Önceki yazıda Ateş’in de tıpkı el baltası ve sopa gibi bir araç
değil, canlı gibi bir cansız organ olduğuna, toplumu
biçimlerini değil, canlı türlerini değiştirdiğine, bunun insan türünün
oluşumundaki önemine değinmiş ve ateş olmadan bugünkü insan anatomisinin
açıklanamayacağını, vücudun enerjisinin yüzde yirmisini harcayan beynin (zekanın)
tamamen fiziksel ve matematik olarak hesaplanabilir sınırlar nedeniyle, bu
şekilde gelişemeyeceğini göstermiştik.
Bu yazıda Kıvılcımlı’nın (ve Engels’in) bu süreci ele
alışında aynı mahiyetteki temel metodolojik ve kavramsal yanılgılarına değineceğiz.
Burada Metodolojik ve Kavramsal sözcüklerinin
altını çizmemiz gerekiyor.
Elbette gerek Kıvılcımlı ve Engels’in; gerek onların temel
kavramlarını aldıkları Morgan’ın olgulara
ilişkin bilgisi çok sınırlıydı. İnsan türlerine ve bu türlerin gelişimine
ilişkin bugünkü verilerin hiç biri yoktu. Çoğu durumda, akıl yürütme ile böyle
olmuş olacağını veya olması gerektiğini yazıyorlardı.
Bir örnek. Engels, yabanıllığın aşağı aşamasını tanımlarken
şunları yazıyor:
“Tarihsel dönem
boyunca bilinen bütün halklardan hiçbiri, bu ilkel durum içinde yaşamıyorlardı.
Binlerce yıl sürmüş olmasına karşın, bu durumu dolaysız tanıklarla
gösteremiyoruz. Ama, bir kez insanın
hayvandan geldiği kabul edilince, bu geçiş döneminin kabulü de kaçınılmaz olur.”
(F. E. , Ailenin Devletin.. Kökeni)
Keza, bizzat kendileri bu alandaki yeni kaynakların ve bilgilerin
ne kadar hızla geliştiğini de vurgularlar.
Bu son derece olağandır. Onlar ciddi bilim adamlarıydı. Her
adımda teorilerini olguların ve olayların mihenk taşına vurmaya çalışırlardı.
Bu nedenle biz burada eleştirilerimizi, yeni bulgular ve
veriler ışığında, Kıvılcımlı, Engels ve Morgan’ın tahmin ve öngörülerindeki
yanlışlar açısından yapmayacağız. Olgulara ilişkin yanılgılarını yokmuş gibi
var sayacağız. Eleştirimiz konuyu ele alışlarındaki kavramsal araçlar
bakımındandır..
*
Kıvılcımlı Engels’in şu görüşünü paylaşmaktadır.
“İnsanlığın
tarih-öncesi dönemini, bilinçli bir biçimde belirli bir düzene koyma işine ilk
girişen Morgan olmuştur; ve çok sayıda yeni belge herhangi bir değişikliği
zorunlu kılana kadar, onun olguları sınıflandırma biçimi, kuşkusuz yürürlükte
kalacaktır.”
Kıvılcımlı’nın yapmaya çalıştığı, yeni
antropolojik bulgular ışığında bu Morgan’ın şemasının doğruluğunu kanıtlamaya ve
somutlamaya çalışmaktır.
Morgan, insanlığın tarih öncesini, iki
büyük alt başlığa ayırır:
a)
Vahşet
b)
Barbarlık
Bunların her biri de kendi içinde aşağı,
orta ve üst (yukarı) diye üç aşamaya ayrılır.
Şimdi burada kritik soru şudur.
Bu Vahşet
ve Barbarlık nedir?
Kıvılcımlı ve Engels bunu tem anlamıyla
bütün derinliği içinde sorup bir cevap arayıp, cevabı mantık sonuçlarına götürmemişlerdir.
Bir bakıma yanlışlarının temeli burada bulunmaktadır.
Vahşet
ve barbarlık, bugün kullandığımız anlamda, ahlaki kavram ve kategoriler
değildir. Bunlar toplum biçimleridir.
Sosyolojik kavramlardır. Ya da en azından öyle kabul edilmektedirler.
Ama bu durumda ne oluyor?
Böylece toplumun ortaya çıkışı, ta
ayağa kalkmış ilk insansı maymunlara kadar geri götürülmüş olmaktadır. Yani
bugünkü veriler ışığında konuşursak, aşağı yukarı toplum 4 milyon yıldır var
sayılmış olmaktadır.
Zaten tam da böyle olduğu için, Engels Emek’ten, Alet’ten söz edebilmektedir. Aslında kendi kendisiyle çelişir bir
yandan Engels, çünkü “alet” kullanmanın ve emeğin baş parmağı değiştirdiğinden,
yani organik bir değişikliğin söz konusu olduğundan söz eder. Yani türün değiştiği, biyolojik yasaların ve
biyalojik bir hareketin esas olduğunu söyler ama aynı zamanda bunu biyolojik
değil, sosyolojik kavramlarla tanımlar. Cansız organ demez, alet ve emekten söz
eder.
Kıvılcımlı Ateş üzerinde durur ve aynı
yanlışı kendisi de yapar.
Halbuki toplum, zekanın, kültürün
ortaya çıkışını var sayar. Toplum’un ortaya çıkışı son derece yeni bir olgudur.
Muhtemelen 70.000 ila 100.000 yıl önce, Afrika’da Ekvatorun güney taraflarında
bir yerlerde gerçekleşmiş olmalıdır. (Büyük bir olasılıkla bugünkü Güney batı
Afrika’da, çünkü oralarda yaşayan San halkı, hem genetik olarak en geri
gidendir, hem de linguistik olarak en eski ve saklatmalı bir dile sahiptir.
Elbet Kıvılcımlı ve Engels bu bilgiden
yoksundurlar, ama burada sorun bilgi sorunu değil. Olguyu ele alıştaki
kavramsal araçlar sorunudur, analitik kavramlara ilişkin bir sorundur.
Kıvılcımlı ve Engels’in yanlışının
olgularla ilgili değil, kavramlarla ilgili olduğu bizzat bugünkü
antropologların yaklaşımlarında da görülebilir. Onlar en modern sonuçları,
olgular hakkında en zengin verileri bilmelerine rağmen Engels ve Kıvılcımlı ile
aynı yanlışları yaparlar. Hatta onların böyle yanlış yapmalarının bir nedeninin
sosyalist hareketin emeğe büyük değer veren politik kültürünün olduğunu bile
söyleyebiliriz.
Bugün konuyla bütün bilim insanları,
yani antropologlar olgular hakkında aşağı yukarı aynı bilgilere sahip.
Ama antropoloji de Toplum’u Kültürün
doğrudan bir devamı olarak gördüğünden, “Toplum nedir? Ne zaman ortaya
çıkmıştır? Taş balta, sopa, ateş bir alet midir, organ mıdır?” gibi soruları
sormamaktadırlar.
Pek ala hepsi, en azından iki milyon
yıl boyunca, el baltasının neredeyse hiçbir evrim geçirmeden aynı kaldığı
bilgisine sahiptirler; hepsi son 50.000 ile 100.000 yıl arasında bir şeyler
olduğu, adeta bir patlama yaşandığı, ama bu patlamayı yapan insanların
öncekilerden biyolojik olarak hiç de farklı olmadığını, keza bu dönemde ilk kez
sanat eserleri ortaya çıktığını bilirler.
Hepsi bugünkü insanların bir tür “şişe
boğazı”ndan, “dar geçitten” geçtiğini söylerler.
Çünkü bugün yeryüzündeki tüm insanlar, yani homo sapiensler, 70.000 yıl kadar
önce yaşamış bir birkaç yüz kişilik küçük bir popülasyondan gelmektedir.
Ama bunları açıklayamazlar bir türlü ya
da Endenozya’da patlayan bir volkanla açıklamaya çalışırlar.
Yani sorun, bakış açısıyla, kavramsal
araçlarla ilgilidir.
*
Kıvılcımlı, Morgan ve Engels’in
şemasını aynen alıyor.
Alıntılayalım:
Tarihöncesi iki büyük
çağa ayrılıyor: Birincisi PALEOLİTİK (Eskitaş) çağı, İkincisi NEOLİTİK (Yenitaş)
çağı... Arkeolojinin Paleolitik dediği Eskitaş çağında insanlık, sosyolojinin
VAHŞET adını verebileceği toplum biçiminde yaşardı. Arkeolojinin Neolitik
dediği Yenitaş çağında insanlık, Sosyolojinin BARBARLIK adını verebileceği
toplum biçimine girdi. H. Morgan ("Ancient Socety, or Researches in the
Lines of Human Progress from Savagery fhrough Barbarism to civilization",
London,1877) gerek Vahşet, gerekse Barbarlık çağlarını (aşağı - orta - yukarı)
olmak üzere ayrıca üçer Konak (Stage) bölümüne ayırır.
Yüz yıldan beri elde
edilen bilgiler bu sağlam bölümlemeye aykırı düşmedi.”
Veya şu satırlar:
"Aşağı Vahşet
Konağı: Ateşin keşfinden öncesi idi. İnsan, ister istemez. Tropik denilen
yakıcı sıcak iklimlerde yaşar. Cava ve Afrika'da izleri bulunan Pitekantrop
(Dik Maymunadam) gibi.
Orta Vahşet konağı:
Ateşin keşfedildiği konaktır. İnsan, sıcağı yanına alarak, yeryüzünün buzlu
iklimlerini açmaya doğru uzun maceralara atılır. Çin'den Britanya adalarına dek
uzanan bu konakta Pekin Sinantropu, Heidelberg, Piltdown insanlar ve
Neanderhal insanlar basamak basamak modern insana doğru gelişirler.
Yukarı Vahşet konağı:
Ateşin keşfinden sonrasıdır. Burada okla yayın keşfi toplum zenginliğini güzel
sanat ve ölü gömme derecelerine yükseltir.”
Olgusal yanlışları ve olgulara ilişkin yorumlama
yanlışlarını bir yana bırakalım.
Ne yapıyor Kıvılcımlı?
İnsan türleri ve
evriminden söz ediyor, yani biyolojik bir evrimden söz ediyor ama bunları
toplum türleri veya biçimleri olarak tanımlıyor.
Yani tür değişimlerini
toplum biçimi değişimleri ile
çakıştırmaya çalışıyor.
Yani bu kavrayışa göre, maymun benzeri canlı eline taşı veya
sopayı alıp sürekli olarak ayakları üzerine yaşamaya başladığında topluma da
geçilmiş oluyor.
Çünkü topluma geçiş ve insana geçiş özdeştir Kıvılcımlı’da
tıpkı bugün Amerikan sosyolojisi veya sosyal antropolojide olduğu gibi,
kültürün değişimleri vardır. Toplum diye, üretim araçlarını değiştirerek
toplumsal örgütlenmesini değiştiren yeni bir canlı türü, hareket ve varoluş
biçimi yoktur.
Kıvılcımlı’nın kimi antropologlara yaptığı itiraza bakalım.
“PALEOLİTİK İNSAN: VAHŞET
Bilginler, bugün
yukarıda adı geçen varlıklara insan demeli mi, dememeli mi sallantısındadırlar.
Bu tartışmalar, insanı, çömlek gibi balçıktan Adem biçiminde yaratıveren
medeniyet geleneklerine alışmaktan ileri gelse gerek. Balçıktan yaratma
fikrinin insan kafasında yer etmesi, toplumda çömlekçiliğin üremesi ile mümkün
olabilirdi. Çömlekçilik ise Vahşet çağının kapanıp barbarlık çağının açıldığı
gün başlamıştır. Geleneklerin "Adem"i, çömlekçiliğin yarattığı
barbarlık konaklarından birine uyabilir. Çömlekçiliği bilmeyen vahşiye insan
dememek, insanın oldu olasıya bugünkü biçimiyle gökten yere inmiş bulunduğunu,
hiç değişmediğini söylemeye varır. Gerçekse, bunun tersini göstermektedir. İnsan: İki ayağı üstünde yürüyüp, iki
eliyle alet kullanan ilk yaratıksa, ilk vahşi de, Pitekantrop da insandır.”
(abç)
Görüldüğü gibi taş baltayı ve sopayı bir alet olarak, bir
üretim aracı olarak ele almaktadır. Temel yanlışı buradadır.
Bu hata toplum ve insan türünü özdeşleştirme ile ilgili
olarak yapılan bir hatadır.
“İnsan her zaman
toplum ortamının yaratığıdır. Yalnız, vahşet çağında yüzbinlerce yıl doğrudan
doğruya çıplak tabiat etkisi altında kaldığı için, bütün canlılar gibi
Darwinizmin "Tabii Seleksiyon" kanunlarına daha çok uğramış ve değişe
gelmiştir. Bugün yeryüzünde sözün bilim anlamıyla vahşi insan yoktur. Vahşet
çağının bütün insan tiplerini ancak fosil olarak yeraltında bulabiliyoruz.
İnsan, Pitekantrop türüyle Aşağı Vahşet konağına girmiş, Sinantroptan
Neandertal türüne dek Orta Vahşet konağını yaşamış, Sapiens türüyle Yukarı
Vahşet konağına çıkmıştır. Bu üç ayrı vahşet konağında gelişen her ileri tür
insan, kendinden önceki geri insan türünü yok etmiş görünüyor. Yeryüzünün şu
veya bu köşesinde Neandertal veya Sapiens tipini andırır tek tük insan
biçimlerine rastlanması kuralı değiştirmez. Neanderthal insanların kendilerinden
önceki insan tiplerini ortadan kaldırdıkları, Sapienslerin de sonradan gelip,
teknik üstünlükleri yüzünden, beden yapısınca kendilerinden daha gösterişli
olan Neanderthal insanları avlayarak yok ettikleri Antropoloji ve Arkeoloji
buluşlarıyla anlaşılmıştır.
Demek, vahşet çağında insan, öteki canlı tür (espece: Nevi)leri gibi,
nevi değiştirerek gelişmiştir.
Bugün yeryüzünde hiçbir toplum örneği kalmamış olan vahşet çağı; tarih
bakımından, yazılı tarihte rol oynamadığı için, bizi ilgilendirmez.
Bu satırlar tipiktir. Toplumu sonradan ortaya çıkan yeni bir
var oluş biçimi değil, insanı bile yaratmış bir ilişki olarak tanımlamaktadır.
Toplumu böyle tanımlamanın ardında tüm sosyal ilişkileri Toplum kategorisine
sokma vardır. Sosyal ilişkiler başkadır, hayvan gruplarının veya sürülerinin
böyle oldukça gelişmiş bir kültürü olması başkadır. Toplum başkadır. Toplum ilk
yasak ve yaptırımla başlar. Toplum’da parça bütüne tabidir.
Ancak Kıvılcımlı ayı zamanda insan türlerinin değiştiğine de
dahiyane bir biçimde dikkati çekmektedir.
Hatta Kıvılcımlı ayrı zamanda taş balta veya sopanın bir
cansız organ olduğunu da söyler:
“İnsan Aşağı Vahşet
konağında, Pitekantroptan beri, başka hayvanlar (maymun, ayı, at, kedi vs.)
gibi gelgeç durumlarda şahlanmakla kalmaz, bütün ömrü boyunca iki ayağı
üstünde yürür bir yaratıktı. Bu, hayvanlar içinde tek seçkinlik, iki kolunu ve
iki elini serbestçe işletmesine, alet kullanmaya görevlendirmesine dayanıyordu.
Sıkışınca goril, hatta ayı da taşa, dala yapışıyordu. İnsan her işinde aleti
araç etti. İnsanın bütün öteki hayvanlardan ilk büyük ve KEYFİYETÇE ayrılışı, kendi canlı aletleri (uzuvları) yerine tabiattan
kopardığı ve işlediği parçaları CANSIZ UZUV yerine geçirebilmesiyle başladı.
Fakat bu birinci insanlık (Aşağı Vahşet) konağında, tabiattan koparılan şey,
kolayca, her yerde, her zaman ele geçirilebilen, istenilen biçime sokulduğu
gibi, o biçimini kendiliğinden değiştirmeyen madde, varlık nesnesi idi. Çakmak
taşından, ağaçtan, taştan, aletler yapmakla kaldı.”
Bu satırlar o nesneleri “Cansız
uzuv” yani cansız organ olarak
tanımlamaktadır. Ama aynı cümlede, aynı nesneleri alet olarak da tanımlamaktadır.
Darwin yasaları ile Marks-Engels’in bulduğu yasaları, eklektik
bir biçimde birbirine karıştırmaktadır.
*
Şimdi, bu toplum ve insan türü ayrımının yapılmamasının
nasıl saçma mantık sonuçları verdiğine de bakalım.
Kıvılcımlı psikoloji ile de ilgilidir. Toplumda yasaklarla
birlikte, bilinç altının oluştuğunu söyler
Ama bilinç altını, psikolojik değil, yani toplumun yasak ve
yaptırımları ile insanın bir canlı olarak iç güdüleri arasındaki bir çatışmanın
sonucu olarak değil, biyolojik bir evrimin sonu olarak görür.
Çünkü toplumun ortaya çıkışını ta ilk insana benzer türlere
götürünce, ister istemez mantık sonucu buraya gider.
Bu konudaki Kıvılcımlı’nın tezi şöyledir:
“Aşağı Vahşet
konağında ilkel lobut ve kaba çakmak taşından aletler insanın bedenini (iki ayak
üstüne dikleşip, iki el sahibi: Aygıt kullanıcı organ sahibi olmak üzere)
maymundan ayırırken, ilk cinsel yasakların yarattığı Tös (TOTEM) ayırdı insan
beyninde "RUH" denen ENKONSİYAN'ı (insanın içinde ikinci kişiliği),
ve insanla insan arasında LİSAN dediğimiz "soyut dilleşme=Langage
abstrait"yi geliştirir.”
Bunlar Engels’te bulunmayan, Kıvılcımlı’nın kendi özgün
önermeleridir. Kısaca şöyle özetler:
“Klasik bilim Totemin
hangi toplum konağında çıktığını belirtmez. Yerinde göreceğiz. Toplum
varlığının gelişiminde Totem, insanın hayvanlar aleminden ayrılışında, insan
oluşunda en az aygıt kullanış kadar önemli rol oynar. Bugün maymunlardan ve
başka hayvanlardan gelişigüzel sopa, taş vs. cansız nesne kullananlar
görülüyor, Totem görülmüyor. Totem cinsel yasağa dayanan ilk sosyal düzen
kuralıdır. Totemin temsil ettiği yasaklar, toplum içinde bölünmeleri ve
örgütlenmeyi yarattığı gibi, kişi içinde de birbirinden habersizmişce iki ayrı
dünya kurar; Cinsel arzuların içe püskürtümü ile doğan bilinmez enkonsiyon
dünyamızla, yüzeyde görünen bilinir ve bildirir şuur (konsiyan) dünyamız...
Hiçbir hayvanda
bulunmayan bu ikilik tezaddı: İnsan kadar aydın şuurlu bir varlıkta
şuursuzluğun (enkonsiyanın) örgütleşmesi, insan davranışlarında şuur dışı, elde
olmayan güçlerin rol oynadığını insana sezdirmekte gecikmedi. İlk insanda
bedenden ayrı bir ruh düşüncesi bu mekanizmanın yaratığıdır. Klasik bilimin
"ikilik" gibi gördüğü ve bu vüzden binyıllardır içinden çıkamadığı,
"muamma" saydığı problem, insan varlığının iç dinamizmindeki o tezatlı
birliğin metafiziğe sığmayışından ileri gelir. Onun için bedenle ruh tezaddını ölüm veya rüya ile izaha kalkmak,
netice ile sebebin karşılıklı bağıntılarını unutmak olur.
Düpedüz ölüm olayı,
hiçbir hayvanda bedenden "ayrı" bir ruh sezişi yaratamaz: Tersine
insan, hayvanlar aleminden uzaklaştıkça, ölüm olayına daha büyük önem verir.
Ölüm, bedenden ayrı ruh sezisi vermemiş; tersine, daha önce insanın: kendi
içinde ve toplum içinde bilinirle bilinmezin, konsiyanla enkonsiyanın örgütlendiğinin
görmesi, ölümün de başka bir yaşantıya diriliş olabileceği kavramını ortaya
çıkarmıştır. Rüya ise, psikanalizin belirttiği gibi, enkonsiyanın sembolü ve
işidir. İnsanda ölüm gibi rüyanın da sosyal ölçülerde önem kazanması, ancak
enkonsiyanın örgütlen- mesiyle şuura çıkabilir.
Ancak insanda
enkonsiyanı, Freud'un yaptığı gibi, mutlak ve bağımsız bir zat, bir tek başına
"Entite" saymak yanlıştır. Enkonsiyan bir tabii cevher değil, tarihi
olay'dır. Doğrudan doğruya tabiattan değil, toplumdan gelir. Toplumda ilk
cinsel yasaklarla birlikte, kişinin kafası, şuurun eremeyeceği bir enkonsiyan
dünyasının etkileri altına girer. İnsanın içinde şuura zıt ama onsuz olunmaz
bir enkonsiyanın, insanlar arasında kişiye zıt ama onsuz olunmaz bir toplumun
doğmaları, birer sözcükle: İnsan RUH'unun ve insan TOPLUM'unun örgütleri
TOTEM'in ürünleridir.
İnsanın düşünen varlık
oluşu da böyle başlar. Düşünce: Yanlışa karşı savaş demektir. İnsanın bütün
hayvanlardan farklı olan bu savaşı, düşüncenin zeka (intellekt) ve akıl
(raison) ile işlemesinden ileri gelir. Zeka, Tezatları kuran, akıl o
tezatlardan ister istemez çıkacak sentezi, gerçek sonucu bulan bir çabadır.
İnsanın kendi içinde Şuur-Enkonsiyan örgütlenmemiş olsa, tezatları kurma
görevi, yani zeka bulunmaz ve bu görevin gerçek sonucunu çıkaran akılın
sentezleri imkânsız kalır. Onun için ilk insanın o sapsağlam zekası, dürüst
aklı, binlerce yıl boyu totemden kopuşamaz.”
Bu satırlar Kıvılcımlı’daki kavram karışıklığını ve düştüğü
eklektisizmi çok açık biçimde sergilemektedirler.
Kıvılcımlı’nın bu tezleri toplum bağlamında ifade edilirse oldukça ufuk açıcı düşünceler
içermektedir. İşin ilginci bunların toplumsal olduğunu bizzat kendisi de
söyler. Örneğin:
“Ancak insanda
enkonsiyanı, Freud'un yaptığı gibi, mutlak ve bağımsız bir zat, bir tek başına
"Entite" saymak yanlıştır. Enkonsiyan bir tabii cevher değil, tarihi
olay'dır. Doğrudan doğruya tabiattan değil, toplumdan gelir. Toplumda ilk
cinsel yasaklarla birlikte, kişinin kafası, şuurun eremeyeceği bir enkonsiyan
dünyasının etkileri altına girer” der.
Yani totemin ortaya çıkışının toplumsal olduğunu söylemekte,
ama aynı olguyu “insanın hayvanlar
aleminden ayrılışında, insan oluşunda en az aygıt kullanış kadar önemli rol
oynar” diyerek, biyolojik bir değişiklik olarak tanımlar.
İşin kötüsü, eğer böyle ise, kendisinin bile bilinçli olarak
kabuy etmeyeceği bir sonuç çıkar: “İnanç geni”, “din geni”, “tanrı geni” gibi
bir sonuç.
Nasıl mı?
Görelim.
Dikkat edilsin, toplum ile içgüdüler çatışmasını dolayısıyla
toplumu ta ilk cansız organ (“alet” diyor buna) kullanan canlıya götürünce,
bunun mantıki sonucu insan türlerinin de evrimi olduğundan, dolayısıyla totemin
organik bir temeli olduğu sonucuna zorunlu olarak ulaşmaktadır.
Kıvılcımlı, Bilinç ve bilinç altı çelişkisini, (aslında
toplum ve bir canlı olarak insanın iç güdüleri arasındaki çelişki demek
gerekir) yani bu çelişkinin ürünü olan psikolojik süreçleri, organik bir süreç
olarak, yani beynin anatomisine ilişkin değişiklikler olarak ele almaktadır.
Zaten buna bağlı olarak o dönemde insan türlerinin de değiştiğini
söylemektedir.
Anatomik değişiklikler ise son duruşmada genlerdeki, yani
DNA kotlarındaki değişiklerdir.
Peki bilinç bilinçaltı çelişkisi totem ile başlayıp da insan
denen türü yarattı ise, yani organik değişikliklere yol açtı ise, bunun sonucu
tanrı fikrinin ya da dinin ya da totemin temelinin insan biyolojisinde
bulunduğu olur.
Yani sansasyon meraklısı popüler bilim dergilerinin “tanrı geni”, inanç geni”, “din geni” dediği şeye çıkmaktadır Kıvılcımlı’nın dedikleri.
Yani sansasyon meraklısı popüler bilim dergilerinin “tanrı geni”, inanç geni”, “din geni” dediği şeye çıkmaktadır Kıvılcımlı’nın dedikleri.
Elbet Kıvılcımlı böyle bir genin varlığını reddeder ama aynı
zamanda dedikleri bu reddiyle de çelişir.
Gerçekten de Kıvılcımlı, şu an nerede olduğunu
hatırlamadığımız bir yazısında dinin önemini belirtmek isterken, “Dinin temeli veya kökleri insan beyninin
derinliklerindedir” der yani özünün nereye gittiğini bilmeden veya
düşünmeden, din genetiktir demeye varır.
Hatta yanlış hatırlamıyorsak İhsan Eliaçık da, Kıvılcımlı’ya
çok değer verdiği için, onun bu dine önemini vurgulamak için söylediklerini,
kendisi de dinin önemini göstermek için, olduğu gibi alıp aynı yanlışı
tekrarlar.
*
Gelelim Kıvılcımlı’nın Ateş’in önemi konusunda yazdıklarına.
Ateş’in insan oluş sürecindeki önemi yeni yeni
anlaşılmaktadır.
Kıvılcımlı, tümden gelim ile, bu önemi ve eskiliğini en
asından 40 yıl önce görmüş ve yazmıştır da.
Ateşin önemine ilişkin yazdıklarını okuyalım.
“Homo
Neanderthalensis'le birlikte, insan ilk defa, ele avuca sığmayan, her yaratığa
korkunç, canlı bir varlık gibi bağımsız görünen, bir Varlık gücünü emrine aldı.
Orta Vahşet konağının kullanmayı bildiği bu güç, ATEŞ'ti. Ateş denilen varlık
gücü, taş, ağaç gibi cansız, uslu, pasif bir varlık nesnesi değildi. Kendisine
göre yaşayan, ölen, öldüren şeydi. Cansız varlık nesnesinden yapılmış cansız
uzuvlar (aletler) keşfedilmedikçe, insan ateşe dokunamazdı bile. Aletler
sayesinde, bir defa insan emrine girmek üzere yakalanan ateş, toplum için
inanılmaz ihtilal yangınları kopardı. Bugün, onbinlerce yıllık alışkanlık,
ateşi bize bayağı olağan şey gibi küçümsetmemelidir. Ateşin toplum yaşayışına
getirdiği devrim yanında, yirminci yüzyıl ortasına dek yapılmış bütün
keşiflerin devrimleri çocuk kalırlar. İnsanın Aşağı Vahşet konağında Alet'i
keşfetmesi, modern çağın MAKİNA'yı icat etmesinden farksızdır. (…)
İnsanın Orta Vahşet
konağında ATEŞ'i "keşfetmesi", ancak o zamandan beri yaptığı en büyük
icadı olan ATOM gücünün keşfi ile kıyaslanabilir. Buharın mekanik gücü, hatta
elektriğin akım ve yıldırımları, en son duruşmada, KEYFİYETÇE ateşin başka
biçimlere girmiş dışarılanışından başka birşey değildir. İnsanlığın toplumcul
ateş çağına girmesi, tabiatta canlı yaratığın girdiği ilk atom çağı oldu.
Ateşten sonraki hemen bütün keşif ve icatlar, ateş gücünün çeşitli alet ve
usullerle şu veya bu biçimde yeni kombinezonlar ve sentezler yaratmasından
öteye geçmedi.
Anlaşılan, Sinantrop
insan gibi Eonthrop insan da ateşle tanıştı. Onların kemikleri yanında
ocağımsı, kül kalıntıları bulundu. Ama, ateşin insan yaşayışına yeni bir çeki
düzen verici güç oluşu, başka deyimle; ateşin tabiat gücü olmaktan çıkıp toplum
gücü durumuna girmesi besbelli, Neanderthal insanla birlikte gelişti. Neanderthal
insan, belki kendisinden önce ellenmiş, ele geçmiş olan ateşi, toplum
yaşayışının vazgeçilmez temeli durumuna getirdi. Ateş, ondan sonraki bütün
keşiflerin anası oldu. Daha ilk konakta, çömlekçilik ve madencilik iziyle ateş,
insanlığı vahşet çağından kurtarıp, barbarlık çağına geçirecekti. Ama, bütün o
daha sonraki keşif ve icatlara kapı açılmadan önce dahi, ateş, sırf
toplumcullaşmış ateş olarak, bugüne de belirlenmiş insanlığın bütün ana ihtiyaç
ve eğginliklerini yöneltti. Cansız tabiata karşı dayanma, canlı varlıklara
karşı savunma, barınma, giyinme, pişmiş yeme, gömülme kullanımları ateşin
gerekleri oldu. Bu etkileri üç basamakta sıralayabiliriz:
Ateş, cansız tabiatın
en sert saldırılarına karşı insana delinmez bir zırh oldu. (…) Böylece ateş,
insanı her iklimde yaşar tek yaratık yaptı.
Ateşe uzvuyla dokunan
her yaratık yanıyordu. Yalnız insan, aleti sayesinde, ateşe yanmadan dokunmanın
sırrını çözdü. İnsandan başka her hayvan ateşi görünce kaçıyordu. İnsanlığın,
mağara ve meskenden daha sağlam barınağı kendisine ışıktan bir şato, aydınlık
bir Çin Seddi kuran ateş oldu. En yırtıcı hayvan ateşten kaçtığı için, ateş,
insanı bütün canlı varlıklar ortasında ilk dokunulmaz yaratık yaptı.
Soğuğa karşı ateşe
güvenen insan, ateşle kaçırttığı yırtıcı hayvanların yerine ateşle temizlediği
mağaraları kendisine barınak durumuna soktu. Ateş, insanı sürekli oturduğu
yeri bulunan ilk barınaklı yaratık yaptı.
Mağara ve başka
yerlerde süreklice barınan insan, soğuk havada dışarı çıkarken, uzvi eksiğini
hayvan postuna sarınmayla giderdi. Ateş, insanı ilk giyinen yaratık yaptı.
Barınağındaki ateş
başında yaşayan ve iyi havada bile avının kemiğini olsun barınağına getirip
iliğini yemeyi, kemik hamuru yapmayı öğrenen insan, ateşte pişmiş yiyecek
kullanımına alıştı. Ateş, insanı ilk yemek pişiren yaratık yaptı.
Yeni yaşayış, ateşin
sönmemesi için ocağa, ocak temsilcisi doğuran kadına önem verdirdi. Ocağın
sürüklendirdiği insan münasebetleri ölümden sonra anılacak güce erdi. Toplum
geleneği ölü gömme adetine yol açtı. Bu, itin doyunca yiyeceğini toprak altına
saklamasından bambaşka bir görevdi. Ateş insanı ilk mezarı olan yaratık yaptı.
Böylece, Orta Vahşet,
Neanderthal çağında insan, beşikten mezara dek şimdiki insanın yaşayışını
uyguladı. Yaşama görev'lerindeki bu derin değişiklikler, sonraki kuşaklara
organ (teşrih) değişiklikleri biçiminde geçti. Pişmiş yiyen dişler, ilk
Neanderthal dişindeki mine ve köklerden başka olan bugünkü insan dişi minesine
ve köklerine kavuştu. Barınma ve giyinme alışkanlıkları, yeni aletlerle
birlikte insanı şimdiki gibi oynak başparmaklı, tüysüz yaratık haline getirdi.
Ondan beri artık insanın doğrudan doğruya tabiat etkisi altında organlarıyla
değişip başka hayvan nevi olmasına yer kalmadı. Toplum ortamı dolayısıyla alet
ve usul değiştirerek, insanoğlu en çetin tabiat şartlarına karşı korunma ve
gelişmesini başardı. Onun için Neanderthal insan dölü tükenmiş son insan nev'i
oldu.”
Bu satırlarda olgulara ilişkin bir sürü yanlış da vardır.
Örneğin ölü gömmenin toplum ile ortaya çıkmış, çok yeni bir olgu olması gibi.
Ama utmayalım ki, bu satırları, ömrünü hapishanelerde
geçirmiş, tartışacağı hiç kimse olmadan yaşamış bir insan yazmaktadır. Bir sürü
çıkarsaması yanlış da olabilir ama zamanının çok ilerisinde olduğu açıktır.
Ve yukarıda kısaca değindiğimiz tüm kusurlar bu yazıda da bulunmaktadır.
Yani Ateşi bir yandan cansız ama canlı bir organ gibi ele
almakta, onun insan biyolojisinde yol açtığı değişikliklerine değinmektedir.
Ama ama aynı zamanda onu toplum biçimlerini değiştiren bir üretim aracı veya
gücü olarak da ele almaktadır.
Bundan sonrasına girmeyelim.
Biz burada Kıvlcımlı’nın tüm dediklerini satır satır analiz
edip yanlışlarını gösterme yoluna gitmiyoruz. En temel ve tipik metodolojik
yanlışlar üzerinde duruyoruz.
Tekrarlayalım: Kıvılcımlı epey bir yol kat etmesine rağmen,
Engels’in de prestiji nedeniyle akıl yürütmesini sonuna kadar götürememekte, önermeleri
arasındaki çelişkileri görememektedir.
Burada şunu da belirtelim.
Biz de yıllara Kıvılcımlı’nın bu yanlışlarını görmedik.
Çünkü bizim üremimizde de Marks Engels ve üstüne üstlük Kıvılcımlı’nın da büyük
bir prestiji ve ağırlığı vardı.
Ama daha sonra bu çelişkileri görebilmemiz de yine bizzat
Kıvılcımlı sayesinde olabilmiştir. Bir bakıma bizim yazdıklarımız, Marks,
Engels, Kıvılcımlı geleneğinin kendi yanlışlarını görüp çelişkileri çözmesinden
başka bir şey değildir.
*
Şimdi “Bir Devrimin Eşiğinde” başlıklı yazımızda açtığımız,
insan olma sürecine ilişkin bu parantezi kapatabiliriz.
Buraya emek ve üretim aracı kategorilerinin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı sorusuna cevap ararken gelmiştik.
Buraya emek ve üretim aracı kategorilerinin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı sorusuna cevap ararken gelmiştik.
Çünkü önümüzdeki teknolojik devrim emek kategorisinin
ortadan kalkmasına doğru devasa bir adım olmaya adaydır.
Yarını anlayabilmek için bu uzak geçmişe gittik.
Benzer şekilde, artı değer ancak meta üretimine dayanan bir
toplumda olabilir ve iş gücünün bir meta olarak kullanımını var sayar.
İş gücünün kullanımının ortadan kalktığı bir durumda, artı
değer üretimi (yani Kapitalizm) olanaksız hale gelir.
Robotlar ve yapay zekalar hem değişken sermayeyi, yani
işgücünü gereksiz hale getirerek, Kapitalizmin, hem de sağlayacağı olağanüstü
bolluk ve zenginlikle zorunluluklar aleminin ötesindeki özgürlükler alemine,
yani yasak ve yaptırımın olmadığı aleme
geçişi sağlayarak, Toplumun kendi evriminin sınırlarına dayanmasına yol
açabilecektir.
Ne var ki, bugünkü yeryüzündeki toplumsal ilişkiler ve
yaklaşan devrim üzerine tartışmalar ve anlama çabaları tamamen ulusal devletler
ve ulusların varlığını olağan ve meşru gören bir düzeydedir.
Bu nedenle bu olanaklar ve sınırlılıklar arasındaki muazzam
makas insanlığın veya toplumun sonunu da getirebilir.
İlerde bu olanakların ne gibi yeni stratejiler gerektirdiği
sorunua ve bu günkü devrim tasavvurlarımıza gireriz.
*
Bu vesileyle insan oluş sürecine ilişkin çok kaba da olsa
bir sıralama yapalım.
1) Dört
milyon yıl kadar önce, dik yürüyen, elleriyle el baltası ve sopayı cansız bir
organ olarak kullanan Australophitecus’un
alt türlerinden biri olduğu maymun ve insan türü arasındaki canlı ortaya çıkar.
Diğer organlar taş bata ve sopa kullanımına göre şekillenir.
2) İki
milyon yıl kadar önce sopa gibi cansız organlar aracılığıyla kontrol altına alınan
canlı gibi cansız organ olan Ateş’i kullanan Homo Erectus’un en bilinen alt türlerinden biri olduğu ilk insan
türü ortaya çıkar
3) Üç
yüz bin yıl kadar önce, farklı yerlerdeki Homo
Erectus benzeri türlerden, Afrika’da Homo
Sapiens, Avrupa’da Homo Neandertalis,
Asya’da Denisova İnsanı gibi, muhtemelen
bizim yaşadığımız gibi bir toplum içinde büyütüldükleri takdirde rahatça
yaşayabilecekleri, muhtemelen bizlerle aynı veya daha üstün zeka ve yeteneklere
sahip insan türleri ortaya çıkar.
4) Yetmiş
bin yıl kadar önce Afrika’da muhtemelen Ekvatorun güneyinde, küçük bir Homo
Sapiens popülasyonu, Toplum denen
yepyeni bir canlı türüne geçiş yapar. Bunun sürüden ayırıcı özelliği, yasak, yaptırım ve parçanın bütüne tabi
olmasıdır. Yani Din, Üstyapı ile birlikte topluma geçiş olur. Bu yeni canlı
türü, araçlarını değiştirerek örgütlenmesini ve ilişkilerini değiştirir. Böylece
yepyeni Toplum denen bir hareket ve var oluş biçimi ortaya
çıkar.
5) Bu
tür son otuz bin yıl öncesine kadar geçen dönemde, kendisinden önce var olmuş Homo Sapiens’ler dahil, bütün insan türlerini, onlarla aynı nişi
paylaştığı ama çok daha gelişmiş bir örgütlenme düzeyine ve araçlara sahip
olduğu için yok eder. Bu nedenle yeryüzünde tek bir türden oluşan tek tür İnsan
gibi görünür. Aslında İnsan türü yok olmuş, onun yerini Toplum denen tür
almıştır. Artık yer yüzünde “Toplum Türleri” vardı.
6) On
bin yıl kadar önce, Verimli Hilal’de ilk kez hayvan ve bitkilerin ehlileştirilmesine
geçildi. Neolitik devrim denen bu devrim, dünyanın birçok yerinde farklı bitki
ve hayvanlarla tekrarlandı.
7) Beş
bin yıl önce Fırat Dicle boylarında ilk düzenli tarıma geçildi. Kentler,
Devlet, Sınıflar, Yazı ortaya çıktı. (Uygarlığa geçiş de bir çok kez
tekrarlandı)
8) 200
yıl kadar önce geniş yeniden üretim ve kapitalizme geçiş; sanayi devrimi.
Bu sınıflamada Vahşet ve Barbarlık gibi “toplum biçimleri”
yoktur. Çünkü insan türleri değişmektedir ve söz konusu olan biyolojik
değişikliklerdir.
Bunu iki ana aşamaya ayırabiliriz.
1) Taş
balta ve Sopa gibi cansız organlara uyan bir biyolojik değişim dönemi. (4
milyon yıl)
2) Ateş
gibi cansız ama canlı organa uyan bir biyolojik değişim dönemi. (2 milyon yıl)
Toplum biçimlerinin gelişimine gelince.
1) 70.000
yıl önce Toplum’un ortaya çıkışıyla Avcılık ve Toplayıcılık diye
tanımlayabileceğimiz “İlkel Komünal toplum”un ilk biçimi başar: İlk Üretim
biçimi budur. Altmış bin yıl kadar sürer
2) 10.000
yıl önce Neolitik ile bitki ve hayvan ehlileştirilmesi başlar. Bu da komünal
bir toplumdur ama Neolitik köy komünüdür bu komün. Tabii hayvancılıkla yaşayan
göçebelerde de göçebe komünü biçimindedir. 20. Yüzyılın ortalarına kadar
dünyanın kırlarına bu üretim biçimi ve toplumsal ilişkiler egemendi.
3) 5000
yıl önce ilk Prekapitalist Uygarlıklar (devletler) ortaya çıkar. Esas olarak,
şehirler ve ticaret merkezlerinde egemendir.
4) Bu
beş bin yıl boyunca göçebe ve diğer komünlerin uygarlıkları yıkması ve tekrar
yenisini kurması. (Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin
konusu)
5) En
son olarak da Kapitalizm. (Kapital’in konusu)
Bu kaba şema İlkel, köleci, feodal gibi deli gömleklerinden
daha açıklayıcıdır ve gerçek tarihsel sürecin ana hatlarını daha iyi yansıtır.
8 Aralık 2017 Cuma
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder