Üçüncü yazıda “Mucizevi Yıl” dediğimiz 1983’deki uluslar ve ulusçuluk ilişkisini ters yüz eden “Kopernik Devrimi”nden söz etmiş ve bu devrimi yapanların bile ulusun bir tanımını yapamadıklarını göstermiş ve sadece bir çıtlatma olarak, ilerde ayrıntısıyla ele almak üzere, kendi tanımımızı, uluslar ve ulusçuluğun bir Din olduğunu, yani din kategorisinden bir olgu olduğunu belirtmiş ve son bölümde, bu dördüncü yazıda Marksistlerin bu devrimi neden ve niçin kavrayamadıkları veya suskunlukla geçridikleri konusuna girelim demiştik.
Önce Marksizmin bir ulus ve ulusçuluk teorisi olmadığına dair önde gelen Marksistlerin saptamalarını ve bu saptamayı yapan Marksistlerin de böyle bir teori veya Ulus tanımı ortaya koyamadıklarını görelim. (Çünkü gelen kimi yankılardan bunun da pek bilinmediğini fark ettik. En azından Türkiyeli Marksistler bakımından.)
Burada Marksist derken, kendini Marksist kabul eden
Stalinistleri ve benzerlerini değil, gerçekten klasik Marksist geleneğe bağlı,
onu geliştirmeye çalışan eleştirel, dogmatiklikten uzak marksistleri
kastediyoruz. (Yoksa stalinistlere göre böyle bir sorun yoktur ve Stalin’in bir
ulus tanımı vardır zaten.)
*
Ancak bundan önce Marksizmin bir ulus teorisi ve tanımının
olmamasının anlamı ve hayatiz önemi üzerine biraz duralım ki bu yokluk ile Marksizmin Yeniden İnşası ilişkisi de,
bu ilişkinin ayrılmaz niteliği ve zorunluluğu da biraz anlaşılsın.
Marksizm toplumu ve onun tarihini açıklayacak temel
kavramları ve teorik temeli ortaya koyduğu iddiasındadır. Ancak uluslar ve
ulusçuluk söz konusu olduğunda bu iddia tüm anlamını yitirmektedir.
Düşünün bir kere, uluslar ve ulusçuluk yuvarlak hesap
Marksizm ile birlikte (1848) tarih sahnesine çıkıp bir pandeminin yayılışı gibi
tüm yeryüzünü kaplamıştır ve bugün yeryüzünde bir ulusa ait olmayan bir karış
yer bile yoktur. Yeryüzündeki bütün insanlar ve Marksistlerin kendileri de
dahil şu veya bir ulustandırlar, o ulusun devletine vergi verirler, yasalarına
uyarlar, okullarında okurlar. Böylesine yaygın ve egemendirler.
Öte yandan, yeryüzündeki insanların bütün sorunlarının
temelinde ulusçuluk, uluslar ve ulusal devletler vardır. Bir ulusal devletten
alınmış bir belgeniz yok ise, başka bir ulusun ve ulusal devletin topraklarına
ayak basamazsınız.
Bugün yeryüzündeki insanların varlığını bu ulusal devletler
asrasındaki rekabet ve yine bu uluslar ve ulusal devletler arasında çıkabilecek
bir nüklear savaş tehdit etmektedir.
Çevre, karbon salınımı, ekolojik denge gibi insanlığı tüm
dünya ölçüsünde tehdit eden sorunları uluslara ve ulusal devletlere bölünmüş
bir dünyada çözmenin olanağı yoktur.
Uluslar böylesine hayati önemde, yaygın kapsayıcı, hiçbir
toplumsal olgu ve sorunun dışında kalamadığı bir olgudur ama dünyayı açıklama
ve değiştirme iddiasında olmuş ve en azından belli bir dönem bu iddiası oldukça
ikna edici olarak da görülmüş Marksizmin,
bu olgunun ne olduğuna dair bir teorisi, bir tanımı yoktur.
Bu, tarihin ve çağın en önemli, yaygın, kapsayıcı, kader
belirleyici olgusunu açıklayacak bir tek sözünüzün olmaması aslında bir iflasın
ilanından başka bir anlama gelmez.
Ve bu tanımınızın olmaması bir “kendinde şey” durumu değildir, “kendisi
için şey” durumu söz konusudur. Çünkü, bu bilginin, tanımın, teorinin
olmaması uluslar ve ulusçuluk olgusunun varlığından, yaygınlığından,
kapsayıcılığından ayrı da düşünülemez.
Düşünülemez çünkü ortadaki tanımsızlık ve açıklama yokluğu,
örneğin astronomide, geceleri tüm göğü kaplayan, gündüzleri yeryüzüne ışığı,
sıcaklığı ve hayatı bağışlayan yıldızlar ve kendisi de bir yıldız olan güneş
hakkında hiçbir teorinizin olmaması veya canlılar ve canlı türleri hakkında,
onlar tüm yer yüzüne yayılmış olmasına rağmen, onları tanımlayacak bir
teorinizin veya tanımınızın olmaması gibi bir durumdur.
Yıldızların ne olduğunu tanımlayamayan bir astronominin
evreni, canlıları ve türlerini tanımlayamayan bir biyolojinin, yaşamı açıklama
iddiası gibi bir durumdur Marksizmin uluslar ve ulusçuluk kaşısındaki durumu.
Her yerde uluslar var, herkes bir ulustan ama bunun ne
olduğunu açıklayan bir teori yok ve tarihin ve toplumun bilimi olduğunuz
iddiasındasınız.
Ama konu toplum olunca, bu tanım ve açıklama yokluğu çok
daha korkunç boyutta bir soruna işaret eder.
Fizik biliminin kendisi, yani cansız doğa hakkındaki
bilgimizn kendisi fiziksel bir olay değildir. Yani siz yıldızların ne olduğunu
açıklasanız da açıklamasanız da, doğru ya da yanlış bir teoriniz olsa da olmasa
da yıldızlar ve güneş var olmaya devam ederler, onların varlığı ve evrimi ile
sizin onlar hakkındaki açıklama ve bilginizin varlığı veya yokluğu arasında bir ilişki yoktur. Onların varlığını
ve evrimini etkileyemez bu bilginiz ya da bilgisizliğiniz, teoriniz ya da
teorisizliğiniz.
Benzer şekilde, biyoloji bilimi, yani canlılar ve onların
türleri hakkındaki bilginiz, biyolojik bir olay değildir. Bu bilgiye sahip
olsanız da olmasanız da canlıların varlığı, sizin bu bilginizden ve biyoloji
biliminden bağımsız olarak var olmaya devam eder.
Ancak toplumun bilimi, yani Marksizm ile toplum arasındaki
ilişki canlız ve canlı doğa ile onların hakkındaki bilgi arasındaki ilişki gibi
değildir, çünkü toplumun bilimi, yani Marksizim bizzat kendisi de toplumsal bir
olgudur. Ulus ve ulusçuluun varlığı ile bunun hakkındaki bilgi arasında karşılıklı
bir iişki vardır. Uluslar ve ulusçuluk ulusçuluk, hakkındaki bir teori ve
tanımın varlığı veya yokluğundan bağımsız olarak var olacak ve tıpkı yıldızlar
veya canlılar gibi kendi varlığını ve yaşamını sürdürecek diye bir durum
yoktur.
Hatta ilerde daha ayrıntısıyla ele alıp kanıtlayacağımız
gibi, ulusların ve ulusçuluğun varlığı ile, uluslar ve ulusçuluk hakkındaki
bilginin, tanımın, teorinin yokluğu arasasında zorunlu bir ilişki
bulunmaktadır. Uluslar ve ulusçuluk böylesine yaygın olduğu için bir anlamda
ulusların ve ulusçuluğun bir teorisi yoktur. Ulusların ve ulusçuluğun bir
teorisi, bir tanımı bilgisi olduğunda da ulusların ve ulusçuluğun böylesine var
oluşunu sürdürmesi olanaksız hale gelir.
Yani uluslar ve ulusçuluk ile bunun bilgisi diyalektik bir
ilişki içindedir eğer klasik Marksist sözlerle ifade etmek gerekirse. Ama
Yıldızlar veya Canlılar ile onların bilgisi arasında böyle bir ilişki yoktur.
Bunlar “kendinde şey”lerdir.
Yani ulusların ve ulusçuluğun varlığı ile insanlığın varlığı
arasında kopmaz bir bağ olduğundan, ulusların ve ulusçuluğun bir teorisi ile
insanlığın var olup olmaması birbirine bağlıdır. Bunu şöyle de ifade
edebiliriz, ya Marksizmi ulusları ve ulusçuluğu da açıklayan bir teori ile
yeniden inşa edeceğiz ve geliştireceğiz ya da insanlığın varlığını sürdürmesi mümkün
değildir.
Yani teori en pratik iştir.
Ve bu ilişki kuantum fiziğindeki belirsizlik ilkesine de
benzetilebilir. Meşhur Heisenberg’in belirsizlik ilkesine göre, bir parçacağın
yerini ve hızını aynı anda belirleyemeyiz, yerini belirlemeye kalkarsanız,
hızını belirlemeye kakarsanız yerini belirleyemezsiniz. Bu durumu yaratan
atomlar ve atom altı parçacıklar aleminde gözlemci ve gözlenen ilişkisidir.
Örneğin iki yarık deneyinde gözlemci olmadığında ışık dalga özelliği gösterir
ve ekranda dalgaların birbirine geçişi ortaya çıkar, ama gözlemci olduğu an
artık bir parçacık gibi “davranır”.
Toplum ve özellikle de bugün onun varoluşunun somut biçimi
olan uluslar ve ulusçulukta da benzeri bir durum söz konusudur. Eğer ulus ve
ulusçuluk varsa, onun bilgisi yoktur, ulus ve ulusçuluğun bilgisi olduğunda da
kendisi bu bilgiyle bir arada bulunamayacaktır.
Sanırız bu konunun ne kadar hayati bir öneme sahip olduğu,
ortada bir ulus tanımı veya ulus hakkındaki bir teori olmamasının doğada herhangi
bir olguyu açıklayamamak gibi bir ilişki olmadığı hakkında bir fikirn verir.
Ancak Marksizmin bir ulus ve ulusçuluk teorisinin olmadığı
tesbitini yapan Marksistlerin hemen hiç birisi, teori ve olgunun bu diyalektik,
yani konusu ve nesnesinin bir arada bulunamaması tesbitini de yapamamışlar,
ilişkiyi tıpkı fiziksel veya kimyasal bir olgu ile onun bilgisinin ilişkisi
gibi ele almışlardır. Zaten bu da tamı tamına Marksizmin uluslar ve ulusçuluk
hakkında bir teorisinin olmaması ve bu tesbiti yapan marksistlerin de böyle bir
teoriden yoksun olmasının bir görünümüdür.
*
Benzeri bir ilişki, Ekonomi Politik ve onun konusu
arasındaki ilişkide de söz konusudur.
Ekonomi politiğin konusu olan mita, yani değişim değeri, iki
insan ya da kabile veya klan iki ürünü birbiriyle değiştirdiği, kullanım
değerleri birer değişim değeri edindiği, ürünler metaya dönüştüğü anda başlar.
Ekonomi politik bu değişim ile ortaya çıkan (Emergenz) ilişkinin, bu yepyeni
varoluş ve hareket biçiminin yasalarını inceler.
Marks’ın baş eseri Das
Kapital bu yasaları inceer. Ama kitabının alt başlığı Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir.
Ama meta üretimi yok olunca bilginin konusu oradan
kaltığından bilginin kendisinin varolan gerçekliğin bir bilgisi ve teorisi
olarak anlamı kalmayacaktır. Yani bilgi ve nesnesi arasında bir karşılıklı
varoluş ilişkisi vardır, ulus ve ulusçuluk kadar net ve açık olmasa da.
Öte yandan meta ilişkilerini ebedi kabul eden ekonomi
politik “bilimi” aslında bir ideolojidir. Bu anlamda Marks’ın eseri bu
ideolojinin de eleştirisidir ve alt başlık aslında bu anlamda bir eleştiriyi
ifade etmektedir. Ama daha ötesi vardır. Konusunun da, meta ilişkilerinin de
eleştirisidir. Yani kendi konusunu ortadan kaldırmak üzere bir bilgidir.
Fiziğin kendi konusunu cansız alemi ortadan kaldırmak gibi bir sornu veya
imkanı yoktur. Ama Ekonomi Politik ile onun bilgisi arasında böyle bir ilişki
sadece mümkün değil, zorunlu olarak da vardır. İşte bu ilişki ulusçuluk ve ulus
olgusu ile ulusçuluk ve ulus teorisi veya bilgisi arasında da bulunmaktadır.
Burada kısaca sözü Ernest Mandel’e bırakalım:
“Her bilim bir bilgi aracıdır. Sorulan sorular bir cevaptır.
Dolayısıyla, ekonomi politiğin cevaplandırmaya çalıştığı sorular -Değer nedir?
Sermaye ve artı-değer nerden gelmektedir? Ücretler nasıl belirlenmiştir? Para
dolaşımının fiyatlar ve konjonktür üzerinde etkisi nedir? Tekrar-üretim nasıl
işlemekte-dir? Mal ve para üretimi ile birlikte doğduğuna göre, onlarla
birlikte ortadan silinecektir. Marx’in Kapital'e:
“Ekonomi Politiğin Eleştirisi” altbaşlığım koyması, Kapital için hazırlık
çalışması olan eserine: “Ekonomi Politiğin Eleştirisinin ana hatları” {Grundrisse der Kritik der Politischen
Oekonomie) demesi tesadüf değildir. Marx’a göre ekonomi politik özü
bakımından ideoloji idi. “ Nasıl Marksist felsefe” yoksa, “Marksist ekonomi
politik” de yoktur. (…)
“Şüphesiz mal üretimi varolduğu müddetçe
bir ekonomi bilimi, gerçeğin bilinmesi aracı olarak varolur. Demek ki
kapitalizmden sosyalizme geçiş toplumunda ve bizzat sosyalist toplumun ilk
aşamasında tam olarak uygulanır. Fakat kategorilerin bu sona erme süreci tamamlandığı zaman, şimdiki zamanın bilimi olarak “ekonomik bir doktrine” yer
yoktur artık. Ancak geçmişin bilinmesi aracı olarak gelecekteki muhtemel
felaketlere karşı bir kurtarma aracı olarak devam edecektir. Artık
“keşfedilecek, ortaya konulacak” bir şey kalmayacaktır. (…)
“Marksist iktisatçılar kendi
mesleklerini ortadan kaldırmak amacıyla bilinçli çalışacak ilk bilim adamları
kategorisi olmak şerefini taşıyorlar.” (Ernest Mandel, Marksist Ekonomi El
Kitabı)
Eğer ulus ve ulusçuluğun marksist terisi ortaya koyulabilir
ve inanlık bunun sonuçlarını benimserse, kendi konusunu ortadan kaldırmış bir sosyolojik
teori olma şerefi tarihte ilk kez Marksizme nasip olacaktır.)
*
Blgi ve nesnesinin bu zgül ve hayati ilişkisine kısaca
değindikten sonra Marksizmin bir ulus ve ulusçuluk keorisi olmadığına dair,
bizzat, hem de oldukça eleştirel ve yaratıcı marksistlerce yapılmış saptamaları,
kısaca ele alalım.
Ancak bu saptamaların ortak ve tam da bir ulus ve ulusçuluk
teorisinin olmamasından doğan ortak bir özelliğe tekrar dikkati çekelim. Bu saptamaların,
olgu ve olgunun bilgisi arasındaki bu varlık ve yokluğun ters orantılı ilişkisi
hakkında hiçbir vurgu ve imaları bile yokur. Marksizmin bir ulus ve ulusçuluk
teorisi olmamasından fizikçilerin karanlık madde hakkında bir açıklamalı
olmamasından söz eder gibi etmektedirler.
Türkçe’de çıkanlardan başlayalım.
Örneğin 1978’de Mothly
Review’in “Milliyetçiliğin Marksist
Bir Teorisine Doğru” başlığıyla yayınlanan ve Türkçe’de Belge yayınlarınca
1991’de “Sosyalizm ve Ulusallık”
başlığıyla yayınlanan kitabında Horace B. Davis, daha önsözünde, şunları yazıyor:
“Ne Marx ne Lenin sistematik siyasal kuram geliştirilmesi ve ortaya
konulması konusunda çok fazla ilerlemediler, izleyicileri de bunu atladılar.
Ralph Miliband beşeri bilimlerin hiç bir alanı ihmal edilişin sonuçlarını bu
kadar taşımaz der. Gene de hem Lenin hem Marx devlet kuramına ve özellikle
ulusçuluğa çok önem vermişlerdir. Marx 1840’larda ulus üstüne bir kitap yazmayı
tasarlıyordu, Lenin de I. Dünya Savaşı sırasında aynı konuda bir kitap yazmaya
koyulmuş fakat başka konular buna olanak vermemişti. Sonuçta ikisinin de
yazıları bu konunun özel alanlarıyla ilgili kalmıştır; genelleştirme, konunun
bütününe uygulanabilme nitelikleri yoktur.”
Kitabın Giriş bölümü de şu sözlerle başlıyor:
“Marksistler enternasyonalist
oldukları savındadırlar fakat her yerde Marksistler in ulusçu davranışlar
içinde olduklarını görüyoruz.”
(Hemen sezileceği gibi bu çelişkinin nedenleri hakkında
hiçbir ima yok. Yani dediğimizin bir örneği, teori yok ama bu yokluk ile
milliyetçiliğin veya marksistlerin milliyetçiliği arasında bir ilişki
kurulmuyor. Bunu hemen öylece değinip geçiyoruz. Ayrıca Enternasyonalizmin de
milliyetçilik ile aynı ilkeye dayanması ve aslında bir çelişki olmadığı gibi daha
derin ve esas bir konu da var ama şimdilik bütün bunlara hiç girmeden sadece örnekleri
zikretmekle yetinelim.)
Davis bu kitabında ne ulusun ve ulusçuluğun bir tanımını
yapamaz, ayrıca 1983 devriminden epey önce yazdığı için, ulus ve ulusçuluk
ilişkisini hala uluslar olduğu için ulusçular olduğu varsıyımı üzerinden ele
almaktadır.
*
Bir başka örnek olarak Michael Löwy ele alınabilir. Löwy,
ulus, ulusçuluk ve din konusunda en çok yazmış, klasik mirası derli toplu
özetlemiş ve daha sonraki olaylara daha esnek yaklaşmaya çalışan Marksistlerden
biridir. O da Marksizmin bir ulus teorisi olmadığı görüşündedir ama Marksizmin
böyle bir teoriyi kurmaya uygun araçları olduğunu düşünmektedir. Ne var ki,
kendisi önü sonu tutarlı bir teori ve açıklama ortaya koyamaz.
Örneğin “Dünyayı Değiştirmek
Üzerine” adıyla yayınlanan bir derlemesinde şunları yazar:
“Marks ne sistematik bir ulusal sorun
teorisi, ne “ulus” kavramının tam bir tanımını verdi ne de bu konuda proletarya
için genel bir siyasal strateji geliştirdi. Konuya ilişkin makaleleri
genellikle özgül durumlarla ilgili somut siyasal önermelerdi. Uygun “teorik”
metinlere gelince, en bilinen ve en etkin olanı, hiç kuşkusuz, Manifesto’daki
cemaatler ve ulusla ilgili oldukça örtülü pasajlardır...” (Marksistler ve Ulual
sorun)
Yazın Yayıncılık tarafından 2005’te “Ulusal Sorun, Enternasyonalizm ve Küreselleşme” başlığı altında Löwy’nin
bir derleme kitabı yayınlandı. (Yani 1983’ten beri 22 yıl geçmiş ve Troçkist
bir yayınevi bu devrimden habersiz.)
Orada da örneğin şöyle yazar.
“İlk olarak bir ulus
nedir? Bu soru pek çok marksist düşünür ve yönetici kuşağının kafasını
kurcaladı. Bir insan topluluğunun bir ulus oluşturup oluşturmayacağını
belirlemeye olanak veren nesnel kriteri araştırma konusu oldu.”
Sonra klasik olarak, bu konuda kalem oynatmış çeşitli
Marksistlerin (Kautsky, Otto Bauer, Stalin vs.) tanımlarını aktarır ve sözde “diyalektik”
hem öznel hem de nesnel kriterlere dayanan bir orta yol bulmaya çalışır.
Yani bir tanım olmadığı saptaması var ama bir tanım önerisi
de yoktur.
*
Daha yeni bir örnek de 2008’de Türkçe’de yayınlanan Yunanlı
bir Marksist Antones Liakos’un “Dünyayı
Değiştirmek İsteyenler Ulusu Nasıl Tasavvur Ettiler” adlı oldukça eleştirel
ve yeniliklere açık, çok daha sonraki tarihlere kadar bu konudaki çalışmaları
özetleyen kitabıdır.
Yazar aynı zamanda ulusçuluğun ulustan önce geldiği yaklaşımına
oldukça yakındır. O da bir teori var mı sorusuyla başlıyor ve şunları yazıyor:
“Marx ve Engels’in ulus hakkında bir teorisi var mıydı, yok
muydu? Her iki düşünce de savunulmuştur. Birinci görüş, onların eserlerinde
gerçekten bir ulus teorisi olduğunu öne sürer. Ben, bunun tersini düşünen
ikinci görüşe katılıyorum.’ Marx ve Engels, ulus hakkında bir teori
oluşturmadılar; çünkü ulus onları ilgilendirmiyordu.”
Ve
dipnotta iki örneği ekliyor, keza o da Löwy’yi “Teori yok” dienler arasında
belirtiyor.:
“Teorisinin olduğunu söyleyenler:
Ephrain Nimni, Marxism and Nationalism: Theoretical Origins of a Political
Crisis, London, Pluto Press, 1994. Teorisinin olmadığını söyleyenler: Georges
Haupt, Michael Löwy, Claudie Weill, Les marxistes et la question nationale
1848-19H, Paris, Maspero, 1974.)”
Yazar neredeyse bu alanda yapılmış veya kavramsal araç
sağlayabilecek, özellikle son yıllardaki katkıları özetlese de sonunda şuni
itiraf ediyor:
“İncelediğimiz müteakip fikir katmanları,
bir doğru yol ve çok sayıda sapma olmadığını, üstelik terk edilmesinin,
apolitikleşmeye ya da moda teoriler arayışına, postmodernizm ve teori şehveti
cehennemine ve ulusların çözüleceği “yeni dünya düzenine” vs. düşmemize yol
açacağı bir paradigmanın bile var olmadığım gösterdi.”
Öte yandan kendisi te ne bir teori ne de bir tanım ortaya
koyabiliyor:
Daha ziyade politik sonuçlara yöneliyor. Ve şunları yazıyor:
“Sonuç olarak, inşa
edilmiş de olsalar, kendi kendini tayin etmiş ya da öteki tarafından
belirlenmiş hayali cemaatler de olsalar, uluslar gerçeğe dönüştüler. İki
yüzyıllık uluslaştırma, ulus bilincini yarattı. Bugün gözlemlediğimiz,
küreselleşmenin ulusları çözmesi değil, ulus devleti oluşturan ilişkilerin
yeniden düzenlenmesidir. Yani ulus, devlet, ülke ve birey arasındaki ilişkiler
yeniden düzenleniyor ve yenileri, daha az dışlayıcı ve daha çok akışkanları
oluşuyor.”
Dikkat edilirsi, liberal teorisyenlerin Globalleşmenin
ulusları ve ulus devletleri aşındırdığı, ulusun devletten bağımsızlaştığı gibi
sonuçlarına ulaşıyor. Yani aslında sadece teorik olarak değil, politik sonuçlar
çıkarma bakımından da teslim oluyor diyebiliriz.
Kitabın son cümleleri şunlar:
“Bu çelişkilerle
birlikte daha çok yaşayacağız. Eğer dünyayı değiştirmek isteyenlerin ulusu
nasıl tasavvur ettiklerine dönüp bakmamız icap ediyorsa bu, bu meselelerin
tarihselliğini kavramak içindir. Fakat tarihsellik geçmişle sınırlanamaz, biçim
verici bir unsur olarak geleceği de içerir. Öyleyse, bugün bizim ulus
hakkındaki düşüncelerimizi nasıl şekillendirdiğimiz, dünyanın muhtemel
geleceğini nasıl düşündüğümüze bağlıdır. Hem bugün ve yarın bizi
ilgilendirmiyorsa, geçmiş neden ilgilendirsin ki?”
Böyle diyerek gelecek hakkındaki hayallerimiz ile
ulusçuluğun ve ulusun bir teorisi arasında bir ilişki yokmuş gibi soruna
yaklaşıyor, dünyanın geleceğni nasıl düşündüğümüzün uluslar ve ulusçuluk
hakkındaki teoriye bağlı olduğunu görmüyor. Yani bilgi ve nesnesi arasındaki
ilişkiyi kopuk olarak ele alıyor.
Ama teori bir bilgilenme yığını değildir, temel kategorileri
tanımlama sorunudur. Ulus ve dolayısıyla toplumun geleceği hakkındaki
düşüncelerimiz onun teorisinden çıkar ve ortada hala bir teori görülmemektedir.
Teori olmaması ise, uluslar ve ulusçuluk bir ulus teorisi ile bir arada
olamayacağından “uluslar ve ulusçulukla “birlikte
daha çok yaşayacağız” demektir.
Bu anlamda kitap, farkına varmadan çok kötü bir kehanette
bulunuyor denilebilir.
Biz de bu kehanetin gerçekleşmemesi için bu satırları
yazıyoruz.
*
Snırım bu örnekler Marksizmin bir ulus ve ulusçuluk teorisi
olmadığı hakkında en azından aklı başında bütün marksistlerin bir fikir birliği
içinde olduğunu gösterir.
Burada ilerde ele almak üzere ben de kendi fikrimi bir cümle
ile açıklayayım:
Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı, Adorno, Benjamin, Löwy, Liakos,
Hobsbawm vs. bütün marksistler, sadece bir ulus teoris i ve tanımı ortaya koymamakla
kalmamışlardır, aynı zamanda milliyetçidirler. (Zaten bilgi ve nesnesinin bir
arada bulunamazlığı nedeniyle zorunlu olarak böyledirler.) Ve sadece
milliyetççi değildirler en gericisinden birer milliyetçidirler,
Çünkü en gerici milliyetçilerin milliyetçilik anlayışını
paylaşırlar. Milliyetçilik tanımları en gerici milliyetçilerin milliyetçilik
tanımlarıdır. Milliyetçiliğe kerşi çıktıklarını söylerken bile en gerici
biçimiyle milliyetçiliği yeniden üretirler.
Milliyetçilik tarihsel yürüyüşünü ve zaferini, kendini
milliyetçi olarak tanımlamayan, milliyetçiliğin düşmanı enternasyonalistler olarak
tanımlayan (Ve enternasyonalizmi Milliyetçiliğin zıttı olarak tanımlarken
aslında en gericisinden milliyetçi olduklarını itiraf ettiklerinin bile
farkında olmayan) Marksistlerin omuzlarında başarmıştır.
Bu satıları yazan da bir marksistttir. Bu satırlar aynı
zamanda yazarın da bir üzeleştirisi olarak okunabilir. Zaten bu nedenle Marksizmin Yeniden İnşası’ndan söz
edilmektedir.
Marksizim hala milletlerin ve milliyetçiliğin yüzündeki
peçeyi kaldıracak teorik ve kavramsal araçlara sahiptir.
Ama anahtar, yani bu kavramsal araçlar, çok başka yerdedir.
Marksistler kanahtarı kaybettiği karanlık yerde değil,
aydınlıkta arayan sarhoş gibi, ulus ve ulusçuluk sorununun çözümünü ulusa ve
uluslara bakarak anlamaya çalıştıkları için bugüne kadar bunu başaramadılar. Anahtar
ulusların ve ulusçuluğun olduğ yerde değil, dinin olduğu yerde, toplumsal
varlığın özelliklerinde.
*
Şimdi şu “ulusçuluk
uluslardan önce gelir, uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu
için uluslar vardır” şeklinde ifade ettiğimiz alt üst edici, “Kopernik Devrimi” diye nitelediğimiz önermeye
tekrar geri dönelim.
Klasik Marksist, bu önermeyi görünce şöyle düşünür ve itiraz
eder:
“Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkıya Önsöz’de Marks demez mi “insanların varlığını belirleyen
şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal
varlıklarıdır.” Bu satırlar tarihsel maddeciliğin, marksizmin en temel
önermelerinden biridir, bu önerme Hegel’in başı üzerinde ters duran
diyalektiğini ayakları üzerine çeviren, düşünce ve varlık ilişkisini
materyalist olarak ortaya koyan önermedir.
“O halde, diye
çıkarsama yapar: “Ulusçular olduğu için uluslar olduğnu, ulusçuluğun uluslardan
önce geldiğini” söylemek Hegel idealizmine geri dönmek, Marks’ın ayakları
üzerine diktiği öğretiyi tekrar kafası üstüne dikmek, düşünce ve varlık
ilişkisini ters yüz etmektir.
“Sonuç olarak,
ulusçuların uluslardan önce geldiği görüşü ciddiye bile almaya değmeyecek
idealist bir görüştür, idealist felsefeye geri dönüştür. Düşünceyi varlığın
önüne koymaktır.”
Ve muhtemelen şunları da ekleyecektir: “nasıl sınıf olmadan
sınıf bilinci olmaz ise, sınıfın varlığının sınıf bilinci karşısında önceliği
varsa, nasıl sınıf bilinci olduğu için işçi sınıfı vardır diyemez isek, ulusçuluğun
ulustan önce geldiğini söylemek de farklı değildir. Sınıflar olmadan bir sınıf
bilincinden söz edilemeyeceği gibi, uluslar olmadan da bir ulusçuluktan söz
edilemez. Ulus ulusçuluktan öncedir.
Böylece bu “öldürücü
vuruş” ile “micizevi yıl”ın “kopernik devrimi” dediğimiz önermenin
işi bitirilmiş olur.
Bu akıl yürütme, muhtemelen dünyadaki marksistlerin bu
devrimi anlamamasının hatta kuşkuyla veya ciddiye bile almayan bir düşmanlıkla
karşılamasının başlıca nedeni sayılabilir.
Aslında ulus konusundaki bütün marksist yazının ardırda bu
gizli varsayım bulunmaktadır. Hatta öyle ki, ulusçuluğun ulustan önce geldiği
önermesini yazan, bu devrimi yapan yazarlara (Gellner, Hobsbawm, Anderson), bu
görüşe sempatiyle bakan Löwy, Liakos gibi yazarlara bile bu gizli varsayım egemendir.
(Birisi iş edinse ve onların kitaplarını alıp tek tek bunları gösterse çok iyi
olurdu.)
Ancak, işler bu kadar basit değildir ve bu akıl yürütme, çok
temel bir mantık hatası yapar ve de kategorileri
karıştırır.
Kategoriler Marks’ın dediği
gibi, "varlığın biçimleri (formları),
varoluşun özellikleridir (karakteristikleri)."
Ulus konusunda varlığın biçimleri ve varoluşunun özellikleri,
yani kategoriler nerede ve nasıl karıştırılıyor?
Bunu görelim.
Ulusçuluğun uluslardan önce geldiği, ulusçular ulduğu çin
uluslar olduğu önermesi, düşünce varlık
ilişkisini ele almaz, bu önerme düşünce varlık ilişkisi
kategorisine ilişkin bir önerme değildir; ulusçuluğun ve ulusun hangi
kategoriden bir toplumsal olgu olduğuna ilişkin bir önermedir. Önermenin, bu
kategori farklılığını ifade ediş tarzı sanki düşünce ve varlık ilişkisini ters
yüz ediyormuş gibi bir yanlış anlamaya yol açmaktadır.
Ne demişti B. Anderson, “din
gibi” bir olgu demişti ulusçuluk için, biz de “gibisi yok, dindir” demiştik.
(Ve bunu derken bizim din kavramımız gerek Anderson’un gerek
bu satırları okuyanların ve gerek yeryüzündeki milyonlarca insanın din
kavramından farklıdır, tamamen başka bir
içeriğe sahiptir. Ama konuyu dağıtmamak ve yapılan kategorileri karıştırma
yanlışını göstermek için, yani ulusçuluğun ulustan önce geldiği önermesinin
varlığın düşünceyi, alt yapının üst yapıyı belirlediği önermesiyle
çelişmediğini göstermek için de “din gibi”yi ve dini genel olarak anlaşılan anlamıyla,
yani bir inanç olarak, kabul edelim. Yukarıda dile gertirilen klasik ve/veya
dogmatik Marksistler tarafından yapılan ve yapılabilecek itirazın yanlışını
göstermek için, yaygın anlamıyla, inanç olarak din iyi bir analoji yapma imkanı
sunar. Aslında analoji değil. Ulus ve ulusçuluk da bir din olduğundan ilişkinin
ta kendisi ama burada buna girmiyor ve dinin ulustan farklı kategoriden bir şey
olduğunu var sayarak akıl yürütmenin yanlışını göstermeye çalışıyoruz.)
Şimdi Din yani inanç olgusuna bakalım.
Ve Marksist itirazcıya soralim. “Yeryüzünde çeşitli dinler
ve o dinlere inanan insanlar var. Hatta yok olmuş dinler de var. Bir zamanlar
insanlar zeuslara, Marduklara inanıyorlardı o dinlerdendiler. O halde soru
şudur: Dinler olduğu için mi o dine
inananalar vardır, yoksa o dine inananlar olduğu için mi o dinler vardır?”
Daha somut olarak da şöyle ifade edelim: “İslam dini olduğu için mi Müslümanlar vardır
yoksa Müslümanlar olduğu için mi İslam dini vardır?”
Her halde hiçbir Marksist ya da Müslüman “İslam dini olduğu
için Müslümanlar vardır” demeyecektir. İslamın doğuşu ve ortaya çıkışına
ilişkin anlatılar ve bizzat kutsal kitabı, Müslümanlar olduğu için İslamiyet
diye bir dinin olduğnu anlatır.
Bir peygamser çıkmıştır ve insanları görüşüne kazanarak müslümanları
dlayısıyla da İslam dinini var etmiştir.
Elbette bu din bir kere ortaya çıkıp yerleştikten sonra,
insanlar bu dinin içine doğduklarından o din olduğu için o dinden olduklarını
düşünebilirlerse de bu bir yanılsamadır. (Elbet o din kendi söylemi içinde, tıpkı
bugün uluslarının kendilerinin çok eski tarihlerden var olduğunu iddia etmeleri
gibi, “kalu beladan beri” (dünyanın
yaratılmasının öncesinden beri) var olduğunu söyleyebilir ama ayrı bir
sorundur. Biz burada Müslümanlarla değil Marksistlerle tartışıyoruz.)
Peki genel olarak bir din ile o dinden olanlar, özel olarak
da İslam dini ve Müslümanlar ilişkisinde Müslümanlar olduğu için İslam dini
olması, yani müslümanların islamiyete önceliği, tıpkı ulusçular olduğu için
ulusların olmasının, ulusçuların uluslara önceliğinin aynısı ya da benzeri değil midir?
O halde milliyetçiler olduğu için milletlerin olduğu
milliyetçiler millet ilişkisinde milliyetçiliğin ve milliyetçilerin önceliği
olduğu önermesi eğer idealizm ve Marks’ın öğretisini tekrar baş aşağı çevirmek
ise, Müslümanlar olduğu için İslam dininin var olduğu önermesi de eğer valık
düşünce ilişkisinin bir ifadesi olarak ele alınırsa, aynı şekilde Marks’ın
öğretisini baş aşağı getirmek anlamına gelir.
Bu ise daha büyük bir çıkmaza yol açar. Tarihsel olgular önce
bir dinden insanların ortaya çıktığını sonra o dinin oluştuğunu gösterdiğine
göre, Marksizm de yasaları olgulardan hareketle formüle ettiğine göre, olgular
da eğer ilişki düşünce varlık ilişkisi olarak ele alınırsa, düşüncenin varlıktan
önce olduğunu gösterdiğnie göre, Marks’ın önermesi yanlıştır, varlığı
belirleyen düşüncedir. Bir dinden olanlar olduğu için o din olduuna göre,
düşünce varlığı belirlemektedir gibi bir sonuç çıkarmak gerekir.
Şu ana kadarn herhangi bir marksistin, dindarlar olduğu için
o dinlerin var olduğu olgusuna bakarak böyle bir çıkarsama yaptığını, Marks’ı
düzeltmek gerektiği, düşüncenin varlıktan önce geldiği çıkarsaması yaptığını
görmedik.
O halde çifte standart yoksa, ulusçular olduğu için uluslar
vardır, ulusçuların ulusa önc eliği vardır önermesi pek ala Marksist düşünce
varlık ilişkisiyle bir çelişki oluşturmaz.
Bir dinin örneğin İslamiyetin ortaya çıkışı pek ala Roma
veya Mezopotamya – Akdeniz uygarlık alanıyla Pers Uygarlık alanının yani Bizans
ve Sasani devletlerinin çürümesi, bunun sonucunda Çin ve Hint ile bu uygarlık
alanları arasındaki Orta Yol veya İpek Yolu denilen ticaret yolunun tıkanması,
bunun sonucu olarak Güney Yolu veya Baharat Yolu’nun, Hindistanın güneyinden, Hint
Denizinden gelen yolun, orta yolun yerini almasının birden bire Arap
yarımadasındaki Cidde limanı ve Mekke Antreposunu dünya ticaretinin merkezi
haline getirmesi, ama bu dünya ticaretinin merkezi haline gelen yerlerin ise
hala İslam’ın lanetlediği Putlara, yani Totemlere tapan kabile düzeni ve hukuğu
içinde yaşaması ve bu var olan ilişkilerle dünya ticaretinde yeni girilen
ilişkiler arasındaki çelişkinin Müslümanların ve İslam dininin ortaya çıkışını sağladığı
seklinde kolayca açıklanabilir.
Müslümanların islamiyete önceliği olması, düşünce varlık ilişkisini hiç de ters
yüz etmeyi gerektirmez, aksine Marks’ın öğretisinin parlak bir kanıtını
oluşturur. Ekonomi temelindeki, dolayısıyla dünya ticaretindeki ilişkiler
değişmiştir ve eski üstyapı (pitlar ve aşiretler düzeni) bu yeni ilişkilere
denk gelmemektedir, Müslümanların dolayısıyla İslam’ın ortaya çıkışı ve egemen
din olmasıyla, altyapıdaki gelişmelere uygun yeni bir üstyapı, kitaplı bir din kurulmuştur.
Ykarıdaki açıklamayı mümkün bir açıklamaya örnek olarak sunduk ve kaba bir
açıklamadır. Önemli değildir. Önemli olan müslümanların İslam’a önceliğinin, altyapı
üstyapı ilişkisiyle çelişmediğini göstermektir.
Aynı ilişki ulusçuluk veya aydınlanmanın ortaya çıkışını da
kolayca açıklar.
Ulusçuluğun ortaya çıkışı da hem burjuvazinin karşı devrimci
niteliği hem de okuma yazmanın sanayi devrimi ile genelleşmesi nedeniyle kolayca
açıklanabilir örneğin. Yani ekonomi temelinde birtakım değişmeler ve belli
sınıfsal ilişkiler ister istemez yeni ilişkilere uygun bir düzen isteyen
insanların (Milliyetçilerin) ortaya çıkmasına yol açmakta ve onlar de bir süre
sonra egemen olup o ilişkileri (Milletleri ve ulusal devletleri) oluşturmakta,
ulusal devletler kurmaktadır. (Burada da önemli olan açıklamanın ayrıntısı
değil, böyle bir açıklamanın mümkünlüğü ve milliyetçilerin milletlerden önce
geldiği önermesiyle çelişmediğini göstermektir.)
Kısa kesip toparlarsak, Milliyetçiliğin milletlerden önce
geldiği ilişkisi hiç de Marksizmin varlık düşünceden önce gelir, ekonomi temeli
son duruşmada üst yapıyı belirler önermeleriyle çelişmez, aksine bunu doğrular.
Bu önermeyle varlık
düşünce, altyapı üstyapı ilişkisi değil, milliyetçiliğin hangi kategoriden bir olgu olduğu tartışılmaktadır.
*
Burada Marksistlerin ulusçuluğu ve ulusları bir “Din gibi”
değil, bir “İdeoloji” olarak tanımlamasının yanlışlığına ve kendi ayağına bir
kurşun sıkarak, milliyetçiliğe ve milletlere bir silah verdiği olgusuna
geliyoruz.
Aslında Marksistler sınıf ve sınıf bilinci ilişkisini, ya da
sınıflar ve ideoloji ilişkisini, olduğu gibi Milliyetler ve milletler ilişkisine
aktarmışlardır.
Milliyetçilik bir ideoloji olarak ele alınır. ve burjuvazinin
ideolojisi olarak da tanımlanır. Eh nasıl işçi sınıfının ideolojisi olan Sosyalizm
ve Marksizm işçi sınıfı var olduğu için varsa, aynı şekilde burjvazinin
ideolojisi olan millyetçilik de burjuvazi olduğu için vardır. Yani
Milliyetçiliğin ve Sosyalizmin sınıfsal temeli vardır. Yani varlık düşünceyi
belirlemektedir. Bu sınıflar olmasa bu ideolojiler olmaz.
Görüyldüğü gibi eski anlayışta, yani milliyetçiliği bir
ideoloji olarak tanımlayan anlayışta herşey kitaba uygun görünmektedir. Altta
sınıflar, onların konumları ve çıkarları, üstte tıpkı bu sınıflar gibi
birbirine zıt ideolojiler, yani enternasyonalizm (veya sosyalizm) ve
milliyetçilik.
Bu mantık içinde, Burjuvazinin çıkarı ile milliyetçilik
ilişkisini (sadece manüplatif işçileri bölme olarak ele almaktan kaçınarak)
aynı zamanda burjuvazinin “iç pazarı” oluşturması ve koruması gibi bir açıklama
da koyunca, yani ulus ve ulusal devlet de iç pazarı oluşurma ve korumanın aracı
olarak ortaya koyulunca, böylece ekonomi temeli, sınıf ve ideoloji ilişkisi
ideal bir Marksist metodoloji içinde açıklanmış gibi olur.
İşte tamı tamına bu çok marksist gibi görünen ve gerçekten
de bütün marksistlerin hiçbir şekilde bir ulus ve ulusçuluk teorisi
oluşturmasına imkan vermeyen bu açıklama aslında tamı tamına ulusçuların
ulusçuluk açıklaması ve tanımlamasıdır.
Tabiri caiz ise, ulusçular Marksistlerden sınıf ve bilinç veya
ideoloji ilişkisini alarak bununla ulusun varlığını açıklamışlar, marksistler
de kendi kafalarına denk düşen bu ulusçuların ulusçuluk açıklamasını onlardan geri
alıp benimsemişlerdir. Böylece marksistler ulusçuların ulusçuluk açıklamasını
kendi teorileri olarak benimsemişler ve birer ulusçuya dönüşmüşlerdir.
İşte ulusçuların uluslardan önce geldiği, ulusçular olduğu
için uluslar olduğu önermesi tamı tamına bu çelik çenberi kırdığı için tamı
tamına bir “Kopernik Devrimi”dir ve
1983 bu nedenle bir “Mucizevi Yıl”dır.
Devrim tıpkı Kopernik devrimi gibidir. Gerçekten de ilk bakışta,
Güneş doğudan doğar batıdan batar, biz yerimizde duruyoruzdur. Herşey çok
açıktır. Ama gerçekte güneş yerinde durmakta dünya güneşin ve kendi ekseni
etrafında dönmektedir.
Aynı şekilde ilk bakışta, Farklı sınıflar ve onların
birbirlerine zıt ideolojileri (enternasyonalizm ve milliyetçilik) var. Eh bu
sınıfların ortaya çıkışıyla da bu uluslar ve ulusçuluk ortaya çıktığına göre herşey
hem kitaba hem de olgulara uygun görünmektedir. Ama işte tam da bu nedenle bir
yığın olgu açıklanamamaktadır.
*
Aslında kendine Marksist diyenlerin bu klasik uluslar ve
ulusçuluk açıklaması Kantçı bir varlık anlayışına dayanmaktadır. Çünkü bunlar toplumsal varoluşun “maddi” yani
fiziksel ve biyolojik (veya metafizik) olmayan bir varoluş olmadığını
anlayamazlar.
Marks bu konularla daha gençliğinde hesaplaşmıştı. Toplumsal
varoluş fiziksel veya biyolojik maddi varoluştan çok farklı bir varoluştur. Marksist
materyalizm “maddi”, yani biyolojik ya da fiziksel, olmayan bu toplumsal
varoluşu “maddi” olarak kabul eder. Örneğin tanrının varlığı veya yokluğu
üzerine bilimsel argümanlar getirmek bu anlamda tanrıyı bilimsel veya marksist
bir ele alış değildir. Marksizme göre, Tanrı
onu inananlar varsa vardır. Sosyolojik bir olgu olarak vardır.
Marks’ın bu yaklaşımını şu satırlarla kısaca hatırlatıp, (ilerde
toplumsal varoluşun nasıl ele alınması gerektiği noktasına geldiğimizde ayrıca ele
alırız. Bu nedenle burada geçelim) Ulus Ulusçuluktan öncedir diyenlerin aslında
Kantçı olduklarını da gösteren Marks’ın şu alıntısını zikretmekle yetinelim.
“Bu anlamda bütün
tanrılar, hıristiyanlannki kadar paganlannki de, gercek bir varoluşa sahip
olmuşlardır. Antik Moloch hukum surmedi mi? Delfili Apollon Yunanlıların
yaşamında gercek bir güç değil miydi? Kant’ın eleştirisi bu konuda cok anlamlı
değildir. Eğer birisi yüz taleri olduğunu imgelerse, eğer bu kavram onun icin
keyfi ve oznel bir kavram değilse, eğer buna inanırsa, o zaman bu yüz
imgelenmiş taler, onun için, yüz gercek talerle aynı değere sahiptir. (…) Tam
tersine! Kant’ın örneği ontolojik kanıtı güçlendirebilirdi. Gercek talerler,
imgelenmiş tanrılarınkiyle aynı varoluşa sahiptirler. Gerçek bir taler,
imgelemin dışında, isterse bu genel imgelem ya da insanlığın kolektif imgelemi olsun,
herhangi bir varoluşa sahip midir? Kağıt parayı, kağıdın bu kullanımının
bilinmediği bir ülkeye getirin, herkes sizin öznel imgeleminize gülecektir.
Başka tanrılara tapınılan bir ülkeye kendi tanrılarınızla gelin, fantazilere ve
soyutlamalara kapılmış olarak gösterileceksiniz. Haklı olarak. Eski Yunanlılara
Wends tanrısını getirecek olan kişi, orada, bu tanrının var-olmadığının
kanıtını bulmuş olacaktı, cunku Yunanlılar için o yoktu. Belirli bir ülke,
belirli yabancı tanrılar için neyse, aklın ülkesi genel olarak tanrı için odur —
içinde artık varolmadığı bir bölge.” (Marks, Demokritos ve Epikuros’un Doğa Felsefeleri, S. 105-106)
Ulusçuların olmadığı bir dünyada, uluslardan ve ulusların
var oluşundan söz etmek, Tanrıyı bilmeyen bir ülkede tanrıdan, Parayı bilmeyen bir
ülkede paradan söz etmekten farksızdır. Ulusçuların olmadğı bir dünyada, tıpkı
tanrılara inananların olmadığı bir dünyada tanrıların var olamaması gibi,
uluslar da var olamazlar.
O halde ulusları, ulusal devletleri yok etmek için önce
ulusçuları yok etmek gerekmektedir.
Ama ulusçuluğun karşıtı ve düşmanı olduğunu söyleyenlerin,
yani Marksistlerin kendileri ulusçulardır. Marksistler çözümün değil sorunun
parkası hatta ta kendisidir. Sorun buradadır. Bu nasıl bir mekanizmadır. Bunu açıklaması
gerekmektedir.
Ulusların hayal edilmiş dolayısıyla gerçekliği olmayan
şeyler olduğunu söylemek, Marks’ın eleştirdiği Kant’ın yaklaşımını tekrar
etmektir. Uluslar hayal edilmiş, yani ulusçular tarafından tasavvur edilmiş oldukları
için vardırlar.
*
Eğer bunu günümüzün dünyasının imgeleriyle ifade etmek
gerekirse, bunu Peter Pan’daki peri Tinkerbell’in varlığına benzetebiliriz. Peter
Pan’ın Varolmayan Ülke’sinde (Neverland) birşeyin varolması için varolduğuna
inanılması gerekmektedir.
Tinker Bell isimli peri çocuklar kendisinin varlığına
inandıkça var olabilmektedir.
Kant’ı ya da Marks’ı bilmeyen, Walt Disney seyrederek
büyümüş ekonomi teorisyenleri, Para’nın varlığı ve değerini açıklarken eğer
herkes inanıyorsa onun bir değeri olur demekte ve buna „Tinkerbell-Effekt“ (Tinkerbell Etkisi) demektedirler.
Eğer Marks’ı bilselerdi Marks’ın örneklerinden birini
kullanarak, örneğin çocukların kurban edildiği Fenike ya da Kartacalıların
tanrısı Moloch’un da ona inananlar var olduğu için var olduğundan ve ona hayali
değil gerçek çocukların kurban edildiğinden söz edebilirlerdi.
Günümüzün Moloch’u uluslardır ve insanlık milyonlarca
çocuğunu bunlara savaşlarda kurban etti ve ediyor. Nice maddi ve manevi zenginliklerini,
emeğini ona kurban ediyor.
Tıpkı Moloch’a inananlar var olduğu için Moloch’un var
olması gibi, ulusçular olduğu için ulusların var olması, insanların gerçek
kurbanlar olmasını engellemiyor.
11 Şubat 2022 Cuma
Demir Küçükaydın
Bloğum: Demirden Kapılar
https://demirden-kapilar.blogspot.com/
Youtube Kanalım:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Facebook
https://www.facebook.com/demiraltona/
Twitter
https://twitter.com/demiraltona
Instagram
https://www.instagram.com/demiraltona
Steemit
https://steemit.com/@demiraltona
Kitaplar (İndirilebilir)
https://disk.yandex.com.tr/d/zgV6eNZL329XUu
Academia
https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin
Mail ile otomatik yazılarımı almak istiyorsanız şu adrese
bir boş email yollayınız:
yorumlar-subscribe@lists.riseup.net
Mail listesinden çıkmak için şu adrese bir boş mail
yollayınız:
yorumlar-unsubscribe@lists.riseup.net
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder