Bugün Selahattin Demirtaş’ın Yeni Yaşam’da yayınlanan “Aynı Halaya Durmak İçin” yazısını okurken içim acıdı.
Hele son cümlesi: “HDP’nin,
bizlerin solun neresinde durduğunu merak edenler önyargı ve kronik üsttenci
bakıştan arınarak bulundukları yerin soluna bakarlarsa bizi orada
göreceklerdir. Bu sol için kaygılanacak değil, gurur duyulacak bir durumdur”
diye yazıyordu. Birçok yayın organı da bu cümlenin en vurucu yanını öne
çıkarmıştı. Örneğin Duvar: “Demirtaş: ‘Bulunduğunuz yerin soluna bakarsanız bizi görürsünüz”ü
başa almıştı. Artı Gerçek: “Selahattin
Demirtaş’tan TKP’ye sol yanıtı” başlığından sonra haberin başında yine aynı
sözleri öne çıkarmıştı.
“Bunda içi acıtacak ne var? Demirtaş TKP ve benzerlerine
isim vermeden de olsa hak ettikleri cevabı vermiş” denecektir.
Ve bunu diyenlere de içim acıyacak.
Neden?
Kadın hareketinde Almancada “Mittaterschaft” diye (“suç ortaklığı” diye çevrilebilecek) bir
kavram vardır. Ezilenin ezenin bakış açısını içselleştirmesi ve mücadelesini bu
içselleştirdiği bakış açısı ve kavram sistemi içinden vermesini, bilinçsizce de
olsa o ezme ezilme ilişkisinin yeniden üretilmesine katkı verilmesini anlatır
kabaca. Bu siyah hareketinde de vardır. Siyahlar beyaza benzemeye çalışırlardı
başlangıçta. Demirtaş’ın yazısı da pek kimsenin dikkatini çekmeyen ve
çekmeyecek olana bu yanıyla içimi acıttı.
Konu aslında çok önemli. Ama kavraması biraz zor. Çünkü
kavramların ve kavramlara yüklediğimiz anlamların da bir ideolojik egemenlik
konusu olduğuyla ilgili ve herkes bu ideolojik egemenliğin altında olduğundan,
suda yaşayıp da suda yaşadığını bilmeyen balıklara suda yaşadıklarını anlatmak
kadar zor.
Aslında Demirtaş’ın sadece bu cümlesi değil bütün yazı (koyu
harflerle), “Türk solcu”larına, “Kürt
Hareketi”nin, hem sosyal ve sınıfsal olarak, hem yaşam pratiğiyle, hem
politikası ve hedefleriyle, olgulara dayanarak, ne kadar solcu olduğunu
anlatmaya yönelmişti.
Tam da yanlış olan
buydu.
Kimsenin yanlış olarak görmediği ve görmeyeceği, ne güzel
cevap verdi dediği…
İçimi acıtan buydu.
Çünkü bu yıllardır alışılmış, artık herkesin normal
karşıladığı, tıpkı havanın basıncını üzerimizde hissetmememiz, bilincinde bile
olmamamız gibi bir durumdu.
Okuyucunun meramımı kolay anlatamayacağımı, yığınla
tecrübeyle biliyorum. O nedenle okuyucudan bildiklerini unutarak aşağıda
yazılanları sabırla ve dikkatlice
okumasını dileyeceğim.
*
Bir zamanlar, yanılmıyorsam Hırant Dink, “Bu memlekette Ermeniler yok olduğunu,
Kürtler var olduğunu” kanıtlamaya çalışıyor anlamında bir söz etmişti.
Yine benzeri bağlamda sanırım Musa Anter’e ait bir başka söz
daha vardı: “Kürtler milletvekili, bakan
vs. her şey oluyor ama Kürt olamıyor”
diye bir söz daha vardı.
Bunlar bilinen ve meşhur olanlar.
Bir de bu satırların yazarının, bilinmeyen, duyulduğunda da anlaşılmayan
bir sözü daha vardır Kürtlerin bir tek Kürt olamamasının bir sonucu ve de ona
nazire olarak politik kimlikler söz konusu olduğunda söylediği:
“Türkler solcu, sağcı,
liberal, feminist, çevreci, komünist, enternasyonalist vs. her şey oluyor ama
bir türlü Türk ol(a)mıyorlar, Kürtler ise hiçbir zaman solcu, sağcı, liberal, komünist,
enternasyonalist vs. olamıyorlar hep Kürt olarak kalıyorlar.”
Bu, Kürtlerin Kürt olamamasına nazire olarak yazdığım sözler
iyi anlaşılırsa, Demirtaş’ın yazısının neden içimi acıttığı daha iyi
anlaşılabilir.
*
İlk olarak Demirtaş’ın tüm yazısının içeriğini özetlediğim
ve yukarıda koyu harflerle yazdığım paragrafı yine koyu harflerle, şimdi ifade
ettiğim bakış açısından ve aslında gerçek durumdan hareketle, gerçek duruma
uygun kavramlarla tekrar yazayım:
“Bütün yazı Türk Milliyetçilerine Kürdistan’daki
sol hareketin hem sosyal ve sınıfsal olarak hem yaşam pratiğiyle, hem
politikası ve hedefleriyle ne kadar solcu olduğunu anlatmaya yönelmişti.
Tam da yanlış olan buydu.
Dikkat edilirse yukarıdaki cümlede ilk versiyondaki özne ve
muhatabı tanımlamayı değiştirdim. İlk versiyonda “Türk Solcusu” dediğime ikinci versiyonda “Türk milliyetçisi”, ilk versiyonda “Kürt Hareketi” dediğime “Kürdistan’daki
sol hareket” diyorum.
İkinci versiyonda eşyayı kendi adıyla anıyorum. Yani TKP (ve
neredeyse bütün Türk solu ve sosyalistleri) Türk milliyetçisidir.
Kürdistan’daki hareketin ana damarı ise, Kürdistan’ın
soludur.
Türkler, sosyalist, feminist, çevreci, liberal vs. olur ama
Türk olamaz, onları bir türlü olamadıkları ve kendilerini öyle tanımlamadıkları
nesnel özleriyle tanımlıyorum. Onlar Türk milliyetçisi oldukları için Türk ol(a)mazlar.
”Kürtleri” de bir türlü olamadıkları, solculukla (feminist,
demokrat, komünist, enternasyonalist, çevreci vs. de olamıyorlar) tanımlıyorum
ve Kürtlükle değil, Kürdistanlılıkla, yani bir coğrafi konumla sınırlıyorum.
Yani onları da bir türlü olamadıkları solculukla tanımlıyorum.
Peki özne ve muhatabı böyle gerçek ismiyle yani özüyle ifade
edilince nasıl oluyor da önerme yine de yanlış, hatta daha da yanlış oluyor.
Çünkü Türk milliyetçisini solcu olarak kabul edip, Kürdün de
solcu olduğunu kanıtlamaya çalışmanın iyi kötü kendi içinde bir tutarlılığı
vardır. Demirtaş’ın yaptığı da budur. Burada yanlış olan muhatabın, gerçeğin
tam tersi olarak, yanlış tanımlanmasıdır. Ama bunun anlaşılır bir yanı vardır.
Bir yanlış anlama sonucu da olsa solcu olarak gördüğüne kendinin de solcu,
hatta daha solcu olduğunu anlatmaya çalışmak anlaşılabilir.
Ama özne ve muhatabı gerçek durumlarıyla tanımladığımızda,
bu sefer başka bir mantıksızlık, bir tutarsızlık ortaya çıkmaktadır: bir
sağcıya solcu olduğunu kanıtlama durumu.
Bir insan, Türk olduğunu kabul etmeyen, etmediği için de bir
türlü Türk ol(a)mayan, dolayısıyla hep solcu, sosyalist, feminist vs. olan bir
egemense, o zaten özünde sağcı ve en gericisinden Türk milliyetçisidir.
Türk’ün Türk olduğunu kabul etmemesi, egemenliğini
gizlemenin ve sürdürmenin, Türklüğe karşı mücadeleyi gündemden düşürmenin bir
aracıdır.
Bu tıpkı egemen sınıfların sınıf mücadelesinin varlığını ve
egemen olduklarını reddetmeleri ama bizzat bu reddedişin kendisinin bir sınıf
mücadelesi ve egemen sınıfın konumunu sürdürmelerinin aracı olması gibi.
O halde kendini solcu olarak tanımlamak, Türk
milliyetçiliğinin ve Türklerin egemen ulus olma durumlarını sürdürmenin bir
aracı olduğuna göre, kendine Türk Solcusu (pardon onlar Türk ol(a)madığından
sadece solcu) Türk milliyetçisidir.
Bu durumda kendine solcu diyen Türk milliyetçilerine, solcu
olduğunu kanıtlamaya kalkmak (ki nesnel olarak Demirtaş’ın yaptığı budur) saçma
olmaktadır. (Sadece saçma da değildir, efendisinin bakışını içselleştirmiş bir
Tom Amca’nın diliyle konuşmak gibidir.)
Bu çelişkili duruma düşmekten kurtulmanın tek yolu, Kürt olarak
belki en az Türk milliyetçileri kadar sağcı ve milliyetçi olduğunu kanıtlamaya
kalkmak olabilir. Bu da az çok iç tutarlılığı olan bir davranış olur.
O halde gerçek ve nesnel durumlarla adlandırılmalar
yapıldığında, Selahattin Demirtaş’ın bütün yazıda yaptığının, Türk Milliyetçisi
Türklere, Kürdistan’daki solcuların da solcu olduğunu kanıtlamaya çalışmaktır.
Yani, eğer Demirtaş’ın yaptığı, Türk milliyetçisi Türklere
eğer Kürdistan’da kendine Solcu diyenlerin de, tıpkı kendini solcu olarak
tanımlayan Türk milliyetçileri kadar milliyetçi olduklarını kanıtlamak olsaydı,
yapılanın bir iç tutarlılığı olabilirdi.
Burada yapılanın politik olarak doğru olup olmadığına değil,
yapılanların kendi iç tutarlılığına ve mantığına bakıyoruz.
Bu durumda Demirtaş’ın yazısının mantıki çelişkilerden arındığında
ise başka çelişkiler ortaya çıkar.
Demirtaş’ın yazısını, Türk Milliyetçileri hakkında bir
görünüşe aldanma, onun ne olduğunu anlayamama, yanlış bir tanımlamaya dayanma
olarak ele aldığımızda. Demirtaş’ın, Türk Milliyetçilerini, onlar kendilerini
solcu olarak tanımladığından dolayısıyla onları solcu sandığından, onlara
solculuğunu kanıtlamaya çalışıyor.
Bu durumda mantıki çelişki ortadan kalkıyor ama. Yanlış yer
değiştiriyor. Birilerini özleriyle değil, görünümleriyle, insanları ve akımları
gerçek özleriyle değil, kendilerini nitelemeleriyle tanımlayarak yanlış yapılmış
oluyor.
Marx’ın dediği gibi ne bir kimseyi ne de bir dönemi onun
kendisi hakkındaki yargılarıyla yargılayamayız. Bu temel ilke ihlal edilmiş
oluyor.
Buna bağlı olarak bir solcu olarak başka bir görev daha
yapılmamış oluyor. Bir solcunun görevi, sözlerin, davranışların, tanımların,
kavramların ardındaki gerçek kuvvetleri, çıkarları ve konumları ezilenlere
göstermeye çalışmaktır. Dolayısıyla bu da yapılmamış oluyor.
Ancak sorunu daha da karmaşıklaştıran bir başka düzey daha
vardır. Çünkü aslında Demirtaş’ınki bir görünüşe aldanma ve bu nedenle muhatabının
niteliği hakkında yanlış bir yargıya varma da değildir. Demirtaş onların gerçek
niteliklerini bilir ve bilecek kalitededir. Yani Demirtaş’ın yanılgısı değil,
bilinçli bir tercihi de söz konusudur. Yani karşı tarafın milliyetçi ve sağcı
olduğunu bilmektedir ama taktik ya da diplomasi gereği onları kendi
iddialarayla ele alıp onların kendi iddiaları temelinde onlara solcu ve hatta
daha solcu olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır.
Aslında neredeyse bütün Kürdistanlı solcular (ve Kürdistani sağcılar
da) Türk sosyalistlerinin Türk milliyetçisi olduğu görüşündedirler ve bunu da
bilirler. (Aslında bizzat Demirtaş’ın satırlarının arasında ve yazısının
ruhunda da bu görüş vardır. Hatta son satır, yani hitap ettiği Türk solcularını
daha sağda görme aynı zamanda bu gerçek görüşün diplomatik bir ifadesidir.) Ama
onlara siz sağcı, milliyetçisiniz dememekte, ama kendisinden daha sağda ama
yine de yelpazede sol bir yere yerleştirerek hitap etmektedir.
Peki bu durumda ne oluyor? Demirtaş, aslında sağcı ve
milliyetçi olarak gördüğü ve bildiği Türklere, onlar kendilerini solcu gördüğü
için veya öyle lanse ettiği için, taktik veya diplomasi gereği solcuymuş gibi
hitap ederek, kendisinin (ya da Kürt hareketinin de) solda olduğunu kanıtlamaya
çalışıyor.
O zaman da başka bir yanlış yapmış oluyor; yaptığı politika
değil, diploması oluyor.
Çünkü bir solcunun, kendini ezilenlerin yanındı
konumlandıranın, yapması gereken güzel sözlerin ve nitelemelerin, hareketlerin
ardında hangi toplumsal çıkarların bulunduğunu, onların gerçek karakterini
göstermektir.
Bu yapılmadığında, politika ve teori diplomasiye (ve taktiğe)
kurban ediliyor.
Diplomasi, politikaya kurban edilmemelidir. Aksine
diplomasi, politikanın aracı olabilir ve olmalıdır.
*
Buradan ne sonuç çıkarmalı?
Kürtler Türklere ne kadar solcu olduklarını kanıtlamayı bırakmalıdırlar.
Aslında tam da gerçekte yaptıkları gibi “Solcu” Türklerle milliyetçilik
yarışına girmelidirler. Yani bütün Türk “solcularını”, “sosyalistlerini”,
“enternasyonalistlerini” milliyetçi ve sağcı olarak tanımlayıp, eşyayı adıyla anıp,
“en az biz de sizin kadar milliyetçi ve sağcıyız” yarışına girmeli veya
kendilerinin bu yönünü onlara kanıtlamaya çalışmalıdırlar.
Yani Türklere siz bu devletin ve milletin örneğin Türklükle
tanımlanmasını normal bir şey kabul ediyor, Kendini Türk olarak kabul etmeyen,
ana dili Türkçe olmayan insanlardan alınan vergilerle, onlara zorla Türkçe,
Türk Tarihi, Türk Edebiyatı öğretilmesini sorun etmiyor, ulusun ve devletin dille,
bir tarihle (örneğin, Şekil 1’de olduğu gibi) Türklükle tanımlanmasını sorun
etmiyor, onu yok edilmesi, kendisine karşı mücadele edilmesi gereken baş hedef
olarak tanımlamıyorsunuz. Bununla savaşmamak onu kabul etmek demektir. Yani
sizler kendinizi nasıl tanımlarsanız tanımlayın, Türk’sünüz ve ulusun ve
devletin Türklükle tanımlanmasını ortadan kaldırma gibi bir hedefi ve sorunu olmayan
gerici Türk milliyetçilerisiniz.
Biz de en azından sizler kadar milliyetçiyiz. Biz de tıpkı
sizin gibi, ulusun Kürtlükle tanımlanmasını sorun etmeyen, resmi Dili Kürtçe olacak,
kendini Kürt olarak kabul etmeyenlerden alacağı vergilerle okullarda herkese
Kürt dili, Kürt tarihi, Kürt edebiyatı öğretecek, Türk bayrağı benzeri bir Kürt
bayrağı da olacak, bir ulus ve devlet için mücadele ediyoruz. Aslında bizler
özünde sizinle aynı bakışı paylaşıyoruz. Yani biz de sizin kadar milliyetçiyiz.
Hatta biz sizden daha milliyetçiyiz. Sizin böyle bir devletiniz var. Bunun için
bir zorluğa katlanma durumunda değilsiniz. Ama biz bunun için acılar çekiyoruz.
Yani aslında milliyetçilik söz konusu olduğunda bizim Türklere değil, Türklerin
bizlere en azından bizim kadar milliyetçi olduklarını kanıtlaması gerekir.
*
İşte, her şeyi özüyle andığımızda, ortaya çıkan öz budur ve
söylenmesi gerekenler bunlardır.
Özneler kendi sosyolojik nesnel konum, çıkar ve amaçlarına
göre kendilerini tanımlasalar ve öyle tanımlanmış özneler olarak konuşsalardı eleştirilerin
ve hatta Demirtaş’ın yazısının bu şekilde olması gerekirdi. Ama her şey ters
yüz edilmiş olarak konuşuluyor ve tartışılıyor.
Çok mu sert?
Evet öyle ama özünde durum budur ve öz ve görünüm böyle
çakışsaydı her şey son derece berrak olarak görülürdü.
Ama Marks’ın dediği gibi öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün
bilim gereksiz olurdu.
Yani biz de burada özlerin kendi zıddı biçimde göründüğünü
ve o zıt biçimde görünen olguların ardındaki gerçek konum ve çıkarları
göstererek her solcunun (safını ezilenlerin yanında tutmuş olanın) yapması
gereken sıradan görevi yapıyoruz.
*
Bir de Kürt hareketini destekleyen Türk sosyalistleri var. (Bunları
TKP ve Sol Parti ile (eğer böyle giderse EMEP’le de, Okuyan’ın bayanına göre
onlar da onlarla birlikte imişler.) karıştırmamak gerekir.)
Genellikle radikal sol gruplardan olan bu Türk Sosyalistleri
de kendilerinin milliyetçi değil enternasyonalist olduklarını söylüyorlar.
(Aslında enternasyonalizm ve milliyetçilik aynı ilkeye dayandığından, yani
ulusal olanın politik olanla (Devlete ilişkin olanla) çakışması ilkesine
dayanmak ve onu savunmaktır. Bu anlamda Enternasyonalist olduğunu söylemek
milliyetçi olduğunu söylemenin değişik bir biçimidir. Ancak burada buna
girmeyelim.)
Türk sosyalistlerinin milliyetçilik tanımı, milliyetçilerin
milliyetçilik tanımı olduğundan onlar kendilerini milliyetçi olarak görmezler.
Ve tam da bu durum onların milliyetçi olduğunun esas göstergesidir.
Aslında bunlar normal bir Türk milliyetçisinin yapması
gerekenleri yapıyorlar.
Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasını savunmak tam da Türk
milliyetçiliğinin, hem de gerici bir milliyetçiliğin ve Türk milliyetçiliğinin gereğidir.
Bunun milliyetçilik olmadığını sanmak gibi bir sorun ve yanlış tanımlama var
milliyetçiliği.
Neden çelişmez ve hatta gerici bir milliyetçiliğin gereğidir?
Çünkü gerici milliyetçilik, ulusal olanı (milli olanı) bir
dille, tarihle, kültürle tanımlamakta bir sorun görmez ve örneğin Stalin’in tanımında
da olduğu gibi, ulusun zaten böyle bir şey olduğundan hareket eder. Böyle bir
topluluğun, politik olanla çakışmasını istemek, yani bir devleti olmasını istemek
ve savunmak gerici milliyetçiliğin ta kendisidir.
Kürtler ayrı bir devlet kursa, diyelim ki ayrı bir Kürt
devleti kursalar, Türk devleti daha demokratik olabilir ve Türk milleti de daha
refah ve huzur içinde yaşar.
Bir milletin, (hele bu millet bir dille, tarihle
tanımlanmışsa) refah ve huzur içinde yaşamasını istemek özünde milliyetçiliğin hatta
gerici milliyetçiliğin ta kendisidir.
Bu bakımdan Kürt hareketini desteklemeyen Türk sosyalistleri
(Yani TKP, Sol Parti vs.), aslında aptal Türk milliyetçileridirler ya da Türk
milletinin bile değil, kendini o millet yerine koyan başka zümrelerin, merkezi
bürokratik devletin, dar çıkarlarını savunmaktadırlar. Yani onlar gerici milliyetçilikten
de aşağı bir durumdadırlar. Gerçek Türk milliyetçisi olanlar kendilerini milliyetçi,
değil enternasyonalist olarak gören ve enternasyonalizme uygun şekilde Kürtlerin
ayrı devlet kurmasını savunan ve Kürt hareketini destekleyenlerdir.
Eşyayı adıyla andığımızda aslında bütün olan biten budur.
Ama bu gerçekte olanın solculuk, sosyalizm, enternasyonalizm vs. gibi kavramlar
içinde ifade edilmeye çalışılması bütün bu karmaşayı oluşturmaktadır.
Türkler Türk ol(a)mazlar, çünkü egemen olduklarını itiraf
etmiş olurlar, o nedenle solcu, feminist, sosyalist, çevreci olabilirler. Bu sayede
Türklüğe karşı mücadele etmekten kurtulurlar.
Kürtler de kendilerini açıktan Türkler gibi milliyetçi
olarak tanımlayamazlar, çünkü kazanmaya çalıştıkları, bir türlü Türk ol(a)mayan
Türkler kendilerini solcu falan olarak tanımladıklarından onların kavramlarıyla
onlara hitap etme durumunda kalıp onları ikna etmeye çalışırlar.
Ve bunun sonucu olarak ortaya milliyetçi bile denemeyecek
kadar gerici olan Türklere solcu olduğunu göstermeye çalışan ve bana acı veren
Demirtaş’ın acıklı durumu ortaya çıkar.
Kendisinin de daha iyi solcu olduğunu değil, diğerlerinin
saf kan gerici Türk milliyetçisi hatta Türk milliyetçisi bile olamayacak kadar,
daha da gerici bir zümrenin çıkarını savunduklarını kanıtlamaya çalışsaydı,
onlara aynı göz hizasından tam da layık oldukları şekilde ve Kürdistanlı bir
Solcu ve demokrat gibi davranmış olurdu.
Böyle yapmadığı için, Türk ol(a)mayan bir bürokratik zümrenin
çıkarlarını ve konumunu savunan Türklerin egemenliğini yeniden üreten
ideolojinin kendini yeniden üretmesine farkına bile varmadan hizmet etmiş
oluyor.
*
Peki bu satırların yazarı bütün bu manzarayı bilimsel ve
sosyolojik kavramlarla nasıl ele alıyor?
Bir kere bizim milliyetçilik kavram ve tanımımız
milliyetçilerin milliyetçilik kavramı ve tanımı değil. Gerici milliyetçilerin
milliyetçilik kavramı ise hiç değil.
Gerici Milliyetçiler bir dille, dinle, tarihle tanımlanmış
bir ulusu ulusun normal hali olarak alırlar, başka türlü bir ulusal ver oluşu
tahayyül bile edemezler.
Halbuki ulus pek ala, bir dille, tarihle, dinle, kültürle
tanımlanmaya karşı da tanımlanabilir ve böyle bir ulus da olabilir. Böyle bir
milliyetçilik demokratik bir milliyetçilik olur.
Böyle bir demokratik milliyetçiliği savunanlar ise (ki henüz
bu Türkiye’de ve hatta dünyada da pek yok) bunun milliyetçilik olmadığını,
milliyetçiliğin aşılması olduğunu söylerler. Ama bu tanım da milliyetçilerin
milliyetçilik tanımıdır ama demokratik milliyetçiliğin milliyetçilik tanımıdır
gerici milliyetçilikten farklı olarak.
Milliyetçi olmamak, ulusal olanla politik olanın çakışması
ilkesini reddetmek, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın politik
değil, özele ilişkin olmasını savunmak ve bunun için mücadele etmektir.
Bu da pratikte, bugün dünyadaki bütün devletler ulus
ilkesine göre tanımlandığından, yeryüzünde yaşayanları ilk görev olarak uluslara
ve ulusal devletlere ve gerici veya demokratik ulusçulara karşı mücadele etmeye
çağırmak ve bunun için mücadele etmekle olabilir.
Şimdi bu satırları okuyan herkes muhtemelen kendisinin
milliyetçi olmadığını düşünen gerici milliyetçi veya milliyetçiliği aştığını
düşünen demokratik milliyetçi olduğundan kimse bu yazılanlardan bir şey anlamayacaktır.
(Bu normaldir, çünkü milliyetçilik kendine göndermelere dayanır dışına çıkmak
kolay değildir.)
Bir Marksist olarak çarpıcı bir ifadeyle demokratik bir
milliyetçiliğin nasıl bir şey olduğunu Marks’ın bir “veciz” sözüne nazire
olarak ifade edeyim.
*
Marks’ın sözü: “Başka
ulusları ezen bir ulus özgür olamaz”dır.
Bu sözü bütün Marksistler ve Marksist olmayanlar, (hepsi de
milliyetçi olduğundan) milliyetçiliğe karşı bir sözmüş gibi anlarlar. Yukarıda ifade
ettiğim bakış açısından ise bu söz, aslında, tıpkı Türkler ve Kürtlerinki gibi
gerici milliyetçiliği ifade eder ve savunur.
Marks’ın sözü, iki gizli ve yanlış varsayıma dayanır.
Birincisi, ulusların tıpkı sınıflar gibi insanların
kabulleri dışında var oldukları, yani uluslar
olduğu için ulusçular olduğu varsayımıdır.
Halbuki bu varsayım yanlıştır. Bunun tam tersidir doğru
olan: Ulusçular olduğu için uluslar
vardır. (1983’den beri bu “Kopernik
Devrimi” gerçekleşmiştir)
Ulusların var olması, tıpkı Müslümanlar olduğu için İslam
dininin var olması gibidir. (Bu analoji ve paralellik de rastlantısal değildir
ama ayrı konu) İslam dini olduğu için Müslümanların var olduğunu varsaymak
yanlıştır. Gerçeği kafası üstü oturtmaktır. Uluslar olduğu için ulusçuların var
olduğunu kabul etmek de öyledir.
Marks’ın bu birinci gizli varsayıma bağlı ikinci gizli
varsayımı, ulusların dile, dine, tarihe, kültüre dayanan, ulusçulardan önce
ortaya çıkmış varlıklar olduğudur.
Dolayısıyla bir ulusun dile, dine, tarihe göre tanımlanmış
olması Marks için, kendisine karşı mücadele edilmesi gereken bir sorun değil,
eşyanın tabiatı gereğidir.
(Halbuki örneğin dünyanın en eski ulusu ABD’nin tarihi bile
yoktu ki diğerleri olsun. Hatta aynı dil ve dinden İngilizlere karşı savaşta
ortaya çıkmıştı bu ulus kendini bir dille tanımlamamıştı.)
Ama eğer ulusçular olduğu için uluslar var ise, ulusçular
pek ala bir ulusu bir dille, tarihle, dinle, kültürle tanımlamaya karşı da
tanımlayabilirler. Ama bunun olabilmesi için o ulusçuların demokrat olmaları,
yani dil, din, tarih, kültür körü bir ulus ve devletten yana olmaları, yurttaşların
tam bir eşitliğini esas almaları, bunların kişilerin özel sorunu olduğunu
savunmaları gerekir.
Böyle bir ulus ve devlet, dil, din, tarih, soy, kültür körü
olur. Burada devletin resmi dili olmaz. Herkesin ana dilinde eğitim hakkı (ana
dili öğrenme hakkı değil, o Avrupa Birliği kriteri olur, özünde gericidir, bir
egemen ulusu ve resmi dili varsayar) olur. Ve orada herkes ana dilinde nasıl
aynı fiziği, kimyayı biyolojiyi okuyorsa, aynı tarihi, aynı edebiyatı okur. Bu
pratikte, tüm dillerden, dinlerden, kültürlerden, etnilerden vs. eşit sayıda
yurttaşların bir araya gelip ortaklaşa yazdıkları aynı Tarih ve Edebiyat olur.
Böyle bir demokratik ulusta, Türklük, Kürtlük, tıpkı bir
spor takımı taraftarlığı gibi, politik bir anlamı olmayan kimlikler olurlar.
Kendini şu veya bu ulustan veya ulusuz kabul etmenin politik bir anlamının
olmadığı bir ulus olur bu. Buna demokratik ulus bu tür ulusçuluğa da demokratik
ulusçuluk denir.
Demek ki, demokratik
ulusçular olmadan demokratik bir ulus olamaz.
Türklerin, Kürtlerin kendilerine
karşı savaş verip, Türk ve Kürt olmaktan çıkmaları birer demokrata
dönüşmeleri, yani ulusu Türklük ve Kürtlükle tanımlayanlara, yani Kürtlüğün ve
Türklüğün politik bir anlamı olmasını savunanlara karşı, Türklüğün ve Kürtlüğün
özel bir sorun olması için mücadele edip üstün gelmeleri gerekir ki Demokratik
bir ulus ortaya çıksın.
Yani ulusu bir dille, dinle, tarihle, kültürle tanımamaya
karşı tanımlamayı hedef edinmiş demokratik ulusçular olmadan da demokratik bir
ulus yaratılamaz.
O zaman Demokratik bir ulusçunun bakış açısından Marks’ın
sözünü şöyle düzeltmek gerektiği açıktır: “Ulusları
bir dille, tarihle, kültürle vs. tanımlayan ulusları ve ulusçuları ezen bir
ulus özgür olabilir.”
Bunu savunan kimse yok.
Bu nedenle Türkiye ve Kürdistan’da kısa ve orta vadede bir
demokratik dönüşüm, bir demokratik ulus ve devlet için hiçbir umut
görünmemektedir.
Marksistler Marks’ın önermesinin bir gerici ulusçuluk
önermesi olduğunu görmeden ve Marksizm’in bu açıdan eleştirisini yapmadan, yani
özünde bir Marksist ulus teorisi geliştirmeden ne bu gerici ulusçuluğun ne de
genel olarak ulusçuluğun kapanından çıkma olanağı bulunmuyor. Onlar bile bundan
çıkamadan insanlığın hiçbir şansı bulunmuyor. Bırakalım Türkleri ve Kürtleri
vs. bir yana
Demir Küçükaydın
5
Aralık 2021 Pazar
3 yorum:
Demir Hocam çok doğru bir analiz yapmışsınız. Belki Selahattin Demirtaş konuyu fazla detaylandırmadan ifade etmeye çalışmış olabilir. Özellikle Selçuklular, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti, Sırf hükümran, olmanın en basit yolu olan İslam, Milliyetçilik ve Sol sosuna bulanmış ırkçılığı en büyük düşünce görüp, Anadolu halklarının nesnel yapılarını hiçbir zaman önemsememiştir. Hatta yok etmek için her türlü dejenerasyonu, asimilasyonu sürdürmüştür, sürdürmeye devam ediyor. Türk ya da Türkiye solu bu bataklığın içerisinden hiçbir zaman çıkmak istemediği gibi bir düşüncesi, derdi ve tasası da olmadı maalesef. Bu yüzden halkların nesnel yapılarını kavraya bildiler ne de sınıf ya da emek temelli doğru bir duruş, teorik siyasal politikayı oturtamadılar. Bu yüzden halkta kendilerini hiçbir zaman benimsemedi. Ve Asırlardır bu Öznel oportünist kavramda ısrarlarını sürdürüyorlar.
Ben de Benedict Anderson da bu yazıyı beğendik ☺️. Elinize sağlık hocam.
Putları kırmak ne kadar da zor belli ki bizler de birer put olmuşuz, taşlaşmış. Kırsalar bile içindeki putları sanki onlara ağıt yakar gibi etrafında dönüyorlar hâlâ.
Yorum Gönder