Aslında bu yazıda kısaca erken seçim konusunu ele alıp, erken seçimin, sadece iktidarın değil, muhalefetin de çıkarına olmadığı; ama erken seçim istermiş gibi yapmanın muhalefet partilerinin (ve de iktidarın) çeşitli derecelerde çıkarına olduğu; bunun söz ve davranışlarda nasıl ifadesini bulduğu; gerçekten böyle niyeti olan bir partinin veya hareketin nasıl, hangi parolalar ve mücadele biçimleriyle hareket edeceği veya etmesi gerektiği konusunu ele alacaktım.
Ancak bu analizden şu an kendi davranışımın ne olması gerektiğini düşününce, nasıl olsa olayların gelişimini etkileme gücüm olmadığı ve olayları yorumlamakla yetinmenin gazetecilerin işi olduğundan hareketle, bu konuyu değil de örneğin, olası bir seçime ilişkin olarak, Demirtaş’ın “Türkiyeli solculara basit sorular sorup, soruları(n)a basit yanıtlar”[i] istediği soruları ve cevaplarım üzerine yazayım bari, böylece Demirtaş’ın mektubunun tartışılmasına ve „gündem olmasına“ da bir katkım olabilir diye düşündüm.
Gerçi Demirtaş’ın bütün soruları programatik veya stratejik değil, taktiğe, seçmlerdeki tavra, (seçimlerde
tavır taktik bir sorundur) ilişkindi ama, bu vesileyle solun veya sosyalistlerin
seçimlerdeki taktikleri, bu konuda doğru soruların ve cevapların neler
olabileceği konusu ele alınıp belki küçük de olsa bir birikim yapılabilirdi.
Ancak konuyla ilgili yazılanlara bakarken
TKP’li Kemal Okuyan ile yapılmış bir söyleşiye rastladım. Orada Okuyan’ın “Aslında üç
parti başka görüşmeler de yapıyor. Bunlar içerisinde EMEP, SOL Parti ve TKP’nin
temasları belli bir olgunluğa ulaştı. En azından içerik itibariyle
antiemperyalist, sınıf karakterli, laikliğe vurgu yapan bir çerçeve konusunda
yol aldık. Üç parti arasındaki farklılıklar bilinerek bu görüşmeler yürüdü,
yürüyor.”[ii]
sözlerine ama özellikle de „antiemperyalist,
sınıf karakterli, laikliğe vurgu yapan“ sözlerine takıldım ve bu konuyu da ayrı bir yazıda ele almalı diye
düşündüm.
Ancak yine Artı Gerçek’te, Ali Duran Topuz’un „Alevilik, eşitlik ve kimlik“[iii]başlıklı
yazı serisinin ikincisinde,
eşitsizliğe itirazın iki türünü ayırması:
“Eşitsizliğe itiraza dönelim şimdi tekrar. Bu itirazı yürütecek
kişi ya da grupların, toplumların karşısına birbirine zıt iki yol çıkar.
Birinci yol, saldırı altında olan, tehdit altında olan kimliğini toplumdaki
eşitsizlik piramidinin üst kesimine taşımak üzere hareket etmek, yani en
nihayetinde merkezi büyük gücün, devletin nezdinde “makbul kimlik” olarak yer
bulabilmek. Bu yolda eşitsizlik piramidine itirazdan çok o piramitteki yerini
beğenmeme söz konusu. Diğer yol ise eşit yurttaşlık fikrini, eşitliğin temel
olduğu bir toplum tasavvuru ile beraber savunmak ve bu fikir çerçevesinde
siyaset yapmak. Birincisi, kimlikçi siyaset ikincisi ise kimlikten kaynaklansa
bile kimlikçi denilemeyecek siyasettir. Kimlik siyaseti, siyaseten baskı ya da
saldırı altında olan kimlik ise kaçınılmazdır; “kimlikçi siyaset” ise açık bir
tuzak niteliği taşır.”[iv];
ve eşitsizliğin temelinde devletin var olduğunu vurgulaması:
“Hemen belirtelim ki, kimlikçi siyaset doğrudan kimliği
tehdit altında olanların hatası biçiminde ortaya çıkmaz, eşitsizliği koruyan ve
sürdürmek isteyen güçlerin, en neticede devletin yönelttiği bir yoldur o. Yani
kimlikçi siyasetin en büyük oyuncusu ve fabrikatörü bizzat devlettir.”[v] Okuyan’ın üçlemesiyle („antiemperyalist,
sınıf karakterli, laikliğe vurgu yapan“) sözleriyle birleşince bu yazının konusu ve başlığı, hem de kısa vadeli
ve taktik değil, temel teorik ve programatik önemi nedeniyle ortaya çıktı.
*
Önce bugün
Türkiye gibi „kimlikler“ temelinde toplumun bölündüğü bir ülkede sosyalistlere
ve demokratlara „kimlik temelli bir politika önermek yangına körükle gitmek,
bölünmeyi iyice derinleştirmek anlamına gelmiyor mu?“ deneceği bellidir.
Ancak bu
itiraz iki noktayı gözden kaçırır.
·
Türk
devletinin ve ulusunun „kimlik temelli“ bir devlet ve ulus olduğu gerçeğini
atlar.
·
Kimlik
temelli politika yapmanın iki farklı biçimini atlar.
İşte
Topuz’un yazısı bu ayrımı ve ayrıma vurgu yaptığı için önemlidir.
Örneğin
devletin ve ulusun kimliği devleti ve ulusu her hangi bir dille, dinle, soyla,
tarihle, kültürle tanımlamaya karşı bir „kimlik“ olsa, yani devlet ve ulus din,
dil, ırk, tarih, kültür körü olsa „kimlik temelli“ olmaz.
Böyle bir
sistem için için bize en güzel analojiyi spor kulüpleri sunar. Devlet ve ulus kendini
şu veya bu spor takımıyla tanımlamaz. Bu bir takımın renklerini taşımayı mecbur
kılmaz, başka takımları tutan insanlardan aldığı vergilerle bir takımın
tarihini okutmaz, tesislerini yapmaz, o takımın şarkılarını, marşlarını
okullarda zorunlu olarak öğretmez. Yani şu veya bu takımı tutmanın Devlet
katında hiç bir politik anlamı olmaz. (Gerçekte Türkiye’de bu ne kadar böyle o
ayrı sorun) Örneğin Beşiktalılık kimliği, politikanın yani vergi ve zorun
konusu olduğunda politik bir anlam kazanır. Kimlikler politik anlamları
olduğunda sorun olurlar.
Peki
Türkiye öyle mi?
Devlet ve
Ulus kendini Türklükle (ve Sünne Müslümünlıkla) tanımlamış bulunuyor.
Yani en
başta adı Türk, öğrenilmesi zorunlu dil Türkçe. Kendini Türk kabul etmeyen
ve/veya ana dili Türkçe olmayan insanlardan aldığı vergilerle okullarda zorunlu
olarak Türkçe, Türk Tarihi, Türk Edebiyatı, Türklüğü öven marşları vs. zorla
öğretiyor ve okutuyor ve hatta bunu tartışma konusu yapmayı bile kanunlarla
yasaklıyor.
Demek ki,
Devlet yurttaşlara eşit davranmıyor, yurttaşlar arasında biçimsel ve hukuki
eşitlik yok. Bizzat devlet ve ulusun kendisi, yurttaşların hukuki ve biçimsel
eşitsizliğin nedeni, devletin ve ulusun bizzat kendisi bir „kimlik politikası“
üzerinde var oluyor ve bu kimlik politikasını sanki yokmuş gibi kabul etmeye
zorluyor.
İşte burada
Türkiye’nin ve Dünya’nın sosyalistlerine ve Okuyan’ın EMEP ve Sol Parti ile uzlaştıklarını
söylediği noktaya geliyoruz.
Böyle bir
devletin ve milletin içinde „anti
emperyalizm“den, „sınıf karakterli politika“dan, sınıf eksenli politika“
dan ve „Laikliğe vurgu“dan söz etmek, en temel, hukuki ve biçimsel
eşitsizlikleri sorun etmemek; sanki daha „temel“ ekonomik ve sosyal bir
eşitliği gündeme alırmış gibi yapıp gündemden ve mücadelenin ana hedefi
olmaktan çıkarmaktır.
Yani ülkede
devlete herkes gibi vergi veren ama vergileri örneğin devletin de kimliği olan
Türk ve Sünni Müslüman kimliğine zorla akıtılmasını, bu en temel eşitsizliği
ana sorun etmeyip, var olan düzenin devamına sol görünüp destek vermek demektir.
Bu nedenle,
TKP ve benzerleri, bırakalım sol veya sosyalist olmayı bir yana, demokrat,
hatta liberal bir parti bile değildir. Bu merkezi, bürokratik, ırkçı, Türk ve
Sünni olmayanların üzerinde baskı oluşturan devlete destek olan, Devletçi ve en
gericisinden Türk milliyetçisi bir partidir.
Sadece TKP ve
benzerleri mi?
Dünyada hangi
sosyalist veya Enternasyonalist parti ulusun bir dille, dinle, soyla tarihle
tanımlanmasını problem etmiştir ki? Hiç biri. Aksine neredeyse bir dil, tarih,
kültür vs. Ile tanımlanmış ulusların neredeyse hepsini sosyalistler kurmuşlar
veya bu ulsul hareketlerin soldan destekleyicisi olmuşlardır.
Türkiye
Komünist Partisi içinde Devletin ve Ulusun Türklükle tanımlanmış olmasını
yanlış bulan ve sorun eden bir kimse var mıydı? Sadece Türkiye’de mi, hiç bir
yerde yoktu.
En ulusal
baskıya karşı olanlar, „ulusların kendi tayin hakkı“nı savunuyorlardı, yani
ulusun bir dille, bir tarihle, tanımlanmasını sorun etmeyip, başkalarının da
aynı dile, tarihe dayanan uluslar kurmalarını talep ediyorlardı. Bunun adı da
güya „kimlikçi“ politika değil, „sınıf ve emek eksenli“ politika yapmak
oluyordu.
Yani
aslında devletler fiilen belli kimliklere dayandığından, bunları sorun
etmeyerek, kimlik politikası yapmayı reddederken kimlikçi bir politika
yapıyorlardı. Eşitsizlik karşısında susmak ve onu yok etmek için mücadele etmemek
onu desteklemek demektir.
Burada şu
itirazı yapanlar olabilir: „Sosyalistler başka ulusların ezilmesine karşı
çıkıyorlar ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunuyorlardı, bu çok
haksız bir itham.“
Hayır
değil. Ezilen kimliklerin de o ezilen kimliklere dayanan, (örneğin Kürtlerin
Kürtlüğe dayanan) devletler veya politik birimler kurmasını istemek, tıpkı
örneğin Alevilerin devletin kendilerini tanımasını istemesi ve sünnilerle eşit
muamele etmesini istemesi gibidir. Devletin bir dili veya dini (veya tarihi,
soyu, ırkı, kültürü olmasını) sorun etmez, bunu olağan hatta gerekli kabul
eder).
Somutlarsak,
Alevilere ya da Kürtlere, sünnilik ya da Türklük ile „eşit statü“ değil, Türk
ve Sünniliğin statüsünün kaldırılması, dillerin, dinlerin hiç bir statüsünün
olmaması, tamamen kişilerin özel sorunu olması bir takım tutmaktan farksız
olması için mücadele gerekir. Demokratik program ve politika budur.
İşte tam da
bu anlamda ve içerikte kimlik politikası yapıldığında, devletin ve ulusun fiili
kimliği sorun edildiği, ezilenlerin kimliğinin de ezen kimlik yok edilerek
eşitlendiği kimlikçi olmayan bir kimlik
politikası yapılmış olur. Olmayan budur. Türkiye’deki bütün tıkanıklığın
temelinde Sosyalistlerin kimlikçi politikayı reddederek, fiilen devletin bir
dil veya din kimliğiyle tanımlanmasını sorun etmeyerek kimlikçi politika
yapmaları, yani bırakalım sosyalist olmayı, fiilen demokrat, (demokrasi: tüm
yurttaşların biçimsel ve hukuki eşitliğidir) bile değillerdir.
Biçimsel ve
hukuki eşitliğin olmadığı, devletin dil, din, etni, soy, tarih, kültür, ırk vs.
körü olmadığı bir ülkede ve ulusta sosyalizmden, sosyal eşitlikten, „emek“ veya
„sınıf eksenli“ politikadan söz etmek, bu şark despotluğuna soldan destek
vermektir.
Peki buna
karşı nasıl müadele edilebilir?
Devletin ve
ulusun kimlikleri tanıması ve kimliklerle tanımlanması için değil, devletin hiç bir kimliğinin olmaması, tek kimliğininin kimliksizlik olması için
mücadele ederek, bunu politikanın temeli yaparak mücadele edilebilir ve
edilmelidir.
Yani bir
kaç fırça darbesiyle somutlarsak: devletin ve ulusun dili, dini, soyu sopu,
ırkı, tarihi olmaz. Herkesin ana dilinde
eğitim hakkı olur. Resmi dil olmaz.
Okullada Türk Tarihi ve Edebiyatı vs. okutulmaz. Herkes kendi ana dilinde aynı
Tarih ve Edebiyatı okur. Bu bütün dillerden, dinleden, cinslerden, kültürlerden
yurttaşların ortaklaşa yazdıkları bir Tarih ve Edebiyat kitabı olar.
Elbette
devletin aldığı vergilere dayanmadan, kendini Türk veya Kürt kabul edenler,
Kürt veya Türk tarihi, dili inceleme, yayma vs. örgütleri, kurabilirler, tıpkı
çeşitli inançlardan insanların gönüllü bağışlarıyla ibadet yerleri açmaları,
imam veya başka görevlilerin maşlarını karşılamaları gibi. Bütün bunlar,
yurttaşların temel fikir, örgütlenme ve ifade özgürlüğü sorunudur, yani özel
sorunlardır.
Böyle bir
Devlet ve Ulus Demokratik bir devlet ve ulus olur. Bu olmadan sanki varmış gibi
sosyal eşitliği, yani sosyalizmi sorun etmek, bu eşitsizliği savunmaktır.
Bu biçimsel
eşitlik olmadan, sosyal bir eşitliğe gidilemez.
İşte kısaca
anlattığımız bu konu Programatiktir.
Türkiye’de
esas sorun seçimlerde kime oy verileceği değildir.
İşte
Demokratik bir hareketin, zayıflığı bir yana, yokluğunun nedeni budur.
O halde
ulusun bir dille, dinle, tarihle, ırkla, soyla, kültürle vs. tanımlanmasını
sorun etmeyen „sınıf temelli“, „emekten yana“ „anti-emperyalist“ politika değil,
esas sorunu ulusun ve devletin bunlarla tanımlanması olark gören bir „kimlik“
politikası ve programı izlemeli sosyalistler ve demokratlar.
Ancak böyle
bir program bugünkü bölünme çizgileriyle bölünmeyi sağlayabilir. Bugünkü laik
ve müslüman, alevi veya Sünni, Türk ve Kürt vs. bölünmeleriyle bölünmeden bir
çıkış yoktur.
Türklerin,
Kürtlerin, Müslümanları, Alevilerin, „Laiklerin“ politik olanı, yani ulusu ve
devleti bunlarla tanımlayanlar ve böyle tanımlamayı reddedenler olarak
bölünmesi olmadan; bugünkü bölenmeleri aşmak, dolayısıyla bir Balkanlaşma veya
Lübnanlaşma ve hatta bir iç savaş engellenemez.
Gerçek
devrimci dönüşüm böyle bir bölünmeden çıkabilir. Muhammedin yaptığı, aşiretleri
birleştirmek değildi, aşiretler bölünmesiyle bölünmekti. Babalar ve oğulları, Allah’ın
kulluğunda eşitliği savunanlarla aynı aşiretten olanların eşitliğini savunanlar
olarak bölmekti. Bugün gerekli olan böyle bir bölünmedir.
Ama işte bunun
için de, önce sosyalistlerin „sınıf politikası“ „emek eksenli politika“,
„sosyalist politika“ dedikleri, işçi
sınıfını kendi iktisadi sorunlarına hapseden, özünde sendikalist politika
yapmayı ve bugünkü devlete fiili destek vermeyi bırakıp, „kimlik politikası“
yapması, bunun için öncelikle kendi içlerinde bu bölünmeyi başlatmaları
gerekiyor. Bu sadecae „laik sosyalistler“ için değil, Müslüman sosyalistler
veya „anti-kapitalist Müsümanlar“ için de geçerlidir.
Sosyalistler,
tüm kimlikleri kişilerin özel soru yapan, ulusun ve devletin tek kimliği olarak
kimliksizliği hedefleyen bir politikayı temel programatik eksenlerine
koyduğunda bu burjuva ve küçük burjuvaların „emek eksenli“ veya „Sınıf eksenli“
politikası olmakan çıkar, gerçekten işçi sınıfının demokrasi eksenli politikası
olur.
Demokrasi
olmadan, yani insanların biçimsel ve hukuki eşitliği olmadan, işçilerin
bölünmelerine son verilemez ve sosyal eşitlik gündeme gelemez ve bu alanda yeni
kazanımlara ulaşılamaz.
28.11.2021
Demir
Küçükaydın
https://demirden-kapilar.blogspot.com/
[i] Artı Gerçek,
“'TKP'li Okuyan: HDP'siz ittifak olur mu, olur; Demirtaş'ın yazısı bizi
rahatsız etti” (E-Posta 2021) (Erişim 27 Kasım 2021).
[ii]
[iii]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder