Birkaç gün önce HDP kongresini yaptı. Yine aynı şekilde
gerçek kongrenin “bileşenler” ve Kürt siyasi hareketini oluşturan güç ve
eğilimlerin arasındaki görüşmelerle, (eski bir Dev-Genç başkanı bu işleyişe “Müşavereler
ile karar alınıyor” diyerek anti demokratik işleyişe demokratikmiş gibi bir
isim vermeyi de beceriyor) alınan kararların aslında sadece sembolik politik
mesajlar vermeye (coşkulu katılım, belli politik güçleri temsil eden misafirler
ve mesajları vs.) yönelik bir mizansen kongre idi bu.
HDP’ye eleştiri ve önerilerde bulunanların (aslında çok da
yok. Bilgen ve Şık’ın en cesur denebilecek çıkışları yaptığı söylenebilir) bile
somut olarak bir şey demediği ve itiraz etmediği bir durum bu.
Bu kabullenme elbette açıklanabilir ve bir dereceye kadar
anlaşılabilir. Bu durumu bir analoji daha iyi anlamayı sağlayabilir. Türkiye’deki
demokrasi mücadelesinin Kürt Özgürlük Hareketi karşısındaki durumu, yirminci
yüzyılda, dünyadaki demokratik, özgürlükçü, barışçı ve sosyalist hareketlerin
Sovyetler karşısındaki durumuna benzemektedir.
O zamanlar da Sovyetler’deki bürokratik ve çürümüş yapıyı
görenler bile, Emperyalist ve kapitalist ülkelerin ona karşı saldırıları
karşısında, bu sorunları görmezden gelip, gündeme getirmeyip, susup Sovyetleri
ve dolayısıyla onun günahlarını da savunma pozisyonunda kalıyorlardı. Ama bu
uzun vadede bizzat demokratik ve barışçı hareketlerin zayıflamasına yol
açıyordu.
Şimdi de öyle, Kürt Özgürlük Hareketi karşısında ona
saldıran Türk devleti ile aynı pozisyona düşmeme korkusu, herkesin ses çıkarmamasına
yol açıyor, bu ise Kürt Özgürlük Hareketinin kendini düzetme ve geliştirmesinin
yolunu tıkadığı gibi, demokrasi mücadelesinin zayıflamasına yol açıyor.
Yirminci yüzyılın deneyi ve sonunda Sovyetlerin çöküşü,
bunun yol olmadığını göstermiş olmalıydı ama aynı yanlışlar bugün de yeni
biçimlerde devam ediyor.
Hatta kişiler düzeyinde bile bu özdeşliğin sürdüğü görülebilir.
Bir zamanlar kör parmağım gözüne Sovyetlerde gördükleri
karşısında ses çıkarmayan kimi eski TKP’liler bugün de Kürt Özgürlük hareketi
karşısında aynı pozisyonda bulunuyorlar. Sovyetlerin muazzam örgütsel ve
ekonomik hatta onu destekleyen aydınların entelektüel gücü imkanları geniş bir
aydın kitlesi için çekici idi. Bugün de Kürt Özgürlük Hareketinden güç alan
medya ve diğer kurumlar, birçok aydın için benzer bir işleve ve çekiciliğe sahip.
Biz ise o zaman da Sovyetlerin bürokratik bir karşı devrime
uğramış ama kapitalist de sayılamayacak bir ülke olduğunu söylüyor ve emperyalizm
karşısında onu savunurken aynı zamanda onun sosyalist bir ülke olmadığını, onun
sosyalist bir ülkeymiş gibi savunmanın ve bürokratik yozlaşma karşısında
susmanın uzun vadede sosyalizme korkunç zararlar vereceğini söylüyorduk.
Tarih haklı olduğumuzu gösterdi. Gösterdi ama bize de
amiyane tabiriyle şunu dedi: “haklısın ama alacağın yok!”
Bugün de Kürt Özgürlük Hareketi karşısındaki tavrımız
benzerdir. Alacağımız olmasın, ama birileri bir şeyler alsın. Derdimiz bu.
Sözün özü, eleştirmemek ve suskunluk, var olan anti demokratik
işleyişi demokratikmiş gibi göstermeye yarayan kelime oyunları vs. aslında hem
kısa hem uzun vadede, hem genel olarak demokratik harekete hem de Kürt Özgürlük
Hareketine zarar verir.
*
Bugün denebilir ki şöyle bir şansımız var. Sovyetler 1920’lerde
bir karşı devrim yaşamıştı, Sovyetler ondan sonra canlı ve yükselen bir
hareketin ifadesi değildi. Kürt Özgürlük Hareketi ise, hala henüz, Kongreye büyük
desteğin ve herkesin ifade ettiği coşkulu katılımın da gösterdiği gibi, henüz hala
canlı ve henüz tam bir yenilgi yaşamamış bir hareket olmaya devam ediyor. Baskı,
dağlar, hapishaneler henüz onun bürokratlaşmasına olanak tanımıyor. Yani hala
kendini değiştirebilme ve ileri gidebilme potansıyeli var.
Eksik olan onun bu potansiyelini hareket geçirecek ve
kullanmasını sağlayacak eleştirilerdir. Kürt Özgürlük Hareketin en büyük
kötülüğü ona yağcılık yapan Türk sosyalist örgütleri, yani şu bileşenler
yapmaktadır. Onun potansiyellerini kullanma ve geliştirmesini
engellemektedirler.
Ancak burada şunu da belirtmeden geçmeyelim ve o
zamanlardaki bir durumu hatırlatalım.
Sovyetler 70’lerin başında zirvedeydi. (Portekiz’de devrim
olmuştu, batılı ülkelerde henüz 68’in yükselişinin ateşi henüz küllenmemişti,
Vietnam, Kamboçya, Laos peş peşe kurtuluyor ve Sovyetlere yakın bir çizgi tutturuyorlardı,
Portekiz devrimi Sovyet çizgisindeki Komünist Parti’nin birden bire büyük bir
güç olarak öne çıkmasına yol açmıştı. Afrika’da Gine Bissau, Yeşil Burun
Adaları, Angola, Mozambik gibi ülkelerde yine Sovyetlere yakın güçlerin kurtuluş
hareketlerinin başına gelmesine yol açıyordu vs. (Türkiye’deki TKP, TSİP ve TİP’in
yükselişleri bu konjonktürden de büyük güç alıyordu.) Ama bu zirve aynı zamanda
hızlı inişin başlangıcı oldu. Daha yetmişler bitmeden İran İslam Devrimi,
Afganistan işgali seksenlerin sonundaki çöküşün habercisiydi. Politik İslam’ın
yükselişi bu yenilginin ayak izleri üzerinde gerçekleşti. O zamanlar Sovyetler
Birliği karşısında yeterince eleştirel kalmış bir demokratik ve sosyalist bir
hareket var oluş olsaydı, sonraki dönem çok daha elverişli koşullarda
karşılanabilir ve Sovyetlerin yenilgisi sosyalist ve demokratik hareketlerin
hesabına yazılıp oradan politik İslam’ın demokrasiye karşı karakterli yükselişi
başlamayabilir veya bu yükseliş daha sınırlı kalabilir belki de daha demokratik
özellikler edinebilirdi.
Paralelliği şöyle kurabiliriz. Türkiye’de Rojava’da YPG’nin
egemenliği, Öcalan’ın 2013’da Diyarbakır mesajı ve “Barış Süreci” denen
ateşkesin başlaması bir bakıma Sovyetlerin İkinci Dünya Savaşı zaferine benzer.
Gezi bir tür 68 yükselişiydi. Kobane savaşı, Vietnam’ın zaferine ve 7 Haziran
daki seçim başarısı da 1970’lerin başındaki yükseliş ve zirveye benzetilebilir.
Analojiye bağlı kalınırsa, Kürt özgürlük hareketinin artık
durağanlığa ve gerilemeye girdiğini gösteren birçok emare var. Rojava aslında,
soldan yapılan birçok övgüye rağmen, başarısız kalmış ve bir demokratik ülke ve
ilişkiler yaratamamıştır. Suriye halkının desteğini kazanabilecek bir örnek
sunamamıştır ve şimdi varlığını var olun dünya ve bölge güçleri arasındaki çelişkiler
üzerinden sürdürmeye çalışmaktadır. Başarısızlığını aslında “Kürtlerin
Birliği” vurgularıyla örtmeye çalışmaktadır. Ama bu aynı zamanda başarısızlığın
ilanından başka bir şey değildir. Demokratların birliği sağlanamadığı için “Kürtlerin
birliği”nde bir çıkış yolu aranmaktadır. Türkiye’deki demokrasi mücadelesinde
de muazzam fırsat ve olanaklara rağmen HDP tamamen başarısız kalmıştır ve
kalmaktadır.
Bu nedenle Kürt Özgürlük hareketine ve HDP’ye eleştiriler
çok önemlidir. Sözünü sakınmamak gerekir.
Bilen bilir, biz ta “Çatı Partisi” girişiminden beri (2008),
Program, Strateji, Örgütlenme ve Taktikler konularında Türkiye’deki tüm demokrat
ve sosyalistlerden tamamen farklı şeyler söylüyoruz. Söylediklerimizin Marksist
açıdan teorik temellerini de Marksizmin Marksist bir Eleştirisi biçiminde
atmış bulunuyoruz.
Bu görüşlerimizi sade teorik düzeyde değil, her somut
durumda somut öneriler biçiminde defalarca dile getirdik. Bunlar geçerliliklerini
ve güncelliklerini koruyorlar. Yapmamız gereken sadece bunları yeniden hatırlatmaktan
ibaret oluyor.
Aşağıda yine 2015 yılında Hemen seçimlerden sonra yapılan Kongre
vesilesiyle yazdıklarımızı hatırlatalım. Bu eleştiriler bugün de geçerlidir.
Bu vesileyle HDP’deki değişiklik hakkında kısaca fikrimizi
söyleyelim. Aslında bir değişiklik yok. Seçilen eş başkanlar, öncesi gibi, Türk
Liberalleri (Mithat Sancar) ile Kürt Milliyetçilerinin (Pervin Buldan) bir
ittifakını temsil etmekte ve bu eğilimlerin öne çıktığını göstermektedir.
Apocu çizgi en azından kişiler düzeyinde geriye çekilmiş
durumdadır. Bu da normaldir. Çünkü gericilik ve yenilgi dönemlerinde devrimci
ve radikallere ilgi azalır.
Ama bizzat bu durum Apocu çizginin kendini yenilemesi ve
yenilemek için de bu eleştirilere kulaklarını açması gerektiğinin bir
göstergesidir.
Öcalan olmadan da yollarını bulmayı öğrenmeliler.
26 Şubat 2020 Çarşamba
*
HDP’yi Reorganize Etmek
Erdoğan’ın tek adam diktatörlüğüne giden darbe rejimine
karşı savaşın en kritik ve tayin edici alanı olan HDP’yi savunmak, HDP’li olsun
olmasın, demokrat olsun olmasın herkesin görevidir.
Bir demokrat ve sosyalist için, HDP’yi savunmanın en etkili
ve radikal yolu ise, HDP’ye üye olarak saldırılar karşısında siperde yerini
almak; HDP’ye gelecek saldırıların hedefi olmaktır.
Ama bir görev daha bulunuyor: HDP’yi reorganize etmek.
Çünkü HDP aynı zamanda bu mücadelenin bir öznesidir. Bu
öznenin etkili ve başarılı olması için baştan aşağı yenilenmesi ve yeniden
organize olması gerekmektedir.
Şimdi birçokları, yıllardır yaptıkları gibi, şöyle
diyecektir: “Şimdi reorganize olmaktan söz etmenin; nasıl reorganize
olunacağını tartışmanın, bunun için kongreler yapmanın zamanı mı? Hele şu
seçimi atlatalım ondan sonra.”
Bu gibi itirazlar, her zaman topu taca atmanın bir biçimi
olagelmiştir. Gerçek tarih tam da zamanı olduğunu göstermektedir. Tarihte her
zaman en verimli tartışmalar, örgütlenmeler ve reorganizasyonlar, en canlı
çatışmalar içinde, savaşın soluğunu ensesinde hissedenlerce
gerçekleştirilmiştir.
En azından herkesin bildiği bir iki örnek verelim.
Türkiye’nin en canlı tartışmaları ve reorganizasyonları, FKF ve DÖB gibi
örgütler ve onların daha sonra Dev-Genç olarak reorganizasyonu, en canlı
mücadelelerin içinde gerçekleşmiştir.
Türklerin “Kurtuluş Savaşı” dedikleri dönemde, Büyük Millet
Meclisi’nde en canlı tartışmalar, top sesleri arasında yapılıyordu.
Bolşevikler en canlı tartışmaları ve organizasyonları, Çar
gizli polisi olan Okrahana’nın terörü altında, illegal kongrelerde
yapıyorlardı. Hiçbir Bolşeviğin aklına, şimdi çar polisine karşı mücadele ve
gizlilik koşullarındayız, kongre falan yapmayalım; teori ve strateji
tartışmalarına girmeyelim diye bir fikir gelmiyordu. O gizlilik koşullarında,
bin bir fedakârlık ve emekle kongreler, konferanslar birbirini izliyordu. Bu
gizli yapılan kongrelerin, konferansların tutanakları üzerinden en canlı
tartışmalar yapılıyordu hem de açıkça. Çünkü fikirde gizlilik olmaz. Gizlenecek
olan şey sadece ilişkilerdir.
Ama aynı partiler Çarlık devletini ele geçirip; “üzerine
biraz Sovyet cilası sürüp” (Lenin) de ele geçirdiklerini ve yıktıklarını
sandıkları devlet tarafından ele geçirildiklerinde hem kongrelerin araları
giderek uzadı hem de canlı tartışmaların yerlerini bürokratik metinler ve oy
birliğiyle alınan kararlar almaya başladı.
Ve bu bürokratlaşmış yöntem bir gelenek oluşturdu.
“Geçmiş kuşakların geleneği yaşayanların üzerine bir kâbus
gibi çöker” der Marks.
HDP bürokratik bir işleyişle; “oy birliği” ile alınan
kararlarla; hiçbir tartışma yapılmadan, arkalarda bir yerlerde yapılan denge
hesapları ve uzlaşmalarla alınan kararların mizansen kongrelerle
resmileştirilmesiyle zorla, ite kaka ve ruhsuz bir örgüt olarak işe başladı.
Gerek Kürt özgürlük hareketi gerek Gezi vs. gibi canlı
hareketler ve bu bürokratik örgütsel yapı arasında başından beri bir uyumsuzluk
var.
Ya bu bürokratik ve ruhsuz örgütsel yapı bu canlı
hareketleri boğacaktır; ya da bu yapı o canlı hareketler, bu bürokratik
mekanizmayı parçalayıp, onu kendi gelişmelerinin örgütsel bir biçimi haline
getirecekler; onu besleyecekler ve ondan besleneceklerdir.
Devrimci örgütlerin bürokratlaşması gericilik dönemlerin,
yenilgilerin damgasını taşıyordu. HDP’nin bugünkü örgütsel yapısı hem dünya
çapındaki hem de Türkiye çapındaki yenilgilerin bürokratlaşmış örgütlerin,
sektlerin damgasını taşımaktadır.
Ama yavaş yavaş da olsa küllerinden doğan yeni bir hareket
ve canlanma var. Bu canlanma olmadan HDP’nin bürokratik yapısının parçalanması
umut bile edilemezdi. Ama bu ortamda denemeye değer, tüm olumsuzluklarına
rağmen Türkiye’de en demokratik özlemlere sahip olanlar, en dinamik kesimler
HDP’nin etrafında yoğunlaşma eğilimi gösteriyorlar.
Bunun için HDP içinde (ve dışında) HDP’nin reorganizasyonunu
hedefleyen, bunun nasıl bir reorganizasyon olması gerektiğini açıkça savunan;
bunun için de HDP’nin çoğunluğunu kazanmayı hedefleyen açık bir platform
oluşturulmalıdır.
Bu platform her şeyden önce bileşenlere ve bileşen
hukukuna karşı çıkmalı ve kendisinin bir bileşen gibi tanımlanması tuzağına
da düşmemeli ve direnmelidir. Çünkü bugünkü bileşen hukuku ile birey hukuku
uzlaşmaz çelişki içindedir. Birey hukuku ile bileşen hukuku çelişkisi,
Allah ve Putlar çelişkisi gibidir. Birinin olduğu yerde diğeri olamaz.
HDP’nin bugünkü yapısı Hindistan’daki kast sistemine benzer.
Hindistan’da da kast sistemi dışında olanlar vardır ama bu kast sistemi,
kastlar dışında olan paryaları da fiilen bir dokunulmazlar kastına dönüştürür.
HDP de öyledir. İçindeki bağımsızları da aslında bir tür
bağımsızlar bileşeni gibi ele almaktadır.
Hatta öyle komiktir ki, bağımsızlar da kendilerini bir ara “Münferitler”
diye bir bileşen gibi kabul etmeye ve “münferitler” toplantıları yapmaya
başlamışlardı.
İlk hedef bileşen hukukunu yıkmak, birey hukukuna
geçmek olmalıdır.
HDP’nin bugünkü yapısından neredeyse bütün “bağımsızlar”
gayrı memnudur. HDP’ye girmeye ve çalışmaya hevesli nice insan, sırf bu yapısı
nedeniyle girmemekte ve dışında kalmaktadır.
Ama bu gayrı memnunlar sorunun yapısal olduğunu anlamamakta
ve ahlaki vaazlarla işin çözümünü istemektedirler. Bileşenlerden kendi
çıkarları için, kendi öncelikleri için çalışmamalarını istemektedirler.
Bunların ahlaki vaazlar olmaktan öte anlamları yoktur. Bunlar bir reorganizasyon,
bir yapı sorunu olarak ele almamaktadırlar sorunu.
HDP’nin bileşenlerinden ahlaki veya diğerkâm davranmalarını
beklemek ölü gözünden yaş ummaktır. Yapılması gereken ahlaki vaazlar değil;
yapıyı değiştirmek, bileşen hukukundan birey hukukuna geçişi sağlamaktır.
Bileşenler hukuku reddedilip birey hukukuna geçildiğinde, şu
veya bu örgütten olmanın hiçbir örgütsel ve politik anlamı kalmaz. Bu 8yani
başka bir örgütün üyesi olmak) tabiri caiz ise, kişilerin özel sorunu
gibi olur.
Elbet herkes kişisel tercihlerini üstün kılmaya çalışabilir
ve çalışmalıdır. Ama bu tüzükçe tanınan bileşenlerin aracılığıyla olmaz.
O zaman kararlar ve seçimler eşit bireylerin olduğu ve her
görüşün serbestçe örgütlenip çoğunluğu kazanabildiği toplantılarda alınır.
Ahlaki vaazlarla bir örgüte “kendi çıkarlarını savunma”
demenin yerini, eşit haklar ve görevleri olan bireylere ve bir zamanlar onların
temsilcisi olan örgütlere, “kendi çıkarlarını ve görüşlerini en etkin ve
güçlü biçimde savun, ama gel bunu, bireyler olarak üye olmuş üyelerinin nicel
ve nitel gücüyle; her düzeyde örgüt yaşamı içinde yapabilirsen yap”
denilmiş olur.
Ancak bu koşulda, örgüt içinde gerçek bir kaynaşma sağlanır
ve bugünkü bileşenlerin kast duvarları yıkılabilir. Bugünkü bileşenlerin kendi etkilerini
arttırma çabaları, farklı görüşlerdeki üyelerin HDP içinde etkilerini arttırma
çabaları olur, bu da HDP’nin gelişiminin ve dinamizminin bir itici gücü
olabilir.
Bugün bileşen olanların üyeleri, örgütün birey hukukuna
bağlı üyeleri olduğunda, üye toplantıları ve kongrelerde çoğunluğu kazanmak
için çalışmak, diğerlerini kazanmak zorunda kalacaklardır. Elbette u
toplantılarda, eskiden bileşeni olukları örgütün görüşlerini ve ağırlığını
arttırmak için çalışabileceklerdir. Bu onların haklarıdır. Ama bu sefer bunu
çalışarak, daha örnek davranarak, bulundukları organda çoğunluğu kazanarak
yapmaya çalışacaklardır. Bu da kendi örgütlerinden ve görüşlerinden olmayan
insanlarla ilişki ve tartışma demektir; onları ikna çabası demektir.
Dolayısıyla ava giden de avlanır; başkalarını ikna çabası, onlar tarafından
ikna edilme riskini, başkalarını etkileme çabası; başkaları tarafından
etkilenme riskini arttırır. Örgütlerin ve Türk ve Kürt üyelerin arasındaki
duvarlar yıkılır. Gerçek bir kaynaşma başlar; Kast sisteminin, kapalı
örgütlerin duvarları yıkılır.
Bu nedenle bugün var olan örgütler bugünkü bileşen hukukunun
en uzlaşmaz savunucularıdırlar. Çünkü bu tür bir HDP onların varoluş
koşullarını da yok edecektir.
Ancak böyle bir örgüt yapısı ve işleyişi ile HDP bağımsız
bir kişilik kazanabilir ve Kürt siyasal hareketinin vesayetinden çıkıp; kendi
organları ve canlı bir örgütsel hayatı olan canlı bir organizma olabilir. Böyle
bir durumda Kürt Siyasal Hareketi gerçekten Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu
çapında demokratik bir hareket ve onun itici gücü olabilir.
Kürt siyasal hareketinden ve onun içindeki farklı
eğilimlerden insanlar da elbette bu örgütü kontrol altına almaya çalışacaktır
diğer bütün bileşenler gibi.
Ama bunu şimdi olduğu gibi, arkadan ve yukarıdan değil,
gerçekten herkesin eşit olduğu toplantılarda, çoğunluğu kazanarak yapmaya
çalışabileceklerdir. Böylece aynı “tehlikeler” onlar için de geçerli olacaktır.
Kürt siyasal hareketi aslında bugünkü tartışılmaz
hegemonyasını tam da bu bileşen hukuku sayesinde sürdürebilmektedir. O zaman da
bu hareket örgüte muazzam nicel gücüyle damga vurabilir elbette. Ama bu
yukarıdan ve arkadan olmaktan çıkar; her düzeyde ayrı bir çaba; çoğunluğu
kazanma çabası gerektirir. Böyle bir yapı Kürt hareketini de eğitir; onun da
dünyaya açılmasını ve gelişmesini sağlar ve hızlandırır. Bürokratik yozlaşmaya
karşı bir panzehir oluşturur.
*
HDP’nin sorunu sadece örgütsel değildir; örgütsel sorunun
benzeri onun programında da vardır. Dolayısıyla Strateji ve taktiklerde de
vardır.
HDP’nin programı da demokratik bir program değildir. HDP
demokratik bir ulusu savunmamaktadır. Programı da tıpkı yine bizzat kendi
yapısı gibi, her dilin, dinin, etninin vs. temsilini esas alan bir anlayışa
dayanmaktadır.
Bu demokratik bir ulusun ve yapının önündeki en büyük
engeldir. Çünkü burjuvaziye hizmet eder böyle birimler. Bu ulusal “bileşenler”
arasındaki çatışma ve dengeler, dağılmayı engelleyecek merkezi bir devlete
çağrı olur. Eşit bireylerin ve yurttaşların temsilinin ve eşitliğinin yerini
dillerin, dinlerin temsili ve eşitliği, dolayısıyla politik birimler olarak
tanımlanması alır. Bu gidişin varacağı yer Balkanlaşma ve Lübnanlaşmadan başka
bir şey olamaz. Bunu engellemenin tek yolu olarak da, merkezi bürokratik
idareler mumla aranır hale gelir. İşte Suriye, Irak, Afganistan vs. bunun
örnekleridir.
Ancak, dil, din, etni vs.nin hiçbir politik anlamının
olmadığı bir düzen içinde demokrasi ve özerklik gerçekleşebilir. Tıpkı örgüt
içinde birey hukukunun geçerli olması gibi, ancak insanların dilleri, dinleri
nedeniyle ve aracılığıyla değil; doğrudan eşit bireyler olarak, dillerin ve
dinlerin hiçbir politik anlamının olmadığı; dil ve din körü bir devlette veya
politik cihazda gerçek bir eşitlik ve demokrasiden söz edilebilir.
*
Biri programatik, diğeri örgütsel ama özünde aynı
karakterdeki bu iki önemli değişikliği yapamadan HDP’nin Türkiye ve Ortadoğu’da
demokratik bir dönüşüme öncülük edebilmesi ve onun mücadelesini
örgütleyebilmesi olanaksızdır.
HDP’yi savunmak için üye olanların veya önceden HDP’ye üye
olmuşların şimdi yapmaları gereken en önemli görev: HDP içinde bu,
reorganizasyonu ve örgütsel yapıyı ve bu programı açıkça savunan; bunun için
tüm örgütün çoğunluğunu kazanmayı hedef alan; bunun için açık bir mücadele
yürüten bir platform kurmalarıdır.
Böyle bir platform başarılı olamasa bile, en azından bir
örnek sunmuş; sonraki girişimler için bir başlangıç yapmış olur.
Bu konuyu daha birçok yazıda ele alacağız. Çünkü birey
hukuku ile “bileşen” hukukunun müthiş farkı ve zıtlığı pek kavranamamaktadır.
Bu farkı bize en güzel İslam ve Hinduizm’in farkı gösterebilir.
Niçin Hindistan’da Kast sistemi vardır da Akdeniz, Ortadoğu’da yoktur veya,
(Çingeneler ve Yahudilerde olduğu gibi) çok sınırlı bir alanda etkin
olabilmiştir?
Ortadoğu’da da Allah önce bir kastın Allah’ı olarak doğmuştur.
Yani “seçilmiş bir halkın” Yahudilerin, İsrail oğullarının tanrısı olmak,
aslında bir kastın tanrısı olmaktır. Bu hem diğer kavimlerle kaynaşmayı
engeller, araya duvarlar örer, ama aynı zamanda başka Allahların varlığını da
kabul etmiş olur. Onları dışta tutar sadece.
Ancak Allah eğer sadece seçilmiş bir kavmin tanrısı olarak
kalsaydı, Ortadoğu da bir kast sistemine dönüşebilirdi. Ancak Allah sadece Yahudilerin
değil, tüm insanların tanrısı olduğunda kast sisteminin oturmasını
engelleyebilmiştir. Antakyalı Paulus’un, yani Hristiyanlığın gerçek kurucusunun
Yahudi olmayanların da Hristiyan olmaları için mücadelesi aslında Allah’ın bir
kastın tanrısı olmaktan tüm insanların eşitleyici tanrısı olmak için
mücadelesinden başka bir şey değildir.
İslam bu gidişin zirvesidir. Aradan din adamları kastını
çıkararak tak anlamıyla bir birey hukuku kurar. İslam’da birey hukuku vardır.
İnsanlar, Allah’a birey olarak bağlıdırlar. Müslüman olmak için bir cemaatin
üyesi olmak yani bir kiliseye veya camiye gitmek bile gerekmez. Kelime-i
şehadet getirmeniz yeter. Allah’a şirk koşmamanın, totemleri tanımamanın anlamı
özünde budur. Herkes Allah’ın eşit kuludur. Dilinizin, soyunuzun, sopunuzun
Allah’ın gözünde hiçbir anlamı yoktur. Namazda herkesin aynı safa durması bu
eşitliğin ve birey hukukunun ritüeli ve sembolüdür.
Ama toteminizin, putunuzun vardır. Çünkü o birey hukukunun
önünde, Allah’ın kullarının eşitliğinin önünde bir engeldir. Yani Allah “bileşen
hukuku”nu bir bakıma kendisine şirk koşmak olaraktanımlamış ve en büyşük savaşı
ona karşı ilan etmiştir. Cihat, yani kendi nefsine karşı savaş, aslında aynı
zamanda kendi klanına, aşiretine karşı savaştır. Onların hukuku yerine hangi
klandan veya aşiretten olursa olsun eşit bireylerin, müslimlerin hukukunu kabul
etmektir.
HDP’de yapılması gereken devrim hem örgütsel düzeyde hem de
programatik olarak, Hazreti Muhammet’in Mekke’de putlara (“bileşenlere”) karşı
yaptığı devrimin benzeri olmalıdır. Allah’ın putları reddetmesi gibi;
bileşenleri reddetmek, Allah’ın eşit kulları gibi HDP’nin eşit bireysel üyeleri
olmak hedeflenmelidir.
Hindistan’da ise HDP’deki gibi bir bileşen hukuku geçeridir.
Siz topluma, kendi tanrılarınız aracılığıyla bağlanırsınız. Bunun için
Hindistan’da binlerce tanrı vardır. Aslında bunlar komünlerin (bileşenlerin)
sembolleri, tanrıları, putlarıdırlar. Zaman içinde hepsi aynı tapınaklarda,
tıpkı Mekke’nin İslam öncesi Kâbe’sinde olduğu gibi, bir araya gelmişlerdir.
Ama herkes topluma, kendi putu, yani kastı aracılığıyla bileşen olarak katılır.
Hazreti Muhammet Peygamber olmadan önce hep bu bileşenleri
bir araya getirmeye; onların arasında ortak noktaları bulmaya çalışıyordu. Hayatına
ilişkin bir mesel, Muhammet’in böyle bir aşamadan geçtiğini ama bunun çıkış
yolu olmadığını gördüğünü gösterir. Mekke’de Hacer’ül Esved’in bir bezin
üzerine konularak, bütün aşiretlerden insanlarca topluca taşınması meseli, bu
bileşenlere ortak iş yaptırma girişimlerinin sembolik bir ifadesidir.
Ancak Muhammet olgunlaştıktan ve Allah’ı bulduktan sonra, önceleri
bir çözüm olarak gördüğü bu bileşen hukukunu reddetti ve bir tek Allah var
diyerek, bütün putlara, yani “bileşenlere” savaş açtı; bileşen hukukunun
yerini; Kâbe’de toplanmış putların yerini;
Allah’ın birey olarak kendine bağlı eşit kullarının hakkı ve hukuku
aldı.
İslam bu köklü örgütlenme farkından aldığı güçle dünya
tarihindeki en hızlı yayılan din oldu. Yarım yüzyıl içinde, bütün çürümüş
Akdeniz ve Pers uygarlığının topraklarında İslam birbiri ardınca zaferler
kazandı. En karşı devrime uğramış Emevi ve Abbasi devletleri biçiminde bile
yepyeni Rönesansların; canlanmaların yolunu açtı.
Bu nedenle Hikmet Kıvılcımlı, “Allah’ı keşfedişimiz şunun
şurası yenidir” diye yazar geçer ayak.
Aydınlanma’nın yaptığı da buydu. Dünyadaki farklı uygarlık
alanlarında ve farklı dinlerdeki insanları eşitlemenin tek bir yolu vardı. Dinin
kişilerin özel sorunu olarak tanımlanması, bunun için de politik olan ve
olmayan ayrımı. Böylece insanlar cemaatleri aracılığıyla değil, bireyler olarak
en azından hukuken yurttaş veya insan olabiliyorlardı.
Demokrasi insanların biçimsel eşitliğidir; Allah, putların,
totemlerin, klanların egemen olduğu bir dünyada, demokrasinin kendisinden başka
bir şey değildir. Camiler bu eşit yurttaşların öz yönetim organlarıydı. Dört
halifeler devrindeki karşı devrimle ve devletleşmeyle bunlar yok edildi. Bu öz sadece
neolitik köy komünlerinde Alevi cemleri biçiminde varlığını sürdürebildi.
Tıpkı İslam’ın Allah’ı gibi veya Muhammet gibi yapmak
gerekiyor. Gerçek biçimsel eşitliği sağlamanın yolu bileşenlerin; dillerin
dinlerin tanınması ve eşitliği değildir. Bileşenler; diller, dinler
aracılığıyla eşitliği reddetmenin; bireylerin eşitliğidir.
Bireylerin eşitliğiyle örgütlenen bir örgüt ancak Türkiye,
Kürdistan ve Ortadoğu’da yine bireylerin eşitliğine dayanan; bir dilin, dinin,
soyun, sopun, kültürün hiçbir politik anlamının olmadığı gerçek demokratik bir
ulus, Demokratik Ortadoğu Ulusu’nu kurabilir.
Ve ancak böyle bir ulusta gerçek bir öz yönetim;
merkezileşme ile âdemi merkeziliğin birbiriyle çelişmediği; özgür komünlerin
gönüllü birliğine dayanan merkezileşmenin bürokratikleşmeye değil; sorunların
çözümüne hizmet ettiği bir sistem kurulabilir.
Demir Küçükaydın
25 Ağustos 2015 Salı
demiraltona@gmail.com
1 yorum:
kürtözgürlük hareketi veöcalan hakında devletle ortak dilikulanmaendişesi taşımadan yapılakaitli ve oölçüde de susuşkumkumasına uğramış çalışmalar var örnek aytekin yımazın çalışmaları ve hasan yıldıza ait muhatapsız savaş muhatapsız barış adlı çalıması doz yayınlarıncabasılmış
Yorum Gönder