(Bugün Atatürk’ün ölüm
yıldönümüymüş. Atatürk konusunda mahalle kavgasına benzeyen paylaşımları
görünce farkına vardım. Bu vesileyle 2001 yılında yazdığım Atatürk yazısını
paylaşmak iyi olabilir. Bugün yazsaydım muhtemelen başka bir üslup, vurgu ve
örneklerle yazardım ama yazının temel fikri değişmezdi. Anlama etki etmeyen
birkaç küçük üslup düzeyindeki düzeltmeyle tekrar yayınlıyorum. Kanımca bu kısa
Atatürk analizi geçerliliğini korumaktadır. Bir bu analizin dayandığı kavramsal
temele bakın bir de bugün Atatürk üzerine yazanların kavramsal temellerine. 10
Kasım 2017 Cuma)
Atatürk, her şeyden önce bir Bizans-Osmanlı Generalidir.
Bizans-Osmanlı ise, Sümerlerden beri gelen uygarlıklar, imparatorluklar ve
devletler zincirinin, o Doğulu, Devlet’i her şeyden üstün tutan, bu gün moda
deyimiyle “sivil toplum” denen,
devlete karşı her türlü halk örgütlülüğü ve inisiyatifinde kendi varlığına bir
tehdit gören ve onu yok eden kahredici devletçiliğinin son halkasıdır.
Dolayısıyla Atatürk de binlerce yıllık bu geleneğin, olağan
bir cisimleşmesinden başka bir şey değildir.
Bu kapıkulları için, varoluşlarının temel koşulu olan
devletin varlığı ve devamlılığı kendi başına bir amaçtır. İçe işlemiş temel kavrayışta,
Devlet, insanlar, halk ya da ulus için değil, İnsanlar, ulus ya da halk devlet
için vardır.
Atatürk’ün sık sık bir “Jakoben”
olduğu söylenir. Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Bir Robespierre
ya da Marat değil, bir Napoleon’dur.
Jakobenizm,
burjuva (yani demokratik) karakterdeki tarihsel görevlerin “avamca”, yani geniş yoksul kitlelerin
meşrebiyle, gerçekleştirilmesidir.
Yoksul kitlelerin bu devrimci yükselişleri ise daima,
sonradan Bonapartların darbelerinin kurbanı olmuşlardır.
Bu sadece modern değil, bütün tarihte görülebilecek bir
eğilimdir ve iki farklı tarihsel tipe karşılık düşerler.
Devrimci dalgaların yükselişler, Hazreti Ali, Robespierre,
Marat, Lenin, Troçki’leri öne çıkarır; bunu izleyen reaksiyon dönemleri ise
Muaviye, Napolyon, Stalin’leri yükseltir.
Birinde yoksul kitlelerin tarihsel inisiyatifi ve
örgütlenmelerinin damgası, diğerinde ise bunların dağıtılması, devletleşme,
devletin ve devletçiliğin damgası döneme ve tarihsel kişiliklere damgasını
vurur.
Türkiye’deki burjuva devrimi çok karikatür ölçülerde olmakla
birlikte, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın yıkılışı, Anadolu’da çeteler
ve öz savunma biçiminde halk örgütlenme ve direnişlerinin gelişimine yol
açmıştı. “Kurtuluş Savaşı”ndaki gerilla savaşı dönemi, bir bakıma, İslamiyet’in
ilk yükseliş dönemine veya Fransa’daki Paris “san kilot”larının (baldırı
çıplakların) Jakoben iktidarı dönemine veya Ekim devriminin ilk yıllarına
benzetilebilir. Eğer tarihsel kişiliklerle paralellikler kurmak gerekirse,
Robespiyer’lerin, Marat’ların, Lenin ve Troçki’lerin, Ali’lerin Türkiye’deki
karşılığı, Çerkez Ethem ve silahlı halktan başka bir şey olmayan çetelerdir.
Atatürk’ün yükselişi, bu Jakobenizmin ezilmesinin tarihidir.
Bu da iki önemli aşamada gerçekleşir. Batılı Emperyalistler’den Londra’da
garanti alındıktan sonra, kısa zaman içinde, Ali Fuat Cebesoy, Batı Cephesi
komutanlığından alınır, Çerkez Ethem kuvvetlerinin tasfiyesine girişilir ve
Karadeniz’de Suphi ve arkadaşları öldürülür. Bu bir bakıma, Türkiye’de Jakoben
egemenliğine son veren Thermidor adlı karşı devrimdir.
Ne var ki henüz, Fransa’da olduğu gibi “Cumhuriyet”, yani “Meclis”
yerinde durmaktadır.
Napolyon’un bütün temsili kurumları feshedip, kendisini
imparator ilan etmesinin Türkiye’deki karşılığı ise, Cumhuriyet’in ilanıdır. (Bunun
Osmanlı’daki daha otantik karşılığı Enver ve Talat’ların Babıali darbesi’dir)
Bir bakıma, Atatürk, Jakobenliğin ve Cumhuriyet’in
tasfiyesini şahsında birleştirmek ve bunu bir kaç yıl içinde gerçekleştirmek
bakımından Napolyon’dan ileridir. Tasfiyenin bu hızla gerçekleşmesi de onun
yeteneklerinden ziyade, demokrasi ve kitle örgütlenmelerinin cılızlığı ile
devlet ve devletçiliğin güçlülüğünden gelir.
Ne var ki, İmparatorluğun ilanı, “Üçüncü Meşrutiyet”in ve
Padişahlığın tasfiyesi ve Cumhuriyet ilanı biçiminde gerçekleştiğinden, bu
biçimsel özellikler onun özünün kavranmasını engellemektedirler.
Üçüncü Meşrutiyet’te (Yani Ankara’da kurulmuş Büyük Millet
Meclisi’nde) millet vekilleri iyi kötü siyasi iktidara sahiptiler.
Cumhuriyet’te ise onlar, Atatürk tarafından atanan birer
basit birer memurdular ve hiçbir gerçek güçleri yoktu. Cumhuriyet aslında,
padişahsız bir padişahlıktan başka bir şey değildi.
Atatürk bir Bonapart’tır. Ama Bonapart’ların bir özelliği,
öldürdüklerinin tarihsel vasiyetini gerçekleştirmektir. Napolyon, Fransız
devriminin, Bismark 1848 devriminin tarihsel vasiyetini, yukarıdan
gerçekleştirmek zorunda kalmışlardır. Atatürk de bir Bonapart olarak öldürdüğü “burjuva
devrimi”nin tarihsel vasiyetinin bir gerçekleştiricisidir elbette.
Yalnız onlardan temel bir farkı vardır. Onların,
bulundukları ülkelerde iyi kötü gelişmiş bir burjuvazi ve belli bir güce
ulaşmış bir işçi sınıfı vardı.Türkiye’de ise, Ermeni ve Rum katliamlarıyla ve
mübadelelerle tasfiye edilmişti bu burjuvazi ve işçi sınıfı.
Bu nedenle, Türk Bonapartizmi, burjuvaziden ziyade, Ermeni
ve Rum burjuvazisinin mallarına konan Müslüman taşra bezirganlığının ve
ağalığının, politik iktidardan uzaklaştırılmasıdır aynı zamanda.
Kalan tek burjuvazi, zaten Rum ve Ermeni burjuvazileri
karşısında Türk ulusunu yaratarak kendine bir kitle temeli arayan Yahudi
burjuvazidir. Bu burjuvazi ile yaratılmak istenen ulus arasındaki kültürel
kopuklukların ortadan kaldırılmasıdır o kıyafet inkılapları. Herkes şapka
giyerse kimin Müslüman, kimin “gavur” olduğu anlaşılamazdı.
Ne var ki, Türkiye’deki Bonapartizm, klasik Bonapartizm’den
farklı olarak, daha doğarken, tekelci ve devletçi olarak doğar. Böylece, batıda
o burjuvazinin nispi ilericiliği bile yaşanılamaz. Atatürk’ün Devletçiliği de
özünde budur.
Güçlü bir proletaryanın olmadığı ülkelerdeki devrimler Çin’den Yugoslavya ve Vietnam’a kadar, daha
baştan bir bürokratik deformasyonla gerçekleşirler. Bunlar hiç bir zaman
Rusya’da olduğu gibi, daha sonra karşı devrimle ezilen iyi kötü bir devrimci bir
işçi demokrasisi dönemi yaşamazlar. Sınıfın zayıflığı, daha baştan onun yerine
ikame olan bir Parti-Devletin egemenliğine yol açar.
Türkiye’de de siyasi yapı, Çin, Yugoslavya vs. gibi
ülkelerle analoji içinde, daha baştan bürokratik bir deformasyona uğramış bir
burjuva iktidarı olarak da görülebilir.
Ne var ki, bu paralellikte onları yıkıma götüren tam da
Kemalizm’in ömrünü uzatandır.
Onların, sosyalist örneği ve esin kaynağı, Sovyetler Birliği
idi. Sovyetler Birliği ise, kendisi bizzat, bürokratik bir karşı devrimle
sınıfın iktidardan uzaklaştırıldığı bir bürokratik diktatörlüktü. Dolayısıyla,
İşçi sınıfının sınıf olarak iktidarı alması, yani bir sosyalist demokrasi, hiçbir
zaman bir örnek olarak ortaya çıkamıyordu.
Kemalizm ise, cılız burjuvazinin yerine ikame olmuş bir
bürokratik diktatörlük olduğundan, kapitalist ülkeleri örnek alıyordu ve bunlar
aynı zamanda burjuva demokrasileriydi. Dolayısıyla, geri ülkelerdeki sosyalist
devrimleri yapanların, demokrasi diye bir hedef ve denemeleri olmaz iken, Kemalizm’in
Serbest Fıkra denemeleri ve daha sonra çok partili sisteme geçiş, ona belli bir
esneklik kazandırmış bu da onun ömrünü uzatmıştır.
Eğer Sovyetler Birliği karşı devrime uğramamış bir İşçi
Demokrasisi olarak var olabilseydi, İşçi Sınıfının cılız olduğu ülkelerdeki
sosyalist yönelimli daha baştan bürokratik çarpılma içindeki iktidarlar için,
bir model ve ideal olarak, Batı demokrasilerinin Kemalizm’e örnek olması gibi,
onlara benzer bir esneklik sağlayabilirdi.
Ama Kemalizm’in ömrünü asıl uzatan, ne Atatürk’ün “deha”sı, (ki
aslında en sıradan Osmanlı generallerinden biridir, pragmatik bir
politikacıdır) ne de uzak görüşlülüğüdür.
Bugün Stalin’in heykelleri yıkılmış, Mao bir kenara itilmiş,
Tito’nun adını kimse ağzına bile almaz iken, Atatürk’ün heykelleri hala duruyor
ve Atatürkçülük Türkiye’nin resmi devlet dini olmaya devam ediyorsa, bu
Kapitalizmin, Bürokratik diktatörlükler karşısında kazandığı tarihsel zafer
nedeniyledir.
Onun modeli ve ideali zafer kazanmıştır; o modelin temsili
niteliği ona esneklik kazandırmıştır. Kemalizm şimdilik bu tarihsel zaferin
rantını yemektedir. Yoksa tarihsel ömrünü çoktan doldurmuş bulunmaktadır.
Henüz öldüğünün farkında değildir. Genelkurmay destekli
“Doğuluyuz”, “Asyalıyız” şiarları bu ölümün bizzat Kemalistlerce ilanından
başka nedir ki?
10 Kasım 2001 Cumartesi
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı şu adreste yayınlandı:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder