27 Mayıs 2019 Pazartesi

Ulus’un, Din’in ve Toplum’un ne Olduğunu Anlamak Niçin Çok Zordur ve Çok Önemlidir?


Önce okuyucuya pek alışılmamış birkaç soru:
Ulus hakkındaki tanımınız ulusçuların ulus tanımıysa ve siz bunu bilmiyorsanız, ulusun ne olduğunun sosyolojik (bilimsel) bir tanımına nasıl ulaşabilirsiniz?
Din’in ne olduğuna ilişkin tanımınız bir Din’in Din tanımıysa ve siz bunu bilmiyorsanız, Din’in ne olduğunun sosyolojik (bilimsel) bir tanımına nasıl ulaşabilirsiniz?
Toplum hakkındaki tanımınız, bu modern toplumun kendisini tanımlamasıysa ve siz bunu bilmiyorsanız, Toplum’un bilimsel ya da sosyolojik bir tanımına nasıl ulaşabilirsiniz?
Yani ulus tanımınızın ulusçuların ulus tanımı, din tanımınızın kendini bu tanım aracılığıyla var etmiş bir dinin din tanımı, toplum tanımınızın bu modern toplumun toplum tanımı, yani aslında kendisinin kendisi hakkındaki tanımı olduğunu da bilmiyorsanız ve bunun farkında değilseniz, bunun farkına nasıl varırsınız? Bunu nasıl bilebilirsiniz?

Bu olağanüstü zordur.
Bu, bir kuyunun içinde olduğunu bilmeden kuyuya düşmemek için sürekli yere bakmaya benzer. Yere baktığınız sürece aslında bir kuyunun içinde olduğunuzu göremezsiniz.
Gerçekte tehlike kuyuya düşmek değildir, kuyunun içinde olduğunu görememektir.
Peki bu durumdan nasıl çıkılabilir?
Sorun budur.
Bizim son yirmi yıllık çabalarımız tamı tamına bir bakıma bu zorluğu aşmaya ve anlatmaya yönelik olmuştur.
Çünkü burada kendini yeniden üreten bir “fasit daire” ortaya çıkar.
Ulusun ne olduğu hakkındaki tanımınız ulusçuların ulus tanımıysa, ulusçu olmadığınızı iddia ederken, örneğin enternasyonalist veya kozmopolit veya hümanist vs. olduğunuzu iddia ederken bile, ulusçuların ulus tanımına dayandığınızdan, ulusçuluğu yeniden üretmiş olursunuz ve farkına bile varmadan ulusçuluğu savunmuş olursunuz.
Yani diğer bir ifadeyle, ulusun ve ulusçuluğun ne olduğuna dair ulusçu olmayan, bilimsel bir tanımınız yoksa, bu nötral bir duruma tekabül etmez, aksine fiilen ulusçulukla sonuçlanır ve onu yeniden üretir, onu savunur ve onun ifadesidir.
Bunu en açık ve güzel bir şekilde enternasyonalizmde görebiliriz?
Enternasyonalizm özünde ulusçuluktur, çünkü ulusçuların dayandığı ilkeyi savunur ve aynı ilkeye dayanır..
Neden ve nasıl?
Çünkü ulusçuluğun temel ilkesi “Ulusal olanla politik olanın çakışması”dır. (yani devletler uluslara göre kurulmalı veya tersinden her ulusun bir devleti olmalıdır) Bunu savunmaktır.
Peki enternasyonalizmin dayandığı ilke tamı tamına bu değil midir?
Adı üstünde Enternasyonalizm, ulusal partilerin bir araya gelmesini, politik birimlerin ulusal birimle çakışmasını savunur. Enternasyonalizm bu ilkeye dayanır.
Bunu göstermek için saçma ve hayali gibi görünen ama aslında hiç de öyle olmayan (çünkü bütün uluslar aşağı yukarı böyledir) bir örnek verelim.
Örneğin yeşil gözlü komünistler veya Beşiktaşlı Marksistler veya Esperanto dilini yaygınlaştırmaya çalışan sosyalistler olarak bir parti kursanız ve herhangi bir Enternasyonal’e üyelik için müracaat etseniz, (kaldı ki böyle bir şeyi akıl edemeyecek kadar ve saçma görecek kadar gerici bir milliyetçi olduğunuzdan böyle bir şey olmaz ama biz işin mantıki ve metodolojik yönünü vurgulamak, özünü ortaya çıkarmak için böyle  var sayalım) o Enternasyonal, sizi kapısından kovar, biz ulusal esasa göre kurulmuş partileri kabul ediyoruz der.
Sizin böyle bir şeyi akıl edememeniz de, (böyle bir şeyi olur da akıl ederseniz) onların sizi kapısından kovması da tamı tamına ulusçu olunduğundan başka bir anlama gelmez.
Ama varsayalım ki, Beşiktaşlı veya Esperanto dilini yaygınlaştıran Marksistler bir ülkede iktidara geldiler siyah beyazı ulusal bayrak yaptılar, Beşiktaş şarkısını ulusal marş yaptılar. Okullarda Beşiktaşlı olmayanlardan alınan vergilerle Beşiktaş tarihi, Beşiktaş edebiyatı okutuluyor. Fenerbahçe renklerini taşımak büyük bir suç sayılıyor.
Veya Esperanto’yu resmi dil yaptınız, okullarda herkese zorla Esperanto öğretiliyor. Tarih derslerinde Esperanto dilinin doğuş ve geliminin tarihi, Esperanto ulusunun başka hiçbir dili tanımayarak ne kadar adil bir ulus olduğu öğretiliyor. Edebiyat kitaplarında Esperanto edebiyatı okutuluyor. Başka diller yasak veya ancak kişisel özgürlükler alanına giren bir sorun olarak görülüyor, insanlar ana dillerini ancak ek derslerle öğrenebiliyor, vs., vs.. (Yani her hangi bir Avrupa ülkesinin standardı).
Böyle bir Beşiktaş veya Esperanto ulusunun, o ulusu ve ülkeyi sosyalist yapmak isteyen Marksist veya Komünist bir partisi olarak bir Enternasyonal’e başvuruda bulunsanız, hiç sorgulanmadan üye olarak alınırsınız.
Sanılanın aksine, bu bize, Beşiktaş ulusu veya Esperanto ulusu varsayımının saçmalığını değil, bütün diğer ulusların ve ulusçulukların saçmalığını gösterir.
Çünkü bütün diğer ulusları birleştiren şey de Beşiktaşlı olmaktan veya Esperantoyu sevmekten daha farklı ve daha fazla değildir.
Böyle şeyler olmaz demeyin.
Dile göre tanımlanmış uluslarda bütün ulusal diller aslında tamı tamına böyle dillerdir. Ulusal diller o uluslarla birlikte ortaya çıkarlar, onların öncesinde ulusal diller yoktur, birkaç on veya yüz kilometrede bir değişen şiveler, lehçeler vs. vardır. Bunlardan biri standart dil haline getirilir.
Ama örneğimize neredeyse tıpa tıp uygun bir gerçek örnek bulmak da zor değildir.
Örneğin bugün İsrail’in resmi dili, yani okullarda devletin aldığı vergilerle okutulan ve bilinmesi zorunlu dili) aslında fiilen ölmüş bulunan sadece din kitaplarında kullanılan eski İbranicenin ve Ortaçağ İbranicesinin İsrail devleti tarafından geliştirilmesiyle oluşturulmuş tamamen yapma bir dildir. Tatta bu dil Doğu Avrupa (Eskenaz) Yahudilerinin kullandığı Almanca’ya yakın Yiddiş’ten veya Seferadların kullandığı İspanyolca’ya yakın Ladinodan bile daha az kullanılan, daha ölü bir dildi.
Türkçe de diğer bir örnek olarak alınabilir. Türkçe tamamen uydurma, Türk ulusuna bir Tarih ve Dil uydurmak için kurulmuş Türk Dil ve Türk Tarih Kurumları tarafından, yani Türk Devleti tarafından oluşturulmuş bir dildir. (Aksini iddia eden yüz yıl önce yazılmış bir metni okumaya veya anlamaya çalışsın.)
Aslında her ulus biraz böyledir. Fransız devrimi olduğunda Fransızların yüzde onu bugün Fransızca denen dile benzer ve öyle sayılabilecek bir dil konuşuyormuş. İtalya dil birliğini 1960’larda televizyonun köylere girişiyle sağlayabilmiş vs. vs.. Örnekler çoğaltılabilir.
Ancak bu olgular şimdilik bizim konumuz değil.
Biz burada bütün o olguların bir şekilde doğruladığı temel metodolojik bir sorunla uğraşıyoruz.
Esas anlatmak istediğimiz, ulus tanımlarımızın bizzat ulusçu olduğu ve bizler ulusçu olmayıp, Enternasyonalist olduğumuzu söylerken ve ulusçuluğa karşı çıkarken bile aslında ulusçuların ulus tanımına dayandığımızdan, dolayısıyla onu yeniden ürettiğimizden dolayı ulusçuluk yaptığımızı göstermek.
İşte tam bu nedenle Marx, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı vs. bütün Türkiye ve dünyadaki Marksistler ulusçudurlar.
Çünkü ulusçuların ulus tanımından hareket ederler, buna dayanırlar. Ama tanımlarının aslında ulusçuların ulus tanımı olduğunu bilmezler ve o tanıma dayanarak ulusçu olmadıklarını iddia eder ve savunurlarken, ulusları ve ulusçuluğu yeniden üretirler.
İşin kötüsü bütün bu Marksistler, bir Demokratik Cumhuriyet’i savunduklarında bile Demokratik bir Ulusu savunmazlar. Dayandıkları ulus kavramının demokratik olmayan gerici bir ulusçuluğun ulus kavramı olduğunu bile göremezler, Demokratik bir Cumhuriyetle bu ulus anlayışının bir arada bulunamayacağını göremezler. Yani fiilen demokratik ulusçu bile değil, gerici ulusçudurlar.
Bunu kısaca açıklayalım.
Evet. Demokratik ve Gerici diye iki farklı başlık altında toplanabilecek ulusçuluklar var.
Bir ulusu, bir dille, dinle, tarihle vs. tanımlamayı reddeden veya böyle bir tanımlamaya karşı tanımlayan uluslar ve ulusçuluk vardır. (Buna en yakın ulus Amerikan ulusudur, İngiltere ve kuzey Avrupa da kısmen yakındır. Dünyanın hiçbir yerinde tam tutarlı ve mantık sonuçlarına ulaşmış bir demokrasi ve demokratik ulusçuluk yoktur.)
Bir de bir ulusu Dil ile, Din ile, Tarih vs. ile, (veya bunların faklı kombinasyonlarıyla) tanımlamış uluslar ve ulusçuluklar vardır.
İşte, Marksistlerin ulusçuluğu genellikle bu ikinci türden bir ulusçuluktur.
Yani, Marksistler aynı zamanda demokratik bile olmayan gerici ulusçulardır.
Çünkü ulusun öyle tarih, dil, din, ülkü birliği gibi şeylerden oluştuğunu, uluslar olduğu için ulusçular olduğu varsayımını kabul ederler.
Ulusları böyle tanımlamanın aslında ulusun değil, bu türden gerici ulusçuların ulus tanımı olduğunu, çok gerici bir ulusçuluğa yol açtığını Marksistler göremezler ve aslında bu gerici ulusçuluğu savunan ve ona dayanan ulusçulukları ulusçuluğa karşı ilkelermiş gibi savunurlar.
Örneğin, Marks’ın “başka ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” sözünü ele alalım.
Marks’ın bu sözünde, ulusların dille, dinle tanımlanmış birimler olduğu şeklinde gizli bir varsayım vardır.
Halbuki bu söz demokratik bir ulusçuluk açısından, şöyle olabilir ve olmalıdır: “Ulusu bir dille, bir dinle, bir tarihle tanımlayan ulusları ve ulusçulukları reddeden ve onlara karşı savaşan, ulusu bir dille, dinle, tarihle vs. tanımlamayı reddeden, böyle tanımlamaya karşı tanımlayan uluslar özgür olabilir.
Marks eğer demokratik bir ulusçu olsaydı, yani ulusun ve devletin diller, dinler, tarihler karşısında kör olmasını, devletin bir dili, dini, tarihi, olmamasını savunan bir ulusçuluğu savunsaydı formülünün böyle olması gerekirdi.
Görüldüğü gibi Marks ve sonra gelen Marksistler bile maalesef birer gerici ulusçudur, demokratik bir ulusçu bile değildir.
(Burada bir yanlış anlamaya yer vermemek için şunu belirtelim ki, biz bir Marksistiz, burada eleştirdiğimiz, klasik Marksizmdir, aydınlanmanın ve ulusçuluğun kalıntılarından henüz yeterince arınmamış bir marksizmdir ve bu çabalarımız özünde bu arındırma çabası, Marksizmin bir özeleştirisidir.)
Demokratik ve gerici ulusçuluğu birleştiren nokta, yani ikisinin de birer ulusçuluk olmasının ortak noktası, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmak ve buna dayanmaktır.
Demokratik bir ulusçu ulusu ya da devleti ya da politik olanı, bir dille, dinle, tanımlamayı reddeder, böyle tanımlamaya karşı tanımlamayı savunur.
Gerici bir ulusçu ise ulusu ve ulusları bir dile, dine, tarihe vs. göre tanımlar.
Marksistler şimdiye kadar gerici ulusçuların ulus anlayış ve tanımlarını sanki ulus denen şeyin bilimsel tanımı imiş gibi ele alırlar ve otomatikman birer gerici ulusçu olurlar.
(Elbet burada nesnel bir durumdan söz ediyoruz. Öznel olarak onların niyetlerinden söz etmiyoruz. Hepsi kendilerinin ulusçuluğun düşmanı olduklarına inanıyorlardı. Ama bizzat Marks, “biz kimseyi onun kendisi hakkındaki yargılarıyla yargılayamayız” der. Marks’ın bu öğüdüne uygun davranıyoruz.)
Peki Marks ve sonra gelenler bu durumu neden göremedi?
Niye ulus ve ulusçuluğun bir Marksist teorisi yok?
İşte bütün bu hataların temeline indiğimizde, çekirdeğinde ulus tanımının, ulusçuların ulus tanımı olduğunu, diğer bir ifadeyle tanımların bir kendine gönderme olduğunu, ortada bir mantık hatası bulunduğunu görememenin yattığı görülür.
Buna kısaca değinelim.
Bilinir Mantıki Çelişki denen Antinomiler vardır. Kendine Göndermeler Antinomilere yol açarlar.
Meşhur, Giritlinin “Bütün Giritliler yalancıdır” demesi gibi. Giritlilerin yalancı olduğu önermesi bir Giritliye ait olduğuna göre yalan bir önermedir ve öyleyse Giritliler yalancı değildir. Ama Giritliler yalancı değilse, o zaman Giritlilerin yalancı olduğu önermesi doğrudur. (Ve bu böyle gider.)
Peki önerme yine kendine gönderme ise ama kendine gönderme olan önermede bir çelişki yoksa ne olur?
O zaman kendinin üzerine kapanan bir daire, fasit daire (Teufelkreis, Şeytan çemberi) çıkar.
Ulusçuluğu ulusçuluk tanımı üzerinden yaparsanız ve bu tanım sosyolojik bir tanım gibi kabul edilince örneğin, tamı tamına böyle bir durum ortaya çıkar.
Kendi içeriğiyle çelişmeyen kendine göndermeler sonsuz tekrarlara yol açar.
Bilinen çocuk tekerlemesi bir örnektir. “Damdan düştü kurbağa, kuyruğunu titretti, onu bulan jandarmalar, mezarını kazdılar ve mezar taşına şöyle yazdılar. Damdan düştü kurbağa kuyruğunu titretti…  (böyle gider)”
İşte ulus ve ulusçuluk konusunda karşılaştığımız sorun tamı tamına böyledir ama tabii bu kolay görülemeyecek biçimde gizlidir.
Neredeyse bütün ulus tanımları ulusçuların ulus tanımlarıdır ama sosyolojik veya bilimsel veya ulus denen şeyin nesnel bir tanımı oldukları iddiasındadırlar, yani aslında birer kendine göndermedir.
Bu anlaşılmadığı ve görülmediği sürece, ulusçuluğa karşı çıkışlar bile ulusçuluğu yeniden üretirler. Çünkü ulusçuluğa karşı çıkanlar, karşı çıkarken bile, ulusçunun ulus ulusçuluk dediğinin doğru olduğu varsayımıyla işe başlamış olurlar farkına bile varmadan.
Çok basit ve çok kullanılan bir örnek verelim.
Örneğin Kürtlerin varlığını ve haklarını tanımamak ulusçuluk olarak tanımlanmaktadır. Ama bu tanımın kendisi ulusçuluğun ulusçuluk tanımıdır. Diğer ulusların haklarını tanımamayı ulusçular ulusçuluk olarak tanımlarlar. Kürtlerin varlığını veya ayrılmasını tanımak ulusçulukla, hatta gerici ulusçulukla zerrece çelişmez, hatta onu gerektirir. Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesidir Yani her ulusa bir devletti. Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasını istemek hiçbir şekilde ulusçulukla çelişmez, hatta gerici bir ulusçulukla çelişmez. Çünkü Kürtlük de Türklük gibi bir Tarih ve Dille tanımlanmaktadır. Yani Kürtlere ayrı bir devleti savunmak için Türk ulusçusu olmaktan vaz geçilmiş olmaz. Peki örneğin en enternasyonalist ve Kürt dostu Türk sosyalist ve devrimcilerinin savunduğu tamı tamına bu değil midir? Yani aslında milliyetçi olmadıklarını ve bu nedenle Kürtlerin ayrılmasını bile savunduklarını söyleyen Türk sosyalistleri en hasından ulusçu hem de iç tutarlılığı olan birer Türk ulusçusudur. Çünkü hem bir ulusun bir dil ve tarihle tanımlanmasını olağan ve doğru görmektedirler hem de böyle tanımlanmış bir ulusun devletinin olmasını, yani ulusal olanın politik olanla çakışmasını, milliyetçiliğin bu temel ilkesini. Bütün bunlar işte tamı tamına ulusçuluğu savunmaktan başka bir şey değildir.
Ama işte bunu enternasyonalizm veya ulusçuluğun zıddı gibi tanımlamanın kendisi aslında tamı tamına ulusçuluğu yeniden üretmek anlamına gelir. Yani aslında dayanılan ulus tanımıyla bir kendine gönderme yapılmaktadır. Yani ulusçuluk tanımının kendisi ulusçu olduğunda ulusçu olmadığını bu tanıma göre ifade etmek, aslında ulusçuluğu savunmaktır, bir kendine gönderme yapmaktır.
Reddedildiği söylenen şey aslında tam da reddedilirken savunulmaktadır, içerik olarak kabul edilmektedir.
Ama sadece Ulus konusu böyle değildir.
Din konusu da böyledir.
Din’i inanç olarak, yani kişisel, politik olmayan bir şey olarak tanımlamak (ki bu politik olmayan bir şey olarak tanımlamanın kendisi politiktir), dini bilim ile zıtlık içinde ele almak, dine karşı ve zıt bir şey olarak tanımlamak da (Dini Bilim ile zıtlık içinde ele almak da sosyolojik olarak sosyolojik bir olguyu epistemolojik bir olgu gibi ele alarak bilim dışı bir davranıştır.) aslında bir kendine göndermedir.
Çünkü Modern toplumun dini (Buna Aydınlanma diyelim, bunun karşı devrime uğramış biçimi de ulusçuluktur) dinin tanımı üzerinden kurulmuş, bu tanıma göre de din olmadığını iddia eden bir dindir.
Yani dindar olmadığınızı söylerken, dini örneğin bilimle zıtlık içinde veya özele ilişkin bir şey olarak ele alıyor ve bu anlamda kullanıyorsanız, aslında dini özel olarak ve bilimle zıtlık içinde tanımlayan dinden olduğunuzu, bu dinin tanımına dayandığınızı ve bu dinin tanımına göre dinsiz olduğunuzu söylemiş olursunuz.
Dikkat edilirse bu iki durumda da kendisini yeniden üretmeye yol açan, ulus ve din tanımları, ulusçuların ve modern toplumun dininin ulus ve dine ilişkin normatif (yani kural koyan, analitik olmayan) tanımlarını sosyolojik yani analitik tanımlarmış koymak söz konusudur.
Siz bu normatif tanımları, sosyolojik tanımlar gibi ele aldığınızda, aslında o normatif tanımları yeniden üretmiş olursunuz. Karşı çıkar gibi görünürken bile karşı çıktığınızı yeniden üretmiş ve savunmuş olursunuz.
İşte Marksizmin bir Üstyapılar Teorisi ve bir Ulus Teorisi bulunmamasının nedeni tam da bu temel metodolojik yanlıştır.
Ama burada da bitmiyor sorun.
Toplum kavramı da aslında bir kendine göndermedir.
Toplum kavramı toplumu insanlar arası bir ilişki olarak tanımlar.
Bu insan ve ilişki kavramları ise modern toplumun insan ve onun ilişkisi kavramından başka bir şey değildir.
Bu nedenle toplumu böyle tanımlamak da bir kendine göndermedir.
Bu nedenle bütün sosyolojiler de bir kendine göndermedir ve sosyoloji (yani Marksizm) kelimenin gerçek anlamıyla henüz kurulmamıştır bile denebilir.
Halbuki Toplum ancak, toplumsal olmayana göre tanımlanabilir. Yani var oluşun ve hareketin başka bir biçimi olarak, yani canlı ve cansız varlığa ve onun hareketine göre tanımlanabilir.
Veya canlılar içindeki diğer “sosyal canlılar” ile olan farklılığına göre tanımlanabilir.
Böyle bir tanım yaptığımızda toplum, tıpkı canlıların kendi benzerini üreten bir molekül türü, olarak ortaya çıkması gibi, üretici güçlerini değiştirerek biçimini ve ilişkilerini değiştiren bir canlı türü veya var oluş ve hareketin en son ortaya çıkan, kendi özgül yasaları bulunun değişik bir türü olarak tanımlanabilir.
O zaman bu var oluş biçimini ve hareketi veya canlı türünü diğer varlık, hareket ve canlılardan ayıran şeyin ne olduğu sorusu ortaya çıkar?
Burada Üretim, Üretim Güçleri ve Üretim İlişkileri kavramları ortaya çıkar.
Yani üretimin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı ve çıkabileceği sorusu ortaya çıkar.
Çünkü örneğin arı bal yaptığında üretim yapmaz. İpek böceği kozasını ördüğünde üretim yapmaz. Sabana koşulan öküz, tarlayı sürdüğünde üretim yapmaz.
Üretim sosyolojik bir kavramdır. Biyolojide üretim kavramının yeri yoktur. İnek süt yapıp verdiğinde üretim yapmaz. Ama arının balını çalan veya alan, ineğin sütünü sağan insan üretim yapar. O toplumda onu uygun üretim ilişkileri ortaya çıkar.
Peki toplum nerede ve nasıl ortaya çıkar, ne zaman örneğin Homo türünden bir canlının, arının balını çalması bir üretim olur?
Homo Erectus, ikibin yıl boyunca muhtemelen balları çaldı, üretim mi yaptı? Bal çalma toplumu ve üretim ilişkilerini ortaya çıkardı mı?
Hayır. Homo Erctus da sosyal bir hayvandı ve muhtemelen oldukça gelişmiş bir kültürü vardı ve muhtemelen çok kompleks sürüler halinde yaşıyordu ama bütün bunlar üritim değildi ve üretim ilişkilerini ortaya çıkarmıyor, toplumsal ilişkileri değiştirmiyor, Homo Erectus’ta olsa olsa biyolojik değişikliklere yol açıyordu. Yani sosyolojik var oluş ve hareket ortaya çıkmıyordu. Herşey biyolojik yasalara göre yürüyordu.
Üretim, Toplum ortaya çıktığında çıkar. Toplum var olmadan üretim var olamaz.
Peki Toplum ne zaman ortaya çıkar?
Üretimin, Üretim Güçlerinin ve Üretim İlişkilerinin, dolaysıyla Toplum’un nasıl ve ne zaman ortaya çıkar sorusu sorulduğunda, o zaman da bunun ilk yasak ve sınırlama ile ortaya çıktığı, yani Din’in ortaya çıkışıyla Toplum’un ortaya çıktığı görülür.
Din tüm toplumlarda sınırları çizer ve ilişkileri düzenler, yaptırımlar getirir. Dinin sosyolojik olarak nesnel olarak işlevi budur. Üretim ilişkilerinin ve güçlerinin düzeyine göre bu sınırlar ve ilişkiler değişir. Bu değişim din değiştirmeleri aracılığıyla gerçekleşir ve bu nedenle dinden dine geçişler aslında birer devrimdirler.
Ama burada ilk ortaya çıkışta sonraki ilişkiden tamamen farklı bir öncelik sonralık ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Din olmadan Toplum olamaz. Dinin ortaya çıktığı noktada, arının balını almak bir üretim haline gelir. Evet alt yapı yani Üretim İlişkileri Üstyapıyı yani Dini (Toplumun sınırlarını ve ilişkilerini, Ahlak, hukuk, sanat vs.) belirler ama Arının balını almak biyolojik bir ilişkiden sosyolojik bir ilişkiye ancak dinin ortaya çıktığı noktada dönüşebilir. Yani ilk ortaya çıkışta, üstyapının önceliği vardır. Ama üstyapı, yani din ortaya çıkıp da Toplum dolayısıyla onun altyapısı da ortaya çıktığında ondan sonra ilişkide son duruşmada belirleyici olan Altyapı olur. Dinler değiştiği için üretim ilişkileri ve üretim güçleri değişmez, üretim güçleri ve ilişkileri değiştiği için dinler, yani toplumun sınırları ve ilişkileri (ahlak, hukuk, sanat vs.) değişir.
*
Modern toplumun dininin dini kişisele özgü veya bilimle zıtlık içinde tanımaması da tamı tamına bir sınır çizme ve ilişkileri düzenlemedir, yani bir Dindir. Bu ayrım aracılığıyla toplumun sınırlarını çizer ve ilişkilerini düzenler.
Yani Aydınlanma, kendini din olmayarak tanımlayan ama tam da din tanımıyla bir din kuran Aydınlanma ve karşı devrime uğramış biçimi olan uluslar ve ulusçuluk da bir dindir.
Özel ve Politik ayrımı ürerinden ortaya çıkmış Aydınlanma dininin, karşı devrime uğramış, politik olanı ulusal olanla tanımlayan bir biçimidir ulusçuluk.
Toparlarsak Toplum kavramının bilimsel bir tanımı olmadan, Din’in ne olduğu, Dinin ne olduğuna dair bilimsel ve sosyolojik bir tanım olmadan modern toplumun dininin ne olduğu, dinin ve modern toplumun dininin ne olduğu anlaşılmadan da ulusların ve ulusçuluğun da ne olduğu, yani ulusların ve ulusçuluğun modern toplumun dininin karşı devrime uğramış biçimi olduğu anlaşılamaz.
Bunlar olmayınca da demokratik ve sosyalist bir program ortaya koyulamaz ve insanlık da içinde bulunduğu krizden çıkamaz.
Aslında son derece soyut ve politikayla ilgisiz gibi görünen kendine göndermeler, ulus, din ve toplum kavramlarının birer kendine gönderme olduğu gibi bir mantık ve metot sorunu, insanlığın var oluş sorunundan, bunun için programın, stratejinin ve politikanın ne olacağı  sorunundan başka bir şey değildir.
25 Mayıs 2019 Cumartesi

1 yorum:

ayhan kiraz dedi ki...

Sonuç...? Savunduğunuz bir holizm!