11 Şubat 2022 Cuma

Ulusçuluk-Uluslar İlişkisi ve Marksistler (Marksizmin Yeniden İnşası – 04)

Üçüncü yazıda “Mucizevi Yıl” dediğimiz 1983’deki uluslar ve ulusçuluk ilişkisini ters yüz eden “Kopernik Devrimi”nden söz etmiş ve bu devrimi yapanların bile ulusun bir tanımını yapamadıklarını göstermiş ve sadece bir çıtlatma olarak, ilerde ayrıntısıyla ele almak üzere, kendi tanımımızı, uluslar ve ulusçuluğun bir Din olduğunu, yani din kategorisinden bir olgu olduğunu belirtmiş ve son bölümde, bu dördüncü yazıda Marksistlerin bu devrimi neden ve niçin kavrayamadıkları veya suskunlukla geçridikleri konusuna girelim demiştik.

Önce Marksizmin bir ulus ve ulusçuluk teorisi olmadığına dair önde gelen Marksistlerin saptamalarını ve bu saptamayı yapan Marksistlerin de böyle bir teori veya Ulus tanımı ortaya koyamadıklarını görelim. (Çünkü gelen kimi yankılardan bunun da pek bilinmediğini fark ettik. En azından Türkiyeli Marksistler bakımından.)

Burada Marksist derken, kendini Marksist kabul eden Stalinistleri ve benzerlerini değil, gerçekten klasik Marksist geleneğe bağlı, onu geliştirmeye çalışan eleştirel, dogmatiklikten uzak marksistleri kastediyoruz. (Yoksa stalinistlere göre böyle bir sorun yoktur ve Stalin’in bir ulus tanımı vardır zaten.)

*

Ancak bundan önce Marksizmin bir ulus teorisi ve tanımının olmamasının anlamı ve hayatiz önemi üzerine biraz duralım ki bu yokluk ile Marksizmin Yeniden İnşası ilişkisi de, bu ilişkinin ayrılmaz niteliği ve zorunluluğu da biraz anlaşılsın.

Marksizm toplumu ve onun tarihini açıklayacak temel kavramları ve teorik temeli ortaya koyduğu iddiasındadır. Ancak uluslar ve ulusçuluk söz konusu olduğunda bu iddia tüm anlamını yitirmektedir.

Düşünün bir kere, uluslar ve ulusçuluk yuvarlak hesap Marksizm ile birlikte (1848) tarih sahnesine çıkıp bir pandeminin yayılışı gibi tüm yeryüzünü kaplamıştır ve bugün yeryüzünde bir ulusa ait olmayan bir karış yer bile yoktur. Yeryüzündeki bütün insanlar ve Marksistlerin kendileri de dahil şu veya bir ulustandırlar, o ulusun devletine vergi verirler, yasalarına uyarlar, okullarında okurlar. Böylesine yaygın ve egemendirler.

Öte yandan, yeryüzündeki insanların bütün sorunlarının temelinde ulusçuluk, uluslar ve ulusal devletler vardır. Bir ulusal devletten alınmış bir belgeniz yok ise, başka bir ulusun ve ulusal devletin topraklarına ayak basamazsınız.

Bugün yeryüzündeki insanların varlığını bu ulusal devletler asrasındaki rekabet ve yine bu uluslar ve ulusal devletler arasında çıkabilecek bir nüklear savaş tehdit etmektedir.

Çevre, karbon salınımı, ekolojik denge gibi insanlığı tüm dünya ölçüsünde tehdit eden sorunları uluslara ve ulusal devletlere bölünmüş bir dünyada çözmenin olanağı yoktur.

Uluslar böylesine hayati önemde, yaygın kapsayıcı, hiçbir toplumsal olgu ve sorunun dışında kalamadığı bir olgudur ama dünyayı açıklama ve değiştirme iddiasında olmuş ve en azından belli bir dönem bu iddiası oldukça ikna edici olarak da görülmüş Marksizmin, bu olgunun ne olduğuna dair bir teorisi, bir tanımı yoktur.

Bu, tarihin ve çağın en önemli, yaygın, kapsayıcı, kader belirleyici olgusunu açıklayacak bir tek sözünüzün olmaması aslında bir iflasın ilanından başka bir anlama gelmez.

Ve bu tanımınızın olmaması bir “kendinde şey” durumu değildir, “kendisi için şey” durumu söz konusudur. Çünkü, bu bilginin, tanımın, teorinin olmaması uluslar ve ulusçuluk olgusunun varlığından, yaygınlığından, kapsayıcılığından ayrı da düşünülemez.

Düşünülemez çünkü ortadaki tanımsızlık ve açıklama yokluğu, örneğin astronomide, geceleri tüm göğü kaplayan, gündüzleri yeryüzüne ışığı, sıcaklığı ve hayatı bağışlayan yıldızlar ve kendisi de bir yıldız olan güneş hakkında hiçbir teorinizin olmaması veya canlılar ve canlı türleri hakkında, onlar tüm yer yüzüne yayılmış olmasına rağmen, onları tanımlayacak bir teorinizin veya tanımınızın olmaması gibi bir durumdur.

Yıldızların ne olduğunu tanımlayamayan bir astronominin evreni, canlıları ve türlerini tanımlayamayan bir biyolojinin, yaşamı açıklama iddiası gibi bir durumdur Marksizmin uluslar ve ulusçuluk kaşısındaki durumu.

Her yerde uluslar var, herkes bir ulustan ama bunun ne olduğunu açıklayan bir teori yok ve tarihin ve toplumun bilimi olduğunuz iddiasındasınız.

Ama konu toplum olunca, bu tanım ve açıklama yokluğu çok daha korkunç boyutta bir soruna işaret eder.

Fizik biliminin kendisi, yani cansız doğa hakkındaki bilgimizn kendisi fiziksel bir olay değildir. Yani siz yıldızların ne olduğunu açıklasanız da açıklamasanız da, doğru ya da yanlış bir teoriniz olsa da olmasa da yıldızlar ve güneş var olmaya devam ederler, onların varlığı ve evrimi ile sizin onlar hakkındaki açıklama ve bilginizin varlığı veya yokluğu  arasında bir ilişki yoktur. Onların varlığını ve evrimini etkileyemez bu bilginiz ya da bilgisizliğiniz, teoriniz ya da teorisizliğiniz.

Benzer şekilde, biyoloji bilimi, yani canlılar ve onların türleri hakkındaki bilginiz, biyolojik bir olay değildir. Bu bilgiye sahip olsanız da olmasanız da canlıların varlığı, sizin bu bilginizden ve biyoloji biliminden bağımsız olarak var olmaya devam eder.

Ancak toplumun bilimi, yani Marksizm ile toplum arasındaki ilişki canlız ve canlı doğa ile onların hakkındaki bilgi arasındaki ilişki gibi değildir, çünkü toplumun bilimi, yani Marksizim bizzat kendisi de toplumsal bir olgudur. Ulus ve ulusçuluun varlığı ile bunun hakkındaki bilgi arasında karşılıklı bir iişki vardır. Uluslar ve ulusçuluk ulusçuluk, hakkındaki bir teori ve tanımın varlığı veya yokluğundan bağımsız olarak var olacak ve tıpkı yıldızlar veya canlılar gibi kendi varlığını ve yaşamını sürdürecek diye bir durum yoktur.

Hatta ilerde daha ayrıntısıyla ele alıp kanıtlayacağımız gibi, ulusların ve ulusçuluğun varlığı ile, uluslar ve ulusçuluk hakkındaki bilginin, tanımın, teorinin yokluğu arasasında zorunlu bir ilişki bulunmaktadır. Uluslar ve ulusçuluk böylesine yaygın olduğu için bir anlamda ulusların ve ulusçuluğun bir teorisi yoktur. Ulusların ve ulusçuluğun bir teorisi, bir tanımı bilgisi olduğunda da ulusların ve ulusçuluğun böylesine var oluşunu sürdürmesi olanaksız hale gelir.

Yani uluslar ve ulusçuluk ile bunun bilgisi diyalektik bir ilişki içindedir eğer klasik Marksist sözlerle ifade etmek gerekirse. Ama Yıldızlar veya Canlılar ile onların bilgisi arasında böyle bir ilişki yoktur. Bunlar “kendinde şey”lerdir.

Yani ulusların ve ulusçuluğun varlığı ile insanlığın varlığı arasında kopmaz bir bağ olduğundan, ulusların ve ulusçuluğun bir teorisi ile insanlığın var olup olmaması birbirine bağlıdır. Bunu şöyle de ifade edebiliriz, ya Marksizmi ulusları ve ulusçuluğu da açıklayan bir teori ile yeniden inşa edeceğiz ve geliştireceğiz ya da insanlığın varlığını sürdürmesi mümkün değildir.

Yani teori en pratik iştir.

Ve bu ilişki kuantum fiziğindeki belirsizlik ilkesine de benzetilebilir. Meşhur Heisenberg’in belirsizlik ilkesine göre, bir parçacağın yerini ve hızını aynı anda belirleyemeyiz, yerini belirlemeye kalkarsanız, hızını belirlemeye kakarsanız yerini belirleyemezsiniz. Bu durumu yaratan atomlar ve atom altı parçacıklar aleminde gözlemci ve gözlenen ilişkisidir. Örneğin iki yarık deneyinde gözlemci olmadığında ışık dalga özelliği gösterir ve ekranda dalgaların birbirine geçişi ortaya çıkar, ama gözlemci olduğu an artık bir parçacık gibi “davranır”.

Toplum ve özellikle de bugün onun varoluşunun somut biçimi olan uluslar ve ulusçulukta da benzeri bir durum söz konusudur. Eğer ulus ve ulusçuluk varsa, onun bilgisi yoktur, ulus ve ulusçuluğun bilgisi olduğunda da kendisi bu bilgiyle bir arada bulunamayacaktır.

Sanırız bu konunun ne kadar hayati bir öneme sahip olduğu, ortada bir ulus tanımı veya ulus hakkındaki bir teori olmamasının doğada herhangi bir olguyu açıklayamamak gibi bir ilişki  olmadığı hakkında bir fikirn verir.

Ancak Marksizmin bir ulus ve ulusçuluk teorisinin olmadığı tesbitini yapan Marksistlerin hemen hiç birisi, teori ve olgunun bu diyalektik, yani konusu ve nesnesinin bir arada bulunamaması tesbitini de yapamamışlar, ilişkiyi tıpkı fiziksel veya kimyasal bir olgu ile onun bilgisinin ilişkisi gibi ele almışlardır. Zaten bu da tamı tamına Marksizmin uluslar ve ulusçuluk hakkında bir teorisinin olmaması ve bu tesbiti yapan marksistlerin de böyle bir teoriden yoksun olmasının bir görünümüdür.

*

Benzeri bir ilişki, Ekonomi Politik ve onun konusu arasındaki ilişkide de söz konusudur.

Ekonomi politiğin konusu olan mita, yani değişim değeri, iki insan ya da kabile veya klan iki ürünü birbiriyle değiştirdiği, kullanım değerleri birer değişim değeri edindiği, ürünler metaya dönüştüğü anda başlar. Ekonomi politik bu değişim ile ortaya çıkan (Emergenz) ilişkinin, bu yepyeni varoluş ve hareket biçiminin yasalarını inceler.

Marks’ın baş eseri Das Kapital bu yasaları inceer. Ama kitabının alt başlığı Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir.

Ama meta üretimi yok olunca bilginin konusu oradan kaltığından bilginin kendisinin varolan gerçekliğin bir bilgisi ve teorisi olarak anlamı kalmayacaktır. Yani bilgi ve nesnesi arasında bir karşılıklı varoluş ilişkisi vardır, ulus ve ulusçuluk kadar net ve açık olmasa da.

Öte yandan meta ilişkilerini ebedi kabul eden ekonomi politik “bilimi” aslında bir ideolojidir. Bu anlamda Marks’ın eseri bu ideolojinin de eleştirisidir ve alt başlık aslında bu anlamda bir eleştiriyi ifade etmektedir. Ama daha ötesi vardır. Konusunun da, meta ilişkilerinin de eleştirisidir. Yani kendi konusunu ortadan kaldırmak üzere bir bilgidir. Fiziğin kendi konusunu cansız alemi ortadan kaldırmak gibi bir sornu veya imkanı yoktur. Ama Ekonomi Politik ile onun bilgisi arasında böyle bir ilişki sadece mümkün değil, zorunlu olarak da vardır. İşte bu ilişki ulusçuluk ve ulus olgusu ile ulusçuluk ve ulus teorisi veya bilgisi arasında da bulunmaktadır.

Burada kısaca sözü Ernest Mandel’e bırakalım:
Her bilim bir bilgi aracıdır. Sorulan sorular bir cevaptır. Dolayısıyla, ekonomi politiğin cevaplandırmaya çalıştığı sorular -Değer nedir? Sermaye ve artı-değer nerden gelmektedir? Ücretler nasıl belirlenmiştir? Para dolaşımının fiyatlar ve konjonktür üzerinde etkisi nedir? Tekrar-üretim nasıl işlemekte-dir? Mal ve para üretimi ile birlikte doğduğuna göre, onlarla birlikte ortadan silinecektir. Marx’in Kapital'e: “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” altbaşlığım koyması, Kapital için hazırlık çalışması olan eserine: “Ekonomi Politiğin Eleştirisinin ana hatları” {Grundrisse der Kritik der Politischen Oekonomie) demesi tesadüf değildir. Marx’a göre ekonomi politik özü bakımından ideoloji idi. “ Nasıl Marksist felsefe” yoksa, “Marksist ekonomi politik” de yoktur. (…)

Şüphesiz mal üretimi varolduğu müddetçe bir ekonomi bilimi, gerçeğin bilinmesi aracı olarak varolur. Demek ki kapitalizmden sosyalizme geçiş toplumunda ve bizzat sosyalist toplumun ilk aşamasında tam olarak uygulanır. Fakat kategorilerin bu sona erme süreci tamamlandığı zaman, şimdiki zamanın bilimi olarak “ekonomik bir doktrine” yer yoktur artık. Ancak geçmişin bilinmesi aracı olarak gelecekteki muhtemel felaketlere karşı bir kurtarma aracı olarak devam edecektir. Artık “keşfedilecek, ortaya konulacak” bir şey kalmayacaktır. (…)

Marksist iktisatçılar kendi mesleklerini ortadan kaldırmak amacıyla bilinçli çalışacak ilk bilim adamları kategorisi olmak şerefini taşıyorlar.” (Ernest Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı)

Eğer ulus ve ulusçuluğun marksist terisi ortaya koyulabilir ve inanlık bunun sonuçlarını benimserse, kendi konusunu ortadan kaldırmış bir sosyolojik teori olma şerefi tarihte ilk kez Marksizme nasip olacaktır.)

*

Blgi ve nesnesinin bu zgül ve hayati ilişkisine kısaca değindikten sonra Marksizmin bir ulus ve ulusçuluk keorisi olmadığına dair, bizzat, hem de oldukça eleştirel ve yaratıcı marksistlerce yapılmış saptamaları, kısaca ele alalım.

Ancak bu saptamaların ortak ve tam da bir ulus ve ulusçuluk teorisinin olmamasından doğan ortak bir özelliğe tekrar dikkati çekelim. Bu saptamaların, olgu ve olgunun bilgisi arasındaki bu varlık ve yokluğun ters orantılı ilişkisi hakkında hiçbir vurgu ve imaları bile yokur. Marksizmin bir ulus ve ulusçuluk teorisi olmamasından fizikçilerin karanlık madde hakkında bir açıklamalı olmamasından söz eder gibi etmektedirler.

Türkçe’de çıkanlardan başlayalım.

Örneğin 1978’de Mothly Review’in “Milliyetçiliğin Marksist Bir Teorisine Doğru” başlığıyla yayınlanan ve Türkçe’de Belge yayınlarınca 1991’de “Sosyalizm ve Ulusallık” başlığıyla yayınlanan kitabında Horace B. Davis, daha önsözünde, şunları yazıyor:

Ne Marx ne Lenin sistematik siyasal kuram geliştirilmesi ve ortaya konulması konusunda çok fazla ilerlemediler, izleyicileri de bunu atladılar. Ralph Miliband beşeri bilimlerin hiç bir alanı ihmal edilişin sonuçlarını bu kadar taşımaz der. Gene de hem Lenin hem Marx devlet kuramına ve özellikle ulusçuluğa çok önem vermişlerdir. Marx 1840’larda ulus üstüne bir kitap yazmayı tasarlıyordu, Lenin de I. Dünya Savaşı sırasında aynı konuda bir kitap yazmaya koyulmuş fakat başka konular buna olanak vermemişti. Sonuçta ikisinin de yazıları bu konunun özel alanlarıyla ilgili kalmıştır; genelleştirme, konunun bütününe uygulanabilme nitelikleri yoktur.

Kitabın Giriş bölümü de şu sözlerle başlıyor:
Marksistler enternasyonalist oldukları savındadırlar fakat her yerde Marksistler in ulusçu davranışlar içinde olduklarını görüyoruz.

(Hemen sezileceği gibi bu çelişkinin nedenleri hakkında hiçbir ima yok. Yani dediğimizin bir örneği, teori yok ama bu yokluk ile milliyetçiliğin veya marksistlerin milliyetçiliği arasında bir ilişki kurulmuyor. Bunu hemen öylece değinip geçiyoruz. Ayrıca Enternasyonalizmin de milliyetçilik ile aynı ilkeye dayanması ve aslında bir çelişki olmadığı gibi daha derin ve esas bir konu da var ama şimdilik bütün bunlara hiç girmeden sadece örnekleri zikretmekle yetinelim.)

Davis bu kitabında ne ulusun ve ulusçuluğun bir tanımını yapamaz, ayrıca 1983 devriminden epey önce yazdığı için, ulus ve ulusçuluk ilişkisini hala uluslar olduğu için ulusçular olduğu varsıyımı üzerinden ele almaktadır.

*

Bir başka örnek olarak Michael Löwy ele alınabilir. Löwy, ulus, ulusçuluk ve din konusunda en çok yazmış, klasik mirası derli toplu özetlemiş ve daha sonraki olaylara daha esnek yaklaşmaya çalışan Marksistlerden biridir. O da Marksizmin bir ulus teorisi olmadığı görüşündedir ama Marksizmin böyle bir teoriyi kurmaya uygun araçları olduğunu düşünmektedir. Ne var ki, kendisi önü sonu tutarlı bir teori ve açıklama ortaya koyamaz.

Örneğin “Dünyayı Değiştirmek Üzerine” adıyla yayınlanan bir derlemesinde şunları yazar:
“Marks ne sistematik bir ulusal sorun teorisi, ne “ulus” kavramının tam bir tanımını verdi ne de bu konuda proletarya için genel bir siyasal strateji geliştirdi. Konuya ilişkin makaleleri genellikle özgül durumlarla ilgili somut siyasal önermelerdi. Uygun “teorik” metinlere gelince, en bilinen ve en etkin olanı, hiç kuşkusuz, Manifesto’daki cemaatler ve ulusla ilgili oldukça örtülü pasajlardır...” (Marksistler ve Ulual sorun)

Yazın Yayıncılık tarafından 2005’te “Ulusal Sorun, Enternasyonalizm ve Küreselleşme” başlığı altında Löwy’nin bir derleme kitabı yayınlandı. (Yani 1983’ten beri 22 yıl geçmiş ve Troçkist bir yayınevi bu devrimden habersiz.)

Orada da örneğin şöyle yazar.

İlk olarak bir ulus nedir? Bu soru pek çok marksist düşünür ve yönetici kuşağının kafasını kurcaladı. Bir insan topluluğunun bir ulus oluşturup oluşturmayacağını belirlemeye olanak veren nesnel kriteri araştırma konusu oldu.

Sonra klasik olarak, bu konuda kalem oynatmış çeşitli Marksistlerin (Kautsky, Otto Bauer, Stalin vs.) tanımlarını aktarır ve sözde “diyalektik” hem öznel hem de nesnel kriterlere dayanan bir orta yol bulmaya çalışır.

Yani bir tanım olmadığı saptaması var ama bir tanım önerisi de yoktur.

*

Daha yeni bir örnek de 2008’de Türkçe’de yayınlanan Yunanlı bir Marksist Antones Liakos’un “Dünyayı Değiştirmek İsteyenler Ulusu Nasıl Tasavvur Ettiler” adlı oldukça eleştirel ve yeniliklere açık, çok daha sonraki tarihlere kadar bu konudaki çalışmaları özetleyen kitabıdır.

Yazar aynı zamanda ulusçuluğun ulustan önce geldiği yaklaşımına oldukça yakındır. O da bir teori var mı sorusuyla başlıyor ve şunları yazıyor:
Marx ve Engels’in ulus hakkında bir teorisi var mıydı, yok muydu? Her iki düşünce de savunulmuştur. Birinci görüş, onların eserlerinde gerçekten bir ulus teorisi olduğunu öne sürer. Ben, bunun tersini düşünen ikinci görüşe katılıyorum.’ Marx ve Engels, ulus hakkında bir teori oluşturmadılar; çünkü ulus onları ilgilendirmiyordu.

Ve dipnotta iki örneği ekliyor, keza o da Löwy’yi “Teori yok” dienler arasında belirtiyor.:
Teorisinin olduğunu söyleyenler: Ephrain Nimni, Marxism and Nationalism: Theoretical Origins of a Political Crisis, London, Pluto Press, 1994. Teorisinin olmadığını söyleyenler: Georges Haupt, Michael Löwy, Claudie Weill, Les marxistes et la question nationale 1848-19H, Paris, Maspero, 1974.)

Yazar neredeyse bu alanda yapılmış veya kavramsal araç sağlayabilecek, özellikle son yıllardaki katkıları özetlese de sonunda şuni itiraf ediyor:
“İncelediğimiz müteakip fikir katmanları, bir doğru yol ve çok sayıda sapma olmadığını, üstelik terk edilmesinin, apolitikleşmeye ya da moda teoriler arayışına, postmodernizm ve teori şehveti cehennemine ve ulusların çözüleceği “yeni dünya düzenine” vs. düşmemize yol açacağı bir paradigmanın bile var olmadığım gösterdi.”

Öte yandan kendisi te ne bir teori ne de bir tanım ortaya koyabiliyor:

Daha ziyade politik sonuçlara yöneliyor. Ve şunları yazıyor:

Sonuç olarak, inşa edilmiş de olsalar, kendi kendini tayin etmiş ya da öteki tarafından belirlenmiş hayali cemaatler de olsalar, uluslar gerçeğe dönüştüler. İki yüzyıllık uluslaştırma, ulus bilincini yarattı. Bugün gözlemlediğimiz, küreselleşmenin ulusları çözmesi değil, ulus devleti oluşturan ilişkilerin yeniden düzenlenmesidir. Yani ulus, devlet, ülke ve birey arasındaki ilişkiler yeniden düzenleniyor ve yenileri, daha az dışlayıcı ve daha çok akışkanları oluşuyor.

Dikkat edilirsi, liberal teorisyenlerin Globalleşmenin ulusları ve ulus devletleri aşındırdığı, ulusun devletten bağımsızlaştığı gibi sonuçlarına ulaşıyor. Yani aslında sadece teorik olarak değil, politik sonuçlar çıkarma bakımından da teslim oluyor diyebiliriz.

Kitabın son cümleleri şunlar:

Bu çelişkilerle birlikte daha çok yaşayacağız. Eğer dünyayı değiştirmek isteyenlerin ulusu nasıl tasavvur ettiklerine dönüp bakmamız icap ediyorsa bu, bu meselelerin tarihselliğini kavramak içindir. Fakat tarihsellik geçmişle sınırlanamaz, biçim verici bir unsur olarak geleceği de içerir. Öyleyse, bugün bizim ulus hakkındaki düşüncelerimizi nasıl şekillendirdiğimiz, dünyanın muhtemel geleceğini nasıl düşündüğümüze bağlıdır. Hem bugün ve yarın bizi ilgilendirmiyorsa, geçmiş neden ilgilendirsin ki?

Böyle diyerek gelecek hakkındaki hayallerimiz ile ulusçuluğun ve ulusun bir teorisi arasında bir ilişki yokmuş gibi soruna yaklaşıyor, dünyanın geleceğni nasıl düşündüğümüzün uluslar ve ulusçuluk hakkındaki teoriye bağlı olduğunu görmüyor. Yani bilgi ve nesnesi arasındaki ilişkiyi kopuk olarak ele alıyor.

Ama teori bir bilgilenme yığını değildir, temel kategorileri tanımlama sorunudur. Ulus ve dolayısıyla toplumun geleceği hakkındaki düşüncelerimiz onun teorisinden çıkar ve ortada hala bir teori görülmemektedir.
Teori olmaması ise, uluslar ve ulusçuluk bir ulus teorisi ile bir arada olamayacağından “uluslar ve ulusçulukla “birlikte daha çok yaşayacağız” demektir.

Bu anlamda kitap, farkına varmadan çok kötü bir kehanette bulunuyor denilebilir.

Biz de bu kehanetin gerçekleşmemesi için bu satırları yazıyoruz.

*

Snırım bu örnekler Marksizmin bir ulus ve ulusçuluk teorisi olmadığı hakkında en azından aklı başında bütün marksistlerin bir fikir birliği içinde olduğunu gösterir.

Burada ilerde ele almak üzere ben de kendi fikrimi bir cümle ile açıklayayım:
Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı, Adorno, Benjamin, Löwy, Liakos, Hobsbawm vs. bütün marksistler, sadece bir ulus teoris i ve tanımı ortaya koymamakla kalmamışlardır, aynı zamanda milliyetçidirler. (Zaten bilgi ve nesnesinin bir arada bulunamazlığı nedeniyle zorunlu olarak böyledirler.) Ve sadece milliyetççi değildirler en gericisinden birer milliyetçidirler,

Çünkü en gerici milliyetçilerin milliyetçilik anlayışını paylaşırlar. Milliyetçilik tanımları en gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımlarıdır. Milliyetçiliğe kerşi çıktıklarını söylerken bile en gerici biçimiyle milliyetçiliği yeniden üretirler.

Milliyetçilik tarihsel yürüyüşünü ve zaferini, kendini milliyetçi olarak tanımlamayan, milliyetçiliğin düşmanı enternasyonalistler olarak tanımlayan (Ve enternasyonalizmi Milliyetçiliğin zıttı olarak tanımlarken aslında en gericisinden milliyetçi olduklarını itiraf ettiklerinin bile farkında olmayan) Marksistlerin omuzlarında başarmıştır.

Bu satıları yazan da bir marksistttir. Bu satırlar aynı zamanda yazarın da bir üzeleştirisi olarak okunabilir. Zaten bu nedenle Marksizmin Yeniden İnşası’ndan söz edilmektedir.

Marksizim hala milletlerin ve milliyetçiliğin yüzündeki peçeyi kaldıracak teorik ve kavramsal araçlara sahiptir.

Ama anahtar, yani bu kavramsal araçlar, çok başka yerdedir.

Marksistler kanahtarı kaybettiği karanlık yerde değil, aydınlıkta arayan sarhoş gibi, ulus ve ulusçuluk sorununun çözümünü ulusa ve uluslara bakarak anlamaya çalıştıkları için bugüne kadar bunu başaramadılar. Anahtar ulusların ve ulusçuluğun olduğ yerde değil, dinin olduğu yerde, toplumsal varlığın özelliklerinde.

*

Şimdi şu “ulusçuluk uluslardan önce gelir, uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardır” şeklinde ifade ettiğimiz alt üst edici, “Kopernik Devrimi” diye nitelediğimiz önermeye tekrar geri dönelim.

Klasik Marksist, bu önermeyi görünce şöyle düşünür ve itiraz eder:

“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz’de Marks demez mi “insanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.” Bu satırlar tarihsel maddeciliğin, marksizmin en temel önermelerinden biridir, bu önerme Hegel’in başı üzerinde ters duran diyalektiğini ayakları üzerine çeviren, düşünce ve varlık ilişkisini materyalist olarak ortaya koyan önermedir.

“O halde, diye çıkarsama yapar: “Ulusçular olduğu için uluslar olduğnu, ulusçuluğun uluslardan önce geldiğini” söylemek Hegel idealizmine geri dönmek, Marks’ın ayakları üzerine diktiği öğretiyi tekrar kafası üstüne dikmek, düşünce ve varlık ilişkisini ters yüz etmektir.

“Sonuç olarak, ulusçuların uluslardan önce geldiği görüşü ciddiye bile almaya değmeyecek idealist bir görüştür, idealist felsefeye geri dönüştür. Düşünceyi varlığın önüne koymaktır.

Ve muhtemelen şunları da ekleyecektir: “nasıl sınıf olmadan sınıf bilinci olmaz ise, sınıfın varlığının sınıf bilinci karşısında önceliği varsa, nasıl sınıf bilinci olduğu için işçi sınıfı vardır diyemez isek, ulusçuluğun ulustan önce geldiğini söylemek de farklı değildir. Sınıflar olmadan bir sınıf bilincinden söz edilemeyeceği gibi, uluslar olmadan da bir ulusçuluktan söz edilemez. Ulus ulusçuluktan öncedir.

Böylece bu “öldürücü vuruş” ile “micizevi yıl”ın “kopernik devrimi” dediğimiz önermenin işi bitirilmiş olur.

Bu akıl yürütme, muhtemelen dünyadaki marksistlerin bu devrimi anlamamasının hatta kuşkuyla veya ciddiye bile almayan bir düşmanlıkla karşılamasının başlıca nedeni sayılabilir.

Aslında ulus konusundaki bütün marksist yazının ardırda bu gizli varsayım bulunmaktadır. Hatta öyle ki, ulusçuluğun ulustan önce geldiği önermesini yazan, bu devrimi yapan yazarlara (Gellner, Hobsbawm, Anderson), bu görüşe sempatiyle bakan Löwy, Liakos gibi yazarlara bile bu gizli varsayım egemendir. (Birisi iş edinse ve onların kitaplarını alıp tek tek bunları gösterse çok iyi olurdu.)

Ancak, işler bu kadar basit değildir ve bu akıl yürütme, çok temel bir mantık hatası yapar ve de kategorileri karıştırır.

Kategoriler Marks’ın dediği gibi, "varlığın biçimleri (formları), varoluşun özellikleridir (karakteristikleri)."

Ulus konusunda varlığın biçimleri ve varoluşunun özellikleri, yani kategoriler nerede ve nasıl karıştırılıyor?

Bunu görelim.

Ulusçuluğun uluslardan önce geldiği, ulusçular ulduğu çin uluslar olduğu önermesi, düşünce varlık ilişkisini ele almaz, bu önerme düşünce varlık ilişkisi kategorisine ilişkin bir önerme değildir; ulusçuluğun ve ulusun hangi kategoriden bir toplumsal olgu olduğuna ilişkin bir önermedir. Önermenin, bu kategori farklılığını ifade ediş tarzı sanki düşünce ve varlık ilişkisini ters yüz ediyormuş gibi bir yanlış anlamaya yol açmaktadır.

Ne demişti B. Anderson, “din gibi” bir olgu demişti ulusçuluk için, biz de “gibisi yok, dindir” demiştik.

(Ve bunu derken bizim din kavramımız gerek Anderson’un gerek bu satırları okuyanların ve gerek yeryüzündeki milyonlarca insanın din kavramından  farklıdır, tamamen başka bir içeriğe sahiptir. Ama konuyu dağıtmamak ve yapılan kategorileri karıştırma yanlışını göstermek için, yani ulusçuluğun ulustan önce geldiği önermesinin varlığın düşünceyi, alt yapının üst yapıyı belirlediği önermesiyle çelişmediğini göstermek için de “din gibi”yi ve dini genel olarak anlaşılan anlamıyla, yani bir inanç olarak, kabul edelim. Yukarıda dile gertirilen klasik ve/veya dogmatik Marksistler tarafından yapılan ve yapılabilecek itirazın yanlışını göstermek için, yaygın anlamıyla, inanç olarak din iyi bir analoji yapma imkanı sunar. Aslında analoji değil. Ulus ve ulusçuluk da bir din olduğundan ilişkinin ta kendisi ama burada buna girmiyor ve dinin ulustan farklı kategoriden bir şey olduğunu var sayarak akıl yürütmenin yanlışını göstermeye çalışıyoruz.)

Şimdi Din yani inanç olgusuna bakalım.

Ve Marksist itirazcıya soralim. “Yeryüzünde çeşitli dinler ve o dinlere inanan insanlar var. Hatta yok olmuş dinler de var. Bir zamanlar insanlar zeuslara, Marduklara inanıyorlardı o dinlerdendiler. O halde soru şudur: Dinler olduğu için mi o dine inananalar vardır, yoksa o dine inananlar olduğu için mi o dinler vardır?

Daha somut olarak da şöyle ifade edelim: “İslam dini olduğu için mi Müslümanlar vardır yoksa Müslümanlar olduğu için mi İslam dini vardır?

Her halde hiçbir Marksist ya da Müslüman “İslam dini olduğu için Müslümanlar vardır” demeyecektir. İslamın doğuşu ve ortaya çıkışına ilişkin anlatılar ve bizzat kutsal kitabı, Müslümanlar olduğu için İslamiyet diye bir dinin olduğnu anlatır.

Bir peygamser çıkmıştır ve insanları görüşüne kazanarak müslümanları dlayısıyla da İslam dinini var etmiştir.

Elbette bu din bir kere ortaya çıkıp yerleştikten sonra, insanlar bu dinin içine doğduklarından o din olduğu için o dinden olduklarını düşünebilirlerse de bu bir yanılsamadır. (Elbet o din kendi söylemi içinde, tıpkı bugün uluslarının kendilerinin çok eski tarihlerden var olduğunu iddia etmeleri gibi, “kalu beladan beri” (dünyanın yaratılmasının öncesinden beri) var olduğunu söyleyebilir ama ayrı bir sorundur. Biz burada Müslümanlarla değil Marksistlerle tartışıyoruz.)

Peki genel olarak bir din ile o dinden olanlar, özel olarak da İslam dini ve Müslümanlar ilişkisinde Müslümanlar olduğu için İslam dini olması, yani müslümanların islamiyete önceliği, tıpkı ulusçular olduğu için ulusların olmasının, ulusçuların uluslara önceliğinin  aynısı ya da benzeri değil midir?

O halde milliyetçiler olduğu için milletlerin olduğu milliyetçiler millet ilişkisinde milliyetçiliğin ve milliyetçilerin önceliği olduğu önermesi eğer idealizm ve Marks’ın öğretisini tekrar baş aşağı çevirmek ise, Müslümanlar olduğu için İslam dininin var olduğu önermesi de eğer valık düşünce ilişkisinin bir ifadesi olarak ele alınırsa, aynı şekilde Marks’ın öğretisini baş aşağı getirmek anlamına gelir.

Bu ise daha büyük bir çıkmaza yol açar. Tarihsel olgular önce bir dinden insanların ortaya çıktığını sonra o dinin oluştuğunu gösterdiğine göre, Marksizm de yasaları olgulardan hareketle formüle ettiğine göre, olgular da eğer ilişki düşünce varlık ilişkisi olarak ele alınırsa, düşüncenin varlıktan önce olduğunu gösterdiğnie göre, Marks’ın önermesi yanlıştır, varlığı belirleyen düşüncedir. Bir dinden olanlar olduğu için o din olduuna göre, düşünce varlığı belirlemektedir gibi bir sonuç çıkarmak gerekir.

Şu ana kadarn herhangi bir marksistin, dindarlar olduğu için o dinlerin var olduğu olgusuna bakarak böyle bir çıkarsama yaptığını, Marks’ı düzeltmek gerektiği, düşüncenin varlıktan önce geldiği çıkarsaması yaptığını görmedik.

O halde çifte standart yoksa, ulusçular olduğu için uluslar vardır, ulusçuların ulusa önc eliği vardır önermesi pek ala Marksist düşünce varlık ilişkisiyle bir çelişki oluşturmaz.

Bir dinin örneğin İslamiyetin ortaya çıkışı pek ala Roma veya Mezopotamya – Akdeniz uygarlık alanıyla Pers Uygarlık alanının yani Bizans ve Sasani devletlerinin çürümesi, bunun sonucunda Çin ve Hint ile bu uygarlık alanları arasındaki Orta Yol veya İpek Yolu denilen ticaret yolunun tıkanması, bunun sonucu olarak Güney Yolu veya Baharat Yolu’nun, Hindistanın güneyinden, Hint Denizinden gelen yolun, orta yolun yerini almasının birden bire Arap yarımadasındaki Cidde limanı ve Mekke Antreposunu dünya ticaretinin merkezi haline getirmesi, ama bu dünya ticaretinin merkezi haline gelen yerlerin ise hala İslam’ın lanetlediği Putlara, yani Totemlere tapan kabile düzeni ve hukuğu içinde yaşaması ve bu var olan ilişkilerle dünya ticaretinde yeni girilen ilişkiler arasındaki çelişkinin Müslümanların ve İslam dininin ortaya çıkışını sağladığı seklinde kolayca  açıklanabilir. Müslümanların islamiyete önceliği olması, düşünce varlık ilişkisini hiç de ters yüz etmeyi gerektirmez, aksine Marks’ın öğretisinin parlak bir kanıtını oluşturur. Ekonomi temelindeki, dolayısıyla dünya ticaretindeki ilişkiler değişmiştir ve eski üstyapı (pitlar ve aşiretler düzeni) bu yeni ilişkilere denk gelmemektedir, Müslümanların dolayısıyla İslam’ın ortaya çıkışı ve egemen din olmasıyla, altyapıdaki gelişmelere uygun yeni bir üstyapı, kitaplı bir din kurulmuştur. Ykarıdaki açıklamayı mümkün bir açıklamaya örnek olarak sunduk ve kaba bir açıklamadır. Önemli değildir. Önemli olan müslümanların İslam’a önceliğinin, altyapı üstyapı ilişkisiyle çelişmediğini göstermektir.

Aynı ilişki ulusçuluk veya aydınlanmanın ortaya çıkışını da kolayca açıklar.

Ulusçuluğun ortaya çıkışı da hem burjuvazinin karşı devrimci niteliği hem de okuma yazmanın sanayi devrimi ile genelleşmesi nedeniyle kolayca açıklanabilir örneğin. Yani ekonomi temelinde birtakım değişmeler ve belli sınıfsal ilişkiler ister istemez yeni ilişkilere uygun bir düzen isteyen insanların (Milliyetçilerin) ortaya çıkmasına yol açmakta ve onlar de bir süre sonra egemen olup o ilişkileri (Milletleri ve ulusal devletleri) oluşturmakta, ulusal devletler kurmaktadır. (Burada da önemli olan açıklamanın ayrıntısı değil, böyle bir açıklamanın mümkünlüğü ve milliyetçilerin milletlerden önce geldiği önermesiyle çelişmediğini göstermektir.)

Kısa kesip toparlarsak, Milliyetçiliğin milletlerden önce geldiği ilişkisi hiç de Marksizmin varlık düşünceden önce gelir, ekonomi temeli son duruşmada üst yapıyı belirler önermeleriyle çelişmez, aksine bunu doğrular.

Bu önermeyle varlık düşünce, altyapı üstyapı ilişkisi değil, milliyetçiliğin hangi kategoriden bir olgu olduğu tartışılmaktadır.

*

Burada Marksistlerin ulusçuluğu ve ulusları bir “Din gibi” değil, bir “İdeoloji” olarak tanımlamasının yanlışlığına ve kendi ayağına bir kurşun sıkarak, milliyetçiliğe ve milletlere bir silah verdiği olgusuna geliyoruz.

Aslında Marksistler sınıf ve sınıf bilinci ilişkisini, ya da sınıflar ve ideoloji ilişkisini, olduğu gibi Milliyetler ve milletler ilişkisine aktarmışlardır.

Milliyetçilik bir ideoloji olarak ele alınır. ve burjuvazinin ideolojisi olarak da tanımlanır. Eh nasıl işçi sınıfının ideolojisi olan Sosyalizm ve Marksizm işçi sınıfı var olduğu için varsa, aynı şekilde burjvazinin ideolojisi olan millyetçilik de burjuvazi olduğu için vardır. Yani Milliyetçiliğin ve Sosyalizmin sınıfsal temeli vardır. Yani varlık düşünceyi belirlemektedir. Bu sınıflar olmasa bu ideolojiler olmaz.

Görüyldüğü gibi eski anlayışta, yani milliyetçiliği bir ideoloji olarak tanımlayan anlayışta herşey kitaba uygun görünmektedir. Altta sınıflar, onların konumları ve çıkarları, üstte tıpkı bu sınıflar gibi birbirine zıt ideolojiler, yani enternasyonalizm (veya sosyalizm) ve milliyetçilik.

Bu mantık içinde, Burjuvazinin çıkarı ile milliyetçilik ilişkisini (sadece manüplatif işçileri bölme olarak ele almaktan kaçınarak) aynı zamanda burjuvazinin “iç pazarı” oluşturması ve koruması gibi bir açıklama da koyunca, yani ulus ve ulusal devlet de iç pazarı oluşurma ve korumanın aracı olarak ortaya koyulunca, böylece ekonomi temeli, sınıf ve ideoloji ilişkisi ideal bir Marksist metodoloji içinde açıklanmış gibi olur.

İşte tamı tamına bu çok marksist gibi görünen ve gerçekten de bütün marksistlerin hiçbir şekilde bir ulus ve ulusçuluk teorisi oluşturmasına imkan vermeyen bu açıklama aslında tamı tamına ulusçuların ulusçuluk açıklaması ve tanımlamasıdır.

Tabiri caiz ise, ulusçular Marksistlerden sınıf ve bilinç veya ideoloji ilişkisini alarak bununla ulusun varlığını açıklamışlar, marksistler de kendi kafalarına denk düşen bu ulusçuların ulusçuluk açıklamasını onlardan geri alıp benimsemişlerdir. Böylece marksistler ulusçuların ulusçuluk açıklamasını kendi teorileri olarak benimsemişler ve birer ulusçuya dönüşmüşlerdir.

İşte ulusçuların uluslardan önce geldiği, ulusçular olduğu için uluslar olduğu önermesi tamı tamına bu çelik çenberi kırdığı için tamı tamına bir “Kopernik Devrimi”dir ve 1983 bu nedenle bir “Mucizevi Yıl”dır.

Devrim tıpkı Kopernik devrimi gibidir. Gerçekten de ilk bakışta, Güneş doğudan doğar batıdan batar, biz yerimizde duruyoruzdur. Herşey çok açıktır. Ama gerçekte güneş yerinde durmakta dünya güneşin ve kendi ekseni etrafında dönmektedir.

Aynı şekilde ilk bakışta, Farklı sınıflar ve onların birbirlerine zıt ideolojileri (enternasyonalizm ve milliyetçilik) var. Eh bu sınıfların ortaya çıkışıyla da bu uluslar ve ulusçuluk ortaya çıktığına göre herşey hem kitaba hem de olgulara uygun görünmektedir. Ama işte tam da bu nedenle bir yığın olgu açıklanamamaktadır.

*

Aslında kendine Marksist diyenlerin bu klasik uluslar ve ulusçuluk açıklaması Kantçı bir varlık anlayışına dayanmaktadır. Çünkü bunlar toplumsal varoluşun “maddi” yani fiziksel ve biyolojik (veya metafizik) olmayan bir varoluş olmadığını anlayamazlar.

Marks bu konularla daha gençliğinde hesaplaşmıştı. Toplumsal varoluş fiziksel veya biyolojik maddi varoluştan çok farklı bir varoluştur. Marksist materyalizm “maddi”, yani biyolojik ya da fiziksel, olmayan bu toplumsal varoluşu “maddi” olarak kabul eder. Örneğin tanrının varlığı veya yokluğu üzerine bilimsel argümanlar getirmek bu anlamda tanrıyı bilimsel veya marksist bir ele alış değildir. Marksizme göre, Tanrı onu inananlar varsa vardır. Sosyolojik bir olgu olarak vardır.

Marks’ın bu yaklaşımını şu satırlarla kısaca hatırlatıp, (ilerde toplumsal varoluşun nasıl ele alınması gerektiği noktasına geldiğimizde ayrıca ele alırız. Bu nedenle burada geçelim) Ulus Ulusçuluktan öncedir diyenlerin aslında Kantçı olduklarını da gösteren Marks’ın şu alıntısını zikretmekle yetinelim.

Bu anlamda bütün tanrılar, hıristiyanlannki kadar paganlannki de, gercek bir varoluşa sahip olmuşlardır. Antik Moloch hukum surmedi mi? Delfili Apollon Yunanlıların yaşamında gercek bir güç değil miydi? Kant’ın eleştirisi bu konuda cok anlamlı değildir. Eğer birisi yüz taleri olduğunu imgelerse, eğer bu kavram onun icin keyfi ve oznel bir kavram değilse, eğer buna inanırsa, o zaman bu yüz imgelenmiş taler, onun için, yüz gercek talerle aynı değere sahiptir. (…) Tam tersine! Kant’ın örneği ontolojik kanıtı güçlendirebilirdi. Gercek talerler, imgelenmiş tanrılarınkiyle aynı varoluşa sahiptirler. Gerçek bir taler, imgelemin dışında, isterse bu genel imgelem ya da insanlığın kolektif imgelemi olsun, herhangi bir varoluşa sahip midir? Kağıt parayı, kağıdın bu kullanımının bilinmediği bir ülkeye getirin, herkes sizin öznel imgeleminize gülecektir. Başka tanrılara tapınılan bir ülkeye kendi tanrılarınızla gelin, fantazilere ve soyutlamalara kapılmış olarak gösterileceksiniz. Haklı olarak. Eski Yunanlılara Wends tanrısını getirecek olan kişi, orada, bu tanrının var-olmadığının kanıtını bulmuş olacaktı, cunku Yunanlılar için o yoktu. Belirli bir ülke, belirli yabancı tanrılar için neyse, aklın ülkesi genel olarak tanrı için odur — içinde artık varolmadığı bir bölge.” (Marks, Demokritos ve Epikuros’un Doğa Felsefeleri, S. 105-106)

Ulusçuların olmadığı bir dünyada, uluslardan ve ulusların var oluşundan söz etmek, Tanrıyı bilmeyen bir ülkede tanrıdan, Parayı bilmeyen bir ülkede paradan söz etmekten farksızdır. Ulusçuların olmadğı bir dünyada, tıpkı tanrılara inananların olmadığı bir dünyada tanrıların var olamaması gibi, uluslar da var olamazlar.

O halde ulusları, ulusal devletleri yok etmek için önce ulusçuları yok etmek gerekmektedir.

Ama ulusçuluğun karşıtı ve düşmanı olduğunu söyleyenlerin, yani Marksistlerin kendileri ulusçulardır. Marksistler çözümün değil sorunun parkası hatta ta kendisidir. Sorun buradadır. Bu nasıl bir mekanizmadır. Bunu açıklaması gerekmektedir.

Ulusların hayal edilmiş dolayısıyla gerçekliği olmayan şeyler olduğunu söylemek, Marks’ın eleştirdiği Kant’ın yaklaşımını tekrar etmektir. Uluslar hayal edilmiş, yani ulusçular tarafından tasavvur edilmiş oldukları için vardırlar.

*

Eğer bunu günümüzün dünyasının imgeleriyle ifade etmek gerekirse, bunu Peter Pan’daki peri Tinkerbell’in varlığına benzetebiliriz. Peter Pan’ın Varolmayan Ülke’sinde (Neverland) birşeyin varolması için varolduğuna inanılması gerekmektedir.

Tinker Bell isimli peri çocuklar kendisinin varlığına inandıkça var olabilmektedir.

Kant’ı ya da Marks’ı bilmeyen, Walt Disney seyrederek büyümüş ekonomi teorisyenleri, Para’nın varlığı ve değerini açıklarken eğer herkes inanıyorsa onun bir değeri olur demekte ve buna „Tinkerbell-Effekt“ (Tinkerbell Etkisi) demektedirler.

Eğer Marks’ı bilselerdi Marks’ın örneklerinden birini kullanarak, örneğin çocukların kurban edildiği Fenike ya da Kartacalıların tanrısı Moloch’un da ona inananlar var olduğu için var olduğundan ve ona hayali değil gerçek çocukların kurban edildiğinden söz edebilirlerdi.

Günümüzün Moloch’u uluslardır ve insanlık milyonlarca çocuğunu bunlara savaşlarda kurban etti ve ediyor. Nice maddi ve manevi zenginliklerini, emeğini ona kurban ediyor.

Tıpkı Moloch’a inananlar var olduğu için Moloch’un var olması gibi, ulusçular olduğu için ulusların var olması, insanların gerçek kurbanlar olmasını engellemiyor.

11 Şubat 2022 Cuma

Demir Küçükaydın

demiraltona@gmail.com

Bloğum: Demirden Kapılar

https://demirden-kapilar.blogspot.com/

Youtube Kanalım:
https://www.youtube.com/user/demiraltona

Podcast

https://soundcloud.com/demirden-kapilar

Facebook

https://www.facebook.com/demiraltona/

Twitter

https://twitter.com/demiraltona

Instagram

https://www.instagram.com/demiraltona

Steemit

https://steemit.com/@demiraltona

Kitaplar (İndirilebilir)

https://disk.yandex.com.tr/d/zgV6eNZL329XUu

Academia

https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin

Mail ile otomatik yazılarımı almak istiyorsanız şu adrese bir boş email yollayınız:

yorumlar-subscribe@lists.riseup.net

Mail listesinden çıkmak için şu adrese bir boş mail yollayınız:
yorumlar-unsubscribe@lists.riseup.net

Hiç yorum yok: