26 Şubat 2020 Çarşamba

HDP Kongresi’nden Sonra - HDP’yi Reorganize Etmek Gereği


Birkaç gün önce HDP kongresini yaptı. Yine aynı şekilde gerçek kongrenin “bileşenler” ve Kürt siyasi hareketini oluşturan güç ve eğilimlerin arasındaki görüşmelerle, (eski bir Dev-Genç başkanı bu işleyişe “Müşavereler ile karar alınıyor” diyerek anti demokratik işleyişe demokratikmiş gibi bir isim vermeyi de beceriyor) alınan kararların aslında sadece sembolik politik mesajlar vermeye (coşkulu katılım, belli politik güçleri temsil eden misafirler ve mesajları vs.) yönelik bir mizansen kongre idi bu.
HDP’ye eleştiri ve önerilerde bulunanların (aslında çok da yok. Bilgen ve Şık’ın en cesur denebilecek çıkışları yaptığı söylenebilir) bile somut olarak bir şey demediği ve itiraz etmediği bir durum bu.
Bu kabullenme elbette açıklanabilir ve bir dereceye kadar anlaşılabilir. Bu durumu bir analoji daha iyi anlamayı sağlayabilir. Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin Kürt Özgürlük Hareketi karşısındaki durumu, yirminci yüzyılda, dünyadaki demokratik, özgürlükçü, barışçı ve sosyalist hareketlerin Sovyetler karşısındaki durumuna benzemektedir.

O zamanlar da Sovyetler’deki bürokratik ve çürümüş yapıyı görenler bile, Emperyalist ve kapitalist ülkelerin ona karşı saldırıları karşısında, bu sorunları görmezden gelip, gündeme getirmeyip, susup Sovyetleri ve dolayısıyla onun günahlarını da savunma pozisyonunda kalıyorlardı. Ama bu uzun vadede bizzat demokratik ve barışçı hareketlerin zayıflamasına yol açıyordu.
Şimdi de öyle, Kürt Özgürlük Hareketi karşısında ona saldıran Türk devleti ile aynı pozisyona düşmeme korkusu, herkesin ses çıkarmamasına yol açıyor, bu ise Kürt Özgürlük Hareketinin kendini düzetme ve geliştirmesinin yolunu tıkadığı gibi, demokrasi mücadelesinin zayıflamasına yol açıyor.
Yirminci yüzyılın deneyi ve sonunda Sovyetlerin çöküşü, bunun yol olmadığını göstermiş olmalıydı ama aynı yanlışlar bugün de yeni biçimlerde devam ediyor.
Hatta kişiler düzeyinde bile bu özdeşliğin sürdüğü görülebilir.
Bir zamanlar kör parmağım gözüne Sovyetlerde gördükleri karşısında ses çıkarmayan kimi eski TKP’liler bugün de Kürt Özgürlük hareketi karşısında aynı pozisyonda bulunuyorlar. Sovyetlerin muazzam örgütsel ve ekonomik hatta onu destekleyen aydınların entelektüel gücü imkanları geniş bir aydın kitlesi için çekici idi. Bugün de Kürt Özgürlük Hareketinden güç alan medya ve diğer kurumlar, birçok aydın için benzer bir işleve ve çekiciliğe sahip.
Biz ise o zaman da Sovyetlerin bürokratik bir karşı devrime uğramış ama kapitalist de sayılamayacak bir ülke olduğunu söylüyor ve emperyalizm karşısında onu savunurken aynı zamanda onun sosyalist bir ülke olmadığını, onun sosyalist bir ülkeymiş gibi savunmanın ve bürokratik yozlaşma karşısında susmanın uzun vadede sosyalizme korkunç zararlar vereceğini söylüyorduk.
Tarih haklı olduğumuzu gösterdi. Gösterdi ama bize de amiyane tabiriyle şunu dedi: “haklısın ama alacağın yok!”
Bugün de Kürt Özgürlük Hareketi karşısındaki tavrımız benzerdir. Alacağımız olmasın, ama birileri bir şeyler alsın. Derdimiz bu.
Sözün özü, eleştirmemek ve suskunluk, var olan anti demokratik işleyişi demokratikmiş gibi göstermeye yarayan kelime oyunları vs. aslında hem kısa hem uzun vadede, hem genel olarak demokratik harekete hem de Kürt Özgürlük Hareketine zarar verir.
*
Bugün denebilir ki şöyle bir şansımız var. Sovyetler 1920’lerde bir karşı devrim yaşamıştı, Sovyetler ondan sonra canlı ve yükselen bir hareketin ifadesi değildi. Kürt Özgürlük Hareketi ise, hala henüz, Kongreye büyük desteğin ve herkesin ifade ettiği coşkulu katılımın da gösterdiği gibi, henüz hala canlı ve henüz tam bir yenilgi yaşamamış bir hareket olmaya devam ediyor. Baskı, dağlar, hapishaneler henüz onun bürokratlaşmasına olanak tanımıyor. Yani hala kendini değiştirebilme ve ileri gidebilme potansıyeli var.
Eksik olan onun bu potansiyelini hareket geçirecek ve kullanmasını sağlayacak eleştirilerdir. Kürt Özgürlük Hareketin en büyük kötülüğü ona yağcılık yapan Türk sosyalist örgütleri, yani şu bileşenler yapmaktadır. Onun potansiyellerini kullanma ve geliştirmesini engellemektedirler.
Ancak burada şunu da belirtmeden geçmeyelim ve o zamanlardaki bir durumu hatırlatalım.
Sovyetler 70’lerin başında zirvedeydi. (Portekiz’de devrim olmuştu, batılı ülkelerde henüz 68’in yükselişinin ateşi henüz küllenmemişti, Vietnam, Kamboçya, Laos peş peşe kurtuluyor ve Sovyetlere yakın bir çizgi tutturuyorlardı, Portekiz devrimi Sovyet çizgisindeki Komünist Parti’nin birden bire büyük bir güç olarak öne çıkmasına yol açmıştı. Afrika’da Gine Bissau, Yeşil Burun Adaları, Angola, Mozambik gibi ülkelerde yine Sovyetlere yakın güçlerin kurtuluş hareketlerinin başına gelmesine yol açıyordu vs. (Türkiye’deki TKP, TSİP ve TİP’in yükselişleri bu konjonktürden de büyük güç alıyordu.) Ama bu zirve aynı zamanda hızlı inişin başlangıcı oldu. Daha yetmişler bitmeden İran İslam Devrimi, Afganistan işgali seksenlerin sonundaki çöküşün habercisiydi. Politik İslam’ın yükselişi bu yenilginin ayak izleri üzerinde gerçekleşti. O zamanlar Sovyetler Birliği karşısında yeterince eleştirel kalmış bir demokratik ve sosyalist bir hareket var oluş olsaydı, sonraki dönem çok daha elverişli koşullarda karşılanabilir ve Sovyetlerin yenilgisi sosyalist ve demokratik hareketlerin hesabına yazılıp oradan politik İslam’ın demokrasiye karşı karakterli yükselişi başlamayabilir veya bu yükseliş daha sınırlı kalabilir belki de daha demokratik özellikler edinebilirdi.
Paralelliği şöyle kurabiliriz. Türkiye’de Rojava’da YPG’nin egemenliği, Öcalan’ın 2013’da Diyarbakır mesajı ve “Barış Süreci” denen ateşkesin başlaması bir bakıma Sovyetlerin İkinci Dünya Savaşı zaferine benzer. Gezi bir tür 68 yükselişiydi. Kobane savaşı, Vietnam’ın zaferine ve 7 Haziran daki seçim başarısı da 1970’lerin başındaki yükseliş ve zirveye benzetilebilir.
Analojiye bağlı kalınırsa, Kürt özgürlük hareketinin artık durağanlığa ve gerilemeye girdiğini gösteren birçok emare var. Rojava aslında, soldan yapılan birçok övgüye rağmen, başarısız kalmış ve bir demokratik ülke ve ilişkiler yaratamamıştır. Suriye halkının desteğini kazanabilecek bir örnek sunamamıştır ve şimdi varlığını var olun dünya ve bölge güçleri arasındaki çelişkiler üzerinden sürdürmeye çalışmaktadır. Başarısızlığını aslında “Kürtlerin Birliği” vurgularıyla örtmeye çalışmaktadır. Ama bu aynı zamanda başarısızlığın ilanından başka bir şey değildir. Demokratların birliği sağlanamadığı için “Kürtlerin birliği”nde bir çıkış yolu aranmaktadır. Türkiye’deki demokrasi mücadelesinde de muazzam fırsat ve olanaklara rağmen HDP tamamen başarısız kalmıştır ve kalmaktadır.
Bu nedenle Kürt Özgürlük hareketine ve HDP’ye eleştiriler çok önemlidir. Sözünü sakınmamak gerekir.
Bilen bilir, biz ta “Çatı Partisi” girişiminden beri (2008), Program, Strateji, Örgütlenme ve Taktikler konularında Türkiye’deki tüm demokrat ve sosyalistlerden tamamen farklı şeyler söylüyoruz. Söylediklerimizin Marksist açıdan teorik temellerini de Marksizmin Marksist bir Eleştirisi biçiminde atmış bulunuyoruz.
Bu görüşlerimizi sade teorik düzeyde değil, her somut durumda somut öneriler biçiminde defalarca dile getirdik. Bunlar geçerliliklerini ve güncelliklerini koruyorlar. Yapmamız gereken sadece bunları yeniden hatırlatmaktan ibaret oluyor.
Aşağıda yine 2015 yılında Hemen seçimlerden sonra yapılan Kongre vesilesiyle yazdıklarımızı hatırlatalım. Bu eleştiriler bugün de geçerlidir.
Bu vesileyle HDP’deki değişiklik hakkında kısaca fikrimizi söyleyelim. Aslında bir değişiklik yok. Seçilen eş başkanlar, öncesi gibi, Türk Liberalleri (Mithat Sancar) ile Kürt Milliyetçilerinin (Pervin Buldan) bir ittifakını temsil etmekte ve bu eğilimlerin öne çıktığını göstermektedir.
Apocu çizgi en azından kişiler düzeyinde geriye çekilmiş durumdadır. Bu da normaldir. Çünkü gericilik ve yenilgi dönemlerinde devrimci ve radikallere ilgi azalır.
Ama bizzat bu durum Apocu çizginin kendini yenilemesi ve yenilemek için de bu eleştirilere kulaklarını açması gerektiğinin bir göstergesidir.
Öcalan olmadan da yollarını bulmayı öğrenmeliler.
26 Şubat 2020 Çarşamba
*

HDP’yi Reorganize Etmek

Erdoğan’ın tek adam diktatörlüğüne giden darbe rejimine karşı savaşın en kritik ve tayin edici alanı olan HDP’yi savunmak, HDP’li olsun olmasın, demokrat olsun olmasın herkesin görevidir.
Bir demokrat ve sosyalist için, HDP’yi savunmanın en etkili ve radikal yolu ise, HDP’ye üye olarak saldırılar karşısında siperde yerini almak; HDP’ye gelecek saldırıların hedefi olmaktır.
Ama bir görev daha bulunuyor: HDP’yi reorganize etmek.
Çünkü HDP aynı zamanda bu mücadelenin bir öznesidir. Bu öznenin etkili ve başarılı olması için baştan aşağı yenilenmesi ve yeniden organize olması gerekmektedir.
Şimdi birçokları, yıllardır yaptıkları gibi, şöyle diyecektir: “Şimdi reorganize olmaktan söz etmenin; nasıl reorganize olunacağını tartışmanın, bunun için kongreler yapmanın zamanı mı? Hele şu seçimi atlatalım ondan sonra.”
Bu gibi itirazlar, her zaman topu taca atmanın bir biçimi olagelmiştir. Gerçek tarih tam da zamanı olduğunu göstermektedir. Tarihte her zaman en verimli tartışmalar, örgütlenmeler ve reorganizasyonlar, en canlı çatışmalar içinde, savaşın soluğunu ensesinde hissedenlerce gerçekleştirilmiştir.
En azından herkesin bildiği bir iki örnek verelim. Türkiye’nin en canlı tartışmaları ve reorganizasyonları, FKF ve DÖB gibi örgütler ve onların daha sonra Dev-Genç olarak reorganizasyonu, en canlı mücadelelerin içinde gerçekleşmiştir.
Türklerin “Kurtuluş Savaşı” dedikleri dönemde, Büyük Millet Meclisi’nde en canlı tartışmalar, top sesleri arasında yapılıyordu.
Bolşevikler en canlı tartışmaları ve organizasyonları, Çar gizli polisi olan Okrahana’nın terörü altında, illegal kongrelerde yapıyorlardı. Hiçbir Bolşeviğin aklına, şimdi çar polisine karşı mücadele ve gizlilik koşullarındayız, kongre falan yapmayalım; teori ve strateji tartışmalarına girmeyelim diye bir fikir gelmiyordu. O gizlilik koşullarında, bin bir fedakârlık ve emekle kongreler, konferanslar birbirini izliyordu. Bu gizli yapılan kongrelerin, konferansların tutanakları üzerinden en canlı tartışmalar yapılıyordu hem de açıkça. Çünkü fikirde gizlilik olmaz. Gizlenecek olan şey sadece ilişkilerdir.
Ama aynı partiler Çarlık devletini ele geçirip; “üzerine biraz Sovyet cilası sürüp” (Lenin) de ele geçirdiklerini ve yıktıklarını sandıkları devlet tarafından ele geçirildiklerinde hem kongrelerin araları giderek uzadı hem de canlı tartışmaların yerlerini bürokratik metinler ve oy birliğiyle alınan kararlar almaya başladı.
Ve bu bürokratlaşmış yöntem bir gelenek oluşturdu.
“Geçmiş kuşakların geleneği yaşayanların üzerine bir kâbus gibi çöker” der Marks.
HDP bürokratik bir işleyişle; “oy birliği” ile alınan kararlarla; hiçbir tartışma yapılmadan, arkalarda bir yerlerde yapılan denge hesapları ve uzlaşmalarla alınan kararların mizansen kongrelerle resmileştirilmesiyle zorla, ite kaka ve ruhsuz bir örgüt olarak işe başladı.
Gerek Kürt özgürlük hareketi gerek Gezi vs. gibi canlı hareketler ve bu bürokratik örgütsel yapı arasında başından beri bir uyumsuzluk var.
Ya bu bürokratik ve ruhsuz örgütsel yapı bu canlı hareketleri boğacaktır; ya da bu yapı o canlı hareketler, bu bürokratik mekanizmayı parçalayıp, onu kendi gelişmelerinin örgütsel bir biçimi haline getirecekler; onu besleyecekler ve ondan besleneceklerdir.
Devrimci örgütlerin bürokratlaşması gericilik dönemlerin, yenilgilerin damgasını taşıyordu. HDP’nin bugünkü örgütsel yapısı hem dünya çapındaki hem de Türkiye çapındaki yenilgilerin bürokratlaşmış örgütlerin, sektlerin damgasını taşımaktadır.
Ama yavaş yavaş da olsa küllerinden doğan yeni bir hareket ve canlanma var. Bu canlanma olmadan HDP’nin bürokratik yapısının parçalanması umut bile edilemezdi. Ama bu ortamda denemeye değer, tüm olumsuzluklarına rağmen Türkiye’de en demokratik özlemlere sahip olanlar, en dinamik kesimler HDP’nin etrafında yoğunlaşma eğilimi gösteriyorlar.
Bunun için HDP içinde (ve dışında) HDP’nin reorganizasyonunu hedefleyen, bunun nasıl bir reorganizasyon olması gerektiğini açıkça savunan; bunun için de HDP’nin çoğunluğunu kazanmayı hedefleyen açık bir platform oluşturulmalıdır.
Bu platform her şeyden önce bileşenlere ve bileşen hukukuna karşı çıkmalı ve kendisinin bir bileşen gibi tanımlanması tuzağına da düşmemeli ve direnmelidir. Çünkü bugünkü bileşen hukuku ile birey hukuku uzlaşmaz çelişki içindedir. Birey hukuku ile bileşen hukuku çelişkisi, Allah ve Putlar çelişkisi gibidir. Birinin olduğu yerde diğeri olamaz.
HDP’nin bugünkü yapısı Hindistan’daki kast sistemine benzer. Hindistan’da da kast sistemi dışında olanlar vardır ama bu kast sistemi, kastlar dışında olan paryaları da fiilen bir dokunulmazlar kastına dönüştürür.
HDP de öyledir. İçindeki bağımsızları da aslında bir tür bağımsızlar bileşeni gibi ele almaktadır.
Hatta öyle komiktir ki, bağımsızlar da kendilerini bir ara “Münferitler” diye bir bileşen gibi kabul etmeye ve “münferitler” toplantıları yapmaya başlamışlardı.
İlk hedef bileşen hukukunu yıkmak, birey hukukuna geçmek olmalıdır.
HDP’nin bugünkü yapısından neredeyse bütün “bağımsızlar” gayrı memnudur. HDP’ye girmeye ve çalışmaya hevesli nice insan, sırf bu yapısı nedeniyle girmemekte ve dışında kalmaktadır.
Ama bu gayrı memnunlar sorunun yapısal olduğunu anlamamakta ve ahlaki vaazlarla işin çözümünü istemektedirler. Bileşenlerden kendi çıkarları için, kendi öncelikleri için çalışmamalarını istemektedirler. Bunların ahlaki vaazlar olmaktan öte anlamları yoktur. Bunlar bir reorganizasyon, bir yapı sorunu olarak ele almamaktadırlar sorunu.
HDP’nin bileşenlerinden ahlaki veya diğerkâm davranmalarını beklemek ölü gözünden yaş ummaktır. Yapılması gereken ahlaki vaazlar değil; yapıyı değiştirmek, bileşen hukukundan birey hukukuna geçişi sağlamaktır.
Bileşenler hukuku reddedilip birey hukukuna geçildiğinde, şu veya bu örgütten olmanın hiçbir örgütsel ve politik anlamı kalmaz. Bu 8yani başka bir örgütün üyesi olmak) tabiri caiz ise, kişilerin özel sorunu gibi olur.
Elbet herkes kişisel tercihlerini üstün kılmaya çalışabilir ve çalışmalıdır. Ama bu tüzükçe tanınan bileşenlerin aracılığıyla olmaz.
O zaman kararlar ve seçimler eşit bireylerin olduğu ve her görüşün serbestçe örgütlenip çoğunluğu kazanabildiği toplantılarda alınır.
Ahlaki vaazlarla bir örgüte “kendi çıkarlarını savunma” demenin yerini, eşit haklar ve görevleri olan bireylere ve bir zamanlar onların temsilcisi olan örgütlere, “kendi çıkarlarını ve görüşlerini en etkin ve güçlü biçimde savun, ama gel bunu, bireyler olarak üye olmuş üyelerinin nicel ve nitel gücüyle; her düzeyde örgüt yaşamı içinde yapabilirsen yap” denilmiş olur.
Ancak bu koşulda, örgüt içinde gerçek bir kaynaşma sağlanır ve bugünkü bileşenlerin kast duvarları yıkılabilir. Bugünkü bileşenlerin kendi etkilerini arttırma çabaları, farklı görüşlerdeki üyelerin HDP içinde etkilerini arttırma çabaları olur, bu da HDP’nin gelişiminin ve dinamizminin bir itici gücü olabilir.
Bugün bileşen olanların üyeleri, örgütün birey hukukuna bağlı üyeleri olduğunda, üye toplantıları ve kongrelerde çoğunluğu kazanmak için çalışmak, diğerlerini kazanmak zorunda kalacaklardır. Elbette u toplantılarda, eskiden bileşeni olukları örgütün görüşlerini ve ağırlığını arttırmak için çalışabileceklerdir. Bu onların haklarıdır. Ama bu sefer bunu çalışarak, daha örnek davranarak, bulundukları organda çoğunluğu kazanarak yapmaya çalışacaklardır. Bu da kendi örgütlerinden ve görüşlerinden olmayan insanlarla ilişki ve tartışma demektir; onları ikna çabası demektir. Dolayısıyla ava giden de avlanır; başkalarını ikna çabası, onlar tarafından ikna edilme riskini, başkalarını etkileme çabası; başkaları tarafından etkilenme riskini arttırır. Örgütlerin ve Türk ve Kürt üyelerin arasındaki duvarlar yıkılır. Gerçek bir kaynaşma başlar; Kast sisteminin, kapalı örgütlerin duvarları yıkılır.
Bu nedenle bugün var olan örgütler bugünkü bileşen hukukunun en uzlaşmaz savunucularıdırlar. Çünkü bu tür bir HDP onların varoluş koşullarını da yok edecektir.
Ancak böyle bir örgüt yapısı ve işleyişi ile HDP bağımsız bir kişilik kazanabilir ve Kürt siyasal hareketinin vesayetinden çıkıp; kendi organları ve canlı bir örgütsel hayatı olan canlı bir organizma olabilir. Böyle bir durumda Kürt Siyasal Hareketi gerçekten Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu çapında demokratik bir hareket ve onun itici gücü olabilir.
Kürt siyasal hareketinden ve onun içindeki farklı eğilimlerden insanlar da elbette bu örgütü kontrol altına almaya çalışacaktır diğer bütün bileşenler gibi.
Ama bunu şimdi olduğu gibi, arkadan ve yukarıdan değil, gerçekten herkesin eşit olduğu toplantılarda, çoğunluğu kazanarak yapmaya çalışabileceklerdir. Böylece aynı “tehlikeler” onlar için de geçerli olacaktır.
Kürt siyasal hareketi aslında bugünkü tartışılmaz hegemonyasını tam da bu bileşen hukuku sayesinde sürdürebilmektedir. O zaman da bu hareket örgüte muazzam nicel gücüyle damga vurabilir elbette. Ama bu yukarıdan ve arkadan olmaktan çıkar; her düzeyde ayrı bir çaba; çoğunluğu kazanma çabası gerektirir. Böyle bir yapı Kürt hareketini de eğitir; onun da dünyaya açılmasını ve gelişmesini sağlar ve hızlandırır. Bürokratik yozlaşmaya karşı bir panzehir oluşturur.
*
HDP’nin sorunu sadece örgütsel değildir; örgütsel sorunun benzeri onun programında da vardır. Dolayısıyla Strateji ve taktiklerde de vardır.
HDP’nin programı da demokratik bir program değildir. HDP demokratik bir ulusu savunmamaktadır. Programı da tıpkı yine bizzat kendi yapısı gibi, her dilin, dinin, etninin vs. temsilini esas alan bir anlayışa dayanmaktadır.
Bu demokratik bir ulusun ve yapının önündeki en büyük engeldir. Çünkü burjuvaziye hizmet eder böyle birimler. Bu ulusal “bileşenler” arasındaki çatışma ve dengeler, dağılmayı engelleyecek merkezi bir devlete çağrı olur. Eşit bireylerin ve yurttaşların temsilinin ve eşitliğinin yerini dillerin, dinlerin temsili ve eşitliği, dolayısıyla politik birimler olarak tanımlanması alır. Bu gidişin varacağı yer Balkanlaşma ve Lübnanlaşmadan başka bir şey olamaz. Bunu engellemenin tek yolu olarak da, merkezi bürokratik idareler mumla aranır hale gelir. İşte Suriye, Irak, Afganistan vs. bunun örnekleridir.
Ancak, dil, din, etni vs.nin hiçbir politik anlamının olmadığı bir düzen içinde demokrasi ve özerklik gerçekleşebilir. Tıpkı örgüt içinde birey hukukunun geçerli olması gibi, ancak insanların dilleri, dinleri nedeniyle ve aracılığıyla değil; doğrudan eşit bireyler olarak, dillerin ve dinlerin hiçbir politik anlamının olmadığı; dil ve din körü bir devlette veya politik cihazda gerçek bir eşitlik ve demokrasiden söz edilebilir.
*
Biri programatik, diğeri örgütsel ama özünde aynı karakterdeki bu iki önemli değişikliği yapamadan HDP’nin Türkiye ve Ortadoğu’da demokratik bir dönüşüme öncülük edebilmesi ve onun mücadelesini örgütleyebilmesi olanaksızdır.
HDP’yi savunmak için üye olanların veya önceden HDP’ye üye olmuşların şimdi yapmaları gereken en önemli görev: HDP içinde bu, reorganizasyonu ve örgütsel yapıyı ve bu programı açıkça savunan; bunun için tüm örgütün çoğunluğunu kazanmayı hedef alan; bunun için açık bir mücadele yürüten bir platform kurmalarıdır.
Böyle bir platform başarılı olamasa bile, en azından bir örnek sunmuş; sonraki girişimler için bir başlangıç yapmış olur.
Bu konuyu daha birçok yazıda ele alacağız. Çünkü birey hukuku ile “bileşen” hukukunun müthiş farkı ve zıtlığı pek kavranamamaktadır.
Bu farkı bize en güzel İslam ve Hinduizm’in farkı gösterebilir. Niçin Hindistan’da Kast sistemi vardır da Akdeniz, Ortadoğu’da yoktur veya, (Çingeneler ve Yahudilerde olduğu gibi) çok sınırlı bir alanda etkin olabilmiştir?
Ortadoğu’da da Allah önce bir kastın Allah’ı olarak doğmuştur. Yani “seçilmiş bir halkın” Yahudilerin, İsrail oğullarının tanrısı olmak, aslında bir kastın tanrısı olmaktır. Bu hem diğer kavimlerle kaynaşmayı engeller, araya duvarlar örer, ama aynı zamanda başka Allahların varlığını da kabul etmiş olur. Onları dışta tutar sadece.
Ancak Allah eğer sadece seçilmiş bir kavmin tanrısı olarak kalsaydı, Ortadoğu da bir kast sistemine dönüşebilirdi. Ancak Allah sadece Yahudilerin değil, tüm insanların tanrısı olduğunda kast sisteminin oturmasını engelleyebilmiştir. Antakyalı Paulus’un, yani Hristiyanlığın gerçek kurucusunun Yahudi olmayanların da Hristiyan olmaları için mücadelesi aslında Allah’ın bir kastın tanrısı olmaktan tüm insanların eşitleyici tanrısı olmak için mücadelesinden başka bir şey değildir.
İslam bu gidişin zirvesidir. Aradan din adamları kastını çıkararak tak anlamıyla bir birey hukuku kurar. İslam’da birey hukuku vardır. İnsanlar, Allah’a birey olarak bağlıdırlar. Müslüman olmak için bir cemaatin üyesi olmak yani bir kiliseye veya camiye gitmek bile gerekmez. Kelime-i şehadet getirmeniz yeter. Allah’a şirk koşmamanın, totemleri tanımamanın anlamı özünde budur. Herkes Allah’ın eşit kuludur. Dilinizin, soyunuzun, sopunuzun Allah’ın gözünde hiçbir anlamı yoktur. Namazda herkesin aynı safa durması bu eşitliğin ve birey hukukunun ritüeli ve sembolüdür.
Ama toteminizin, putunuzun vardır. Çünkü o birey hukukunun önünde, Allah’ın kullarının eşitliğinin önünde bir engeldir. Yani Allah “bileşen hukuku”nu bir bakıma kendisine şirk koşmak olaraktanımlamış ve en büyşük savaşı ona karşı ilan etmiştir. Cihat, yani kendi nefsine karşı savaş, aslında aynı zamanda kendi klanına, aşiretine karşı savaştır. Onların hukuku yerine hangi klandan veya aşiretten olursa olsun eşit bireylerin, müslimlerin hukukunu kabul etmektir.
HDP’de yapılması gereken devrim hem örgütsel düzeyde hem de programatik olarak, Hazreti Muhammet’in Mekke’de putlara (“bileşenlere”) karşı yaptığı devrimin benzeri olmalıdır. Allah’ın putları reddetmesi gibi; bileşenleri reddetmek, Allah’ın eşit kulları gibi HDP’nin eşit bireysel üyeleri olmak hedeflenmelidir.
Hindistan’da ise HDP’deki gibi bir bileşen hukuku geçeridir. Siz topluma, kendi tanrılarınız aracılığıyla bağlanırsınız. Bunun için Hindistan’da binlerce tanrı vardır. Aslında bunlar komünlerin (bileşenlerin) sembolleri, tanrıları, putlarıdırlar. Zaman içinde hepsi aynı tapınaklarda, tıpkı Mekke’nin İslam öncesi Kâbe’sinde olduğu gibi, bir araya gelmişlerdir. Ama herkes topluma, kendi putu, yani kastı aracılığıyla bileşen olarak katılır.
Hazreti Muhammet Peygamber olmadan önce hep bu bileşenleri bir araya getirmeye; onların arasında ortak noktaları bulmaya çalışıyordu. Hayatına ilişkin bir mesel, Muhammet’in böyle bir aşamadan geçtiğini ama bunun çıkış yolu olmadığını gördüğünü gösterir. Mekke’de Hacer’ül Esved’in bir bezin üzerine konularak, bütün aşiretlerden insanlarca topluca taşınması meseli, bu bileşenlere ortak iş yaptırma girişimlerinin sembolik bir ifadesidir.
Ancak Muhammet olgunlaştıktan ve Allah’ı bulduktan sonra, önceleri bir çözüm olarak gördüğü bu bileşen hukukunu reddetti ve bir tek Allah var diyerek, bütün putlara, yani “bileşenlere” savaş açtı; bileşen hukukunun yerini; Kâbe’de toplanmış putların yerini;  Allah’ın birey olarak kendine bağlı eşit kullarının hakkı ve hukuku aldı.
İslam bu köklü örgütlenme farkından aldığı güçle dünya tarihindeki en hızlı yayılan din oldu. Yarım yüzyıl içinde, bütün çürümüş Akdeniz ve Pers uygarlığının topraklarında İslam birbiri ardınca zaferler kazandı. En karşı devrime uğramış Emevi ve Abbasi devletleri biçiminde bile yepyeni Rönesansların; canlanmaların yolunu açtı.
Bu nedenle Hikmet Kıvılcımlı, “Allah’ı keşfedişimiz şunun şurası yenidir” diye yazar geçer ayak.
Aydınlanma’nın yaptığı da buydu. Dünyadaki farklı uygarlık alanlarında ve farklı dinlerdeki insanları eşitlemenin tek bir yolu vardı. Dinin kişilerin özel sorunu olarak tanımlanması, bunun için de politik olan ve olmayan ayrımı. Böylece insanlar cemaatleri aracılığıyla değil, bireyler olarak en azından hukuken yurttaş veya insan olabiliyorlardı.
Demokrasi insanların biçimsel eşitliğidir; Allah, putların, totemlerin, klanların egemen olduğu bir dünyada, demokrasinin kendisinden başka bir şey değildir. Camiler bu eşit yurttaşların öz yönetim organlarıydı. Dört halifeler devrindeki karşı devrimle ve devletleşmeyle bunlar yok edildi. Bu öz sadece neolitik köy komünlerinde Alevi cemleri biçiminde varlığını sürdürebildi.
Tıpkı İslam’ın Allah’ı gibi veya Muhammet gibi yapmak gerekiyor. Gerçek biçimsel eşitliği sağlamanın yolu bileşenlerin; dillerin dinlerin tanınması ve eşitliği değildir. Bileşenler; diller, dinler aracılığıyla eşitliği reddetmenin; bireylerin eşitliğidir.
Bireylerin eşitliğiyle örgütlenen bir örgüt ancak Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’da yine bireylerin eşitliğine dayanan; bir dilin, dinin, soyun, sopun, kültürün hiçbir politik anlamının olmadığı gerçek demokratik bir ulus, Demokratik Ortadoğu Ulusu’nu kurabilir.
Ve ancak böyle bir ulusta gerçek bir öz yönetim; merkezileşme ile âdemi merkeziliğin birbiriyle çelişmediği; özgür komünlerin gönüllü birliğine dayanan merkezileşmenin bürokratikleşmeye değil; sorunların çözümüne hizmet ettiği bir sistem kurulabilir.
Demir Küçükaydın
25 Ağustos 2015 Salı
demiraltona@gmail.com

1 yorum:

cemre dedi ki...

kürtözgürlük hareketi veöcalan hakında devletle ortak dilikulanmaendişesi taşımadan yapılakaitli ve oölçüde de susuşkumkumasına uğramış çalışmalar var örnek aytekin yımazın çalışmaları ve hasan yıldıza ait muhatapsız savaş muhatapsız barış adlı çalıması doz yayınlarıncabasılmış