Önceki “Ulusar ve Ulusçuluk İlişkisi ve Marksistler” başlıklı yazıda, Marksistlerin Uluslar ve Ulusçuluk ilişkisini temelden yanlış kavradıklaını, uluslar olduğu için ulusçular olduğu varsayımından hareket ettiklerini, doğru olanın ise, ulusçular olduğu için uluslar olduğunu, bu önermenin, Marksistlerin sandığının aksine, düşünce varlık veya altyapı üstyapı ilişkisini değil, uluslar ve ulusçuluğun hangi kategoriden bir olgu olduğunu ele aldığını, ulusçuluğun ulusa ön gelmesinin Marksizmle hiçbir çelişkisi olmadığını, aksine tam bir uyum içinde olduğunu göstermeştik.
Bu yazıda Marksistlerin sadece Ulusçular ve Ulus ilişkisini ters yüz etmekle kalmadıklarını, birer ulusçu olduklarını, ulusçuluğun dayandığı ilkeyi savunduklarını, ama bunu savunmanın ulusçuluk olmadığını savunduklarını, yine bununla diyalektik bir birlik içinde, ulusçuluğa ilişkin tanımlarının da ulusçuluğun ulusçuluk tanımları olduğunu göreceğiz.
Şimdi geçen yazının sonucundan yola çıkarsak, “mucizevi yıl” (1983) öncesinde, Marksist
veya Liberal bütün teorisyenlerin, “uluslar
olduğu için ulusçular” olduğu varsıyımına dayanarak, önce ulusun ve ulusların tanımından yola çıkarak bir uluslar ve
ulusçuluk teorisi geliştirme çabalarının, neredeyse 150 yıllık bir başarısızlık
ve teorik iflas öyküsü ortada olduğuna göre, artık “ulusçular olduğu için uluslar” olduğuna göre, önce ulusçuluktan yola çıkarak bir ulus teorisi ortaya koymak
gerektiği sonucu çıkar.
Ulusçuluk (Milliyetçilik) Nedir?
O halde önce “Ulusçuluk
nedir?” sorusunu sormak ve bu soruya bir cevap aramaktan yola çıkmak
gerekir.
“Mucizevi Yıl”daki
“Kopernik Devrimi”nin en kritik
yazarının en kritik eserinde yaptığı da bu olur: “Milletler ve Milliyetçilik”in ilk
bölümünin başlığı “Tanımlar” dır
ve bu bölümün ilk cümlesi de
Milliyetçiliğin tanımıyla başlar:
“Ulusçuluk
temelde siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir
ilkedir.”
Burada hemen şunu
belirtelim ki, bu tanımın anlamını ve
önemini bu yazının okuyucusu da muhtemelen anlamayacaktır. Çünkü başlıkta
da belirttiğimiz gibi okuyucunun kendisi de bir ulusçudur ve yine Ernest
Gellner’in bir önermesiyle “ulusçuluğun
ne olduğunu ulusçulardan öğrenemezsiniz”. Yani ulusçular ulusçuluğun ne olduğunu anlayamazlar. Dolayısıyla hepsi ulusçu olan okuyucular da
anlayamayacaktır.
Bu nedenle
ulusçuluğu ne olduğunu ulusçulara anlatabilmek, en azından dikkatlerini bu
tanım üzerine biraz olsun çekebilmek için, bu tanımı açıklamak, anlamı ve önemi
üzerinde biraz durmak gerekecek.
Önce “Mucizevi Yıl”ın diğer iki yazarının da
bu tanıma katıldıklarını belirterek, okuyucunun dikkatini, onların isimleri ve
itibarları üzerinden olsun bu tanıma çekmeyi deneyelim. Çünkü tanımı yapan Gellner
ne de olsa Weberci, diğerleri en azından Marksist gelenekten. Marksistlerce ve
okuyucularca sözlerinin ayrı bir ağırlığı olabilir.
Marksist
tarihçi Eric Hobsbawm meşhur Uluslar ve
Ulusçuluk kitabında bu tanıma katıldığını söyler:
“Ben “ulusçuluk” terimini, Gellner’ın
tanımladığı gibi, yani “esasen politik birim ile milli birimin uyumlu olması
gerektiğini savunan bir ilke” anlamında kullanıyorum.” (abç.)
Kendini bir
enternasyonalist gören ve anılarının başlığı “Sınırları Aşarak Yaşamak” olan Marksizan “sosyal bilimci” Benedict Anderson da, başka
bir konuya (hayal edilmiş olmaya) ağırlık verdiği ve onu tartıştığı için böyle
açıkça formüle etmiş olmasa da, Gellner’in tanımına dayanır.
“Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur.”
olarak yaptığı tanımda, “ulus” “bir
siyasal topluluk” tur dediğine göre, zımnen ulusal olan ile siyasalın
çakışması ilkesine dayandığını ifade etmiş olur.
(Hatta
Anderson bu çakışmayı ulusçuluğu değil
de ulusu tanımlamak üzerinden
yaptığından, yani ulusçuluğun ilkesi ile ulusu tanımlamış olduğundan, kendisinin
bu tanıma uygun bir ulusçu olduğunu da itiraf ediyor ama bunun farkına da
varmıyor. Anderson, devlet ve ulus ilişkisini, ulusçuluğun değil de ulusun
tanımında kullandığı için kendi ulus anlayışının, politik bir birimle
çakışmaya dayandığını yani tanıma uygun bir ulusçu olduğunu ifade etmiş oluyor.
Yani hem zımnen Gellner’in tanımına katılıyor hem de somut olarak bir ulusçu olarak
da bu tanıma uygun olduğunu dolayısıyla tanımın da doğru bir tanım olduğunun
kanıtını varlığıyla sunduğunu farkına varmadan itiraf etmiş oluyor. Gellner ve
Hobsbawm ise en azından tanımda bu duruma düşmüyorlar. Ulusal olanla politik
olanın çakışmasını, ulusun değil
ulusçuluğun tanımı olarak veriyorlar, en azından ulusçuluğun dışından bir
tanım yapar görünümündeler. Onlar “Ulusçular
bu ilişkiyi, bu ilkeyi kabul edenlerdir” demiş oluyorlar, Anderson ise
ulusçuluğun içinden konuşup, bir ulus olmanın koşulu olarak politik olanla
ulusun çakışmasını belirtiyor.)
Ulusçuluğun Bir Tanımı Yapılamaz mı?
Bu tanımın ve
bir tanım yapılmış olmasının önemine tersinden dikkati çekelim.
Birçok ulus ve
ulusçuluk teorisyeni (ulus ve ulusçuluk “çalışan” akademisyen) sonunda, ulusçuluğun
bir tanımının yapılamayacağı sonucuna uaşmışlardın ve
ulaşmaktadırlar.
Bir örnek
verelim. Türkçe’de uluslar ve ulusçuluk üzerine en çok yayın yapmış akademisyenleden
biri olan Umut Özkırımlı, “Milliyetçilik
Kuramları” kitabında aşağı yukarı bütün ulus ve ulusçuluk kuramlarını, ulusçuluk
“çalışanların” görüşlerini özetledikten
vs. sonra kitabının sonundaki “Sonuç
Yerine” bölümünde “Milliyetçiliği
Anlamak: Analitik Bir çerçeve Önerisi” alt başlığı altında şunları yazıyor:
“Tüm bu eleştirilerin
ışığı altında, milliyetçiliği çözümlemede kullanılabilecek bir analitik çerçeve
önerisinde bulunacağım. Yalnız buna geçmeden önce iki noktanın altını çizmekte
yarar var. Bunlardan ilki, beş önermeden oluşan bu çerçevenin bir milliyetçilik kuramı olmadığı. Zaten ilk önermede tüm
milliyetçilikleri açıklayabilecek bir kuramın üretilemeyeceği ileri sürülecek”
(abç)
Görüldüğü gibi
Türkçede ulus ve ulusçuluğun teorisi konusunda iyi kötü uluslararası
standartlara yakın en çok eser vermiş bir akademisyen, “ulusçuluğun bir kuramını” ortaya koyamadığını itiraf ediyor ve
üstüne üstlük, “bir kuramın
üretilemeyeceği”ni de iddia ediyor. Bir bakıma zaafını bir meziyet gibi
koyuyor da denebilir.
Hatta bununla
da yetinmiyor, bunun milliyetçilik kuramı üzerine yazmış başkalarının da görüşü
olduğunu, sosyal bilimlerde bu tür tanım yapamama gibi durumların da genel
olduğunu, yıllar süren çalışmalar sonunda literatürde varılan en son noktanın
ulusçuluğun bir tanımının yapılamayacağı olduğunu belirtiyor:
“(1) Tüm Milliyetçilikleri Açıklayacak
Genel Bir Kuram Üretilemez
“Sami Zubaida
tarafından tam yirmi yıl önce dile getirilen bu nokta doğal, hatta aşikar görünebilir.
Bunun sosyal bilimlerin ilgilendiği
pek çok konu için geçerli olduğu da söylenebilir. Ancak bu açık gerçeğin
milliyetçilik literatürünün önde gelen isimleri tarafından kabul edilmesi
1990'1arı bulur.”
1998’de yazılmış çalışmadaki bu örnek alıntılardan
görüleceği gibi, şimdi burada milliyetçiliğin 1983’te yapılmış bir tanımıyla
işe başlamak, ulusçuluk teorisyenlerinin “önde
gelen isimleri”nin en sonunda (90’larda) ulaştığı sonuca bir meydan okumadır
bile denebilir.
Ulusçuluğun Tanımını Yapmanın Temel Zorluğu Nerede?
Şimdi kısaca tekrar “Tanım”
konusuna girelim ve önce dediklerimizi hatırlayalım. Bir tanım yapmak önce o
olgu ya da nesnenin içinde bulunduğu
genel kategoriyi belirlemek, sonra da o kategori içinde onu o yapan özgül niteliği belirlemektir
demiştik ve bunun için basit “İnsan gülen
hayvandır” örneğini vermiştik. “Hayvan”lık genel kategori, “gülmek” onu o yapan özgül niteliği idi. Gerçekten de gülen bir ikinci hayvan yoktur. Diğer
hayvanlar şeyden önce zaten gülmeyi
sağlayacak yüz kaslarından yoksundurlar.
Hatırlanacaktır, daha sonra da bizzat o üç teorisyenin bile
ulus söz konusu olduğunda, hangi
kategoriden bir olgu karşısında olduğumuzu söyleyemediklerini, yani ulusa ilişkin bir tanım yapamadıklarını,
bunu bizzat kendilerinin ifade ettiğini göstermiştik.
Tanımlama çabalarında, en ileri gidebildikleri noktada, analojilere
baş vurup, Ulus’un “Sınıf” veya “İdeoloji” gibi değil, ama “Din gibi” bir şey
olduğunu söyleyebildiklerini göstermiştik.
Peki genel bir kategori belirlenemiyorsa bir tanım yapmak
için, en azından genel bir kategoriye ulaşmak için, geçici, bir tutamak
sağlayacak başka bir yol denenemez mi?
Örneğin en azından o türden olgulara bakılarak, ortak
noktalarını bularak, en azından geçici olarak bir dayanak oluşturabilecek ve
belki de hangi kategoriden olduğunu kavramaya da yardım edecek bir yol
denenemez mi?
Elbette yapılabilir ve yapılmalıdır. Bazan bu yol, sonunda bir tanıma ulaşmayı
da sağlayabilir. (İlerde görüleceği gibi Gellner’in tanımının bizim için böyle
bir işlevi olmuştur.)
1983 öncesinde, uluslar olduğu için ulusçular olduğu
varsayımından yola çıkıldığı için (Bu yaklaşımı hala sürdürenler özellikle
Marksistler arasında hala çok miktarda var.) ulusun tanımını yapmak için uluslara bakarak, hepsinde ortak olanı bulmaya çalışarak (Stalin’den Otto Bauer’e veya
Michael Löwy’e kadar bütün Marksist ulus teorisyenlerinin yöntemi bu olmuştur),
ulusun ne olduğu tanımlanmaya çalışılmıştır.
Ama bütün uluslarda
ortak olan bulunamadığı için sonunda tam bir çıkmaza girilmiştir. Zaten
uluslar ve ulusçuluk konusuyla ilgilenenleri çarpan ve sonunda bir ulusun ne
olduğunun bir tanımı yapılamaz deyip teslim olmaya zorlayan bu somut sonuçtur.
Peki ulus konusunda bir tanım yapmakta başarısız kalan bu
yöntem ulusçuluk konusunda da aynı şekilde mi sonuçlanır?
Gerçi yukarıda gördüğümüz gibi, ulusçuluk konusunu çalışan birçok sosyal
bilimci ulusçulukta da “Tanım yapılamaz”
sonucuna ulaşmıştır ama yine de tüm ulusçuluklara ortak olan nedir diye sorulup
bir tanım yapılabilir belki.
Tüm Ulusçuluklarda Ortak Olan Özellik
İşte Gellner’in tanımı böyle bir tanımdır. Ulusçuluğun hangi kategoriden bir olgu olduğunu
belirleyememekte ama tüm ulusçuluklarda
ortak olanı belirtmektedir: ulusal
olanla (birimle) politik olanın (birimin) çakışması ilkesini savunmak, buna
inanmak. Bunu savunanlar ulusçulardır, ya da ulusçuluk bunu savunmayı
gerektirir.
Bu kadar sade ve sağlam bir tanım.
Sağlamlığını ve sadeliğini görelim.
Ulusal olanla politik olanın çakışması şöyle de ifade
edilebilir:
Ulusçuluk: “her ulusun
bir devleti olmalıdır” ilkesini savunmaktır.
Gerçekten de, bu bütün ulusçuların ortak özelliğidir.
Ya da tersinden ulusçulara göre: devletler uluslara göre kurulmalı ve/veya uluslara dayanmalıdırlar.
Biraz düşünülürse bu ilkenin aslında bütün ulusçuluklarda ortak olanı tesbit ettiği görülebilir.
Ulusu Tanımlamada Başarısız Kalan Yöntem Ulusçulukta Niye Başarılıdır?
Ulusu tanımlamakta başarısız olan bu hepsinde (uluslarda) ortak
olanı bulma yöntemi ulusçulukta niye başarılı olmaktadır?
Çünkü bu tanım, ulusçuların ulus ve devlet anlayışlarının ne
olduğunu değil, ulus ve devlet ilişkisini
(“ulusal birim” ve “politik birim” ilişkisini) nasıl
ele aldıklarını sorun ediyor.
Yani ulusçuluğun paradigması, devletin ve ulusun ne olduğu
değil, Devlet ve Ulus arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğidir: çakışma,
uyum, denklik.
Ulusçuluk bu ilişki böyle belirlendiğinde başlar.
Bu çakışma, uyum, denklik, Gellner’in bir benzetmesini
kullanırsak, gölgesiz bir insan olamaması, bir insanın gölgesi ile “çakışması”
gibidir.
Gölgesiz bir insan tasavvur edilemez. Böyle bir durum bir
anomalidir.
Ulusçu için de devletsiz bir ulus tasavvur edilemez, bunun
olmadığı durumlar (örneğin bugün Kürtlerde olduğu gibi) ortadan kaldırılması
gereken bir anomalidir. Tersinden ulussuz bir devlet de insansız bir gölge
gibidir.
İşte ulus ve devlet ilişkisine böyle bakanlar, bu ilişkiyi
böyle ele alanlar ulusçudurlar demiş oluyor Gellner.
Ulusçuluk Tanımı Ulusçuların Devleti ve Ulusu Nasıl Tanımladığını Sorun
Etmez
Ulusçuluk tanımı, ulusçuların milleti ve devleti nasıl
tasavvur ettiği veya anladığı, devlet ve millet tanımlarının ne olduğu gibi
konuları bu tanımın dışında tutmaktadır. Bunlar belki farklı
ulusçulukları tanımlamada konu edilebilirler ama ulusçuluğun özü bakımından
bütün bunların hiçbir önemi yoktur. Kimi ulusçular ulusu bir toprak parçasıyla,
kimileri bir dille, bir tarihle, bir “etni”yle, bir dinle, bir “kültür”le vaya
bunların çeşitli kombinasyonlarıyla tanımlayabilir. Bunların bu tanımda hiçbir
önemi ve anlamı yoktur. Ulusçunun ulus olarak tanımladığı ulus olarak kabul
edilmektedir.
Aynı şekilde
devletin (politik birimin) biçiminin de hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Bir
monarşi, meşrutiyet, cumhuriyet, diktatörlük, demokrasi, bir “halk
demokrasisi”, bir “sosyalist devlet”, bir “burjuva devlet”, bir “işçi devleti”
vs. olabilir. Bu devletlerin ne olduğu ve ulusçunun bunlar hakkındaki tasavvur
ve tanımlarının da hiçbir önemi yoktur bu tanımda.
Yan bir burjuva
da, bir sosyalist de, bir Marksist de, bir Anarşist de, bir krallık taraftarı
da, bir liberal de, bir diktatör de ulusçu olabilir ve öyledir de.
Bu tanım,
ulusçu olmanın şartı, ulusu nasıl
tanımlarsanız tanımlayın, devleti nasıl tanımlarsanız tanımlayın, o herhangi
bir şekilde tanımladığınız ulusun bir biçimde devleti olması gerektiğini
savunmakla gerçekleşir, devletiniz anarşistlerin veya Devrimci Marksistlerin
devlet olmayan devlet tanımlarındaki gibi de olabilir demektedir. Devlet burada
Politik bir birim anlamına gelmektedir. O politik birim, hiyerarşik mi? Değil mi?
Bunlar ulusçuluğun tanımıyla ve özüyle ilgili değildirler.
Şu veya bu
dilden, şu veya bu “etni”den, şu veya bu bölgeden, şu veya bu kültürden olmanız
sizi ulusçu yapmaz. Örneğin Kürt veya Türk olabilirsiniz ama Kürtlüğün ya da
Türklüğün politik olanla çakışması (bir devleti olması) gerektiği gibi bir
anlayışınız yoksa ve böyle bir ilkeyi reddediyorsanız bir Kürt veya Türk
ulusçusu olmazsınız.
Keza pratik
politika bakımından sizin bir Kürt veya Türk olarak, Türklerin ve Kürtlerin
birlikte yaşamasını, federatif veya merkezi bir tek devlet içinde yaşamasını
savunmanız, sizi Kürt ve Türk milliyetçisi olmaktan çıkarmaz.
Ulusçu bakış
açısından, birlikte yaşamaya karar verecek olanlar, örneğin Kürtler ve Türkler,
ancak ayrı politik birimler olarak, yani ayrı devletler olarak birlikte
yaşamaya karar verebilirler. Ulusçu ilke bunu gerektirir.
Örneğin PKK “Biz
ayrılmak istemiyoruz” diyor ama bu içinde buna “bizim” (Kürtlerin) karar vermemiz gerekir varsayımı vardır. Aksi
takdirde o “biz” yani Kürtler. Ama Kürtler de ayrılmak gerekip gerekmediğine politik
birim biçiminde örgütlenmiş olarak karar verebilir. Yani kürtler olarak bir
karar organı oluşturmuş olmaları, bunun için seçim yapmış olmaları ve bunun
gerçekleşmesi için daha bin bir türlü ön koşulu yerine getirmiş olmaları
gerekir. Yani politik olanla ulusal olanın çakışması ön koşulu olmadan birlikte
veya ayrı yaşamaya karar verilemez.
Bu nedenle bizim
Kürtler “statümüzü” tanıyın demektedir. Bu nedenle ayrılmayı reddetmek sizi
ulusçu olmaktan çıkarmaz. İlke, bakidir. Her ulusun bir devleti olma hakkı
vardır. Bu hakkkı kullanmamak ilkeyi ihlal etmez. Ama önce kullanabilecek
durumda olmak gerekir. Bunun için de ulusal birimle politik birim çakışmalıdır.
Tersinden,
Türklerin de Kürtlerin ayrılıp ayrı bir devlet kurma hakkını savunanları veya
bunu isteyenleri bu savunularıyla onları ulusçu olmaktan çıkmazlar. Aksine tamı
tamına ulusçuluğun ilkesini, yani her ulusun bir devleti olma hakkını savunmuş
olurlar.
Türkiye’de
ağızlara pelesenk olmuş bir söz vardır: “Ezilen
ulusun ayrılma hakkını savunmayan demokrat olamaz” diye. Bunu “ulusçu olamaz” diye düzeltmek gerekir. Ezilen
ulusun ayrılma hakkını savunmak insanı demokrat yapmaz, ulusçu yapar. Ama akıllı
bir Türk ulusçusu yapar.
Hayali bir Ulusçuluk ve Hayali Bir Ulus Örneğinde Tanımın Açıklaması
Bu politik olanla ulusal olanın çakışması ilkesi üzerinden
ulusçuluğun ne olduğunu tanımlamanın doğruluğunu ve önemini biraz daha
ayrıntısıyla ele alalım. Çünkü tam da zurnanın zırt dediği yer, kavramların
karıştırıldığı yer burasıdır.
Konuyu bizzat kendimden varsayımsal bir örnekle açayım.
Örneğin ben
Ege’de büyüdüm. Kimi zaman kendimin “Ege
Milliyetçisi”, hatta “Ege Şoveni”
olduğunu söyler, Egeli olmaktan “gurur” duyarım. Ege’nin mavi göğü ve denizi,
çeşit çeşit otları, hala domatesin güçlü tadına ve kırmızı rengine direnebilen
mutfağı, açık görüşlü ve sempatik insanları, yağ akan dağları, bal akan ovaları,
müziği, zeybek oyunları, “geçcek” diyen şivesi, hasılı her şeyini çok severim
ve orada hayatım boyunca çok az bulunabildiysem de, benim için olağanüstü
değerlidirler.
Hatta başka
ülke ve bölgelerin kültürlerini, halklarını ve insanlarını de aşağı görürüm
diyelim.
Ancak ben
kendimi bir “Ege milliyetçisi”, “Ege şoveni” olarak tanımlamama, diğer
kültürleri ve halkları, Ege kültüründen ve Egelilerden aşağı görmeme, Egeli
olmaktan gurur duymama rağmen, bir Ege Ulusçusu değilimdir ve olamam.
Çünkü
Egelilerin aslında bir ulus olduğunu
bu ulusun da bir devleti olması
gerektiğini savunmadığım sürece, ulusçuluğun tanımı gereği, ulusçu olmam ve
olamam. Tanım ulusçuluğun bu özgül niteliğini iyi bir biçimde ortaya
koymaktadır.
Kendimi Ege
milliyetçisi veya şoveni olarak tanımlamam, oraya bağlılığımı ve sevgimi ifade
etmek için bir abartma veya benzetmedir, hiçbir politik anlamı yoktur.
Başka
kültürleri, halkları ve insanları aşağı görmem, Beşiktaşlıların
Fenerbahçelileri aşağı görmesinden veya menemeni soğansız yapanların menemeni
soğanlı yapanları aşağı görmesinden farklı değildir. Çünkü bunun hiçbir politik anlamı ve sonucu yoktur. Kimse
başka kültürlüri, insanları, halkları sevmek, kendisiyle eşit görmek zorunda
değildir. Bu temel bir insan hakkıdır. Zevkler ve renkler tartışma götürmez.
Ama Yunanca ve
Türkçe konuşan Egelilerin (Ege bölgesi ve Ege Adalarında yaşayanların) Türk ve
Yunan devletleri tarafından parçalanıp birbirine düşman kılındıklarını,
Egelilerin ayrı dillerden (Yunanca ve Türkçe) dinlerden (Ortodoks ve Müslüman) olmasının
onların aynı ulustan olmaları gerçeğini değiştirmeyeceğini ve hiçbir öneminin
olmadığını, Örneğin İsviçrelilerin farklı dillerden ve dinlerden olmasının onların
tek bir ulus olmalarına engel olmadığını, Egelilerin kültürel ve tarihsel
ortaklıklarının ve ortak bir gelecek ideallerinin çok daha önemli olduğunu. Türk
ve Yunan emperyalizmlerinin Egelileri bölerek ve assimile ederek, onlara
aslında bir tek ulus olduklarını unutturduklarını, Ege halkının bir ulus
olduğunun bilincine varıp, Türk ve Yunan mezaliminden kurtulup Ege Ulusunun devletini
kurmaları gerektiğini savunursam bir Ege Ulusçusu olurum.
Bütün bunları
yaparken, tersine, bütün kültürlerin eşit oluğunu, Egelilerin de kültürünün
diğer kültürlerle eşit olduğunu, Ege ulusundan olmanın Egelilere bir üstünlük
bahşetmeyeceğini, Egelilerin diğer uluslarla eşit ve aynı haklara sahip
olmaktan başka bir amaçları olmadığını, hiçbir ulusun toprağında gözlerinin
olmadığını vs. söylesem ve savunsam da başka kültürleri aşağı gören ama yine de
ulusçu olamayan Demir’in aksine bu sefer
de ulusçu olmaktan kurtulamam.
Çünkü ulusal
olanla politik olanın çakışması gerektiği ilkesini savunuyorumdur artık. Egeli
olmaya politik bir anlam vermeye başlamışımdır.
Devam edelim.
Bir Ege ulusu yaratmak için de bir Ege ve Egeliler tarihi yazmaya başlarsam.
Diyelim ki, bütün bilim ve felsefe örneğin Homeros (Edebiyat), Herodot (Tarih),
Hipokrat (Tıp), Heraklit (Diyalektik), diğer İyonya filozofları (Felsefe) Egelilerin
atalarının insanlık ailesine armağan ettikleridir. Yunanlılar ve Türkler bu
tarihi ve Ege ulusunun atalarının, Ege uygarlığının insanlığa bu katkılarını
gaspetmişlerdir, onların gaspettiğini onlardan almalıyız diye yazmaya, yayınlar
çıkarmaya ve örgütlenmeye başlarsam yine iyi bir Ege ulusçusu olurum. (Aslında
Halikanras Balıkçısı’nın böyle bir tarih yazma teşebbüsü vardı. Ama o bunu Türk
ulusunun tarihi için yapıyordu. Yani İyonya tarihini, Yunan ulusundan alıp Türk
ulusuna mal etmek için.)
Bugün bu örnek
çok gerçek dışı ve saçma görünüyor ama aslında çoğu uluslar ulusçular
tarafından böyle kurulmuşlardır. Bu gerçek dışı ve saçma örnek, tarihsel
gidişin ve toplumsal güçlerin özel bir dizilişinde, pek ala akli görünebilir ve
mümkün de olabilir.
Benedict
Anderson’un verdiği üç örneği aktaralım:
“Merhum Başkan Sukanıo sürekli olarak ve
büyük bir içtenlikle, "Endonezya"sının 350 yıldır tahammül etmekte
olduğu sömürgecilikten söz ederdi. Halbuki "Endonezya" kavramının
kendisi bir 20. yüzyıl icadıdır ve bugünkü Endonezya'nın çoğu Hollandalılar
tarafından ancak 1850 ile 1910 yıllarg arasında ele geçirilmişti. Çağdaş
Endonezya'nın önde gelen ulusal kahramanlarından biri 19. yüzyılda yaşamış
Cavalı Prens Diponegoro'dur. Oysa Prens'in kendi anıları Cava'yı [kurtarmak
değil] "istila" etmek istediğini açıkça kanıtlıyor. Hatta bir
kolektivite olarak "Hollandalılar" diye bir kavram onun için yoktu.
(...) Benzer bir şekilde Kemal Atatürk devlet bankalarından birini Etibank, bir
diğerini Sümerbank diye adlandırdı. (...) Bu bankalar bugün faaliyet göstermeye
devam ediyor ve kuşkusuz, büyük bir ihtimalle Kemal'in kendisi de dahil olmak
üzere birçok Türk, Hitit ve Sümer'lerde kendi atalarını görüyor. Çok fazla
gülmeye başlamadan önce Arthur'u ve Boadicea'yı hatırlayın ve Tolkien'in
yazdığı mitlerin ticari başarısı üzerinde düşünün. [Arthur ve Boadicea:
İngilizler'in etnik, kültürel ve dilsel atalan olan Saksonlar henüz Britanya'ya
gelmeden önce yaşadıkları halde, İngilizler tarafından ulusal kahraman olarak
benimsenmiş yarı tarihsel, yan efsanevi Kelt asıllı şahsiyetler (...)]”
Endenozya,
Türk ve İngiliz uluslarından üç örnek yeter her halde.
Bütün bu
ulusal tarihler yanında olası Ege Ulusunun Tarihi çok daha mantığa ve olgulara
uygun değil mi?
Tarihte Uluslar Yoktur ve Ulusların Tarihi Yoktur
(Örneğin benim çocukluğumda ezilen emeki
insanlara ne olduğu sorulduğunda “Müslümanız” derlerdi. Elbette “Türk”
olduklarını ve Türkçe diye bir dil konuştuklarını bilirlerdi. Ama ulusçu olmaya
direnirlerdi birer ulusçu dolayısıyla da “Türk” değillerdi. Türk olmanın onların
toplumsal varoluşu ile bir ilişkisi yoktu veya Devlet bunu zorlasa da buna
direniyorlardı.)
Tam da bu nedenle
uluslar ancak ulusçulukla ortaya
çıkarlar. Elbet eskiden de çeşitli vesilelerle kendine Kürt veya Türk diyen veya
öyle adlandırılan insanlar vardı. Ama onlar için, Kürtlüğün ya da Türklüğün bir
devleti olması gerektiği, yani Kürtlüğün veya Türklüğün politik olanla
çakışması gerektiğine dair bir kavrayış, beklenti, hedef, program, ilke yoktu.
Sadece bu da
değil, Türklük veya Kürtlük üzerinden bir toplumsal varoluşun tanımlanabileceği
de onlara yabancıydı. O sosyolojik yani toplumsal bir anlamı olmayan bir
özellikti.
O “Türkler” ve
“Kürtler” için için önemli olan, yani ilişkilerini düzenleyen toplumsal
birimler, aşiretleri, kabileleri, kentleri, dinleri veya mezhepleri idi. Bu
birimler de Kürtlük veya Türklük ile değil, belki bir soydan, bir kentten, bir
dinden veya bir mezhepten olmakla belirleniyordu.
İşte bu
nedenle tarihte ne politik ne de sosyolojik
bir olgu olarak Türk veya Kürt yoktur. Politik bir olgu olarak, dolayısıyla
Sosyolojik bir olgu olarak Kürt veya Türklerin var olması için önce Kürt ve Türk ulusçularının ortaya
çıkması gerekir. Bu da yetmez, birtakım insanların Türk veya Kürt ulusundan
olduklarına, dolayısıyla bir devletlerinin de olması gerektiğine inanmaları ve
bunun için bir hareket oluşturmaları gerekir. İşte Türklerin ve Kürtlerin tarihi
de o zaman, Kürt ve Türk ulusçuların ortaya çıkışıyla başlar. İşte o zaman
sosyolojik bir olgu olarak Türkler veya Kürtler var olmaya başlar. Tanrıya inanan
kimsenin olmadığı bir dünyada nasıl sosyolojik bir olgu olarak tanrının varlığı
mümkün olamazsa, Türkyüğün veya Kürtlüğün toplumsal bir anlamının olacağına
veya olması gerektiğine inanmayan bir dünyada Türklük veya Kürtlük sosyolojik
bir olgu olarak var olamaz.
İşte bu
nedenle ulusların tarihi yoktur.
Tarihte, (ulusçuların anladığı anlamda, Kürt veya Türk ulusunu oluşturanlar
anlamında) sosyolojik olarak Türkler veya
Kürtler yoktur. Çünkü ulusçuluk öncesinde Türk veya Kürt olmanın hiçbir politik anlamı yoktur.
Hatta sadece
politik anlamı da değil, Türk veya Kürt olmanın sosyolojik bir anlamı da yoktur. Ulusçuluk ortaya çıkıncaya kadar
sosyolojik bir olgu olarak, Kürt veya Türk yoktur. Bu yokluk, Yeşil gözlü veya
esmer olmamızın sosyolojik bir anlamının olmaması gibidir.
Yani bırakalım
bir ulusu tanımlamanın aracı olmayı, Türklük veya Kürtlük, bir toplumsal
ilişkiyi düzenlemenin, bir toplumsal birimi tanımlamanın aracı bile
değildirler. Dolayısıyla bırakalım politikayı bir yana sosyolojinin konusu bile
değildirler.
Çünkü bugünkü
anlamıyla Kürtlük veya Türklük, örneğin aynı dili konuşmak, ulusçuluk
öncesinde, bir toplumsal birim
olmanın, yani bir toplumsal birimin ilişkilerini düzenlemenin bir aracı bile
değildir.
Bu nedenle
Kürtçe veya Türkçe dili konuşmak sosyolojik bir olgu da değildir. Çünkü bir
dilin kendisi sosyolojik bir olgu değildir. Ama bir topluluk dil üzerinden
(Kürtçe vaya Türkçe vs.) tanımlandığında, dil toplumsal ilişkileri düzenlemenin
aracı olduğunda, tıpkı bugün Türk ve Kürt ulusçuluğunda olduğu gibi, sosyolojik
bir anlama sahip olur. Tıpkı insanların
deri renginin hiçbir sosyolojik anlamı olmaması, ama ırkçılığın ortaya
çıkışıyla birlimke deri renginin toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinin bir
aracı olduğu için, sosyolojinin konusu olması gibi.
Tarihte
dillerin sosyolojik bir anlamının olduğu, yani dilin toplumsal ilişkileri
düzenlediği bir toplum neredeyse görülmemiştir.
Modern çağda
kimi ulusların dil üzerinden tanımlanmasına kadar tarihte neredeyse dil
üzerinden tanımlanmış, ilişkilerini dil üzerinden düzenleyen toplum bile
yoktur.
Elbette modern
toplum öncesinde Kürt veya Türk gibi ifadeler bazı toplumları tanımlamakta
kullanılmış olabilir. Ama bu gibi durumlarda, Grek, Kürt veya Türk kavramları
bir dile göre tanımlanmış bir toplumu veya toplumsal ilişkileri değil,
genellikle bir yaşam ve üretim tarzını, bir sınıfı, bir kastı vs. tanımlamakta
kullanılır.
Örneğin eski Grekler,
hepsi uzak bir atadan geldiklerini, bu nedenle aynı dili konuştuklarını hatta
aynı tanrılara inandıklarını biliyorlardı. Ama bu onların toplumsal
birimlerinin bir dil veya soy üzerinden tanımlanmasına yol açmıyordu. Aksine
aynı dili konuşan, aynı tanrılara inanan, hatta aynı soydan gelen bu Kentler,
birbiriyle sürekli savaşıyorlardı, hatta diğer Grek kentlerine karşı Perslerle
ittifaklar yapıyorlardı. Yani Grekçe konuşmak ve Grekçe bir kentteki toplumsal
ilişkileri belirlemediği gibi dilin, Grekçe konuşan kentler arasındaki
ilişkilerde de hiçbir anlamı yoktu. Ve bu anlamsızlık sadece politik bir
anlamsızlık değildi, sosyolojik bir anlamsızlıktı. Bugün ulusçuluk sonrasında o
grekler bugünkü Grek ulusunun tohumu, ataları vs. olarak görülmekte ve tarih
öyle yazılmaktadır.
Benzer şekilde
ulusçuluk öncesinde Kürt ve Türk kavramları bırakalım “politik bir birimle” (devletle) çakışma ilkesini, herhangi bir
toplumsal birimle (bir aşiret, bir kabile, bir kent, bir din, bir mezhep, bir
imparatorluk) çakışmaya bile karşılık düşmez. Çakışmanın olması gerektiğine
dair bir kavrayış da yoktur. Hatta genellikle aynı dilden veya aynı soydan
denebilecek aşiretler, kentler, dinler, mezhepler birbirleriyle en kanlı
bıçaklı olanlardır. “Kürt” aşiretleri, “Yunan” kentleri, “Türk” devletleri esas
olarak birbiriyle çatışan toplumsal birimler olmuşlardır.
Türk
nitelemesi veya kavramı, Abbasi sonrası (Yani Pers uygarlığı etkisne girmiş
İslam uygarlığı sonrası) bir savaşçılar kastını tanımlamakta kullanılıyordu ve/veya
bu kasttan olanlar muhtemelen kendilerini Türk olarak tanımlıyorlardı. Ve
bunların konuştuğu dil veya kökenleri hiç de Türkçe olmayabilirdi. Örneğin
büyük ölçüde bu savaşçılar kastı, kafkasyalı (Çerkezler , Çeçenler vs.)
olmalarına rağmen bunlara da Türk deniyordu. Hatta Arap ülkelerinde bu kafkas
asıllı Kölemenler ve torunlarına hala Türk denilmektedir.
Ulusçular bu
sosyolojik ve politik bir anlamı olmayan veya tamamen farklı olguları tanımlamak
için kullanılmış tanımlamaları bir ulus tarihi ve ulus yaratmak için
kullanırlar. Ama onların tarihi böyle anlatması tarihin o ulusların tarihi
olduğu anlamına gelmez.
Yani tarihte Kürt, Türk, Yunan ulusları değil,
aslında sosyolojik bir kavram olarak Türk, Kürt, Yunan da yoktur. Çünkü henüz
Türk, Kürt, Yunan ulusçuları yoktur. Dolayısıyla gerek politik gerek sosyolojik
olarak Türk, Kürt, Yunan yoktur.
Dolayısıyla Yunan, Kürt, Türk tarihleri yoktur
ve olamaz.
Bu tarihler ulusçuların yazdıkları tarihlerdir.
Ulusların tarihi ulusçuların ortaya çıkışıyla başlar. Bu gibi tarihler
aracılığıyla uluslar ulusçular tarafından yaratılırlar.
O ulusçuların
kurmak istedikleri ulusun tarihini binlerce yıl geriden başlatmaları, tarihi
yitirilmiş Yunanlılık, Kürtlük veya Türklük bilincinin yeniden doğuşu olarak
anlatmaları da tıpkı ulusçuluk gibi, hatta ondan da yeni bir olgudur.
Yani ulusların tarihi olmadığı gibi, ulusların tarihini anlatan tarihlerin de bir
tarihi yoktur.
Bu bakımdan
Gellner’in tanımının, ulusçuluğu devletle (politik birimle) ilişki kategorisi
içinde tanımlaması, yani sosyolojik olgunun ortaya çıkışını, bu politik olanla
tanımlama ilişkisiyle tanımlaması son derece yerindedir.
Aydınlanmanın İnkarı Olarak
Ulusçuluk
Elimizdeki
ulusçuluk tanımı, sadece politik olmayan, kültürel olgularla farkı, sadece
ulusçuluk öncesi toplumlarla farkı açık olarak koymaz, aynı zamanda
Aydınlanma’nın toplumsal örgütlenme anlayışıyla da farkı koyar.
Yanlış olarak
ulusçuluğun Aydınlanma ile ortaya çıktığı Fransız Devrimi’nin ürünü olduğu
söylenir. Bu baştan aşağı yanlış bir yargıdır. Ulusçuluk Aydınlanma’nın toplum
anlayışının inkarıdır. Ulusçuluk ve Aydınlanma iki farklı paradigmadır.
Ulusçuluk Aydınlanma Paradigmasına karşı bir karşı-devrimi ifade eder.
Ulusçuluk tanımı bu farka da açıklık getirdiği için önemlidir.
Bunu en kısa
ve özlü biçimde şöyle ifade edebiliriz.
Aydınlanma Kozmopolit ve Humanisttir. Ulusçuluk ulusçu ve devletçidir.
Aydınlanmanın
paradigması insanların eşitliğidir.
Ulusçuluğun
paradigması, ulusların eşitliğidir.
Aydınlanma Statü karşısında Eşitliği, Teba ve Uyruk
olmak karşısında Yurttaşlığı savunur
ve toplumsal birimi bu ikilem içinde, eski toplumun dayandığı ilkelere karşı
tanımlar.
Ulusçuluk ise,
insanları ve yurttaşları bir devletin
tebası yapar.
Aydınlanmada
bir devletin (bir toplumsal birimin) var olabilmesi için önce eşit insanların
varlığı gerekir.
Ulusçulukta,
bir insan ve yurttaş olabilmek için bir devletin varlığı ve onun tebasından
olmak ön koşuldur.
Aydınlanma
“ulus” kavramını kullandığında, egemenler karşısında halk, toplumu oluşturan
bireyler gibi anlamlarda kullanır; devlet kavramını, eşit bireylerin kendini
yönetmesinin, aslında toplumun karşılığında kullanır. Çünkü Toplumu da eşit ve
özgür bireylerin özgür birliği olarak tanımlamıştır.
Aydınlanmanın
paradigması otomatikman, insanların yurttaşların eşitliğini esas aldığından,
dil, din, etni soy farklılıklarını toplumu tanımlamanın bir aracı olarak
görmez. Aydınlanma’nın temel sorunu, bu eşit bireylerin kendilerini nasıl
yönetecekleridir. Hangi karar alma, seçim veya özyönetim biçimleri buna en
uygun araç olabilir diye sorunu tartışır.
Ulusçuluk ise
eşitlik veya demokrasi diye bir içsel soruna sahip değildir. Önemli olan ulusun
devletinin, devletin de bir ulusunun var olmasıdır. Devletin yurttaşlarının
eşitliği, ya da tüm insanların eşitliği, devletin demokratik olup olmadığı
ulusçuluğun paradigmasinin dışındadır. Ulusçuluğun dünyasında insan ya da
yurttaş olmak ancak bir devletin ulusundan olmakla mümkün olabilir.
Bu kısaca
özetlenen zıtlıkları, yani Aydınlanma’nın Bireyi ve Toplum’u ile Ulusçunun
ulusu ve devleti arasındaki zıtlığı, elimizdeki ulusçuluk tanımı gayet özlü
biçimde ifade etmektedir.
Murray Bookchin’de
aktarabileceğimiz şu satırlar Aydınlanma ve Ulusçuluk zıtlığını çarpıcı biçimde
vurgular.
“Milliyetçilik Aydınlanma’nın ve
toplumsal ve kültürel tinselliklerinde açık bir şekilde evrenselci olan
onsekizinci yüzyılın büyük devrimlerinin yörüngesi dışında var oldu. Kültürel
çeşitlilik ve onun daha hümanist özelliklerini asla görmezlikten gelmeyen,
kendi toplumsal aktivitelerinin entellektüel temellerini hazırlayan
Aydınlanmacılar gibi zamanın devrimcileri, kendilerini herşeyden önce hiçbir
entellektüel, politik ve coğrafi sınır tanımayan laik bir insan topluluğunun
“yurttaşları” olarak gördüler.(...)”
“Karakteristik olarak, bir “Ulus” ve onun daha
önceki yöneticileri arasındaki bağların radikal bir değişimini ortaya seren
tarihsel dökümanlar yalnızca bir kısım insana değil bir bütün olarak insanlığa
yönelik olarak yazılmışlardı. Thomas Jefferson’un Bağımsızlık Bildirgesi
“insanın fikirlerine gerçek bir saygının [Amerikalıların] İngiliz monarşisi ile
olan bağlarını koparmaya zorlayan şeylerin ne olduğunu bildirmesini gerektirir”
diyen dikkat çekici ölçüde radikal sözlerle açılır. Bu iddiayı, Fransız devrimi
dökümanlarında olduğu gibi, bunu zorunlu olarak takip eden “tüm insanların eşit
yaratıldığı” ve “Hükümetin tüm güçlerini yönetilenlerin kabul eden insanlar
arasında kurulduğu” inancına dayandırıyordu.
“4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bildirgesi,
Fransız devrimcilerine benzer bildirgeler için teorik bir model oluşturacaktı.
Milliyetçi ifadelerin çok uzağında, hararetli bir şekilde kozmopolitan ve
hedefi tüm dünyaya yönelikti. Thomas Paine’nin ünlü vecizesi, “Benim ülkem tüm
dünyadır.”, yalnız Amerika’nın devrimci liderlerine özgü değildi. George
Washington “insanlığın büyük bir cumhuriyetinin bir yurttaşı” olduğunu
bildirmekte hiç tereddüt etmemişti ve Benjamin Rush devrimin “cumhuriyetin
kanunlarına uymayı” sağladığını söyledi. Hararetli bir Aydınlanma ruhuyla ifade
edilen bir ifadesinde, John Adams söyle demişti: sömürgelerdeki savaşlara
rağmen, “Bilim ve edebiyat hiçbir ulusa ait değildir.” Milliyetçilik ve dar
görüşlülükten özgürleşmeleri büyük bir övgü kazanan Fransızlara “Özgürlük,
Eşitlik, Kardeşlik” deyiminin Benjamin Franklin tarafından söylendiği
belgelenmiştir. “Özgürlük nerede tehlike altındaysa” diye bildiriyordu 1783’ te
“orası benim ülkemdir.
“Fransız Aydınlanmasının düşünürleri ve
propagandacıları ruhen daha farklı değillerdi ve bu ruhu tamamen 1789 devrimine
taşıdılar. Montesquieu, Norman Hampson tarafından “Fransız Aydınlanması’nın ilk
büyük yapıtı” olarak söylediği Pers Mektupları (1721) nda defterine şöyle not
almaktaydı. “Eylemde bulunduğumda ben bir yurttaşım; fakat yazdığım zaman ben
bir insanım ve Avrupa’nın tüm halkları ile Madagaskar’da yaşayan birinin
olabileceği kadar tarafsız olarak ilgilenmekteyim”. Bu evrenselcilik
karakteristik olarak gerçekte, Rousseau haricinde, tüm Ansiklopedistlerde
mevcuttu.(...)”
Kendini yeryüzündeki
“insanlığın büyük bir cumhuriyetinin bir
yurttaşı” olarak olarak gören, “benim
ülkem tüm dünyadır” diyen, tüm dünyadaki eşitsizliklerden kendini sorumlu
gören, “Özgürlük nerede tehdit altındaysa orası benim ülkemdir” diyen bir ulusçuluk
veya ulusçu tasavvur edilebilir mi?
Tanımı gereği
ulusçuluk bu tür yaklaşımları dışlar.
Ulusçu,
kendini dünya cumhuriyetinin yurttaşı değil, dünyadaki eşit uluslardan birinin
yurttaşı olarak tanımlar, onun ülkesi dünya değil, kendi ulusunun olduğu
topraklardır, eşitsizlikler veya baskıların olduğu yerler onun ülkesi değildir,
bunlar o devletlerin ve7veya ulusların “iç
işidir”, uluslar birbirinin iç işlerine karşımamalıdır der, insanların
değil, ulusların uğradığı baskılara, o da ulusul devletin çıkarlarıyla uyumlu
olduğu zaman ilgi duyar.
O halde
ulusçuluğun bu tanımı bize en azından bütün ulusçuluklarda ortak olanı vermekle
kalmıyor gerek modernite öncesinde (uygarlık önesinde ve antik uygarlıklarda),
gerek modern çağda (Aydınlanma’da) ver olan diğer toplumsal birimlerin
dayandığı ilkelerle ulusçuluğun dayandığı ilkelerin farkını da çarpıcı biçimde
gösteriyor.
Şimdi gelelim
Marksizmin bu ulusçuluk tanımına göre durumuna.
Başta Marksistler Herkes
Ulusçudur
Muhtemelen bu
yazıyı okuyan kişi dahil herkes, bütün Marksistler (Leninistler, Troçkistler,
Doktorcular, Post-Marksistler, Enternasyonalistler, Anarşistler hatta
“Apocular” ve bazı “liberaller” vs.) kendilerinin ulusçu olmadıklarını,
ulusçuluğun ne olduğunu bildiklerini, düşünüyor ve buna içtenlikle
inanıyorlardır.
Hemen baştan
söyleyelim ki bunların hepsi ulusçudurlar.
Birkaç bilinen
isimle somutlarsak, örneğin bugün Türkiye’de Ulusçuluk konusunda en çok yazan
ve gerek kendileri gerek okuyucuları tarafından ulusçu olmadıkları düşünülen bir
Tanıl Bora, bir Taner Akçam veya benzeri başkaları, heps ulusçudurlar.
Ya da
Sosyalistlerin bilinenlerinden bir Ertuğrul Kürkçü, bir Aydın Çubukçu, bir
Muzaffer Oruçoğlu, bir Metin Çulhaoğlu, bir Gün Zileli, bir Sungur Savran vs.
hepsi ulusçudurlar.
Marks, Engels,
Lenin, Rosa, Troçki, Kıvılcımlı, Mandel, Löwy, Traverso vs. hepsi ulusçudurlar.
Ve bunların
hepsi de öznel olarak, gayet samimi olarak, ulusçu olmadıklarını düşünmüşlerdir
ve düşünmektedirler.
Sorulsa
muhtemelen hepsi ulusçuluğu lanetlerler, kendilerine ulusçu denmesini hakaret olarak
kabul edeceklerdir muhtemelen.
Burada
Tanzimat yazarları gibi “Ey Kaari” (“Ey Okuyucu”) diyerek şunu da ekleyelim:
Ey Okuyucu,
aslında sen de sapına kadar ulusçusun, hatta daha ileride de gösterileceği
gibi, sen de bütün yukarıda sayılanlar gibi, sadece ulusçu değil, en
reaksiyoner, en karşı-devrimci türden bir ulusçusun.
Onun için, bu
satırları okurken kendini hiç öyle ulusçuluk günahından azade olarak görme,
üstüne alınmazlık yapma. Marks’ın dediği gibi “aldırmıyorsun ama anlatılan senin hikayendir”.
Ya da yine
bizzat Marks’ın sözlerine dayanarak ifade etmek gerekirse, “Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için
taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, Marks ve Marksistler hakkında
da, Marksistlerin kendi kendini değerlendirmesi gözönünde tutularak, bir hükme
varılamaz.”
Marks Ulusçuluğu Nasıl
Savunur?
Marks’tan
başlayalım.
Ama önce
ulusçuluk tanımımızı tekrar hatırlayalım:
“Ulusçuluk temelde siyasal birim ile ulusal
birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilkedir.”
Şimdi tanımı
daha somut olarak anlamaya çalışalım. Tanım şöyle de formüle edilebilir:
Ulusçuluğa
göre
“Her ulusun (ulusal birimin) bir devleti
(politik birimi) olmalıdır (veya buna hakkı vardır)”
Bunu daha kısa
ve özlü olarak şöyle de formüle edebiliriz:
“her ulusun bir devleti olmalıdır”
Ulusçuluğun
temel ilkesi budur.
Ulusçuluğun
tanımı böyle olduğuna ve somut olarak bu anlama geldiğine göre, şimdi
Marksizmin kimi temel önermelerini bu tanıma göre anlamaya çalışalım.
*
Marks’ın “başka bir halkı ezen bir halk özgür olamaz”[1] diye
ifade ettiği ilke ulusçuluk tanımımızın “her
ulusun bir devleti olmalıdır” veya daha sofistike ifadesiyle “ulusal birimle politik birim çakışmalıdır”
ilkesiyle çelişir mi? Ya da ondan farklı bir ilkeye mi dayanmaktadır?
Hayır!
Aksine
ulusçuluk tanımındaki aynı ilkenin daha özel ve sofistike bir ifadesidir.
Marks’ın
sözleri şu gizli varsayımlar olmadan mümkün değildir ve bir anlam taşımaz: “Her ulusun ayrı ve bağımsız bir devlet kurma
hakkı vardır. Bunu çiğnerseniz siz sadece başka bir ulusu ezmiş olmazsınız,
aynı zamanda kendi boynunuza da bir zincir geçirmiş olursunuz”.
Marks’ın
muhatabı uluslar (veya ulusların ezilen sınıfları diyelim Alman politik
geleneğini bir yana bırakıp Türkiye’nin Halk’ı Ulusun ezen sınıflar dışında
kalan bölümü olarak tanımlamasını alırsak) ve ulusçular. Yani Marks uluslara veya ulusçulara, başka
ulusu (halkı) ezmek, ezen ulusun (dolayısıyla onun ezilenlerinin) çıkarına da
aykırıdır demiş oluyor. Ulusçuluk tanımına aykırı, ulusçuluğa aykırı hiç birşey
söylemiyor. Devletlerin uluslara dayanmasını, ulusların devletleri olmasını
olağan ve doğru bir durum olarak kabul ediyor. Marks eşit haklı ulusların ve
devletlerin dünyasını olağan bir durum olarak kabul ediyor. Sözleri bu
varsayıma dayanıyor. Tam da ulusçuluğun dünya ve dünya düzeni kavrayışı bu
değil midir? Marks, Ulusları kendisine karşı mücadele edilmesi gereken birimler
değil, içlerinde sosyalizm için mücadele edilecek nötr birimler olarak kabul
ediyor.
Bunda
ulusçulukla çelişen hiçbir yan yoktur.
Marks
milletlere akıllı olmalarını, başka ulusları baskı altına almak gibi
aptallıklar yapmamalarını, bunun kendi ayağına kurşun sıkmak olduğunu
açıklıyor.
Marks’ın
sözleri sadece ulusçuluğun ilkesine, (her ulusun bir devleti olması)
dayanmıyor, tam da Ulusçuluğun ilkesine dayanmanın aslında akıllı bir
ulusçuluğun özü olduğunu söylüyor. Ulusçuluğun ilkesini (ulusal birimin politik
birimle çakışması ilkesini) çiğnersen bu sana karşı da çalışır, kendini
prangaya vurursun diyor.
Ulusçular Ulusçuluğu Nasıl
Tanımlarlar?
Peki bu
uluslara veya onların alt sınıflarına veya proletaryaya akıllı bir ulusçuluk
öneren ama ulusçulukla, yani ulusal birimle politik birimin çakışmasıyla hiçbir
sorunu olmayan ve aksine bunu bir varsayım olarak kabul eden Marks’ın bu “başka bir halkı ezen bir halk özgür olamaz”
önermesini, kimler ulusçu olmayan,
enternasyonalist, milliyetçiliğe karşı bir görüş olarak tanımlayabilirler?
Ulusçular.
Çünkü
ulusçular ulusların devletleri olmasını ve devletlein ulusları olmasını,
ulusların eşitliğini ve bu eşitliğin devletler aracılığıyla gerçekleşmesini
ulusçuluk olarak değil, olağan ya da doğal bir durum olarak görürler. İşte tam
da bunu doğal ya da olağan durum olarak görmenin kendisi de ulusçuluktur.
Bu nedenle bu
doğal ya da olağan, olması gereken durumdan sapmaları, yani ulusçuluğun
ilkesinin ihlalini, çiğnenmesini ulusçuluk olarak tanımlarlar.
Marks’ın
yaptığı da tamı tamına bu değil midir? Başka halkları baskı altına almayın,
halkların eşitliği ilkesini zedelemeyin, kedi ayagınıza kurşun sıkmış oursunuz
diyor.
Yani ulusçuluk
ilkesini savunuyor, onu doğal ve olağan durum olarak görüyor.
İşte tam da bu
nedenle, ulusçuluğu ulusçuluk ilkesinin zedelenmesi olarak tanımlayanlar
aslında ulusçuluğu yeniden üretirler.
Başka
ulusların eşitliğni ve haklarını savunmayı ulusçuluk olarak görmemek, bunun
ulusçuluk olmadığını söylemek ve savunmak tamı tamına ulusçuluğu, yani ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesini, her ulusun bir devleti olmalıdır
ilkesini yeniden üretir.
Aslında
Marks’ın önermesi, ulusçuluğun dayandığı ilkenin, daha güzel ve zekice yapılmış
bir savunusundan başka bir şey değildir.
O halde şu
sonucu çıkarmamız gerekir: Marks bir ulusçudur.
Enternasyonalizm ve Ulusçuluk
Aynı Olgunun İki Yüzüdür
Marks’ın
sözlerini ulusçuluk değil de enternasyonalizm olarak tanımlamak da tamı tamına
ulusçuların ulusçuluk tanımlarına dayanmaktır.
Dolayısıyla
ulusçuluğu sadece Marks’ın sözü değil, bu sözü enternasyonalizm olarak
tanımlamak da yeniden üretir.
Ulusçular ulusçuluğun
ilkesine uygun davranışları ve politikaları “ulusçuluk” değil, “Enternasyonalizm”,
“Marksizm”, “Sosyalist Dayanışma” vs. olarak tanımlarlar.
Ulusçuluk hiç
bir zaman ulusçuluk olarak ortaya çıkmaz, o enternasyonalizm pelerinin içinde
görünmez olur.
Enternasyonalizm
de aslında ulusçulukla aynı ilkeye dayanır: Ulusal olanla politik olanın
çakışması.
İddiası ulusun
değil sınıfın çıkarını öne almaktır. Sınıfın çıkarını öne almak, ulusu içinde
sınıfın çıkarı için mücadele edilecek tarafsız bir ortam olarak görmektir. Yani
ulusçuların ulusçuluğun temel ilkesine uymayı ulusçuluk değil, doğal veay
olağan bir durum olarak görmesi aynen Enternasyonalizmin de bir özelliğidir.
Ayrıca ulusçu
olmamayı sınıfın çıkarını öne almak olarak görmemek, ulusçuluğu bir politika,
bir ideoloji olarak tanımlamak demektir. Yani ulusçuluğu içinde olmadığı
kategoriden bir olgu olarak tanımlamaktır. Bayka kategoridenr olguları
ulusçuluk olarak tanımlamanın kendisi ulusçuluktur.
Enternasyonalizmin
özünde ulusçulukla aynı ilkeyi paylaştığı ve savunduğunu göstermek için şöyle
bir örnek verelim.
Ulusal olanla
politik olanın çakışması ilkesine uymayan hiçbir “Parti” Enternasyonal bir
örgütte yer alamaz. Örneğin diyelim ki, Yeşilırmak Vadisi Sosyalistleri veya
Harran Ovası Marksistleri olarak Enternasyonal’e katılmak, en kendine ulusçu
demeyen sosyalist, komünist veya enternasyonalistin hayal gücünü aşırı zorlar
ve onları alaycı kahkahalara boğar.
Ulusçuluk
kendi çirkin yüzünü örtmek için her zaman Enternasyonalizm pelerinine sarınarak
görünmez olmuştur. Ulusçuluk tarihsel zaferine aynı ilkeye dayandığı
enternasyonalistlerin omuzlarında ulaşmıştır. Burada bir çelişki yoktur. Burada
bir çelişki görmenin kendisi de aslında ulusçuluğun kendini açığa vurmasından
başka bir şey değildir.
Son olarak bir
örnek te Kıvılcımlı’dan verelim.
Türkiye’de
Kürt Sorunu konusunda en tutarlı, en enternasyonalist ve en milliyetçilikten
uzak sosyalist olarak tanımlanan Kıvılcımlı ve onun meşhur “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) (Yedek
güç: Ulus (Doğu)) kitabı da “Marks,
“Başkalarını ezen halkın kendisi özgür olamayacaktır” diye başlar.
Yani kitabın
ilk cümlesi aslında ulusçuluğun temel kabulüyle başlamaktadır: Hiçbir ulus
diğerini ezmemelidir. Yani “devetler veya
uluslar, her devletin bir ulusa dayanması gerektiği, ya da her ulusun bir
devlet kurma hakkı olduğu ilkesini çiğnememelidir. Bu ilkeyi çiğneyen sadece
diğer ulusa kötülük etmiş olmaz kendisine de kötülük eder.”
Görüldüğü gibi
Marks gibi Kıvılcımlı da aslında ulusçuluğun dayandığı devlet ve ulus ilişkisi
anlayışına dayanmakta, onu savunmaktadır. Ve bu ilkenin zedelenmesine karşı
çıkmakta, bu zedelenmeyi ulusçuluk olarak tanımlamaktadır.
Lenin Ulusçuluğu Nasıl
Savunur?
Gelelim
Lenin’e. Lenin daha doğrudan gidiyor, ulusçuluğun ilkesinin ihlali üzerinden
değil, doğrudan ulusçuluğun ilkesinin değişik bir ifadesiyle ulusçuluğu
savunmaktadır
Bu aynı
ilkenin Lenin tarafından ifade edilmiş biçimi de “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”dır.
Lenin bu
ilkeyle, ulusçuluğun ilkesini ifade etmiş, ulusal birim ile politik birimin
çakışması ilkesi esastır, her ulusun bir devleti olmalıdır demiş
olmaktadır.
“Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”,
ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin, ulusçuluğun temel ilkesinin
değişik bir ifadesinden başka bir şey değildir.
O halde Lenin
de bir ulusçudur
Ya da
Lenin’den Marks’ınkine benzeyen başka bir örnek alalım
Lenin: “Biz, kendi hükümetlerimizden sömürgelerden
çıkması için, ulusların tam bağımsızlığını tanıması için talepte bulanacağız,
bunun için mücadele edeceğiz; kendimiz iktidar olduğumuz zaman da ezilen
ulusların bu hakkı kullanmalarını sağlayacağımızı açıkça ilan ediyoruz”
dediğinde bu sözlerde ulusçuluk ile çelişen bir şey var mıdır?
Hayır.
Lenin tamı
tamına ulusçuluğun ilkesini savunmaktadır. Her ulusun bir devleti olma hakkı
vardır, bu hakkı yenmişlerin de hakkını tanıyacağız ve geri vereceğiz. Yukarıda
ele aldığımız Marks’ın önermesinin değişik bir versiyonundan başka bir şey
dememektedir Lenin.
Ve Lenin’in
ifadesindeki zamirlerin varsayımsal anlamları üzerine yoğunlaşırsak aslında
Lenin’in de devletlerin uluslar halinde olmasını ve her ulusun bir devleti
olmasını uluşçuluğun egemen olduğu bir hal değil, doğal, olağan, tarafsız bir
hal olarak carsaydığı görülür.
Lenin’in “Biz”i
sosyolistleri ya da işçi sınıgını ifade ediyor diyelim. Buradaki “kendi hükümetlerimizden” derken kastettiği kendi ne
anlama geliyor. O hükümetler ve devletler sosyalistlerin ve işçi sınıfının
hükümetleri olmadığına göre kimin hükümetleridir. Burjuvazinin desek olmaz,
çünkü burjuvazinin hükümeti Sosyalistlerin hükümeti de olmaz, burada
hükümetimiz derken o devletin ve ulusun hükümetini “kendi” hükümeti olarak
tanımlamış oluyor. Dolayısıyla “kendi” ifadesi, kendi devletini ve hükümeti
demeyelim, kendi ulusunu ifade eden bir “kendi”, yani ulusu olağan doğal ve
tarafsız bir varoluş veya olgu olarak tanımlamış, onun içinde farklı bir
politika öneriyor. Devlem ediyor “kendimiz iktidara geldiğimizde” diye
yazdığında, buradaki “kendi” yine ezilenler veya sosyalistler diyelim. Ulusal
devlette iktidarı almış olacağız, devletin ulusa göre tanımlanmasında bir sorun
görmüyoruz, bu ilkeyi tüm uluslar için de savunduğumuz için diğer ulusların da
hakkını tanıyacağız. Yani biz ulusçuluk ilkesine karşı değil, ulusçuluk ilkesi içinde,
ona dayanarak politika yapacağız demiş oluyor. Ezilen sınıfların ulusun
yöneticisi olması için savaşıyoruz, ancak bu takdirde gerçek anlamıyla eşit
uluslardan oluyan bir dünya oluşabilir diyor.
Bu tamamen
ulusçuluğun savunduğundan bayka nedir ki?
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. (Keşke biri veya birileri her önemli Marksist
için veya tüm Türkiyenin sosyalistleri veya aydınları için onlardan alıntılarla
hepsinin ulusçu olduğunu göserse. Biz sadece bazı örnnekler verdik.) Ama en
baba iki Marksistin, Marks ve Lenin’in adeta enternasyonalizmin ve ulusçuluğa
karşı savaşın bayrağı haline gelmiş önermelerinin aslında tamı tamına
ulusçuluğun dayandığı ilkeleri savunan önermeler olduğu sanırız görülmüştür.
*
Radikal
Türkiyeli Marksist ve Sosyalistlerin, örneğin Kürtlerin ayrılma haklarını,
ayrılıp ayrı bir devlet kurma haklarını savunması, kendileri bunu
enternasyonalizm veya uluslararası dayanışma adına yapsalar veya bu
tavırlarıyla milliyetçilikle mücadele ettiklerini düşünseler bile, aslında
ulusçuluğun dayandığı ilkeyi tutarlı biçimde savunmaktan başka bir şey
değildir.
Yani nesnel
olarak hepsi milliyetçidirler ama bu yaptıklarının ulusçuluk olmadğını
düşünmektedirler.
Çünkü
ulusçuluk tanımları ulusçuların ulusçuluk tanımlarıdır.
Ulusçular ulusçuluğu
başka ulusları ezmek, onların hakkını tanımamak olarak tanımlarlar. Onlar için
ulusçuluk, ulusçuluğun dayandığı ilkenin, her ulusun devlet kurma hakkı vardır
ve her ulus bir politik birimle çakışmalıdır imkesinin ihlali, yaralanması,
çiğnenmesidir.
Ama ulusçuluğu
1983 “Kopernik Devrimi”nde
tanımlandığı gibi, ulusal olanla politik olanın ilişkisi ve bu ilişkinin belli
bir biçimi, “çakışması” ilkesini kabul etmek veya savunmak olarak
tanımladığımızda, Marks’ın, Lenin’in ve diğer bütün Marksistlerin ulusçuluk
tanımına uygun düşünceleri savunup öyle davrandıkları, dolayısıyla birer ulusçu
oldukları görülmektedir[2].
O halde,
örneğin Kürtlerin ayrılma hakkını savunmanın ne demokratlıkla ne de
sosyalistlikle bir ilgisi yoktur.
Gerçekten
ulusçu olan, hatta Türk ulusçusu olan, yani ulusal birimle politik birimin
çakışması ilkesini ve böylece bütün ulusların (Dolayısıyla Kürtlerin de) eşit
olması gerektiğini savunan herkes, bizzat Marks’ın da dediği gibi, hakiki ve
akıllı bir Türk ulusçusu olarak davranmış olur.
Bu davranışa
demokratlık veya sosyalistlik bahşetmek tam da ulusçuların ulusçuluk
tanımlarına, (yani ilkenin zedelenmesini ulusçuluk olarak tanımlayıp, ilkeyi
savunmayı demokratlık veya sosyalistlik veya enternasyonalistlik olarak
tanımlamak) uygun davranmaktır.
Marksistlerin ve Marksizmin
Trajedisi
Başta Marks,
Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı, Mandel vd. olmak üzere, dünyadaki gelmiş
geçmiş ve bugün de var olan bütün Marksistlerin, Enternasyonalistlerin
trajedisi şudur: öznel olarak, ulusçu olmadığını düşünmek, ulusçuluğa karşı
olmak, onunla mücadele etmek adına ulusçuluğu savunmak; onun gerçek yüzünün
görülmesini engellemek, hatta nesnel olarak onun tüm dünyaya egemen olmasına en
büyük katkıyı yapmak.
Ulusçuluk
karşı-devrimi dünya çapındaki zaferini kendine enternasyonalist diyen, aslında
böyle derken de ulusçuluğun dayandığı ilkeyi savunan, Marksistlerin omuzlarında
kazanmıştır.
Bu “paradoksu”
anlamadan ne modern tarihi, ne de Marksizmin kaderini, ne de bugünkü
tıkanıklığı ve çıkmazı anlamak ve buradan çıkmak mümkün değildir.
Tam da bu
nedenle Marksizmin yeniden inşası, içine işlemiş bu ulusçuluktan arınması ile,
bu da ancak ulusçuluğun doğru bir tanımından başlanarak başarılabilir.
Marksistlerin
yapması ve başarması gereken ilk iş, ulusçuların ulusçuluk tanımlarını bırakmak,
kendi ulusçuluk tanımlarının, ulusçuların ulusçuluk tanımları olduğunu görmektir.
Bu yazıda
henüz bunun ilk adımını attık ve Marksistlere o en küçük ulusçuluk
Matruşka’sının dışında değil, içinde olduklarını, yani bir ulusçu olduklarını
gösterdik.
Ulusçuluk
aydınlanma karşısında bir karşı devrimdir.
Marksistlerin en
büyük yanılgısı, bu karşı devrimi görememeleri, karşı devrimi notr, olağan,
tarafsız, doğal bir durum olarak görmeleridir.
Dolayısıyla
ulusçuluğu ve ulusu kendisine karşı mücadele edilecek, yıkılacak bir düzen
değil, bir tarafsız ortam olarak görmeleridir.
Karşı devrimci
bu yapıyı tarafsız, doğal, olağan bir ortam gibi kabul etmek ve onun içinde
sınıf mücadelesini vs. öne çıkarmak, fiiliyatta bu karşı devrimci düzenin
olağan kabul edilmesinin aracı olmuş ve onun varlığın ve egemenliğini sadece pekiştirmemiş,
onun yayılmasının bir aracı da olmuştur.
Ama iş burada
bitmiyor, şimdi aslında bu karşı-devrimci ulusçuluk Martuşkasının da içindeki “karşı-devrimci
ulusçuluk”, ya da “çifte kavrulmuş karşı-devrimci ulusçuluk” Matruşka’sı
olduğunu, ve tüm Marksistlerin ve Enternasyonalistlerin bu karşı-devrimcinin
içindeki karşı-devrimci Matruşkasının içinde olduğunu göstermek gerekiyor.
Ama bu bölümü
bitirmeden bir noktaya daha dikkati çekelim.
Ulusçuluğun bu
tanımını yapan Gellner ve kendileri de bu tanıma dayanan Hobsbawm ve Anderson
da bu yazıda yaptığımız çıkarsamayı yapıp Marks ve Marksislerin hepsinin ulusçu
oldukları, Enternasyonalizmin aslında ulusçuluk ilkesine dayanmaktan başka bir
şey olduğu sonucunu çıkaramamışlardır. Hiçbir yerde bu çıkarsamayı yaptıkları
görülmez.
Bunun iki
nedeni vardır. Birisi, hala ulusun ve ulusçuluğun içinde bulunduğu daha geniş kategoriyi
tanımlayamamışlardır.
Ama ikincisi, ulusçuluğu tanımlarken kafalarındaki ulusçuluk kavramı, dille,
dinle, tarihle tanımlanmış bir ulusçuluk, yani bizim “çifte kavrulmuş
karşı-devrimci” dediğimiz bir ulusçuluktur.
Bu iki
nedenle, ne kendilerinin ne de dünyadaki bütün Marksistlerin de aslında birer
ulusçu olduklarını kavramamışlar ve bizim yaptığımız çıkarsamaları
yapamamışlardır.
Onlar sadece
bunu yapamamakla kalmadılar, Marksistlerin ulus ve ulusçuluk konusundaki
programlarının ne olması gerektiğine ilişkin bir çıkarsama da yapamadılar.
Marksistlerin
programı ulusçuluğun tanımının yapıldığı önermeden çıkmaktadır.
Ulusal birimle
politik birimin çakışyması ilkesini ortadan kaldırmak.
Yani nasıl
tanımlanırsa tanımlansın ulusal birimin tıpkı dinler gibi, kişisele, özele imlişkin
bir şey olması.
Yani uluslar
ve ulusal devletler içinde sosyalizm için mücadele edilecek, doğal, tarafsız, nötr
ortamlar değil, kendilerine karşı mücadele edilmesi ve yımılmaları gereken
toplumsal varoluşlardır.
O halde
öncelik, ulusları ve ulusal devletleri ortadan kaldırmaya yöneltilmelidir.
Ancak ulusların
ve ulusal devletlerin ortadan kalktığı, “devlet”in sadece komünlerin öz
yönetimlerinden başka bir anlamının olmadığı, nasıl tanımlanırsa tanımlansın
her hangi bir “ulustan” olmanın hiç bir politik anlamının olmadığı bir dünyada
kar ekonomisini bırakıp planlı bir ekonomiye geçiş bir imkan ve gereklilik
olarak ortaya çıkabilir.
Görüldüğü gibi
ulusçuluğun ulustan önce geldiği, ulusçular olduğu için uluslar olduğuna ilişkin
“Kopernik Devrimi”, her şeyi alt üst ediyor.
Ulusçuluğa
karşı bilinen bütün marksistlerin ve sosyalistlerin ulusçular olduğu; Enternasyonalizmin
özünde Ulusçuluk olduğu, Ulusçuluk diye bildiklerimizin ulusçuların ulusçuluk
tanımları olduğu gibi ilk alt üstlüklere şimdi de programatik alt üstlükler
ekleniyor.
Önce
sosyalizm, sonra uzun bir evrim sonucunda ulusların yok olması değil, önce
ulusların ve ulusçuların, dolayısıyla ulusal devletlerin yıkılması, sonra o
dünya cumhuriyetinde sosyalizm şeklinde programatik bir alt üst oluş eşlik
ediyor.
Ulusları
yaratan ulusçular olduğuna göre önce ulusçuların ulusçu olduklarını kavramaları
ve kendi “nefislerine” ulusçuluklarına karşı savaşa başlamaları gerekiyor.
Bu nedenle bu
savaşın ilk şartı ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunu anlamak olduğundan
Marksizmin Yeniden İnşası, Uluslar ve Ulusçuluktan başlamak zorundaydı.
Bu aynı
zamanda klasik ve ulusçu marksizmden tamamen farklıdır. Klasik marksizm ekonomi
ve sınıflar paradigması içinde hapsolduğundan bir üstyüpı teorisi olmadığından
aynı zamanda ulusçu olmuştu.
Ulusları ve
Ulusçuluktan başlamak aynı zamanda Marksizmde şimdiye kadar eksik kalmış
üstyapılar teorisinin de oluşturulması anlamına gelmektedir. Bu yazı serisi
ilerledikçe bu daha iyi görülecektir.
25 Şubat 2022
Cuma
Demir Küçükaydın
Bloğum: Demirden Kapılar
https://demirden-kapilar.blogspot.com/
Youtube Kanalım:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Facebook
https://www.facebook.com/demiraltona/
Twitter
https://twitter.com/demiraltona
Instagram
https://www.instagram.com/demiraltona
Steemit
https://steemit.com/@demiraltona
Kitaplar (İndirilebilir)
https://disk.yandex.com.tr/d/zgV6eNZL329XUu
Academia
https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin
Mail ile otomatik yazılarımı almak istiyorsanız şu adrese
bir boş email yollayınız:
yorumlar-subscribe@lists.riseup.net
Mail listesinden çıkmak için şu adrese bir boş mail
yollayınız:
yorumlar-unsubscribe@lists.riseup.net
[1]
(Burada şunu hemen not edelim ki, Alman politik geleneğinde Halk ve Ulus
özdeştir. Alman solcuları bugün bile “Das Volk” (Halk) kavramını kullanmazlar.
Nazizm Alman Halkı sözünü çok kullanıyordu. Alman Alman Halkından olandır. Halk
sözcüğt Alman ulusunun yaratılmasında son derece kritik bir rol oynamıştır.
Alman Halkı olduğu için alman ulusu vardır. Zaten Marks’ın önermesi de gizli
olarak, ulusların halklara dayandığı vrasayımına dayanmaktadır. Bu konuya
demokratik ve gerici ulusçuluk bahiserinde, Marks’ın sadece bir ulusçu değil,
bir gerici ulusçu olduğunu da gösterirken gireceğiz. Ayrıca bir halkın başka
bir halkı ezmesi ancak devlet aracılığıyla olabilir. Marks Halk demekle
birlikte kastettiği Millettir.)
[2]
Türkiyenin sosyalistlerine sosyalizm veya enternasyonalizm veya demokrasi adına
savundukları her şeyi ve izledikleri her politikayı milliyetçi olarak da
savunabileceklerini göstermek üzere 2000’lerin başında, Stefan Zweig’in Satranç
adlı romanına gönderme yaparak, Kendine Karşı Satranç Oynamak diye bir seri
yazı yazmıştım. “Bir milliyetçi olarak” sosyalistlerin en radikal görünen
taleplerini savunuyordum. Aslında yaptığım tamı tamına Marks’ın veya Lenin’in
söylediğinden başka bir şey değildi. Yalnızca ben bunun sosyalizm veya
enternasyonalizm değil, aslında milliyetçilik olduğunu göstermeye çalışıyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder