Önce okuyucuya pek alışılmamış birkaç soru:
Ulus hakkındaki tanımınız ulusçuların ulus tanımıysa ve siz
bunu bilmiyorsanız, ulusun ne olduğunun sosyolojik (bilimsel) bir tanımına
nasıl ulaşabilirsiniz?
Din’in ne olduğuna ilişkin tanımınız bir Din’in Din
tanımıysa ve siz bunu bilmiyorsanız, Din’in ne olduğunun sosyolojik (bilimsel) bir
tanımına nasıl ulaşabilirsiniz?
Toplum hakkındaki tanımınız, bu modern toplumun kendisini
tanımlamasıysa ve siz bunu bilmiyorsanız, Toplum’un bilimsel ya da sosyolojik bir
tanımına nasıl ulaşabilirsiniz?
Yani ulus tanımınızın ulusçuların ulus tanımı, din
tanımınızın kendini bu tanım aracılığıyla var etmiş bir dinin din tanımı,
toplum tanımınızın bu modern toplumun toplum tanımı, yani aslında kendisinin kendisi
hakkındaki tanımı olduğunu da bilmiyorsanız ve bunun farkında değilseniz, bunun
farkına nasıl varırsınız? Bunu nasıl bilebilirsiniz?
Bu olağanüstü zordur.
Bu, bir kuyunun içinde olduğunu bilmeden kuyuya düşmemek
için sürekli yere bakmaya benzer. Yere baktığınız sürece aslında bir kuyunun
içinde olduğunuzu göremezsiniz.
Gerçekte tehlike kuyuya düşmek değildir, kuyunun içinde
olduğunu görememektir.
Peki bu durumdan nasıl çıkılabilir?
Sorun budur.
Bizim son yirmi yıllık çabalarımız tamı tamına bir bakıma bu
zorluğu aşmaya ve anlatmaya yönelik olmuştur.
Çünkü burada kendini yeniden üreten bir “fasit daire” ortaya
çıkar.
Ulusun ne olduğu hakkındaki tanımınız ulusçuların ulus
tanımıysa, ulusçu olmadığınızı iddia ederken, örneğin enternasyonalist veya
kozmopolit veya hümanist vs. olduğunuzu iddia ederken bile, ulusçuların ulus
tanımına dayandığınızdan, ulusçuluğu yeniden üretmiş olursunuz ve farkına bile
varmadan ulusçuluğu savunmuş olursunuz.
Yani diğer bir ifadeyle, ulusun ve ulusçuluğun ne olduğuna
dair ulusçu olmayan, bilimsel bir tanımınız yoksa, bu nötral bir duruma tekabül
etmez, aksine fiilen ulusçulukla sonuçlanır ve onu yeniden üretir, onu savunur
ve onun ifadesidir.
Bunu en açık ve güzel bir şekilde enternasyonalizmde
görebiliriz?
Enternasyonalizm özünde ulusçuluktur, çünkü ulusçuların
dayandığı ilkeyi savunur ve aynı ilkeye dayanır..
Neden ve nasıl?
Çünkü ulusçuluğun temel ilkesi “Ulusal olanla politik olanın çakışması”dır. (yani devletler
uluslara göre kurulmalı veya tersinden her ulusun bir devleti olmalıdır) Bunu
savunmaktır.
Peki enternasyonalizmin dayandığı ilke tamı tamına bu değil
midir?
Adı üstünde Enternasyonalizm, ulusal partilerin bir araya
gelmesini, politik birimlerin ulusal birimle çakışmasını savunur. Enternasyonalizm
bu ilkeye dayanır.
Bunu göstermek için saçma ve hayali gibi görünen ama aslında
hiç de öyle olmayan (çünkü bütün uluslar aşağı yukarı böyledir) bir örnek
verelim.
Örneğin yeşil gözlü komünistler veya Beşiktaşlı Marksistler veya Esperanto dilini yaygınlaştırmaya çalışan sosyalistler olarak bir parti kursanız ve herhangi bir Enternasyonal’e üyelik için müracaat etseniz, (kaldı ki böyle bir şeyi akıl edemeyecek kadar ve saçma görecek kadar gerici bir milliyetçi olduğunuzdan böyle bir şey olmaz ama biz işin mantıki ve metodolojik yönünü vurgulamak, özünü ortaya çıkarmak için böyle var sayalım) o Enternasyonal, sizi kapısından kovar, biz ulusal esasa göre kurulmuş partileri kabul ediyoruz der.
Örneğin yeşil gözlü komünistler veya Beşiktaşlı Marksistler veya Esperanto dilini yaygınlaştırmaya çalışan sosyalistler olarak bir parti kursanız ve herhangi bir Enternasyonal’e üyelik için müracaat etseniz, (kaldı ki böyle bir şeyi akıl edemeyecek kadar ve saçma görecek kadar gerici bir milliyetçi olduğunuzdan böyle bir şey olmaz ama biz işin mantıki ve metodolojik yönünü vurgulamak, özünü ortaya çıkarmak için böyle var sayalım) o Enternasyonal, sizi kapısından kovar, biz ulusal esasa göre kurulmuş partileri kabul ediyoruz der.
Sizin böyle bir şeyi akıl edememeniz de, (böyle bir şeyi
olur da akıl ederseniz) onların sizi kapısından kovması da tamı tamına ulusçu
olunduğundan başka bir anlama gelmez.
Ama varsayalım ki, Beşiktaşlı veya Esperanto dilini
yaygınlaştıran Marksistler bir ülkede iktidara geldiler siyah beyazı ulusal
bayrak yaptılar, Beşiktaş şarkısını ulusal marş yaptılar. Okullarda Beşiktaşlı
olmayanlardan alınan vergilerle Beşiktaş tarihi, Beşiktaş edebiyatı okutuluyor.
Fenerbahçe renklerini taşımak büyük bir suç sayılıyor.
Veya Esperanto’yu resmi dil yaptınız, okullarda herkese
zorla Esperanto öğretiliyor. Tarih derslerinde Esperanto dilinin doğuş ve
geliminin tarihi, Esperanto ulusunun başka hiçbir dili tanımayarak ne kadar
adil bir ulus olduğu öğretiliyor. Edebiyat kitaplarında Esperanto edebiyatı
okutuluyor. Başka diller yasak veya ancak kişisel özgürlükler alanına giren bir
sorun olarak görülüyor, insanlar ana dillerini ancak ek derslerle
öğrenebiliyor, vs., vs.. (Yani her hangi bir Avrupa ülkesinin standardı).
Böyle bir Beşiktaş veya Esperanto ulusunun, o ulusu ve
ülkeyi sosyalist yapmak isteyen Marksist veya Komünist bir partisi olarak bir
Enternasyonal’e başvuruda bulunsanız, hiç sorgulanmadan üye olarak alınırsınız.
Sanılanın aksine, bu bize, Beşiktaş ulusu veya Esperanto
ulusu varsayımının saçmalığını değil, bütün diğer ulusların ve ulusçulukların
saçmalığını gösterir.
Çünkü bütün diğer ulusları birleştiren şey de Beşiktaşlı
olmaktan veya Esperantoyu sevmekten daha farklı ve daha fazla değildir.
Böyle şeyler olmaz demeyin.
Dile göre tanımlanmış uluslarda bütün ulusal diller aslında
tamı tamına böyle dillerdir. Ulusal diller o uluslarla birlikte ortaya
çıkarlar, onların öncesinde ulusal diller yoktur, birkaç on veya yüz
kilometrede bir değişen şiveler, lehçeler vs. vardır. Bunlardan biri standart
dil haline getirilir.
Ama örneğimize neredeyse tıpa tıp uygun bir gerçek örnek
bulmak da zor değildir.
Örneğin bugün İsrail’in resmi dili, yani okullarda devletin
aldığı vergilerle okutulan ve bilinmesi zorunlu dili) aslında fiilen ölmüş
bulunan sadece din kitaplarında kullanılan eski İbranicenin ve Ortaçağ
İbranicesinin İsrail devleti tarafından geliştirilmesiyle oluşturulmuş tamamen
yapma bir dildir. Tatta bu dil Doğu Avrupa (Eskenaz) Yahudilerinin kullandığı
Almanca’ya yakın Yiddiş’ten veya Seferadların kullandığı İspanyolca’ya yakın
Ladinodan bile daha az kullanılan, daha ölü bir dildi.
Türkçe de diğer bir örnek olarak alınabilir. Türkçe tamamen
uydurma, Türk ulusuna bir Tarih ve Dil uydurmak için kurulmuş Türk Dil ve Türk
Tarih Kurumları tarafından, yani Türk Devleti tarafından oluşturulmuş bir
dildir. (Aksini iddia eden yüz yıl önce yazılmış bir metni okumaya veya
anlamaya çalışsın.)
Aslında her ulus biraz böyledir. Fransız devrimi olduğunda
Fransızların yüzde onu bugün Fransızca denen dile benzer ve öyle sayılabilecek
bir dil konuşuyormuş. İtalya dil birliğini 1960’larda televizyonun köylere
girişiyle sağlayabilmiş vs. vs.. Örnekler çoğaltılabilir.
Ancak bu olgular şimdilik bizim konumuz değil.
Biz burada bütün o olguların bir şekilde doğruladığı temel metodolojik bir sorunla
uğraşıyoruz.
Esas anlatmak istediğimiz, ulus tanımlarımızın bizzat ulusçu olduğu ve bizler ulusçu olmayıp,
Enternasyonalist olduğumuzu söylerken ve
ulusçuluğa karşı çıkarken bile aslında ulusçuların
ulus tanımına dayandığımızdan, dolayısıyla onu yeniden ürettiğimizden dolayı
ulusçuluk yaptığımızı göstermek.
İşte tam bu nedenle Marx, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı
vs. bütün Türkiye ve dünyadaki Marksistler ulusçudurlar.
Çünkü ulusçuların ulus tanımından hareket ederler, buna
dayanırlar. Ama tanımlarının aslında ulusçuların ulus tanımı olduğunu bilmezler
ve o tanıma dayanarak ulusçu olmadıklarını iddia eder ve savunurlarken,
ulusları ve ulusçuluğu yeniden üretirler.
İşin kötüsü bütün bu Marksistler, bir Demokratik Cumhuriyet’i savunduklarında bile Demokratik bir Ulusu savunmazlar. Dayandıkları ulus kavramının demokratik olmayan gerici bir ulusçuluğun ulus kavramı olduğunu bile göremezler, Demokratik bir Cumhuriyetle bu ulus anlayışının bir arada bulunamayacağını göremezler. Yani fiilen demokratik ulusçu bile değil, gerici ulusçudurlar.
İşin kötüsü bütün bu Marksistler, bir Demokratik Cumhuriyet’i savunduklarında bile Demokratik bir Ulusu savunmazlar. Dayandıkları ulus kavramının demokratik olmayan gerici bir ulusçuluğun ulus kavramı olduğunu bile göremezler, Demokratik bir Cumhuriyetle bu ulus anlayışının bir arada bulunamayacağını göremezler. Yani fiilen demokratik ulusçu bile değil, gerici ulusçudurlar.
Bunu kısaca açıklayalım.
Evet. Demokratik ve Gerici diye iki farklı başlık altında
toplanabilecek ulusçuluklar var.
Bir ulusu, bir dille, dinle, tarihle vs. tanımlamayı
reddeden veya böyle bir tanımlamaya karşı tanımlayan uluslar ve ulusçuluk
vardır. (Buna en yakın ulus Amerikan ulusudur, İngiltere ve kuzey Avrupa da
kısmen yakındır. Dünyanın hiçbir yerinde tam tutarlı ve mantık sonuçlarına ulaşmış
bir demokrasi ve demokratik ulusçuluk yoktur.)
Bir de bir ulusu Dil ile, Din ile, Tarih vs. ile, (veya
bunların faklı kombinasyonlarıyla) tanımlamış uluslar ve ulusçuluklar vardır.
İşte, Marksistlerin ulusçuluğu genellikle bu ikinci türden
bir ulusçuluktur.
Yani, Marksistler aynı zamanda demokratik bile olmayan
gerici ulusçulardır.
Çünkü ulusun öyle tarih, dil, din, ülkü birliği gibi
şeylerden oluştuğunu, uluslar olduğu için
ulusçular olduğu varsayımını kabul ederler.
Ulusları böyle tanımlamanın aslında ulusun değil, bu türden
gerici ulusçuların ulus tanımı olduğunu, çok gerici bir ulusçuluğa yol açtığını
Marksistler göremezler ve aslında bu gerici ulusçuluğu savunan ve ona dayanan
ulusçulukları ulusçuluğa karşı ilkelermiş gibi savunurlar.
Örneğin, Marks’ın “başka
ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” sözünü ele alalım.
Marks’ın bu sözünde, ulusların dille, dinle tanımlanmış
birimler olduğu şeklinde gizli bir varsayım vardır.
Halbuki bu söz demokratik bir ulusçuluk açısından, şöyle
olabilir ve olmalıdır: “Ulusu bir dille,
bir dinle, bir tarihle tanımlayan ulusları ve ulusçulukları reddeden ve onlara
karşı savaşan, ulusu bir dille, dinle, tarihle vs. tanımlamayı reddeden, böyle tanımlamaya
karşı tanımlayan uluslar özgür olabilir.”
Marks eğer demokratik bir ulusçu olsaydı, yani ulusun ve
devletin diller, dinler, tarihler karşısında kör olmasını, devletin bir dili,
dini, tarihi, olmamasını savunan bir ulusçuluğu savunsaydı formülünün böyle
olması gerekirdi.
Görüldüğü gibi Marks ve sonra gelen Marksistler bile
maalesef birer gerici ulusçudur, demokratik bir ulusçu bile değildir.
(Burada bir yanlış anlamaya yer vermemek için şunu
belirtelim ki, biz bir Marksistiz, burada eleştirdiğimiz, klasik Marksizmdir,
aydınlanmanın ve ulusçuluğun kalıntılarından henüz yeterince arınmamış bir
marksizmdir ve bu çabalarımız özünde bu arındırma çabası, Marksizmin bir
özeleştirisidir.)
Demokratik ve gerici ulusçuluğu birleştiren nokta, yani
ikisinin de birer ulusçuluk olmasının ortak noktası, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmak ve buna
dayanmaktır.
Demokratik bir ulusçu ulusu ya da devleti ya da politik
olanı, bir dille, dinle, tanımlamayı reddeder, böyle tanımlamaya karşı
tanımlamayı savunur.
Gerici bir ulusçu ise ulusu ve ulusları bir dile, dine,
tarihe vs. göre tanımlar.
Marksistler şimdiye kadar gerici ulusçuların ulus anlayış ve
tanımlarını sanki ulus denen şeyin bilimsel tanımı imiş gibi ele alırlar ve
otomatikman birer gerici ulusçu olurlar.
(Elbet burada nesnel bir durumdan söz ediyoruz. Öznel olarak
onların niyetlerinden söz etmiyoruz. Hepsi kendilerinin ulusçuluğun düşmanı
olduklarına inanıyorlardı. Ama bizzat Marks, “biz kimseyi onun kendisi hakkındaki yargılarıyla yargılayamayız”
der. Marks’ın bu öğüdüne uygun davranıyoruz.)
Peki Marks ve sonra gelenler bu durumu neden göremedi?
Niye ulus ve ulusçuluğun bir Marksist teorisi yok?
İşte bütün bu hataların temeline indiğimizde, çekirdeğinde
ulus tanımının, ulusçuların ulus tanımı olduğunu, diğer bir ifadeyle tanımların
bir kendine gönderme olduğunu, ortada bir mantık hatası bulunduğunu
görememenin yattığı görülür.
Buna kısaca değinelim.
Bilinir Mantıki
Çelişki denen Antinomiler vardır.
Kendine Göndermeler Antinomilere yol
açarlar.
Meşhur, Giritlinin “Bütün
Giritliler yalancıdır” demesi gibi. Giritlilerin yalancı olduğu önermesi
bir Giritliye ait olduğuna göre yalan bir önermedir ve öyleyse Giritliler
yalancı değildir. Ama Giritliler yalancı değilse, o zaman Giritlilerin yalancı
olduğu önermesi doğrudur. (Ve bu böyle gider.)
Peki önerme yine kendine gönderme ise ama kendine
gönderme olan önermede bir çelişki yoksa
ne olur?
O zaman kendinin üzerine kapanan bir daire, fasit daire (Teufelkreis, Şeytan çemberi) çıkar.
O zaman kendinin üzerine kapanan bir daire, fasit daire (Teufelkreis, Şeytan çemberi) çıkar.
Ulusçuluğu ulusçuluk tanımı üzerinden yaparsanız ve bu tanım
sosyolojik bir tanım gibi kabul edilince örneğin, tamı tamına böyle bir durum
ortaya çıkar.
Kendi içeriğiyle çelişmeyen kendine göndermeler sonsuz tekrarlara yol açar.
Bilinen çocuk tekerlemesi bir örnektir. “Damdan düştü
kurbağa, kuyruğunu titretti, onu bulan jandarmalar, mezarını kazdılar ve mezar
taşına şöyle yazdılar. Damdan düştü kurbağa kuyruğunu titretti… (böyle gider)”
İşte ulus ve ulusçuluk konusunda karşılaştığımız sorun tamı
tamına böyledir ama tabii bu kolay görülemeyecek biçimde gizlidir.
Neredeyse bütün ulus tanımları ulusçuların ulus tanımlarıdır
ama sosyolojik veya bilimsel veya ulus denen şeyin nesnel bir tanımı oldukları
iddiasındadırlar, yani aslında birer kendine göndermedir.
Bu anlaşılmadığı ve görülmediği sürece, ulusçuluğa karşı
çıkışlar bile ulusçuluğu yeniden üretirler. Çünkü ulusçuluğa karşı çıkanlar, karşı
çıkarken bile, ulusçunun ulus ulusçuluk dediğinin doğru olduğu varsayımıyla işe
başlamış olurlar farkına bile varmadan.
Çok basit ve çok kullanılan bir örnek verelim.
Örneğin Kürtlerin varlığını ve haklarını tanımamak ulusçuluk
olarak tanımlanmaktadır. Ama bu tanımın kendisi ulusçuluğun ulusçuluk
tanımıdır. Diğer ulusların haklarını tanımamayı ulusçular ulusçuluk olarak
tanımlarlar. Kürtlerin varlığını veya ayrılmasını tanımak ulusçulukla, hatta
gerici ulusçulukla zerrece çelişmez, hatta onu gerektirir. Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesidir Yani
her ulusa bir devletti. Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasını istemek hiçbir
şekilde ulusçulukla çelişmez, hatta gerici bir ulusçulukla çelişmez. Çünkü
Kürtlük de Türklük gibi bir Tarih ve Dille tanımlanmaktadır. Yani Kürtlere ayrı
bir devleti savunmak için Türk ulusçusu olmaktan vaz geçilmiş olmaz. Peki
örneğin en enternasyonalist ve Kürt dostu Türk sosyalist ve devrimcilerinin
savunduğu tamı tamına bu değil midir? Yani aslında milliyetçi olmadıklarını ve
bu nedenle Kürtlerin ayrılmasını bile savunduklarını söyleyen Türk
sosyalistleri en hasından ulusçu hem de iç tutarlılığı olan birer Türk
ulusçusudur. Çünkü hem bir ulusun bir dil ve tarihle tanımlanmasını olağan ve
doğru görmektedirler hem de böyle tanımlanmış bir ulusun devletinin olmasını,
yani ulusal olanın politik olanla çakışmasını, milliyetçiliğin bu temel
ilkesini. Bütün bunlar işte tamı tamına ulusçuluğu savunmaktan başka bir şey
değildir.
Ama işte bunu enternasyonalizm veya ulusçuluğun zıddı gibi
tanımlamanın kendisi aslında tamı tamına ulusçuluğu yeniden üretmek anlamına
gelir. Yani aslında dayanılan ulus tanımıyla bir kendine gönderme yapılmaktadır. Yani ulusçuluk tanımının kendisi
ulusçu olduğunda ulusçu olmadığını bu tanıma göre ifade etmek, aslında
ulusçuluğu savunmaktır, bir kendine
gönderme yapmaktır.
Reddedildiği söylenen şey aslında tam da reddedilirken
savunulmaktadır, içerik olarak kabul edilmektedir.
Ama sadece Ulus konusu böyle değildir.
Din konusu da böyledir.
Din’i inanç olarak, yani kişisel, politik olmayan bir şey
olarak tanımlamak (ki bu politik olmayan bir şey olarak tanımlamanın kendisi
politiktir), dini bilim ile zıtlık içinde ele almak, dine karşı ve zıt bir şey
olarak tanımlamak da (Dini Bilim ile zıtlık içinde ele almak da sosyolojik
olarak sosyolojik bir olguyu epistemolojik bir olgu gibi ele alarak bilim dışı bir
davranıştır.) aslında bir kendine
göndermedir.
Çünkü Modern toplumun dini (Buna Aydınlanma diyelim, bunun
karşı devrime uğramış biçimi de ulusçuluktur) dinin tanımı üzerinden kurulmuş,
bu tanıma göre de din olmadığını iddia eden bir dindir.
Yani dindar olmadığınızı söylerken, dini örneğin bilimle
zıtlık içinde veya özele ilişkin bir şey olarak ele alıyor ve bu anlamda
kullanıyorsanız, aslında dini özel olarak ve bilimle zıtlık içinde tanımlayan
dinden olduğunuzu, bu dinin tanımına dayandığınızı ve bu dinin tanımına göre
dinsiz olduğunuzu söylemiş olursunuz.
Dikkat edilirse bu iki durumda da kendisini yeniden üretmeye
yol açan, ulus ve din tanımları, ulusçuların ve modern toplumun dininin ulus ve
dine ilişkin normatif (yani kural
koyan, analitik olmayan) tanımlarını
sosyolojik yani analitik tanımlarmış koymak
söz konusudur.
Siz bu normatif tanımları, sosyolojik tanımlar gibi ele
aldığınızda, aslında o normatif tanımları yeniden üretmiş olursunuz. Karşı
çıkar gibi görünürken bile karşı çıktığınızı yeniden üretmiş ve savunmuş
olursunuz.
İşte Marksizmin bir Üstyapılar Teorisi ve bir Ulus Teorisi bulunmamasının
nedeni tam da bu temel metodolojik yanlıştır.
Ama burada da bitmiyor sorun.
Toplum kavramı da aslında bir kendine göndermedir.
Toplum kavramı da aslında bir kendine göndermedir.
Toplum kavramı toplumu insanlar
arası bir ilişki olarak tanımlar.
Bu insan ve ilişki
kavramları ise modern toplumun insan ve onun ilişkisi kavramından başka bir şey
değildir.
Bu nedenle toplumu böyle tanımlamak da bir kendine
göndermedir.
Bu nedenle bütün
sosyolojiler de bir kendine göndermedir ve sosyoloji (yani Marksizm) kelimenin
gerçek anlamıyla henüz kurulmamıştır bile denebilir.
Halbuki Toplum ancak, toplumsal olmayana göre
tanımlanabilir. Yani var oluşun ve hareketin başka bir biçimi olarak, yani
canlı ve cansız varlığa ve onun hareketine göre tanımlanabilir.
Veya canlılar içindeki diğer “sosyal canlılar” ile olan
farklılığına göre tanımlanabilir.
Böyle bir tanım yaptığımızda toplum, tıpkı canlıların kendi
benzerini üreten bir molekül türü, olarak ortaya çıkması gibi, üretici
güçlerini değiştirerek biçimini ve ilişkilerini değiştiren bir canlı türü veya var oluş
ve hareketin en son ortaya çıkan, kendi özgül yasaları bulunun değişik bir türü olarak tanımlanabilir.
O zaman bu var oluş biçimini ve hareketi veya canlı türünü
diğer varlık, hareket ve canlılardan ayıran şeyin ne olduğu sorusu ortaya
çıkar?
Burada Üretim, Üretim Güçleri ve Üretim İlişkileri kavramları
ortaya çıkar.
Yani üretimin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı ve
çıkabileceği sorusu ortaya çıkar.
Çünkü örneğin arı bal yaptığında üretim yapmaz. İpek böceği
kozasını ördüğünde üretim yapmaz. Sabana koşulan öküz, tarlayı sürdüğünde üretim
yapmaz.
Üretim sosyolojik bir
kavramdır. Biyolojide üretim kavramının yeri yoktur. İnek süt yapıp
verdiğinde üretim yapmaz. Ama arının balını çalan veya alan, ineğin sütünü
sağan insan üretim yapar. O toplumda onu uygun üretim ilişkileri ortaya çıkar.
Peki toplum nerede ve nasıl ortaya çıkar, ne zaman örneğin
Homo türünden bir canlının, arının balını çalması bir üretim olur?
Homo Erectus, ikibin yıl boyunca muhtemelen balları çaldı,
üretim mi yaptı? Bal çalma toplumu ve üretim ilişkilerini ortaya çıkardı mı?
Hayır. Homo Erctus da sosyal bir hayvandı ve muhtemelen
oldukça gelişmiş bir kültürü vardı ve muhtemelen çok kompleks sürüler halinde
yaşıyordu ama bütün bunlar üritim değildi ve üretim ilişkilerini ortaya
çıkarmıyor, toplumsal ilişkileri değiştirmiyor, Homo Erectus’ta olsa olsa
biyolojik değişikliklere yol açıyordu. Yani sosyolojik var oluş ve hareket
ortaya çıkmıyordu. Herşey biyolojik yasalara göre yürüyordu.
Üretim, Toplum ortaya çıktığında çıkar. Toplum var olmadan
üretim var olamaz.
Peki Toplum ne zaman ortaya çıkar?
Üretimin, Üretim Güçlerinin ve Üretim İlişkilerinin,
dolaysıyla Toplum’un nasıl ve ne zaman ortaya çıkar sorusu sorulduğunda, o
zaman da bunun ilk yasak ve sınırlama
ile ortaya çıktığı, yani Din’in ortaya çıkışıyla Toplum’un ortaya çıktığı görülür.
Din tüm toplumlarda sınırları
çizer ve ilişkileri düzenler,
yaptırımlar getirir. Dinin sosyolojik olarak nesnel olarak işlevi budur. Üretim
ilişkilerinin ve güçlerinin düzeyine göre bu sınırlar ve ilişkiler değişir. Bu değişim
din değiştirmeleri aracılığıyla gerçekleşir ve bu nedenle dinden dine geçişler
aslında birer devrimdirler.
Ama burada ilk ortaya çıkışta sonraki ilişkiden tamamen
farklı bir öncelik sonralık ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Din olmadan Toplum
olamaz. Dinin ortaya çıktığı noktada, arının balını almak bir üretim haline
gelir. Evet alt yapı yani Üretim İlişkileri Üstyapıyı yani Dini (Toplumun
sınırlarını ve ilişkilerini, Ahlak, hukuk, sanat vs.) belirler ama Arının
balını almak biyolojik bir ilişkiden sosyolojik bir ilişkiye ancak dinin ortaya
çıktığı noktada dönüşebilir. Yani ilk ortaya çıkışta, üstyapının önceliği
vardır. Ama üstyapı, yani din ortaya çıkıp da Toplum dolayısıyla onun altyapısı
da ortaya çıktığında ondan sonra ilişkide son duruşmada belirleyici olan
Altyapı olur. Dinler değiştiği için üretim ilişkileri ve üretim güçleri
değişmez, üretim güçleri ve ilişkileri değiştiği için dinler, yani toplumun
sınırları ve ilişkileri (ahlak, hukuk, sanat vs.) değişir.
*
Modern toplumun dininin dini kişisele özgü veya bilimle
zıtlık içinde tanımaması da tamı tamına bir sınır çizme ve ilişkileri
düzenlemedir, yani bir Dindir. Bu ayrım aracılığıyla toplumun sınırlarını çizer
ve ilişkilerini düzenler.
Yani Aydınlanma, kendini din olmayarak tanımlayan ama tam da
din tanımıyla bir din kuran Aydınlanma ve karşı devrime uğramış biçimi olan
uluslar ve ulusçuluk da bir dindir.
Özel ve Politik ayrımı ürerinden ortaya çıkmış Aydınlanma
dininin, karşı devrime uğramış, politik olanı ulusal olanla tanımlayan bir
biçimidir ulusçuluk.
Toparlarsak Toplum kavramının bilimsel bir tanımı olmadan,
Din’in ne olduğu, Dinin ne olduğuna dair bilimsel ve sosyolojik bir tanım
olmadan modern toplumun dininin ne olduğu, dinin ve modern toplumun dininin ne
olduğu anlaşılmadan da ulusların ve ulusçuluğun da ne olduğu, yani ulusların ve
ulusçuluğun modern toplumun dininin karşı devrime uğramış biçimi olduğu
anlaşılamaz.
Bunlar olmayınca da demokratik ve sosyalist bir program
ortaya koyulamaz ve insanlık da içinde bulunduğu krizden çıkamaz.
Aslında son derece soyut ve politikayla ilgisiz gibi görünen
kendine göndermeler, ulus, din ve
toplum kavramlarının birer kendine
gönderme olduğu gibi bir mantık ve metot sorunu, insanlığın var oluş
sorunundan, bunun için programın, stratejinin ve politikanın ne olacağı sorunundan başka bir şey değildir.
25 Mayıs 2019 Cumartesi
1 yorum:
Sonuç...? Savunduğunuz bir holizm!
Yorum Gönder