Bizans-Osmanlı’nın doğrudan devamı, kökeni ta Sümer ve Babil’e
kadar giden, halkın Nemrut ve Firavun imgelerinde sembolleştirdiği, İbrahim ve
Musa gibi peygamber sembolleriyle keyfiliğine karşı durduğu, artı ürüne “ekonomi
dışı zorla” el koyan egemen ve her türlü
demokrasinin düşmanı Devlet Kastının (“Sünuf-u
Devlet”) bugünkü konumunun, çıkarlarının ve ideolojisinin savunucusu Oda TV’nin ve Sözcü’nın Soner Yalçın’ı, Politik İslam’ın ve Erdoğan’ın Atatürk
karşısında Osmanlı tarihine sahip çıkışları ve onu yeniden yazmalarının tarihi ve
olguları nasıl tahrif ettiğini göstermek için “Rum mu
dediniz?” diye bir yazı yazmış. Yazının tam metni de Sözcü’de yer alıyormuş.
Ahval de ırkçı ve uydurma bir Türklükle tanımlanmış bu günkü
ulus anlayışına karşı bir örnek olarak bu yazıdan kısa bir özeti aktarmış. (“'Yavuz
Sultan Selim'e göre Türk 'eşek', Vahdettin'e göre, 'soyu sopu belirsiz cahiller
sürüsü”)
Soner Yalçın’ın yazısı aslında tarihte Türk diye bir ulus
olmadığının ve onun Osmanlı devlet kastı tarafından egemenliğini ve çıkarlarını
korumak için yaratıldığının tipik kanıtlarıyla dolu.
Geçen hafta, “Ulus ve
ulusçuluk nedir? Marksizm niçin ulusun ve ulusçuların ne olduğunu
açıklayamamıştır” başlıklı bir sunum yapmış ve konunun ele alınışındaki
temel metodolojik yanlışları ele almaya çalışmıştık. Bu bağlamda ulus ve
ulusçuluk konusundaki tanımların özünde birer “kendine gönderme” (Bir tür antinomi, mantık çelişkisi) olduğuna
dikkati çekmiştik. Yine o sunumda, ulus ve ulusçuluk teorilerinde 1983 yılında İngiltere’de
yaşanan “Kopernik Devrimi”nin özünde
uluslar ve ulusçular ilişkisini tersine çevirmek olarak özetlenebileceğini dile
getirmiştik
Yani bütün uluslar ulusçular tarafından yaratılırlar.
Uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardır.
Ama dile, dine dayanan ulusları yaratan ulusçular, uluslar
olduğu için ulusçular olduğunu, kendilerinin o ezilmiş, unutulmuş ulusu yeniden
canlandırdıklarını iddia ederler.
İşte Soner Yalçın’ın yazısı, bugünün ölçüleriyle “politik
korrekt” olmayan, “şecaat arzederken
merdi kıpti sirkatin söyler” (Mert Çingene kendini överken hırsızlıklarını
anlatır) sözünde veciz biçimde ifade edildiği gibi, hem bu sirkatin söylemenin
tipik bir örneği, hem de bunun örneklerini içeriyor.
Bu vesileyle biz de çok bilinen, ama üzerine hiç
düşünülmemiş bir örnek sunalım. Yakup Kadri’nin Yaban romanından alınma aşağıdaki satırlar:
“Bekir Çavuş:
- Biliyorum beyim sen
de onlardansın emme.
- Onlar kim?
- Aha, Kemal Paşa'dan
yana olanlar ...
- İnsan Türk olur da,
nasıl Kemal Paşa'dan yana olmaz?
- Biz Türk değiliz ki,
beyim.
- Ya nesiniz?
- Biz İslamız,
elhamdülillah ... O senin dediklerin Haymana'da yaşarlar.
Bekir Çavuş'la artık
daha ziyade konuşmağa mecalim yok. Asılmış bir adam gibi başım göğsüme düşüyor.
Bunalıp kalıyorum.
Eğer, bize zafer nasip
olsa bile kurtaracağımız şey, yalnız bu ıssız toprakla, bu yalçın tepelerdir.
Millet nerede? O henüz ortada yoktur ve onu bu Bekir Çavuşlar, bu Salih Agalar,
bu Zeynep Kadınlar, bu İsmailler, bu Süleymanlarla yeni baştan yapmak
gerekecektir.”
Bu satırlar “uydurma” değildir, gerçeğin özünü veren tipik bir durumun anlatımıdır.
(Yukarıdaki alıntıda klasik ulusçuluk teorilerinin aklını
kaçırmasına yol açacak şöyle bir “ayrıntı” da var. Türkçe konuşan köylüler, Haymana’da
yaşayanlara, yani iç Anadolu Kürtlerine, “Türk” diyorlar. Yani Türk halk
aasında bile bir ulusu ya da kavmin adı
değil (Yani gramatik olarak bir isim değil), bir aşağılama ve
hakaret sıfatı, (Yani gramatik olarak bir sıfat.)
Yukarıdaki satırlar aslında ulusların ulusçular tarafından, Türkiye’de
Türklüğün de, özellikle hem yazarı (Y. Kadri) hem de roman kahramanının da
dahil olduğu, Osmanlı devlet sınıfları tarafından yaratıldığının tipik
itirafıdır.
Bizim için bu konular bir yenilik oluşturmuyor.
*
Yeni gibi olan, bu devlet sınıflarının başka türden,
kültürel bir Türk ulusçuluğuna dair yoklamalar yapmaları.
Aslında bu Osmanlı yadigarı egemen devlet sınıfları, egemenliklerini
sürdürebilmek için şunu yapmaları gerektiğini seziyorlar.
Bugünkü şizofrenik bir ulus oluşumuna yol açan Orta Asya’dan
gelen Türkler uydurmasına dayanan, 19. Yüzyıl modeli, ırka ve kana dayalı Türk
Tarihi ve ulusu yerine, Anadolu’nun Hristiyan ve yerli halkının yüzyıllar
içinde kısmen gönüllü olarak, kısman zorla Müslümanlaşması, sonra da yüzyıllar
içinde gönüllü veya zorla Müslümanlaşmış halktan da Türk ulusunun ortaya
çıktığına dayanan bir kültürel Türk ulusçuluğuna ve tarih yazımına geçme
eğilimleri hafiften de olsa görülüyor. Hatta Soner Yalçın’ın yazısı, böyle bir
eğilimin iması gibi de okunabilir.
Böyle bir kültürel Türk tarihi yazımı ve Türk ulusu
yaratımı, devlet kastının egemenliğini en azından onlarca yıl sürdürmesini
sağlayabilir. Birçok sorunu halledebilir. Örneğin, Ermeniler ve Rumlar,
Ermenistan ve Yunanistan Orta Asya Türk uluslarının yerine kardeş uluslar ve
devletler olabilir. Bu da dış politikada birçok sorunu bir çırpıda çözer.
Hatta yine Ahval’deki
Cengiz Aktar’ın “Pontos
Soykırımının 100. yıl dönümü” başlıklı yazısı da bu eğilimin bir
ifadesi olarak görülebilir.
Ancak bu ulusçuluğun oluşumu ve böyle bir tarih yazımı bir
ölüm saltosu atmayı da gerektirir. Çünkü o zorla veya gönüllü olarak yüzyıllar
içinde Müslüman olmuş ahaliden Türk ulusu yaratılması, Hıristiyan olarak
kalanların katli, sürülmesi ve onların mallarına el koyulması aracılığıyla ve Müslüman
devlet kastının örgütlemesiyle ve Müslüman ahali bu suça ortak edilerek gerçekleştiğinden,
bunun itirafı bir “ölüm saltosu” gerektirir.
Egemen devlet kastı ise ancak yok olmanın eşiğine geldiğinde
bu ölüm saltosunu atabilir. Bu kast ise yok olmanın eşiğine ancak bir
demokratik devrimin eşiğinde gelebilir. Ne var ki, demokratik bir tarih
yazılmadığından, bir demokratik program ve hareket de olmadığından bu en
azından şimdilik olasılık dışı.
Bu yönde neredeyse tem girişim ve yazın bizim yazılarımızda var. Ama o da bilinmez ve yankısız kalıyor ve muhtemelen daha yıllarca da kalacak.
Bu yönde neredeyse tem girişim ve yazın bizim yazılarımızda var. Ama o da bilinmez ve yankısız kalıyor ve muhtemelen daha yıllarca da kalacak.
Bu nedenle Türkler ve aydınları içinde bu türden kültürel
bir Türklüğe dayanak olacak eğilim henüz çok cılızdır. Ancak Taner Akçam gibileri
bu noktaya yaklaşabilmektedirler.
Şunu belirtelim ki, böyle bir ulusçuluk da, demokratik bir
ulusçuluk olmaz gerici ama kültüre dayanan bir ulusçuluk olur.
Bu demokratik olmayan niteliği nedeniyle devlet sınıflarının
çıkarları ve egemenliğiyle pek çelişmez ve onun uzun vadeli çıkarlarının ve
egemenliğinin aracı olabilir. Çünkü bugünün dünyasına daha uygun, esnek,
kültürel bir Türk ulusçuluğu olur bu.
Hatta böyle bir ulusçulukla, burjuvazinin ve devlet sınıflarının
damağına layık emperyal hayaller bile beslenebilir. Örneğin bir “Dördüncü Roma”
hayali kurulabilir. Böylece “Türkler” kültürel (ve hatta genetik olarak) kardeş
oldukları Rum ve Ermenilerle (tabii Kafkas ve Balkan halklarıyla da) birleşmeyi
savunup, sağlanacak refah ve esneklik ve ekonomik güçle, Ortadoğu ve Balkanlarda
bir Dördüncü Roma hayali bile kurabilirler.
Demokratik bir ulus ve ulusçuluk ise, ulusu bir dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı tanımlar. Buna bağlı olarak, Orta Asya ve ırka dayalı Türk tarihi yerine, Anadolu’da yaşayanlara ve kültüre dayalı başka bir Türk Tarihi yazmaz, Türklerin ve diğer ulusların hiçbir tarihi olmadığına, ulusların tarihinin olmadığına dair bir tarih yazar.
Demokratik bir ulus ve ulusçuluk ise, ulusu bir dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı tanımlar. Buna bağlı olarak, Orta Asya ve ırka dayalı Türk tarihi yerine, Anadolu’da yaşayanlara ve kültüre dayalı başka bir Türk Tarihi yazmaz, Türklerin ve diğer ulusların hiçbir tarihi olmadığına, ulusların tarihinin olmadığına dair bir tarih yazar.
Böyle demokratik bir ulusun okullarında ancak böyle,
ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih ve kozmopolit edebiyatı herkes kendi
dilinde okur.
Bugün okullarda okutulan gibi dile, dine dayanan veya
ulusların tarihleri olan tarihler, fikir hürriyeti alanına kişilerin özel alanına
girer. Yani isteyenler, vergilerle karşılanmamaları koşuluyla elbet, öyle tarihler
de (ve edebiyatlar da) yazabilir ve yayınlayabilirler. Bu onların kişisel
haklar ve özgürlükler alanına giren özel sorunu olur.
*
Ama her şey, entelektüel ortam ve tarih yazımı vs., buna
henüz çok uzak. Bu nedenle henüz Türkiye’de demokrat yok. Henüz demokratik bir
tarih yazılmış değil, bu nedenle demokratik bir ulus kurulamaz.
En solcunun bile yazdığı Tarih (örneğin Erdoğan Aydın) Emin Oktay’ın
tarihine, yani Orta Asya ve Türklükle tanımlanmış tarihe, örneğin bir Baba
İshak’la falan, biraz kızıl boya sürmenin ötesine geçemiyor. Türklerin Müslüman
oluşu üzerine kitaplar yazıyorlar. Türklerin Müslüman olmadığı ve olamayacağı; Türklerin
Anadolu’nun Müslüman ahalisinden yaratıldığı onların her türlü tasavvurunun
ötesinde kalıyor.
Bu alanda en ileri gitmiş gibi görünen Öcalan bile, bir
demokratik Tarih, yani ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazmıyor,
yazamıyor. Kürtlere demokratik unsurlarla doldurulmuş bir tarih yazıyor. Bu nedenle
Kürt hareketi demokratik ve devrimci bir harekete dönüşemiyor.
Böyle bir tarihin dayanacağı metodoloji ve unsurlar bizim
yazılarımızda bol bol bulunabilir. Örnek olarak aşağıda 2000 yılında, yani 19
yıl önce yazdığımız “Türk nedir?” isimli yazıyı okuyucuya sunuyoruz. Yanlış
hatırlamıyorsak özgür Gündem’de yayınlanmıştı
23 Mayıs 2019 Perşembe
Türk Nedir?
Bundan yüz yıl önce, batılının Türkiye dediği topraklarda,
ne kültür ne de soyca “Türklük” denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük
bir şehirli aydın azınlık dışında, kimse kendini Türk olarak tanımlamıyordu.
İnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar Müslüman’ım, Kızılbaşım, Çerkezim,
Türkmenim, Yörüküm, Kürdüm, Arnavutum diyorlardı ama Türküm demiyorlardı.
Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik bir anlamı olmadığı gibi, bir etniyi
ya da dil konuşan insanları değil,
Türkçe konuşan göçebe ya da köylü ve yoksul Müslümanları kategorize
etmeye yarayan kaba ve görgüsüz anlamına gelen; devlete egemen Müslüman kastın
kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına “Türk” dense, kendine
hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu.
Ve bu gün ise Türkiye Cumhuriyeti denen devletin toprakları
üzerinde milyonlarca insan kendisini binlerce yıldır var olmuş bir Türk
ulusunun torunları olarak tanımlıyor. Osmanlı’nın bir Türk devleti olmadığı
ise, artık o Türklerin kavrayış gücünün ötesinde.
Osmanlı devletini “Türkiye” ve ona egemen olan Müslüman
kastı “Türkler” olarak tanımlayanlar Batılılardı. Yani Türk ve Türkiye isimleri
bile, bu gün Türkiye denen topraklarda yaşayan insanların kendilerini ve
ülkelerini tanımlamak için kullandıkları isimler değil, onlara batılı
devletlerin verdiği isimlerdi. Tıpkı “Kongo”, “Rodezya” gibi. Bu gün kendine
Türk diyenlerin hor gördüğü Afrikalılar, sömürgelikten kurtulduklarında, ilk
yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine verdiği adları reddetmek oldu ve
kendilerini ve ülkelerini kendi verdikleri adlarla adlandırmayı denediler; ülkelerine
“Zaire”, “Zimbabwe” dediler. Ama Türkler, ülkelerini ve kendilerini Batılının
verdiği isimle anmakta bu güne kadar hiç bir sorun görmediler.
Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih ve unutulması
gereken bir geçmişe sahiptir. Çünkü ulusların tarihi yoktur ve bunun
yaratılması gerekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik Türk ulusunda
saçmalığın zirvelerine varır ve hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi
insanlar vardır, daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da
öyle.
Alman Emperyalizminin Hint yolu ve Rusya’yı güneyden çevirme
planlarının ihtiyaçlarına uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü. Egemenliğini
sürdürecek son çare olarak bu Türklüğe sahiplenen Osmanlıya egemen Müslüman
devlet kastının ne soyca ne de kültürce Anadolu’daki Türkmen ve Yörükler kadar
olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur.
Osmanlı Bizans’ı fetih ettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir ve Bizans’ın
devamıdır. Bu fatihler sadece daha önce İslamlık zırhıyla kuşandıkları için,
Bizans tarafından din ve dil olarak fetih edilemediler. Onun haricinde,
müzikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey Bizanslıdır bu devlete
egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan ve Rum ve
Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak ve ona
dayanmak Yahudi burjuvazisinin
ihtiyaçlarına da cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli Türk
milliyetçilerinin Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin
Kültürü de, tıpkı müslüman devlete egemen Kast gibi tipik doğu Akdeniz - Bizans
kültüründen başka bir şey değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman
devlet kastı ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun
olarak yaratılmış bir ulustur Türkler.
İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları
yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastı, önce
Türkiye’yi yarattı ve sonra, Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi,
Türk ulusu denen şeyi kendi suretinde yarattı. Türk ulusunun suretinde
yaratıldığı; ona karakterini veren nedir?
Bizans Kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni
kültürü demektir. Bu gün bile dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum ve Ermeni
ile karşılaşan şunu görür: din ve dil haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu
Türkçe bilir ve konuşur.) Türkleri Rum ve Ermenilerden ayırmak
olanaksızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra
da kendi suretinde Türk ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı tıpkı Rum ve
Ermeni gibi bir Bizanslıdır. Ve dolayısıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı
Türk de.
Ama bu Ulus var oluşunu Rum ve Ermenileri yok etmeye borçlu
olduğundan, gerçek kimliğini unutmak ve hafıza kaybına uğramak zorundadır. Bu
da ona hasta ve şizofrenik bir karakter verir.
Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış
yaşayan Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına
uğramış yaşayan Bizanslılıktır. Ama o, varlığını bu gerçeği inkar ve unutma
üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk, aslını inkar eden bir
haramzadedir. İnanmayan Türk ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin kaynağını
araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum ve Ermenilerin imhası, sürgünü ile
edinilmiş bir ilkel sermaye birikimi vardır.
Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası
durumundan kurtulabilmeleri, kendi geçmişlerini inkardan ve unutmadan
kurtulmaları için ulus olarak bir tür toplumsal terapi görmeleri gerekiyor. Ama
günahları ile öylesine bütünleşmiş ve onların öylesine esiri olmuş bulunuyorlar
ki, kendi güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde küçük
kimi kültürel hareketler dışında hiçbir toplumsal ve siyasi hareket yok. O
küçük kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine
borçlu.
Kürt hareketi Demokratikleşme ve Orta Doğu projelerinde bir
başarıya ulaşabilirse, bu Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek
kimlikleriyle barışmasının yolunu açabilir. Dünyadaki ve bölgedeki iktisadi
gelişmeler ve zorunluluklar bu değişimi zorluyor ama o kendi egemenliğini
sürdürebilmek için Türklüğü yaratan ve hala gücünü koruyan Osmanlı-Bizans’ın
devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hastalığını tüm
topluma zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türklerin olağan bir sağlıklı gelişim
için “baba katili” olmaları gerekiyor. “Baba”yı
öldürmeden bağımsız bir kişilik gelişemez.
26 Eylül 2000 Salı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder