8 Aralık 2017 Cuma

Bir Devrimin Eşiğinde (7) – Ateşin İnsan Oluş Sürecindeki Önemi ve Kıvılcımlı’nın Yanılgıları (2)

Önceki yazıda Ateş’in de tıpkı el baltası ve sopa gibi bir araç değil, canlı gibi bir cansız organ olduğuna, toplumu biçimlerini değil, canlı türlerini değiştirdiğine, bunun insan türünün oluşumundaki önemine değinmiş ve ateş olmadan bugünkü insan anatomisinin açıklanamayacağını, vücudun enerjisinin yüzde yirmisini harcayan beynin (zekanın) tamamen fiziksel ve matematik olarak hesaplanabilir sınırlar nedeniyle, bu şekilde gelişemeyeceğini göstermiştik.
Bu yazıda Kıvılcımlı’nın (ve Engels’in) bu süreci ele alışında aynı mahiyetteki temel metodolojik ve kavramsal yanılgılarına değineceğiz.
Burada Metodolojik ve Kavramsal sözcüklerinin altını çizmemiz gerekiyor.

Elbette gerek Kıvılcımlı ve Engels’in; gerek onların temel kavramlarını aldıkları Morgan’ın olgulara ilişkin bilgisi çok sınırlıydı. İnsan türlerine ve bu türlerin gelişimine ilişkin bugünkü verilerin hiç biri yoktu. Çoğu durumda, akıl yürütme ile böyle olmuş olacağını veya olması gerektiğini yazıyorlardı.
Bir örnek. Engels, yabanıllığın aşağı aşamasını tanımlarken şunları yazıyor:
“Tarihsel dönem boyunca bilinen bütün halklardan hiçbiri, bu ilkel durum içinde yaşamıyorlardı. Binlerce yıl sürmüş olmasına karşın, bu durumu dolaysız tanıklarla gösteremiyoruz. Ama, bir kez insanın hayvandan geldiği kabul edilince, bu geçiş döneminin kabulü de kaçınılmaz olur.” (F. E. , Ailenin Devletin.. Kökeni)
Keza, bizzat kendileri bu alandaki yeni kaynakların ve bilgilerin ne kadar hızla geliştiğini de vurgularlar.
Bu son derece olağandır. Onlar ciddi bilim adamlarıydı. Her adımda teorilerini olguların ve olayların mihenk taşına vurmaya çalışırlardı.
Bu nedenle biz burada eleştirilerimizi, yeni bulgular ve veriler ışığında, Kıvılcımlı, Engels ve Morgan’ın tahmin ve öngörülerindeki yanlışlar açısından yapmayacağız. Olgulara ilişkin yanılgılarını yokmuş gibi var sayacağız. Eleştirimiz konuyu ele alışlarındaki kavramsal araçlar bakımındandır..
*
Kıvılcımlı Engels’in şu görüşünü paylaşmaktadır.
İnsanlığın tarih-öncesi dönemini, bilinçli bir biçimde belirli bir düzene koyma işine ilk girişen Morgan olmuştur; ve çok sayıda yeni belge herhangi bir değişikliği zorunlu kılana kadar, onun olguları sınıflandırma biçimi, kuşkusuz yürürlükte kalacaktır.”
Kıvılcımlı’nın yapmaya çalıştığı, yeni antropolojik bulgular ışığında bu Morgan’ın şemasının doğruluğunu kanıtlamaya ve somutlamaya çalışmaktır.
Morgan, insanlığın tarih öncesini, iki büyük alt başlığa ayırır:
a)      Vahşet
b)      Barbarlık
Bunların her biri de kendi içinde aşağı, orta ve üst (yukarı) diye üç aşamaya ayrılır.
Şimdi burada kritik soru şudur.
Bu Vahşet ve Barbarlık nedir?
Kıvılcımlı ve Engels bunu tem anlamıyla bütün derinliği içinde sorup bir cevap arayıp, cevabı mantık sonuçlarına götürmemişlerdir. Bir bakıma yanlışlarının temeli burada bulunmaktadır.
Vahşet ve barbarlık, bugün kullandığımız anlamda, ahlaki kavram ve kategoriler değildir. Bunlar toplum biçimleridir. Sosyolojik kavramlardır. Ya da en azından öyle kabul edilmektedirler.
Ama bu durumda ne oluyor?
Böylece toplumun ortaya çıkışı, ta ayağa kalkmış ilk insansı maymunlara kadar geri götürülmüş olmaktadır. Yani bugünkü veriler ışığında konuşursak, aşağı yukarı toplum 4 milyon yıldır var sayılmış olmaktadır.
Zaten tam da böyle olduğu için, Engels Emek’ten, Alet’ten söz edebilmektedir. Aslında kendi kendisiyle çelişir bir yandan Engels, çünkü “alet” kullanmanın ve emeğin baş parmağı değiştirdiğinden, yani organik bir değişikliğin söz konusu olduğundan söz eder.  Yani türün değiştiği, biyolojik yasaların ve biyalojik bir hareketin esas olduğunu söyler ama aynı zamanda bunu biyolojik değil, sosyolojik kavramlarla tanımlar. Cansız organ demez, alet ve emekten söz eder.
Kıvılcımlı Ateş üzerinde durur ve aynı yanlışı kendisi de yapar.
Halbuki toplum, zekanın, kültürün ortaya çıkışını var sayar. Toplum’un ortaya çıkışı son derece yeni bir olgudur. Muhtemelen 70.000 ila 100.000 yıl önce, Afrika’da Ekvatorun güney taraflarında bir yerlerde gerçekleşmiş olmalıdır. (Büyük bir olasılıkla bugünkü Güney batı Afrika’da, çünkü oralarda yaşayan San halkı, hem genetik olarak en geri gidendir, hem de linguistik olarak en eski ve saklatmalı bir dile sahiptir.
Elbet Kıvılcımlı ve Engels bu bilgiden yoksundurlar, ama burada sorun bilgi sorunu değil. Olguyu ele alıştaki kavramsal araçlar sorunudur, analitik kavramlara ilişkin bir sorundur.
Kıvılcımlı ve Engels’in yanlışının olgularla ilgili değil, kavramlarla ilgili olduğu bizzat bugünkü antropologların yaklaşımlarında da görülebilir. Onlar en modern sonuçları, olgular hakkında en zengin verileri bilmelerine rağmen Engels ve Kıvılcımlı ile aynı yanlışları yaparlar. Hatta onların böyle yanlış yapmalarının bir nedeninin sosyalist hareketin emeğe büyük değer veren politik kültürünün olduğunu bile söyleyebiliriz.
Bugün konuyla bütün bilim insanları, yani antropologlar olgular hakkında aşağı yukarı aynı bilgilere sahip.
Ama antropoloji de Toplum’u Kültürün doğrudan bir devamı olarak gördüğünden, “Toplum nedir? Ne zaman ortaya çıkmıştır? Taş balta, sopa, ateş bir alet midir, organ mıdır?” gibi soruları sormamaktadırlar.
Pek ala hepsi, en azından iki milyon yıl boyunca, el baltasının neredeyse hiçbir evrim geçirmeden aynı kaldığı bilgisine sahiptirler; hepsi son 50.000 ile 100.000 yıl arasında bir şeyler olduğu, adeta bir patlama yaşandığı, ama bu patlamayı yapan insanların öncekilerden biyolojik olarak hiç de farklı olmadığını, keza bu dönemde ilk kez sanat eserleri ortaya çıktığını bilirler.
Hepsi bugünkü insanların bir tür “şişe boğazı”ndan, “dar geçitten”  geçtiğini söylerler. Çünkü bugün yeryüzündeki tüm insanlar, yani homo sapiensler, 70.000 yıl kadar önce yaşamış bir birkaç yüz kişilik küçük bir popülasyondan gelmektedir.
Ama bunları açıklayamazlar bir türlü ya da Endenozya’da patlayan bir volkanla açıklamaya çalışırlar.
Yani sorun, bakış açısıyla, kavramsal araçlarla ilgilidir.
*
Kıvılcımlı, Morgan ve Engels’in şemasını aynen alıyor.
Alıntılayalım:

Tarihöncesi iki büyük çağa ayrılıyor: Birincisi PALEOLİTİK (Eskitaş) çağı, İkincisi NEOLİTİK (Yenitaş) çağı... Arkeolojinin Paleolitik dediği Eskitaş çağında insanlık, sosyolojinin VAHŞET adını verebileceği toplum biçiminde yaşardı. Arkeolojinin Neolitik dediği Yenitaş çağında insanlık, Sosyolojinin BARBARLIK adını verebile­ceği toplum biçimine girdi. H. Morgan ("Ancient Socety, or Re­searches in the Lines of Human Progress from Savagery fhrough Barbarism to civilization", London,1877) gerek Vah­şet, gerekse Barbarlık çağlarını (aşağı - orta - yukarı) olmak üzere ayrıca üçer Konak (Stage) bölümüne ayırır.
Yüz yıldan beri elde edilen bilgiler bu sağlam bölümlemeye aykırı düşmedi.”
Veya şu satırlar:
"Aşağı Vahşet Konağı: Ateşin keşfinden öncesi idi. İnsan, is­ter istemez. Tropik denilen yakıcı sıcak iklimlerde yaşar. Cava ve Afrika'da izleri bulunan Pitekantrop (Dik Maymunadam) gibi.
Orta Vahşet konağı: Ateşin keşfedildiği konaktır. İnsan, sıcağı yanına alarak, yeryüzünün buzlu iklimlerini açmaya doğru uzun maceralara atılır. Çin'den Britanya adalarına dek uzanan bu konak­ta Pekin Sinantropu, Heidelberg, Piltdown insanlar ve Neanderhal insanlar basamak basamak modern insana doğru gelişirler.
Yukarı Vahşet konağı: Ateşin keşfinden sonrasıdır. Burada okla yayın keşfi toplum zenginliğini güzel sanat ve ölü gömme derecelerine yükseltir.”
Olgusal yanlışları ve olgulara ilişkin yorumlama yanlışlarını bir yana bırakalım.
Ne yapıyor Kıvılcımlı?
İnsan türleri ve evriminden söz ediyor, yani biyolojik bir evrimden söz ediyor ama bunları toplum türleri veya biçimleri olarak tanımlıyor.
Yani tür değişimlerini toplum biçimi değişimleri ile çakıştırmaya çalışıyor.
Yani bu kavrayışa göre, maymun benzeri canlı eline taşı veya sopayı alıp sürekli olarak ayakları üzerine yaşamaya başladığında topluma da geçilmiş oluyor.
Çünkü topluma geçiş ve insana geçiş özdeştir Kıvılcımlı’da tıpkı bugün Amerikan sosyolojisi veya sosyal antropolojide olduğu gibi, kültürün değişimleri vardır. Toplum diye, üretim araçlarını değiştirerek toplumsal örgütlenmesini değiştiren yeni bir canlı türü, hareket ve varoluş biçimi yoktur.
Kıvılcımlı’nın kimi antropologlara yaptığı itiraza bakalım.
PALEOLİTİK İNSAN: VAHŞET
Bilginler, bugün yukarıda adı geçen varlıklara insan demeli mi, dememeli mi sallantısındadırlar. Bu tartışmalar, insanı, çömlek gibi balçıktan Adem biçiminde yaratıveren medeniyet gelenekle­rine alışmaktan ileri gelse gerek. Balçıktan yaratma fikrinin insan kafasında yer etmesi, toplumda çömlekçiliğin üremesi ile müm­kün olabilirdi. Çömlekçilik ise Vahşet çağının kapanıp barbarlık çağının açıldığı gün başlamıştır. Geleneklerin "Adem"i, çömlekçi­liğin yarattığı barbarlık konaklarından birine uyabilir. Çömlekçiliği bilmeyen vahşiye insan dememek, insanın oldu olasıya bugünkü biçimiyle gökten yere inmiş bulunduğunu, hiç değişmediğini söy­lemeye varır. Gerçekse, bunun tersini göstermektedir. İnsan: İki ayağı üstünde yürüyüp, iki eliyle alet kullanan ilk yaratıksa, ilk vahşi de, Pitekantrop da insandır.” (abç)
Görüldüğü gibi taş baltayı ve sopayı bir alet olarak, bir üretim aracı olarak ele almaktadır. Temel yanlışı buradadır.
Bu hata toplum ve insan türünü özdeşleştirme ile ilgili olarak yapılan bir hatadır.
“İnsan her zaman toplum ortamının yaratığıdır. Yalnız, vahşet çağında yüzbinlerce yıl doğrudan doğruya çıplak tabiat etkisi altın­da kaldığı için, bütün canlılar gibi Darwinizmin "Tabii Seleksiyon" kanunlarına daha çok uğramış ve değişe gelmiştir. Bugün yeryü­zünde sözün bilim anlamıyla vahşi insan yoktur. Vahşet çağının bütün insan tiplerini ancak fosil olarak yeraltında bulabiliyoruz. İnsan, Pitekantrop türüyle Aşağı Vahşet konağına girmiş, Sinantroptan Neandertal türüne dek Orta Vahşet konağını yaşamış, Sa­piens türüyle Yukarı Vahşet konağına çıkmıştır. Bu üç ayrı vahşet konağında gelişen her ileri tür insan, kendinden önceki geri insan türünü yok etmiş görünüyor. Yeryüzünün şu veya bu köşesinde Neandertal veya Sapiens tipini andırır tek tük insan biçimlerine rastlanması kuralı değiştirmez. Neanderthal insanların kendilerin­den önceki insan tiplerini ortadan kaldırdıkları, Sapienslerin de sonradan gelip, teknik üstünlükleri yüzünden, beden yapısınca kendilerinden daha gösterişli olan Neanderthal insanları avlayarak yok ettikleri Antropoloji ve Arkeoloji buluşlarıyla anlaşılmıştır.
Demek, vahşet çağında insan, öteki canlı tür (espece: Nevi)leri gibi, nevi değiştirerek gelişmiştir. Bugün yeryüzünde hiçbir top­lum örneği kalmamış olan vahşet çağı; tarih bakımından, yazılı tarihte rol oynamadığı için, bizi ilgilendirmez.
Bu satırlar tipiktir. Toplumu sonradan ortaya çıkan yeni bir var oluş biçimi değil, insanı bile yaratmış bir ilişki olarak tanımlamaktadır. Toplumu böyle tanımlamanın ardında tüm sosyal ilişkileri Toplum kategorisine sokma vardır. Sosyal ilişkiler başkadır, hayvan gruplarının veya sürülerinin böyle oldukça gelişmiş bir kültürü olması başkadır. Toplum başkadır. Toplum ilk yasak ve yaptırımla başlar. Toplum’da parça bütüne tabidir.
Ancak Kıvılcımlı ayı zamanda insan türlerinin değiştiğine de dahiyane bir biçimde dikkati çekmektedir.
Hatta Kıvılcımlı ayrı zamanda taş balta veya sopanın bir cansız organ olduğunu da söyler:
“İnsan Aşağı Vahşet konağında, Pitekantroptan beri, başka hay­vanlar (maymun, ayı, at, kedi vs.) gibi gelgeç durumlarda şahlan­makla kalmaz, bütün ömrü boyunca iki ayağı üstünde yürür bir yaratıktı. Bu, hayvanlar içinde tek seçkinlik, iki kolunu ve iki elini serbestçe işletmesine, alet kullanmaya görevlendirmesine dayanı­yordu. Sıkışınca goril, hatta ayı da taşa, dala yapışıyordu. İnsan her işinde aleti araç etti. İnsanın bütün öteki hayvanlardan ilk büyük ve KEYFİYETÇE ayrılışı, kendi canlı aletleri (uzuvları) yerine tabiattan kopardığı ve işlediği parçaları CANSIZ UZUV yerine geçirebilmesiyle başladı. Fakat bu birinci insanlık (Aşağı Vahşet) konağında, tabiat­tan koparılan şey, kolayca, her yerde, her zaman ele geçirilebilen, istenilen biçime sokulduğu gibi, o biçimini kendiliğinden değiştir­meyen madde, varlık nesnesi idi. Çakmak taşından, ağaçtan, taş­tan, aletler yapmakla kaldı.”
Bu satırlar o nesneleri “Cansız uzuv” yani cansız organ olarak tanımlamaktadır. Ama aynı cümlede, aynı nesneleri alet olarak da tanımlamaktadır.
Darwin yasaları ile Marks-Engels’in bulduğu yasaları, eklektik bir biçimde birbirine karıştırmaktadır.
*
Şimdi, bu toplum ve insan türü ayrımının yapılmamasının nasıl saçma mantık sonuçları verdiğine de bakalım.
Kıvılcımlı psikoloji ile de ilgilidir. Toplumda yasaklarla birlikte, bilinç altının oluştuğunu söyler
Ama bilinç altını, psikolojik değil, yani toplumun yasak ve yaptırımları ile insanın bir canlı olarak iç güdüleri arasındaki bir çatışmanın sonucu olarak değil, biyolojik bir evrimin sonu olarak görür.
Çünkü toplumun ortaya çıkışını ta ilk insana benzer türlere götürünce, ister istemez mantık sonucu buraya gider.
Bu konudaki Kıvılcımlı’nın tezi şöyledir:
“Aşağı Vahşet konağında ilkel lobut ve kaba çakmak taşından aletler insanın bedenini (iki ayak üstüne dikleşip, iki el sahibi: Aygıt kullanıcı organ sahibi olmak üzere) maymundan ayırırken, ilk cinsel yasakların yarattığı Tös (TOTEM) ayırdı insan beyninde "RUH" denen ENKONSİYAN'ı (insanın içinde ikinci kişiliği), ve in­sanla insan arasında LİSAN dediğimiz "soyut dilleşme=Langage abstrait"yi geliştirir.”
Bunlar Engels’te bulunmayan, Kıvılcımlı’nın kendi özgün önermeleridir. Kısaca şöyle özetler:
Klasik bilim Totemin hangi toplum konağında çıktığını belirt­mez. Yerinde göreceğiz. Toplum varlığının gelişiminde Totem, in­sanın hayvanlar aleminden ayrılışında, insan oluşunda en az aygıt kullanış kadar önemli rol oynar. Bugün maymunlardan ve başka hayvanlardan gelişigüzel sopa, taş vs. cansız nesne kullananlar görülüyor, Totem görülmüyor. Totem cinsel yasağa dayanan ilk sosyal düzen kuralıdır. Totemin temsil ettiği yasaklar, toplum için­de bölünmeleri ve örgütlenmeyi yarattığı gibi, kişi içinde de bir­birinden habersizmişce iki ayrı dünya kurar; Cinsel arzuların içe püskürtümü ile doğan bilinmez enkonsiyon dünyamızla, yüzeyde görünen bilinir ve bildirir şuur (konsiyan) dünyamız...
Hiçbir hayvanda bulunmayan bu ikilik tezaddı: İnsan kadar ay­dın şuurlu bir varlıkta şuursuzluğun (enkonsiyanın) örgütleşmesi, insan davranışlarında şuur dışı, elde olmayan güçlerin rol oynadı­ğını insana sezdirmekte gecikmedi. İlk insanda bedenden ayrı bir ruh düşüncesi bu mekanizmanın yaratığıdır. Klasik bilimin "ikilik" gibi gördüğü ve bu vüzden binyıllardır içinden çıkamadığı, "mu­amma" saydığı problem, insan varlığının iç dinamizmindeki o te­zatlı birliğin metafiziğe sığmayışından ileri gelir. Onun için bedenle ruh tezaddını ölüm veya rüya ile izaha kalkmak, netice ile sebebin karşılıklı bağıntılarını unutmak olur.
Düpedüz ölüm olayı, hiçbir hayvanda bedenden "ayrı" bir ruh sezişi yaratamaz: Tersine insan, hayvanlar aleminden uzaklaştık­ça, ölüm olayına daha büyük önem verir. Ölüm, bedenden ayrı ruh sezisi vermemiş; tersine, daha önce insanın: kendi içinde ve toplum içinde bilinirle bilinmezin, konsiyanla enkonsiyanın örgüt­lendiğinin görmesi, ölümün de başka bir yaşantıya diriliş olabile­ceği kavramını ortaya çıkarmıştır. Rüya ise, psikanalizin belirttiği gibi, enkonsiyanın sembolü ve işidir. İnsanda ölüm gibi rüyanın da sosyal ölçülerde önem kazanması, ancak enkonsiyanın örgütlen- mesiyle şuura çıkabilir.
Ancak insanda enkonsiyanı, Freud'un yaptığı gibi, mutlak ve bağımsız bir zat, bir tek başına "Entite" saymak yanlıştır. Enkonsiyan bir tabii cevher değil, tarihi olay'dır. Doğrudan doğruya tabi­attan değil, toplumdan gelir. Toplumda ilk cinsel yasaklarla birlik­te, kişinin kafası, şuurun eremeyeceği bir enkonsiyan dünyasının etkileri altına girer. İnsanın içinde şuura zıt ama onsuz olunmaz bir enkonsiyanın, insanlar arasında kişiye zıt ama onsuz olunmaz bir toplumun doğmaları, birer sözcükle: İnsan RUH'unun ve insan TOPLUM'unun örgütleri TOTEM'in ürünleridir.
İnsanın düşünen varlık oluşu da böyle başlar. Düşünce: Yanlışa karşı savaş demektir. İnsanın bütün hayvanlardan farklı olan bu savaşı, düşüncenin zeka (intellekt) ve akıl (raison) ile işlemesinden ileri gelir. Zeka, Tezatları kuran, akıl o tezatlardan ister istemez çı­kacak sentezi, gerçek sonucu bulan bir çabadır. İnsanın kendi için­de Şuur-Enkonsiyan örgütlenmemiş olsa, tezatları kurma görevi, yani zeka bulunmaz ve bu görevin gerçek sonucunu çıkaran akılın sentezleri imkânsız kalır. Onun için ilk insanın o sapsağlam zekası, dürüst aklı, binlerce yıl boyu totemden kopuşamaz.”
Bu satırlar Kıvılcımlı’daki kavram karışıklığını ve düştüğü eklektisizmi çok açık biçimde sergilemektedirler.
Kıvılcımlı’nın bu tezleri toplum bağlamında  ifade edilirse oldukça ufuk açıcı düşünceler içermektedir. İşin ilginci bunların toplumsal olduğunu bizzat kendisi de söyler. Örneğin:
Ancak insanda enkonsiyanı, Freud'un yaptığı gibi, mutlak ve bağımsız bir zat, bir tek başına "Entite" saymak yanlıştır. Enkonsiyan bir tabii cevher değil, tarihi olay'dır. Doğrudan doğruya tabi­attan değil, toplumdan gelir. Toplumda ilk cinsel yasaklarla birlik­te, kişinin kafası, şuurun eremeyeceği bir enkonsiyan dünyasının etkileri altına girer” der.
Yani totemin ortaya çıkışının toplumsal olduğunu söylemekte, ama aynı olguyu “insanın hayvanlar aleminden ayrılışında, insan oluşunda en az aygıt kullanış kadar önemli rol oynar” diyerek, biyolojik bir değişiklik olarak tanımlar.
İşin kötüsü, eğer böyle ise, kendisinin bile bilinçli olarak kabuy etmeyeceği bir sonuç çıkar: “İnanç geni”, “din geni”, “tanrı geni” gibi bir sonuç.
Nasıl mı?
Görelim.
Dikkat edilsin, toplum ile içgüdüler çatışmasını dolayısıyla toplumu ta ilk cansız organ (“alet” diyor buna) kullanan canlıya götürünce, bunun mantıki sonucu insan türlerinin de evrimi olduğundan, dolayısıyla totemin organik bir temeli olduğu sonucuna zorunlu olarak ulaşmaktadır.
Kıvılcımlı, Bilinç ve bilinç altı çelişkisini, (aslında toplum ve bir canlı olarak insanın iç güdüleri arasındaki çelişki demek gerekir) yani bu çelişkinin ürünü olan psikolojik süreçleri, organik bir süreç olarak, yani beynin anatomisine ilişkin değişiklikler olarak ele almaktadır. Zaten buna bağlı olarak o dönemde insan türlerinin de değiştiğini söylemektedir.
Anatomik değişiklikler ise son duruşmada genlerdeki, yani DNA kotlarındaki değişiklerdir.
Peki bilinç bilinçaltı çelişkisi totem ile başlayıp da insan denen türü yarattı ise, yani organik değişikliklere yol açtı ise, bunun sonucu tanrı fikrinin ya da dinin ya da totemin temelinin insan biyolojisinde bulunduğu olur.
Yani sansasyon meraklısı popüler bilim dergilerinin “tanrı geni”, inanç geni”, “din geni” dediği şeye çıkmaktadır Kıvılcımlı’nın dedikleri.
Elbet Kıvılcımlı böyle bir genin varlığını reddeder ama aynı zamanda dedikleri bu reddiyle de çelişir.
Gerçekten de Kıvılcımlı, şu an nerede olduğunu hatırlamadığımız bir yazısında dinin önemini belirtmek isterken, “Dinin temeli veya kökleri insan beyninin derinliklerindedir” der yani özünün nereye gittiğini bilmeden veya düşünmeden, din genetiktir demeye varır.
Hatta yanlış hatırlamıyorsak İhsan Eliaçık da, Kıvılcımlı’ya çok değer verdiği için, onun bu dine önemini vurgulamak için söylediklerini, kendisi de dinin önemini göstermek için, olduğu gibi alıp aynı yanlışı tekrarlar.
*

Gelelim Kıvılcımlı’nın Ateş’in önemi konusunda yazdıklarına.
Ateş’in insan oluş sürecindeki önemi yeni yeni anlaşılmaktadır.
Kıvılcımlı, tümden gelim ile, bu önemi ve eskiliğini en asından 40 yıl önce görmüş ve yazmıştır da.
Ateşin önemine ilişkin yazdıklarını okuyalım.
“Homo Neanderthalensis'le birlikte, insan ilk defa, ele avuca sığmayan, her yaratığa korkunç, canlı bir varlık gibi bağımsız gö­rünen, bir Varlık gücünü emrine aldı. Orta Vahşet konağının kul­lanmayı bildiği bu güç, ATEŞ'ti. Ateş denilen varlık gücü, taş, ağaç gibi cansız, uslu, pasif bir varlık nesnesi değildi. Kendisine göre yaşayan, ölen, öldüren şeydi. Cansız varlık nesnesinden yapılmış cansız uzuvlar (aletler) keşfedilmedikçe, insan ateşe dokuna­mazdı bile. Aletler sayesinde, bir defa insan emrine girmek üzere yakalanan ateş, toplum için inanılmaz ihtilal yangınları kopardı. Bugün, onbinlerce yıllık alışkanlık, ateşi bize bayağı olağan şey gibi küçümsetmemelidir. Ateşin toplum yaşayışına getirdiği dev­rim yanında, yirminci yüzyıl ortasına dek yapılmış bütün keşiflerin devrimleri çocuk kalırlar. İnsanın Aşağı Vahşet konağında Alet'i keşfetmesi, modern çağın MAKİNA'yı icat etmesinden farksızdır. (…)
İnsanın Orta Vahşet konağında ATEŞ'i "keşfetmesi", ancak o zamandan beri yaptığı en büyük icadı olan ATOM gücünün keşfi ile kıyaslanabilir. Buharın mekanik gücü, hatta elektriğin akım ve yıl­dırımları, en son duruşmada, KEYFİYETÇE ateşin başka biçimlere girmiş dışarılanışından başka birşey değildir. İnsanlığın toplumcul ateş çağına girmesi, tabiatta canlı yaratığın girdiği ilk atom çağı oldu. Ateşten sonraki hemen bütün keşif ve icatlar, ateş gücünün çeşitli alet ve usullerle şu veya bu biçimde yeni kombinezonlar ve sentezler yaratmasından öteye geçmedi.
Anlaşılan, Sinantrop insan gibi Eonthrop insan da ateşle tanıştı. Onların kemikleri yanında ocağımsı, kül kalıntıları bulundu. Ama, ateşin insan yaşayışına yeni bir çeki düzen verici güç oluşu, başka deyimle; ateşin tabiat gücü olmaktan çıkıp toplum gücü duru­muna girmesi besbelli, Neanderthal insanla birlikte gelişti. Nean­derthal insan, belki kendisinden önce ellenmiş, ele geçmiş olan ateşi, toplum yaşayışının vazgeçilmez temeli durumuna getirdi. Ateş, ondan sonraki bütün keşiflerin anası oldu. Daha ilk konakta, çömlekçilik ve madencilik iziyle ateş, insanlığı vahşet çağından kurtarıp, barbarlık çağına geçirecekti. Ama, bütün o daha sonraki keşif ve icatlara kapı açılmadan önce dahi, ateş, sırf toplumcullaşmış ateş olarak, bugüne de belirlenmiş insanlığın bütün ana ihtiyaç ve eğginliklerini yöneltti. Cansız tabiata karşı dayanma, canlı varlıklara karşı savunma, barınma, giyinme, pişmiş yeme, gömülme kullanımları ateşin gerekleri oldu. Bu etkileri üç basa­makta sıralayabiliriz:
Ateş, cansız tabiatın en sert saldırılarına karşı insana delinmez bir zırh oldu. (…) Böylece ateş, insanı her ik­limde yaşar tek yaratık yaptı.
Ateşe uzvuyla dokunan her yaratık yanıyordu. Yalnız insan, aleti sayesinde, ateşe yanmadan dokunmanın sırrını çözdü. İn­sandan başka her hayvan ateşi görünce kaçıyordu. İnsanlığın, mağara ve meskenden daha sağlam barınağı kendisine ışıktan bir şato, aydınlık bir Çin Seddi kuran ateş oldu. En yırtıcı hayvan ateşten kaçtığı için, ateş, insanı bütün canlı varlıklar ortasında ilk dokunulmaz yaratık yaptı.
Soğuğa karşı ateşe güvenen insan, ateşle kaçırttığı yırtıcı hayvanların yerine ateşle temizlediği mağaraları kendisine barı­nak durumuna soktu. Ateş, insanı sürekli oturduğu yeri bulunan ilk barınaklı yaratık yaptı.
Mağara ve başka yerlerde süreklice barınan insan, soğuk havada dışarı çıkarken, uzvi eksiğini hayvan postuna sarınmayla giderdi. Ateş, insanı ilk giyinen yaratık yaptı.
Barınağındaki ateş başında yaşayan ve iyi havada bile avının kemiğini olsun barınağına getirip iliğini yemeyi, kemik hamuru yapmayı öğrenen insan, ateşte pişmiş yiyecek kullanımına alıştı. Ateş, insanı ilk yemek pişiren yaratık yaptı.
Yeni yaşayış, ateşin sönmemesi için ocağa, ocak temsilcisi doğuran kadına önem verdirdi. Ocağın sürüklendirdiği insan mü­nasebetleri ölümden sonra anılacak güce erdi. Toplum geleneği ölü gömme adetine yol açtı. Bu, itin doyunca yiyeceğini toprak altına saklamasından bambaşka bir görevdi. Ateş insanı ilk mezarı olan yaratık yaptı.
Böylece, Orta Vahşet, Neanderthal çağında insan, beşikten me­zara dek şimdiki insanın yaşayışını uyguladı. Yaşama görev'lerindeki bu derin değişiklikler, sonraki kuşaklara organ (teşrih) değişiklikleri biçiminde geçti. Pişmiş yiyen dişler, ilk Neanderthal dişindeki mine ve köklerden başka olan bugünkü insan dişi minesine ve köklerine kavuştu. Barınma ve giyinme alışkanlıkları, yeni aletlerle birlikte insanı şimdiki gibi oynak başparmaklı, tüysüz yaratık haline ge­tirdi. Ondan beri artık insanın doğrudan doğruya tabiat etkisi al­tında organlarıyla değişip başka hayvan nevi olmasına yer kalma­dı. Toplum ortamı dolayısıyla alet ve usul değiştirerek, insanoğlu en çetin tabiat şartlarına karşı korunma ve gelişmesini başardı. Onun için Neanderthal insan dölü tükenmiş son insan nev'i oldu.”
Bu satırlarda olgulara ilişkin bir sürü yanlış da vardır. Örneğin ölü gömmenin toplum ile ortaya çıkmış, çok yeni bir olgu olması gibi.
Ama utmayalım ki, bu satırları, ömrünü hapishanelerde geçirmiş, tartışacağı hiç kimse olmadan yaşamış bir insan yazmaktadır. Bir sürü çıkarsaması yanlış da olabilir ama zamanının çok ilerisinde olduğu açıktır.
Ve yukarıda kısaca değindiğimiz tüm kusurlar bu yazıda da bulunmaktadır.
Yani Ateşi bir yandan cansız ama canlı bir organ gibi ele almakta, onun insan biyolojisinde yol açtığı değişikliklerine değinmektedir. Ama ama aynı zamanda onu toplum biçimlerini değiştiren bir üretim aracı veya gücü olarak da ele almaktadır.
Bundan sonrasına girmeyelim.
Biz burada Kıvlcımlı’nın tüm dediklerini satır satır analiz edip yanlışlarını gösterme yoluna gitmiyoruz. En temel ve tipik metodolojik yanlışlar üzerinde duruyoruz.
Tekrarlayalım: Kıvılcımlı epey bir yol kat etmesine rağmen, Engels’in de prestiji nedeniyle akıl yürütmesini sonuna kadar götürememekte, önermeleri arasındaki çelişkileri görememektedir.
Burada şunu da belirtelim.
Biz de yıllara Kıvılcımlı’nın bu yanlışlarını görmedik. Çünkü bizim üremimizde de Marks Engels ve üstüne üstlük Kıvılcımlı’nın da büyük bir prestiji ve ağırlığı vardı.
Ama daha sonra bu çelişkileri görebilmemiz de yine bizzat Kıvılcımlı sayesinde olabilmiştir. Bir bakıma bizim yazdıklarımız, Marks, Engels, Kıvılcımlı geleneğinin kendi yanlışlarını görüp çelişkileri çözmesinden başka bir şey değildir.
*
Şimdi “Bir Devrimin Eşiğinde” başlıklı yazımızda açtığımız, insan olma sürecine ilişkin bu parantezi kapatabiliriz.
Buraya emek ve üretim aracı kategorilerinin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı sorusuna cevap ararken gelmiştik.
Çünkü önümüzdeki teknolojik devrim emek kategorisinin ortadan kalkmasına doğru devasa bir adım olmaya adaydır.
Yarını anlayabilmek için bu uzak geçmişe gittik.
Benzer şekilde, artı değer ancak meta üretimine dayanan bir toplumda olabilir ve iş gücünün bir meta olarak kullanımını var sayar.
İş gücünün kullanımının ortadan kalktığı bir durumda, artı değer üretimi (yani Kapitalizm) olanaksız hale gelir.
Robotlar ve yapay zekalar hem değişken sermayeyi, yani işgücünü gereksiz hale getirerek, Kapitalizmin, hem de sağlayacağı olağanüstü bolluk ve zenginlikle zorunluluklar aleminin ötesindeki özgürlükler alemine, yani yasak ve yaptırımın olmadığı aleme  geçişi sağlayarak, Toplumun kendi evriminin sınırlarına dayanmasına yol açabilecektir.
Ne var ki, bugünkü yeryüzündeki toplumsal ilişkiler ve yaklaşan devrim üzerine tartışmalar ve anlama çabaları tamamen ulusal devletler ve ulusların varlığını olağan ve meşru gören bir düzeydedir.
Bu nedenle bu olanaklar ve sınırlılıklar arasındaki muazzam makas insanlığın veya toplumun sonunu da getirebilir.
İlerde bu olanakların ne gibi yeni stratejiler gerektirdiği sorunua ve bu günkü devrim tasavvurlarımıza gireriz.
*
Bu vesileyle insan oluş sürecine ilişkin çok kaba da olsa bir sıralama yapalım.
1)      Dört milyon yıl kadar önce, dik yürüyen, elleriyle el baltası ve sopayı cansız bir organ olarak kullanan Australophitecus’un alt türlerinden biri olduğu maymun ve insan türü arasındaki canlı ortaya çıkar. Diğer organlar taş bata ve sopa kullanımına göre şekillenir.
2)      İki milyon yıl kadar önce sopa gibi cansız organlar aracılığıyla kontrol altına alınan canlı gibi cansız organ olan Ateş’i kullanan Homo Erectus’un en bilinen alt türlerinden biri olduğu ilk insan türü ortaya çıkar
3)      Üç yüz bin yıl kadar önce, farklı yerlerdeki Homo Erectus benzeri türlerden, Afrika’da Homo Sapiens, Avrupa’da Homo Neandertalis, Asya’da Denisova İnsanı gibi, muhtemelen bizim yaşadığımız gibi bir toplum içinde büyütüldükleri takdirde rahatça yaşayabilecekleri, muhtemelen bizlerle aynı veya daha üstün zeka ve yeteneklere sahip insan türleri ortaya çıkar.
4)      Yetmiş bin yıl kadar önce Afrika’da muhtemelen Ekvatorun güneyinde, küçük bir Homo Sapiens popülasyonu, Toplum denen yepyeni bir canlı türüne geçiş yapar. Bunun sürüden ayırıcı özelliği, yasak, yaptırım ve parçanın bütüne tabi olmasıdır. Yani Din, Üstyapı ile birlikte topluma geçiş olur. Bu yeni canlı türü, araçlarını değiştirerek örgütlenmesini ve ilişkilerini değiştirir. Böylece yepyeni Toplum denen bir hareket ve var oluş biçimi ortaya çıkar.
5)      Bu tür son otuz bin yıl öncesine kadar geçen dönemde, kendisinden önce var olmuş Homo Sapiens’ler dahil, bütün insan türlerini, onlarla aynı nişi paylaştığı ama çok daha gelişmiş bir örgütlenme düzeyine ve araçlara sahip olduğu için yok eder. Bu nedenle yeryüzünde tek bir türden oluşan tek tür İnsan gibi görünür. Aslında İnsan türü yok olmuş, onun yerini Toplum denen tür almıştır. Artık yer yüzünde “Toplum Türleri” vardı.
6)      On bin yıl kadar önce, Verimli Hilal’de ilk kez hayvan ve bitkilerin ehlileştirilmesine geçildi. Neolitik devrim denen bu devrim, dünyanın birçok yerinde farklı bitki ve hayvanlarla tekrarlandı.
7)      Beş bin yıl önce Fırat Dicle boylarında ilk düzenli tarıma geçildi. Kentler, Devlet, Sınıflar, Yazı ortaya çıktı. (Uygarlığa geçiş de bir çok kez tekrarlandı)
8)      200 yıl kadar önce geniş yeniden üretim ve kapitalizme geçiş; sanayi devrimi.
Bu sınıflamada Vahşet ve Barbarlık gibi “toplum biçimleri” yoktur. Çünkü insan türleri değişmektedir ve söz konusu olan biyolojik değişikliklerdir.
Bunu iki ana aşamaya ayırabiliriz.
1)      Taş balta ve Sopa gibi cansız organlara uyan bir biyolojik değişim dönemi. (4 milyon yıl)
2)      Ateş gibi cansız ama canlı organa uyan bir biyolojik değişim dönemi. (2 milyon yıl)
Toplum biçimlerinin gelişimine gelince.
1)      70.000 yıl önce Toplum’un ortaya çıkışıyla Avcılık ve Toplayıcılık diye tanımlayabileceğimiz “İlkel Komünal toplum”un ilk biçimi başar: İlk Üretim biçimi budur. Altmış bin yıl kadar sürer
2)      10.000 yıl önce Neolitik ile bitki ve hayvan ehlileştirilmesi başlar. Bu da komünal bir toplumdur ama Neolitik köy komünüdür bu komün. Tabii hayvancılıkla yaşayan göçebelerde de göçebe komünü biçimindedir. 20. Yüzyılın ortalarına kadar dünyanın kırlarına bu üretim biçimi ve toplumsal ilişkiler egemendi.
3)      5000 yıl önce ilk Prekapitalist Uygarlıklar (devletler) ortaya çıkar. Esas olarak, şehirler ve ticaret merkezlerinde egemendir.
4)      Bu beş bin yıl boyunca göçebe ve diğer komünlerin uygarlıkları yıkması ve tekrar yenisini kurması. (Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin konusu)
5)      En son olarak da Kapitalizm. (Kapital’in konusu)
Bu kaba şema İlkel, köleci, feodal gibi deli gömleklerinden daha açıklayıcıdır ve gerçek tarihsel sürecin ana hatlarını daha iyi yansıtır.
8 Aralık 2017 Cuma
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:






Hiç yorum yok: