“Önder Apo'nun Kürt sorununun çözümü konusunda da ön açıcı
çözümlemeleri olmuştur. Bunları devlet, iktidar ve ulus çözümlemelerinden ayrı
ele almak mümkün değildir. Özgürlükçü, demokrat ve bir sosyalist olarak Kürt
sorununun çözümünü devlet olmada değil, demokratikleşmede görmüştür. 20.
yüzyılda çekilen büyük acılar esas olarak, her ulusa bir devlet anlayışının,
kapitalizmin ve onun siyasal formu olan ulus devlet anlayışı sonucu olduğunu ortaya
koymuştur. Bu açıdan bölge ülkelerinde demokratik devrimi ve demokratikleşmeyi
hedefleyen bir mücadele çizgisini Kürt halkının ve Özgürlük Hareketi'nin önüne
koymuştur. Eğer inkar ve soykırım politikası yoksa, demokratik siyasal çözüm
zihniyeti varsa çatışma içine girmeden sorunu çözebileceğini herkesin önüne
koymuştur.”
Mustafa Karasu “Komplonun
20. yılında Önder Apo’yu anlamak”
HDP’nin dün yaptığı Kongre Demirtaş’ı başkanlıktan alma
kongresiydi. (Bu kongrenin iktidarın baskılarına karşı bir direniş ve HDP’yi
sahiplenme gösterisi yanını herkes yazdı yazıyor yazacak. Bunlar sorunun esas
önemli yanı değildir. Önemli yanı tartışmadan kaçırmanın aracıdır.) Bu amaca
ulaşıldı.
Peki, Demirtaş’ın tekrar eş bakan seçilmemesi (diplomatik
olarak böyle ifade ettik ama gerçek anlamını vurgulamak için daha net bir
kelime kullansaydık “tasfiyesi” sözcüğünü kullanmak gerekir) ne anlama
gelmektedir?
Öcalan, yukarıda alıntılanan Karasu’nun ifade ettiği
amaçlara ulaşabilmek ve bir Kürt olarak ezilmekle birlikte bu amaçları
benimsemeyenlerin (yani Öcalan’ın kendi deyimiyle “ilkel milliyetçilein”,
sosyolojik olarak ifade edersek, Kürt egemen sınıflarının) ağırlığını ve gücünü
dengeleyip nötralize edebilmek için üç güce dayanmaya çalışan bir strateji
izledi: kadınlar, yoksul gençler ve
özellikle Türkiye’nin Batı’sında yaşayan
gerek sınıfsal olarak, gerek diğer nedenlerle (din, cins, dil vs) ezilenler.
İlk ikisine nispeten kolayca ulaşıp bir denge
oluşturabiliyordu. Sonuç olarak bunlar da Kürt direniş hareketinin içindeki
güçlerdi.
Ama üçüncüye gelince, esas zor olan ama başarılırsa zaferi
kazandıracak olan da buydu.
Bu nedenle yıllarca onlarla bağ kuracak, onlardaki ön
yargıları yıkacak, onları kazanacak köprü başları, bağlantı noktaları
oluşturmaya çalıştı.
Bu nedenle örneğin Pınar Selek gibi bu kesimlerden gelen ve
onlara bir niyet mesajını verecek isimleri öne çıkardı, gazetenin başına
getirdi; kendisinden ve Kürt hareketinden kaçan Türk solcularını, seçim ittifaklarında
bonkörce verdiği milletvekillikleriyle yanında tutarak bu mesajı vermeye
çalıştı.
Bu nedenle Sırrı Süreyya gibi, Ertuğrul kürkçü gibi isimleri
her zaman öne çıkarttı.
Ama tarihin ilginç istihzası, bunu bunların hiçbir, yani
esas olarak Türklerin içinden gelen biri değil (olamazdı da çünkü Türk
solcuları 80’lerin başından beri artık yükselen değil gerileyen ve çürüyen bir
hareketin ürünüydüler ve kendi devrimci geçmişlerini, geleneklerini ve
bildiklerini unutuyorlardı) yükselen Kürt hareketinin içinden çıkan biri
başardı: Selahattin Demirtaş.
Türkiye’nin batısında yaşayan insanların en hassas tellerine
dokunmayı başardı.
Dolayısıyla kendi eğilim ve niyetlerinin ötesinde Batı’da
Öcalan’ın, yukarıda Karasu’nun kısaca özetlediği, programının cisimleşmiş
ifadesi oldu.
Bu nedenle bir sembol ve bayrak işlevi vardı.
Savaşta bayrakların her zaman büyük önemi olur, hele geniş
kitleler nezdinde. Onlar etrafında toplanılacak bir nirengi noktası gibidirler.
Demirtaş’ın tasfiyesi Öcalan’ın yıllarca uğraşıp nihayet ilk
somut ürünlerini gördüğü stratejinin (ve tam da ulaşılmaya çalışılan kesimlerin
Erdoğan’ın İslamcı bir diktatörlük kurma niyetleri ve bu yöndeki saldırılarıyla
nihayet kitlesel bir yankı bulabilecek kıvama geldiği bir noktada) terkinden başka
bir anlama gelmez.
Siz başka niyetlerle yapsanız bile bu kesimler bunu böyle
anlayacaklardır.
Artık 7 Haziran seçimlerinde HDP’ye oy veren Alevi ve
Laikler, Böke’lerin, Cihaner’lerin yönetim aygıtında yer aldığı CHP’ye
dönebilirler ve döneceklerdir.
HDP, yıllardır içinden çıkmaya çalıştığı Kürtler gettosuna
kapanacaktır. Seçilen isimler de zaten bu mesajı vermektedir Öcalan’ın yıllarca
verdiği ve vermeye çalıştığının aksine.
Sezai Temelli “bileşen” denilen kişiliksiz, çürüyen ve
bürokrat Türk solunun bir temsilcisi olarak oradadır, bir dolgu maddesidir.
Buldan ise, Türkiyelileşme projesinin terkinin sembolik
ifadesidir.
Sorun Kürt Özgürlük Hareketi’nin, (haydi bu diplomatik ve
sosyolojik ve de hukuki bakımdan zararsız kavramı bir yana iterek daha açık
konuşalım) Kandil’in niye böyle bir karar aldığıdır.
(Şeyleri diplomatik değil gerçek isimleriyle ifade edersek,
HDP Kongresi aslında Kandil’in aldığı bu kararın HDP organlarından geçerek
resmiyet kazanmasıdır. İşin kötüsü devlet de, herkes de bunun böyle olduğunu
bilir, böyle bilmese de böyle anlar ama böyle değilmiş, sanki böyle bir şey
yokmuş gibi analiz yapar. Bizim meşrebimiz bu değildir. Ezilenleri ciddiye
alanlar gerçeklere dayanırlar analizlerinde ve çıkarsamalarında ve bunları da
açıkça yaparlar gizlemezler. Hele devletin ve egemen güçlerin bildiğini halktan
ve kitlelerden gizlememeye çalışırlar.)
Çeşitli iddialar ve söylentiler var. Bunları bilemeyiz ama
bildiğimiz bir şey var.
Bu karar Öcalan’ın yıllarca bin bir zahmetle oluşturduğu
stratejinin fiili terkidir.
Sonuçları da çok yıkıcı olacaktır. Hatta hendeklerden bile
daha yıkıcı. Kürt hareketinin tam tecridini getirecektir.
7 Haziran sonrasındaki hendekler ve özerklik ilanları eğer
yoksul Kürt gençlerinin bir sola sapmaları idiyse, gerçek önderler bunlara
karşı durur ve bu baskıya teslim olmazdı.
Maalesef bu yapılmamıştı. Sonra utangaç da olsa yapılanın
yanlış olduğu kabul edildi.
Şimdi tam tersine Kürt egemen sınıflarının, “ilkel milliyetçilerin”
baskısı ile Türkiyelileşmenin terk edildiği mesajı veriliyor.
Hendekler bir “sol” savrulma idiyse bu sefer tam sağa
savruluyor Kürt hareketi.
Bu sağa savruluşun ağır sonuçları çok geçmeden görülecektir.
*
Politika cesaret, kahramanlık, fedakarlık üzerinden
yapılmaz. Herkesin böyle olduğu kabul edilerek politik, stratejik, taktik ve
örgütsel sorunlar tartışılabilir.
En büyük fedakarlıklar ve cesaretler son derece yanlış
strateji ve taktiklerin aracı olabilir ve bu korkunç kayıplara yol açabilir.
HDP’nin, ya da Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu sağa ve “sol”a
savrulmaları, geçen yüzyılın 30’larında Sovyetler Birliği ve komünist
partilerin sola ve sağa savrulmalarına benziyor.
O zamanlar Komünist Partiler Almanya’da “sol”, İspanya’da
sağ politikalar (dünkü Hendekler ve bugünkü Demirtaş’ı tasfiye politikaları
gibi) Avrupa’nın Faşizm egemenliği altına girmesine ve bu da Hitler’in Sovyetlere
saldırmasının yolunu açmıştı. (Erdoğan’ın diktatörlüğünü oturtmasının yolunu
açıyor.)
Evet sonunda Hitler yenilmişti ama nice kayıplar karşılığı,
bunlar çok daha az kayıpla ve daha öncesinde engellenebilirdi.
Bugünün tek farkı şudur. Bugün Türkiye’de, o zamanlar
Avrupa’da yenilgilere yol açan politikaların benzerleri izlenirken, Suriye’de
aynı zamanda “İkinci Dünya Savaşı”nın benzeri yaşanıyor. Yani Nazi ordularının
yenilgisi gibi Erdoğan-Ergenekon diktatörlüğünün ordularının başarısızlıkları
yaşanıyor. O zaman birbirii izleyen aşamalar şimdi aynı zamanda bir arada yaşanıyor.)
Bunlar belki bir ölçüde Türkiye’de (yani o zamanın Avrupa’sına) yapılan
yanlışları amorti edebilirler.) Ama Türkiye’deki politikalar da Suriye’deki
kazanımları yok edebilir.
Buraya kadar Kongre’nin gerçek kararının gerçek sonucunun
politik anlamını ele aldık.
Şimdi bu kararın nasıl alındığına bakalım.
*
Demirtaş’ın (Türkiyelileşme ve Erdoğan’a karşı uzlaşmasız
mücadele) projesinin ve stratejisinin tasfiyesinin vardığı en son noktadan
başlayalım. Çünkü bu yapılanın anlamını en açık şekilde vurguluyor.
Şu haberi okuyalım:
“HDP 3. Olağan
Kongresi’ne sunulan Parti Meclisi listesi, delgelerin oylarıyla kabul edildi. Selahattin
Demirtaş PM listesinde 1’inci sırada yer aldı.
Pervin Buldan ve Sezai
Temelli’nin eş genel başkanlığa seçildiği HDP 3. Olağan Büyük Kongresi’nin
Parti Meclisi (PM) listesi de belli oldu. Selahattin Demirtaş listede birinci
sırada, Serpil Kemalbay ise ikinci sırada yer aldı. Delegelerin oylarıyla
seçilen yeni PM üyeleri şunları:
Selahattin Demirtaş,
Serpil Kemalbay, Adalet Aydın Sözkesen, Adnan Selçuk Mızraklı, Ali Kenanoğlu, Ali
Özkan, Ali Ürküt, Alican Önlü….”
Deniyordu ki, Selahattin Demirtaş’ın hapiste olması parti ve
örgüt görevlerini yapmasına engel oluyor.
Peki “Parti Meclisi”nde olmaya niye engel olmuyor? Parti
meclisi toplantılarını Edirne hapishanesinde mi yapacak?
Çok açık ki, bütün o Demirtaş hapiste parti görevlerini
yapamıyor sözleri Demirtaş’ın eş başkanlıktan alınmasının bahaneleriymiş.
Şimdi de şöyle bir gerekçeye sığınabilirler: “Demirtaş’ın
Parti Meclisi üyeliği semboliktir elbette toplantılara ve tartışmalara katılmayacaktır.
Bu ona saygımızın bir ifadesidir”
Peki o zaman da şu ortaya çıkar.
Eğer sembolik olmaya ve saygıya bunca değer veriliyorsa,
neden Eş Başkanlığa tekrar seçilip, yine fiilen sembolik ve Erdoğan’a karşı
senin arkandayız mesajı verilmedi?
Örneğin biz Demirtaş tekrar eş başkan seçilsin ama ikişer
üçer yedek veya ikinci eş başkanlar seçilir ve onlar aracılığıyla fiilen işler
yürütülür önerisi yapmıştık. Semboller önemliyse ve formüller bulunuyorsa neden
böyle bir çözüm aranmadı?
Bütün bu yolların düşünülmemiş olması, Demirtaş’ın eş
başkanlığa bir kez daha seçilmemesinin anlamını, bizzat bu kararı alanların
herkesten çok bildiğini ve kararın tam da bu mesajı vermek için alındığını
gösteriyor.
Yani sorun ne hukuki veya fiili ve örgütsel engeller, ne de
bir yere seçilmenin sembolik anlamlarını bilmemek değil, tam aksine bu anlamın
çok iyi bilindiği.
Tabanın tepkisini sönümlendirmek için Parti Meclisine
seçilip aman gözlerden kaçmasın diye, ismin baş harfi sıralaması bile
çiğneyerek listenin en başına koyularak “içiniz rahat olsun, o bizim bir
parçamızdır” mesajı veriliyor; ama aynı zamanda Erdoğan-Ergenekon
diktatörlüğüne, “bakın Demirtaş gibi artık hiçbir şekilde kabul edemeyeceğiniz
birini başkanlıktan almış bulunuyoruz, artık öyle uzlaşmaz değiliz” mesajı
veriliyor.
Bütün bu mesajlar, hep arka planlarda yapılmış veya yapılan
bazı temas ve pazarlıkların dışa vuran izleri.
Devletle gizli pazarlık yapılmaz. Her halde şu “barış
süreci” denen süreç bile bunun her zaman devlete yarayacağını göstermiştir.
Devlete karşı ancak açıklıkla mücadele edilebilir.
Her şey en geniş kitlenin önünde açıkça ve açıklıkla
tartışılırsa ancak devletin oyunları bozulabilir.
Bilmiyoruz ne yapıldığını, ama bütün belirtiler bir yerlerde
birileriyle gizli bir pazarlıklar yapıldığını gösteriyor.
Bu Türkiye’deki demokrasi mücadelesine, Kürtlerin üzerindeki baskı ve sömürünü kaldırılmasına değil onun en büyük düşmanı bu merkezi ve bürokratik devlete yarar. Bu defalarca denenmiştir.
Bu Türkiye’deki demokrasi mücadelesine, Kürtlerin üzerindeki baskı ve sömürünü kaldırılmasına değil onun en büyük düşmanı bu merkezi ve bürokratik devlete yarar. Bu defalarca denenmiştir.
*
Yapılan böylesine kitlelerden gizli ve çürük bir uzlaşma
olduğu için bu uzlaşma kitleler tarafından kabul edilmeyeceği için, bu
politikayı uygulamak nasıl gerçekleştirildi şimdi buna gelelim.
Burada Sırrı Süreyya kritik isimdir.
Sırrı Süreyya biliyoruz, görüşmelerde de kendisini yaraladığı hissedilen tabirle “postacılık” yapıyordu.
Sırrı Süreyya biliyoruz, görüşmelerde de kendisini yaraladığı hissedilen tabirle “postacılık” yapıyordu.
Devletle bir sürü gizli görüşmelerde bulunduğunu kendisi
birçok kez açıkça veya ima yollu açıkladı.
Demirtaş’ın başkanlıktan alınması sürecinde de hep ön planda
oldu. Hasip Kaplan’a karşı yaptığı affedilir gibi olmayan davranış bir süre
arka palana geçmesine yol açtıysa da bütün kritik momentlerde fiili uygulamayı
onun yaptığı hissediliyor.
Mesela herhangi bir yanlış anlama ve kontrolden çıkma
riskine karşı muhtemelen süreci ve hesapları en iyi bilen o olduğundan, işi
tesadüfe bırakmamak için Kongreyi bile Sırrı Süreyya yönetti.
Sırrı Süreyya, devletin İmralı görüşmelerinden beri iyice
tanıdığı ve denenmiş, Kürt hareketi ile ilişki kurma, mesaj iletme kanalıdır.
*
Geçenlerde birisi, Demirtaş’ın Avukatları dışında hiç
kimseyle görüştürülmemesine rağmen, muhtemelen özel bir izinle, Sırrı Süreyya
ile uzun bir görüşme yaptığını, bu görüşme üzerine Demirtaş’ın yeniden
başkanlığa aday olmayacağı mesajı verdiğini yazmıştı.
Yani Kandil, Devlet, Demirtaş arasında üçlü bir trafik
olduğunu var sayabiliriz. Bu trafiğin de Sırrı Süreyya üzerinden yürüdüğünü.
Keza bu bize Sırrı Süreyya’nın neden Hasip Kaplan’a öyle
saldırdığını da açıklar.
Muhtemelen işin kolayca hallolmasını engelleyen bir tepki
olarak gördüğü için, işi zora soktuğu için öyle bir tepki gösterdi.
Tabii Demirtaş’ın yapılan baskıya hemen teslim olmadığı ilk
açıklamasında görülüyor.
İlk açıklamasında, daha önceki yazılarımızda ayrıntılı
olarak analiz edip gösterdiğimiz gibi, aday olmamasını bir güven oyu alma
şeklinde ifade ediyor ve seçildiği takdirde görev almayacağı şeklinde bir
ifadesi de bulunmuyordu.
Aksine iyi okununca, parti tabanını konferanslarda
tartışarak örtülü olarak bu dayatmaya direnmeye çağırdığı belli oluyordu.
Demirtaş’ın aday olmayacağını açıklaması, Kürt basınında
Demirtaş’ın gerekçeleri gizlenerek kesen bir kararmı ve başka bir çözüm yolu
yokmuş gibi sunuldu ve konu Demirtaş’ın yerine kimlerin geçirileceği gibi bir
tartışmaya çekildi ve Demirtaş’ın gerçek mesajı boğuntuya getirildi.
Ne var ki, bu sefer değişik olan bir şey vardı.
Eskiden en farklı değişiklikler bile sorgulanmadan
uygulanırdı. İlk defa sorgulamalar çıkmıştı. Bu durumu hem Kürtlerin önemli bir
bölümü; hem de HDP’de örgüt bileşeni kontenjanından değil, bağımsız olarak
çalışan Türkiyeli sosyalist ve demokratlar da kabul etmiyorlardı.
Ancak Kürtlerin tepkisi, kolayca örgüt disiplini ile kontrol
altına alınabildi. Kürtler kendilerine ilk kez örgütlenmeyi ve insan olmanın
onurunu tattırmış bu hareketin ağırlığını koyması üzerine, “hem ağlarım hem
giderim” diyen gelin gibi, içlerinden Demirtaş’ı isteyerek, dışlarından “o
benim resmi görüşümdür” dercesine resmi söylemi tekrarladılar. Ama genellikle
gözleri başka sözleri başka sözler söylüyordu.
Bu durumda aslında ilk kez ses çıkaranlar HDP’de yer alan
Türkiyeli bağımsızlar oldular. Modern insanların davranışlarıyla tepkilerini
duyurdular. İmza toplamaya başladılar. Açıkça yapılanın yanlış olduğunu
savundular. Haberleşmek ve eşgüdüm sağlamak için o kısa zamanda ağlar kurmaya
çalıştılar. Bunar modern insanların ilk kez hiç de küçümsenemeyecek bir güç
olarak HDP’ye sahip çıkmalarıydı.
Bütün bu sürecin en büyük kazancı aslında budur.
Tamamen örgütsüz bu insanlar, Afrin savaşının da dumanı
altında kısa zamanda 5000’i aşkın imza toplayabildiler. İmza kampanyası açmak
var olan kampanyaya destek vermek, yapılanın yanlışlığını açıkça sorgulamak ve
tartışmak gibi davranışlar maalesef çok küçük bazı bireysel tutumlar dışında
Kürtler arasında pek görülmedi.
Hiç hesaplanmayan bütün hesapları bozacak bu girişim ve
tartışmalar karşısında HDP yönetiminin yaptığı, dışardan sanki hiç böyle bir ey
yokmuş gibi davranmak ama aslında bütün yapacaklarını bunları nasıl etkisiz
hale getiririm üzerine yoğunlaşmak biçiminde oldu. Elbette yokmuş gibi
davranmak da bu stratejinin temel bir unsuruydu.
İmza toplamanın güçlü olduğu görülünce, imza toplanmasını
engellemek için önce Demirtaş’tan benim adıma imza toplanmasın diye açıklama
almak oldu. Zaten operasyonu başarılı yürütmenin esas stratejisi, Demirtaş’ı bizzat
kendi sözleriyle vurmaya dayanıyordu.
Bu nedenle:
Bu nedenle:
Demirtaş aday olmayacağını açıklıyordu.
Demirtaş kendisi için imza toplayanlara imza toplamayın
zararlı oluyor diyordu.
Bu çizgi ta kongre salonuna kadar sürdürüldü ve sonunda bir
de Sırrı Süreyya’nın “ıslak imzalı” vurgulaması ve ekrana da bunun görüntüsünün
yansıtılmasıyla Demirtaş kendi sözleriyle vurulup, Demirtaş’ı yeniden aday
göstermek isteyenlerin (tüzüğe aykırı olarak kendisinin ve divanın böyle bir
yetkisi olmamasına rağmen) “bozgunculuk”,
“provakasyon” yapması, “mücadeleye zarar verme”si (İmza
toplamaya hep bu sözlerle saldırıldı. En demokratik bir hakkın kullanılması
bile böyle tanımlanıyordu.) girişimi engellendi.
Bu arada biz Demirtaş’ın kendisinin yeniden başkanlığı
hakkında imza toplanmasını yanlış bulan açıklaması üzerine kendisine yönelik
bir açık mektup yazmıştık. Birkaç gün sonra Demirtaş, Avukatları aracılığıyla bizim
bu açık mektubumuza cevap olarak, kendisini doğru ifade edemediğini, bir yanlış
anlama olduğunu ve elbette herkesin fikrini açık savunmak, imza toplamak, örgüt
politikaları hakkında fikrini açıklamak vs. hakkı olduğunu vurgulayan ve bu
çabaları takdirle karşıladığını belirten bir açıklaması iletildi. Yani Demirtaş
yapılan imza kampanyasını bir hak olarak gördüğünü ve yanlış bulmadığını ifade etmiş
oluyordu.
Aslında 9 Şubat Cuma günü yolladığı mesaj da genele yönelik
olarak aynı anlamdaydı. Bu mesajında şunları yazıyordu:
“Bütün dostların
dayanışması beni onurlandırdı. Ama aynı zamanda dosta düşmana da HDP’nin nasıl
dinamik aktif bir tabana sahip olduğunu gösterdi. Emin olun ki içeriden
dışarıdan HDP’yi dizayn etmeye çalışan bütün unsurlara haddi bildirildi. Gönül
rahatlığıyla kongreye coşkuyla giderek en güçlü birlik mesajı verme zamanıdır
artık. Ben de HDP’de en aktif şekilde çalışamaya devam edeceğim zaten. HDP’ye
sahip çıkan şahsımda güven duygusunu pekiştiren bütün arkadaşlara içten selam
ve teşekkürler.”
Bu mesaj belli ki işlerin planlandığı gibi yürümeyebileceği
riskini ortaya çıktığını gösteriyordu.
“Bozguncular”, “Provokatörler” “örgüte zarar verenler” bu
planı son anda bozabilirler, bir kazaya yol açabilirlerdi. Bu son mesaj bunlara
bir cesaret verme anlamı taşıyabilirdi. Kongre divanına Demirtaş’ı aday
göstermeleri durumunda her ne olursa olsun bunun oylamaya sunulmasını
engellemek gerekirdi. Oylamaya sunulduğu takdirde Demirtaş’ın seçilmesini kimse
engelleyemez ve bir çuval incir berbat olabilirdi. Gerçi divanın engellemesinin
bin bir daha önceki kongrelerde denenmiş yolu vardı ama ama işi sağlama
bağlamak gerekirdi.
Böylece Cuma günü bile hala beni aday göstermeyin demeyen
hatta bu yöndeki çabaları “içeriden
dışarıdan HDP’yi dizayn etmeye çalışan bütün unsurlara haddi bildirildi” diye
öven Demirtaş’tan 10 şubat Cumartesi günü alelacele “ıslak imzalı” el yazısıyla bir belge alarak ve bunu bir de ekrana
yansıtmak zorunda kalarak ve bunun ardından da hiçbir yetkileri olmadığı halde tüzüğü
ve en basit demokrasi kurallarını çiğneyerek
(çünkü 5000 kişinin imzaladığı bir dilekçe, demokrasiyi ciddiye alan bir
örgütte tüzüksel bir zorunluluk olmasa bile, mahiyeti gereği gündeme alınır ve
tartışılır. İnsanların ancak böyle davranarak kararlara ve örgüte katılımı
teşvik edilir.) herkesin itirazları susturuldu ve Sırrı Süreyya’nın el çabukluğu
ile operasyon tamamlandı.
*
Kim kazandı?
Görünüşte Sırrı Süreyya’nın baş rollerde olduğu hissedilen,
muhtemelen Kandil tarafından da istenen (çünkü suskunlukları bunun kanıtı
sayılabilir) bir politika değişikliği semboller ve kişiler üzerinden yapıldı.
Türkiyelileşme ve Erdoğan’a karşı uzlaşmaz mücadele
stratejisinin sembolü Demirtaş uzaklaştırıldı. İlk bakışta kazandılar.
Ama aslında kaybettiler.
Görüşlerini açıkça savunarak, karşı tarafın argümanlarını çürüterek,
insanları ikna ederek bir kazanma olmadı bu?
Demirtaş’ı kendi beyanlarıyla vurarak, onları çarpıtarak, algı operasyonları yaparak, karşı çıkanları bozgunculukla suçlayarak, eldeki basın aracılığıyla manipülasyonlar yaparak, örgütün hem tüzüğü hem de en sıradan demokrasi ilkeleri ayaklar altına alınarak, tepkiler disiplin adına bastırılarak elde edilen bir zafer oldu bu.
Demirtaş’ı kendi beyanlarıyla vurarak, onları çarpıtarak, algı operasyonları yaparak, karşı çıkanları bozgunculukla suçlayarak, eldeki basın aracılığıyla manipülasyonlar yaparak, örgütün hem tüzüğü hem de en sıradan demokrasi ilkeleri ayaklar altına alınarak, tepkiler disiplin adına bastırılarak elde edilen bir zafer oldu bu.
Bu için biçimsel yanı.
İçerik olarak kabul edilen politika hem çürük ve halktan
gizli ne olduğunu bilmediğimiz uzlaşmalara dayandığı için, hem de mahiyeti
gereği yanlıştır.
Çok ağır kayıplara yol açacaktır. Hatta Suriye’deki
kazançları bile tehlikeye sokacaktır.
Zaten şimdiden uzun yılların çabasıyla edinilmiş Türkiye’nin
batısıyla bağlara vurulmuş ağır bir darbedir.
Ancak
Bu politikanın böylesine kotarılabilmesinin en büyük suçlusu
şu “bileşen” denen Türk sosyalistleridir. Onlar bir parça olsun direniş
gösterebilselerdi böylesine kolaylıkla oturtulamazdı bu değişiklik.
Kürt hareketi bir dereceye kadar anlaşılabilir. İçindeki
dengeler onu buna zorlamış olabilir. Kürt hareketinin kendine has bir pragmatizmi
de vardır.
Ama Türk solcularının görevi onun ileri yanlarını
desteklemek ve güçlendirmek olması gerekirken, en geri yanlarının
pozisyonlarını ve tutumlarını güçlendirdiler.
Kürt hareketini ilerletici değil, geriletici bir işlev
görüyorlar ve Kürt hareketinin en geri kesimlerinin fiili ve zımni işbirlikçileri
olmaya devam ediyorlar.
Bu zafer bir “Pirus Zaferi” olmuştur.
İlk kez bireyler bu örgütte baş kaldırdı, açıkça tartışmadan
kaçınıldı, idari ve diğer yöntemlerle bu karşı çıkışları şimdilik yenilgiye
uğratılmış gibi görünüyor. Ama aslında kazananlar kaybetti kaybedenler kazandı.
Bunu kısa zaman sonra göreceğiz.
*
Aşağıda iki delegenin yazıları var. Bunlardan birisi Serap
Akpınar isimli delegenin Kongrede imzacıların karşılaştıklarına ilişkin
açıklamaları. Facebook’ta paylaşmış. Oradan aldık.
Diğeri Fatma İrier isimli delegenin “Blogum yok. O nedenle sizler vasıtasıyla bu konuşturulmadığım konuşma.
Metnini bildiğiniz bloglarınızda paylaşır mısınız.” notuyla yolladığı, “Ancak,
Sırrı vekilimizin kongre divanı eşbaşkanı olarak "ver coşkuyu ver
coşkuyu" minvalinde ustalıkla yürüttüğü Divandan defalarca söz talep
ettiğim halde söz hakkı alamadım. Sabahın 6 sından akşamın 7 sine kadar
hazirunda bulunmuş bir delege olarak, bu kadar saat orda bulunupta
tek bir delegenin konuşamadığı bir kongre”de yapamadığı konuşma.
Kongre’nin gerçek atmosferi hakkında daha sağlam bilgiler
edinmemizi sağlar.
*
Önce Serap Akpınar’ın “Kongre
dönüş yolunda” başlıklı Kongreyi anlatan yazısı:
“HDP'li dostlarimin coskulu, mutlu, umutlu paylasimlarina bir yenisini
eklemektense, taniklik ettigim Kongre surecinin farkli bir kac yuzunden birini
paylasmak istedim.
Gunlerdir, haftalardir Selo Baskanin,
Kongre TARAFİNDAN neden yeniden aday gosterilmesi gerektigi argumanlarini
izlemissinizdir zaten. Dolayisiyla, bu yogun talebimizin gerceklesmemis
olmasini, simdilik usulca maziye birakip kendisini aday gosteren delegeler
olarak ne yasadigimizdan kesitler paylasacagim.
Bizler Demirtasin aday olmasini talep eden
onergemizi imzaladik. İmza standi acmamiza once izin verilmedigi icin, delege
salonunda imza toplamaya basladik.
"Gorevli" karti tasiyan
arkadaslar biz delegeleri azarlayip, salondaki "KONGREYE ZARAR VEREN BU
FAALİYETİ", sona erdirmemizi talep ettiler sert dille. Provokasyon
yaptigimizi soyleyenler de oldu. Onlara, delege olmaktan kaynaklanan demokratik
hakkimizi kullandigimizi ve boyle bir mudahele haklarinin olmadigini anlattik.
Bir ara koltuk siralarini asarak yerel
kiyafetli bir genc kadin adeta uzerime dogru ucarken diger kadinlar kurtce bir
seyler soyleyerek onu zaptetmeye calistilar. O sirada bir imzacinin bilgileri
yazmasini bekledigim icin bir sey soramadim. Sonra uzerime ucan kadinin yanina
gidip, ofkesinin nedenini sordum. Kisacasi beni bir bozguncu olarak goruyordu
ve "cik git salondan, delegeler senden rahatsiz" dediginde, elimdeki
imzalari gosterip "ben zaten rahatsiz olmayanlar icin buradayim"
dedim.
Her topladigimiz imza basina ortalama 2-3
mudahele ile karsilastik.
Ama bunlarin icinde bana "pes"
dedirten "engelleme", turkcesi cok iyi olmayan bir Kurt delegeye
nihayet derdimi anlattigimda basima geldi. Delege arkadas oyle sert bir sekilde
elimdeki kagitleri ve kalemi cekti ki, yirtacak diye korktum. Oysa coskuyla
"Evet, evet, imzalarim, ben Selo baskani istiyorum. Her biji Selo
Baskan!" coskusuyla imza kagidini doldurmaya basladi ki, delege ile
aramiza sert bir itis hareketiyle bir "gorevli" girdi. Ve imzaci
delegeye Kurtce bagirmaya ve azarlamaya basladi. Delege huzunlu gozlerle bana bakip
kafa salladi ve doldurabildigi ceyrek satirin uzerini karaladi.
Paylastigim fotograf, ben salonda imza
toplarken arkadaslarimizin kurmasina nihayet izin verdikleri imza standi.
Koca Arena Spor Salonu'nu ozene bozene ve
basariyla suslemis, bezemis olan yoldaslarimiza tesekkurlerimi sunarken, 3
milletvekili arkadasimiza, "henuz Kongre baslamadi bile ve Demirtas bizim
hala es genel baskanimiz degil mi? O halde nicin tek bir fotografi bile
yok?" soruma aldigim en nazik cevap "bunlari sonra konusuruz yoldas"
oldu.
İste paylastigim bu fotografta, imza
standinda gordugunuz Demirtas resimleri, koca ARENA salonunda gorup
gorebileceginiz tek Demirtas resmi idi.
Tum baskilara, delegelere ulasmamiza konan
engellere karsin toplayabildigimiz 120 kadar imzanin, bir kisminin uzeri imzacilarin
kendisi tarafindan "fikir degistirdikleri" gerekcesiyle cizildi. Yani
imzalar geri alindi.
İmzalari divana verirken 70 civarinda
gecerli imza vardi.
Bizim imza faaliyetimizden haberdar olan
"yetkilierimiz" bir karsi hamle olarak dun, yani 10 Subat'ta
Demirtas'tan kendi el yazisi ve imzasiyla "beni aday gostermek icin imza
veren arkadaslar olmasi durumunda, onur duyarim ama es baskanliga kesin aday
olmayacagim, partim baska gorev verirse kabul ederim" minvalinde bir yazi
almis.
Sonucta, Pervin Buldan ve Sezai Temelli'nin
aday olmasi icin imzaci olanlarin isimlerini buyuk bir cosku ile tek tek okuyan
Sirri Sureyya Onder, Demirtas'in aday olmasini isteyen 76 imza var"
diyerek, hepimizi İMZA'ya indirgemis oldu. Boylece Buldan-Temelli onergesini
veren kiymetli imzaci isimler karsisinda biz adi bile okunmaya gerek duyulmayan
sefil imzacilarin adayi olarak sunulmus oldu Selahattin Demirtas.
Son hamle olarak da dev ekrana Demirtas'in
mesjini yansitarak, "kendisi istemedigi icin, Demirtas'in adayligini
isteyen imzacilarin onergesini Divan isleme koymayacaktir" diyerek konu
baglandi.
Divan, bu şık hamlesini "tutuklu
oldugu icin pratik olmuyor esbaskanlik yapmasi" gerkcesiyle harcadiklari
Demirtas'i Parti Meclisi'nden aday gostererek "RUTBE TENZİLİ"yle
taclandirmis oldu.
"Gorevli" arkadaslara
"delegeler" olarak direndik.
Boyun egmedik, bu da size dert olsun.”
*
Fatma İrier’in kongrede yapamadığı
konuşması:
“Değerli Kongre
delegeleri,
Sayın Divan,
Değerli konuklar.
İstanbul ümraniye
ilçesinden genel kurul delegesi Fatma
İrier ben. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
3. Olağan genel
kongremizde , partinin geçmiş beş yılının eleştirel değerlendirmesi ve yapısal
sorunlarına odaklan bir konuşma yapmak isterdim. maalesef bu kongrede yapısal
sorunlarımızı tartışarak çözüm üretecek bir
hazırlık ve ruhhalinde değiliz.O nedenle
konuşmamı esas olarak sayın eş genel
başkanımız Selahattin Demirtaş’ın
yeniden seçilmesi üzerine
yoğunlaştıracağım.Ancak yine de
önemle altını çizmek
istediğim en önemli yapısal sorunumuz
hakkında birkaç cümle etmek istiyorum . Ümraniye ilçe Konferasımıza ilettiğim raporumda da altını özellikle
çizdiğim yapısal sorunlarımızdan birincisi
ve en önemlisi HDP nin hala bileşenler hukukuyla, “mutabakat
komisyonları”yla yukardan aşağıya
örgütlenme ve politika üretme( yani üretememe)ile yol yürümeye
çalışmasıdır.
“farklılıklara
rağmen birarada olmak ve birlikte siyaset üretmek” gibi güzel ve anlamlı
bir tanımlamaya rağmen HDP kuruluşundan
beri parçalı yapı olmaktan
kurtulamadı. Her bileşenin kendi iç hukuku ve kendi paralel örgüt
yapısı, HDP’yi üye ve birey hukukuna dayanan
bir parti olma yolunda değil, bileşenlerin kontenjan anlaşmalarıyla
yukardan belirlenen bir koalisyon
platformu olmaktan çıkaramadı. HDK İçin
gerekli ve geçerli olabilecek temsilciler meclisi ve mutabakat komisyonları
biçiminde örgütlenme modeli HDP de aynen
tekrar edildi. hatta
kurumsallaştırıldı.
Devletin sistemli
saldırıları ve zorbalıkları karşısında ,
birlikte direnmek ve birbirine tutunmanın dışında, canlı üretken , gelişen , yeni ilişkilere ve
kesimlere açılan,yaygın yerel (mahalle)
örgütlenmelere sahip ve yerelin iradesini yukarıya taşıyan bir yapı olamadı.
Yine bu bileşen-kontenjan
hukuku nedeniyle yönetim organlarının oluşumu da niteliğe, verilen zamana ve emeğe,
liyakata ve mücadele içinde birbirini tanımaya göre değil bileşenlere
tanınan oranlara göre yapıldı.
Bu şekilde devam ediyor. Bu zaaflı durum partinin
merkezi yapılanmasıyla taban örgütlenmeleri
arasında olması gereken doğru organik
ilişkinin kurulamamasına ve yukardan aşağıya “talimatcı” merkeziyetçi bir yönetim
anlayışının hakim olmasına yol
açmaktadır tüm partiyi kapsayacak strateji ve
bütünlüklü bir politik program oluşturmak yerine, güncel politik
gündemlere söz oluşturma ve yukardan aşağıya
sürekli bir günlük etkinlik planlamanın ötesine geçmeyen yönetme anlayışı ile devam edilegelmiştir. İllerin, bölgelerin, ilçelerin
özgünlükleri gözetilmeden , onların
özgün planlamaları dikkate alınmadan ,
yukardan aşağıya planlanan eylemlere kitle taşıma (adam gönderme) biçimi öne
çıkmıştır.
Bu haliyle HDP demokratik olmayan bir işleyişe sahiptir. Ülke
için önerdiği demokratik cumhuriyet
modelini önce kendi partisinde demokratik
bir işleyişle ortaya koymalıdır.
Bu en önemli yapısal
zaaf aşılmadan, parti aşağıdan yukarıya bir yeniden yapılanma ve yeniden
örgütlenme stratejisini önüne koymadan
bu şekilde daha ileriye yol alamaz. Türkiyenin anamuhalefet partisi ordan da iktidarı
hedefleyen partisi haline gelemez.
Yine bu yapısal zaafı
ve anti demokratik merkeziyetçi yapısı nedeniyle, “MUTABAKAT KOMİSYONU” nun partiyi bir
“başkanlık” tartışması içine sokması ve kongreden aylar ve günler önce,
partinin en yüksek iradesi olan genel kurul iradesini de hiçe sayar bir
şekilde eşbaşkan isimleri ileri sürüp
isimler netleşti vb türü haber yaptırması iyi niyetle açıklanamaz. Soruyorum
burdan, eşbaşkan kim olacak
sorularına kongre hazırlık komisyonundaki yönetici arkadaşlar, “partimizin en üst iradesi kongremiz karar
verecek” diye kısaca cevap verip geçmek
yerine türlü türlü yorumlarla,
tartışmalara ve spekülatif haberlere ,
türkmü kürtmü olsun gibi ırkçı çıkışlara konu
haline neden getirdiler ? , sonunda da üyelerin ve partiye oy vermiş,gönül verip umut bağlamış
insanların, parti dostu aydınların hem
de changorg da imza kampanyası başlatmasına
neden yol verdiler ?Bunun cevabını bu kongreden çıkışta anyalacağız.
Çelişki gibi
algılanacak ama, bir bakıma da iyi oldu
bu konunun kamuoyu önünde açık açık tartışılması. Selahattin başkanın nezaketen içerde olduğu
için aday olmayacağı mektubundan ve son sözü kongreye bırakmasından sonra , kongrenin iradesine başvurmadan yeni aday belirleme derdine düşen “MUTABAKAT KOMİSYONU” nun HDP nin bir kitle partisi olduğu yanıyla pek
ilgilenmediğini görmüş oldum. Hatta içeriye bir şekilde haber gönderilerek bizzat Selo başkan
tarafından imza kampanyasının durudurulmasını sağladığını gördüm. Partinin
yakın ve uzak halkalarında bir umut haline gelmiş olan muhalefet önderliği ve bunun da ancak
Selahattin Demirtaşın sağladığı liderlik
vasfıyla örtüşmüş olduğu gerçeğini gördüm.
“mutabakat komisyonu”
eliyle partinin kendi ayağına kurşun sıkmaya hazırlandığını gördüm. HDP’de bu dönemde başkanlık sorununun bir tüzük, kural, hukuki
sorunlar, teknik meseleler,personal işi vb .gerekçelerle Selahattin Demirtaş’tan mutabakat komisyonu
eliyle vazgeçilmesini gördüm. Hepimiz
okuduk. Başkan mektubunda kendi durumuna dikkat çekerek siyaset nezaketini,
ortaya koymuş ancak son sözü Kongremize, halklarımıza bırakmıştı.Nevar ki
mevcut yönetimdeki mutabakatcı arkadaşlarımız, bunun üzerinde durmak,
Eşbaşkanımız böyle bir irade beyanında bulundu ama son sözü partimize halklarımıza bıraktı,tekrar görev verilirse
bunu onurla taşımaya devam edeceği mesajını da iletiyor diye altını çizmek
yerine, “oh be “ dercesine , yeni aday belirleme arayışına girdi. Bu arada herbiri birbirinden
kıymetli bir çok arkadaşımızın adı üzerinde sosyal medyada yıpratıcı tartışmaların yapılmasına yol açtı.
Dahası mevcut yöneticilerimizin , yine
Eşbaşkanımız Selahattin Demirtaşın söyleşide belirttiği “HDP nin
kollektif önderliğinin
başarısızlıklarının bir özeleştirisi olarak aday olmamayı düşünme”sini ise özeleştiri yüklerini sırtlarından atma rahatlığı içinde gördüm.
Sonuca geliyorum.
Kongremiz Selahattin Demirtaşı
yeniden Eş genel başkan seçmelidir.
Selahattin
Başkanı yeniden eş başkan seçmemek
demek:
-Saraydaki zata “seni başkan yaptırmayacağız” tutumumuzdan
vazgeçmek demek,
-“Türkiyeleşme” ve
türkiye halklarının ana muhalefet partisi
olmak hedefinden uzaklaşmak demek, Selahattin Başkanı yeniden eş başkan seçmemek demek;
- Kendisine tek güçlü
rakip gördüğü için devlet aygıtıyla rehin aldırdığı Tayyıp Erdoğana istediğini
vermek demek. Devletin bu hukuksuz rehin
politikasını meşru görmek demek.
- Selahattin Demirtaş gibi halkların geniş
sempatisini kazanmış bir liderden yoksun olarak gireceği ilk seçimde HDP yi baraj altına itmek
demektir.
Tekrar vurgulamak
istiyorum ,kongremiz Selahattin Demirtaş’ı hem eş genel başkanımız olarak
seçmeli ,hem de Türkiye Halklarının Cumhurbaşkanı Adayı olarak İLAN ETMELİDİR.
Teşekkür ediyor saygılar sunuyor, kongremize başarılar
diliyorum.
11/02/2018”
*
12 Şubat 2018 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder