir
görüşe kadar vardığı bile söylenebilir. Biz bunu yanlış görüyoruz. Ama bu
apayrı bir yazının konusudur. İlerde zamanımız olursa bu konuyu ele almayı
düşünüyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder