11 Kasım 2017 Cumartesi

Atatürk

(Bugün Atatürk’ün ölüm yıldönümüymüş. Atatürk konusunda mahalle kavgasına benzeyen paylaşımları görünce farkına vardım. Bu vesileyle 2001 yılında yazdığım Atatürk yazısını paylaşmak iyi olabilir. Bugün yazsaydım muhtemelen başka bir üslup, vurgu ve örneklerle yazardım ama yazının temel fikri değişmezdi. Anlama etki etmeyen birkaç küçük üslup düzeyindeki düzeltmeyle tekrar yayınlıyorum. Kanımca bu kısa Atatürk analizi geçerliliğini korumaktadır. Bir bu analizin dayandığı kavramsal temele bakın bir de bugün Atatürk üzerine yazanların kavramsal temellerine. 10 Kasım 2017 Cuma)
Atatürk, her şeyden önce bir Bizans-Osmanlı Generalidir. Bizans-Osmanlı ise, Sümerlerden beri gelen uygarlıklar, imparatorluklar ve devletler zincirinin, o Doğulu, Devlet’i her şeyden üstün tutan, bu gün moda deyimiyle “sivil toplum” denen, devlete karşı her türlü halk örgütlülüğü ve inisiyatifinde kendi varlığına bir tehdit gören ve onu yok eden kahredici devletçiliğinin son halkasıdır.

Dolayısıyla Atatürk de binlerce yıllık bu geleneğin, olağan bir cisimleşmesinden başka bir şey değildir.
Bu kapıkulları için, varoluşlarının temel koşulu olan devletin varlığı ve devamlılığı kendi başına bir amaçtır. İçe işlemiş temel kavrayışta, Devlet, insanlar, halk ya da ulus için değil, İnsanlar, ulus ya da halk devlet için vardır.
Atatürk’ün sık sık bir “Jakoben” olduğu söylenir. Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Bir Robespierre ya da Marat değil, bir Napoleon’dur.
Jakobenizm, burjuva (yani demokratik) karakterdeki tarihsel görevlerin “avamca”, yani geniş yoksul kitlelerin meşrebiyle, gerçekleştirilmesidir.
Yoksul kitlelerin bu devrimci yükselişleri ise daima, sonradan Bonapartların darbelerinin kurbanı olmuşlardır.
Bu sadece modern değil, bütün tarihte görülebilecek bir eğilimdir ve iki farklı tarihsel tipe karşılık düşerler.
Devrimci dalgaların yükselişler, Hazreti Ali, Robespierre, Marat, Lenin, Troçki’leri öne çıkarır; bunu izleyen reaksiyon dönemleri ise Muaviye, Napolyon, Stalin’leri yükseltir.
Birinde yoksul kitlelerin tarihsel inisiyatifi ve örgütlenmelerinin damgası, diğerinde ise bunların dağıtılması, devletleşme, devletin ve devletçiliğin damgası döneme ve tarihsel kişiliklere damgasını vurur.
Türkiye’deki burjuva devrimi çok karikatür ölçülerde olmakla birlikte, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın yıkılışı, Anadolu’da çeteler ve öz savunma biçiminde halk örgütlenme ve direnişlerinin gelişimine yol açmıştı. “Kurtuluş Savaşı”ndaki gerilla savaşı dönemi, bir bakıma, İslamiyet’in ilk yükseliş dönemine veya Fransa’daki Paris “san kilot”larının (baldırı çıplakların) Jakoben iktidarı dönemine veya Ekim devriminin ilk yıllarına benzetilebilir. Eğer tarihsel kişiliklerle paralellikler kurmak gerekirse, Robespiyer’lerin, Marat’ların, Lenin ve Troçki’lerin, Ali’lerin Türkiye’deki karşılığı, Çerkez Ethem ve silahlı halktan başka bir şey olmayan çetelerdir.
Atatürk’ün yükselişi, bu Jakobenizmin ezilmesinin tarihidir. Bu da iki önemli aşamada gerçekleşir. Batılı Emperyalistler’den Londra’da garanti alındıktan sonra, kısa zaman içinde, Ali Fuat Cebesoy, Batı Cephesi komutanlığından alınır, Çerkez Ethem kuvvetlerinin tasfiyesine girişilir ve Karadeniz’de Suphi ve arkadaşları öldürülür. Bu bir bakıma, Türkiye’de Jakoben egemenliğine son veren Thermidor adlı karşı devrimdir.
Ne var ki henüz, Fransa’da olduğu gibi “Cumhuriyet”, yani “Meclis” yerinde durmaktadır.
Napolyon’un bütün temsili kurumları feshedip, kendisini imparator ilan etmesinin Türkiye’deki karşılığı ise, Cumhuriyet’in ilanıdır. (Bunun Osmanlı’daki daha otantik karşılığı Enver ve Talat’ların Babıali darbesi’dir)
Bir bakıma, Atatürk, Jakobenliğin ve Cumhuriyet’in tasfiyesini şahsında birleştirmek ve bunu bir kaç yıl içinde gerçekleştirmek bakımından Napolyon’dan ileridir. Tasfiyenin bu hızla gerçekleşmesi de onun yeteneklerinden ziyade, demokrasi ve kitle örgütlenmelerinin cılızlığı ile devlet ve devletçiliğin güçlülüğünden gelir.
Ne var ki, İmparatorluğun ilanı, “Üçüncü Meşrutiyet”in ve Padişahlığın tasfiyesi ve Cumhuriyet ilanı biçiminde gerçekleştiğinden, bu biçimsel özellikler onun özünün kavranmasını engellemektedirler.
Üçüncü Meşrutiyet’te (Yani Ankara’da kurulmuş Büyük Millet Meclisi’nde) millet vekilleri iyi kötü siyasi iktidara sahiptiler.
Cumhuriyet’te ise onlar, Atatürk tarafından atanan birer basit birer memurdular ve hiçbir gerçek güçleri yoktu. Cumhuriyet aslında, padişahsız bir padişahlıktan başka bir şey değildi.
Atatürk bir Bonapart’tır. Ama Bonapart’ların bir özelliği, öldürdüklerinin tarihsel vasiyetini gerçekleştirmektir. Napolyon, Fransız devriminin, Bismark 1848 devriminin tarihsel vasiyetini, yukarıdan gerçekleştirmek zorunda kalmışlardır. Atatürk de bir Bonapart olarak öldürdüğü “burjuva devrimi”nin tarihsel vasiyetinin bir gerçekleştiricisidir elbette.
Yalnız onlardan temel bir farkı vardır. Onların, bulundukları ülkelerde iyi kötü gelişmiş bir burjuvazi ve belli bir güce ulaşmış bir işçi sınıfı vardı.Türkiye’de ise, Ermeni ve Rum katliamlarıyla ve mübadelelerle tasfiye edilmişti bu burjuvazi ve işçi sınıfı.
Bu nedenle, Türk Bonapartizmi, burjuvaziden ziyade, Ermeni ve Rum burjuvazisinin mallarına konan Müslüman taşra bezirganlığının ve ağalığının, politik iktidardan uzaklaştırılmasıdır aynı zamanda.
Kalan tek burjuvazi, zaten Rum ve Ermeni burjuvazileri karşısında Türk ulusunu yaratarak kendine bir kitle temeli arayan Yahudi burjuvazidir. Bu burjuvazi ile yaratılmak istenen ulus arasındaki kültürel kopuklukların ortadan kaldırılmasıdır o kıyafet inkılapları. Herkes şapka giyerse kimin Müslüman, kimin “gavur” olduğu anlaşılamazdı.
Ne var ki, Türkiye’deki Bonapartizm, klasik Bonapartizm’den farklı olarak, daha doğarken, tekelci ve devletçi olarak doğar. Böylece, batıda o burjuvazinin nispi ilericiliği bile yaşanılamaz. Atatürk’ün Devletçiliği de özünde budur.
Güçlü bir proletaryanın olmadığı ülkelerdeki devrimler  Çin’den Yugoslavya ve Vietnam’a kadar, daha baştan bir bürokratik deformasyonla gerçekleşirler. Bunlar hiç bir zaman Rusya’da olduğu gibi, daha sonra karşı devrimle ezilen iyi kötü bir devrimci bir işçi demokrasisi dönemi yaşamazlar. Sınıfın zayıflığı, daha baştan onun yerine ikame olan bir Parti-Devletin egemenliğine yol açar.
Türkiye’de de siyasi yapı, Çin, Yugoslavya vs. gibi ülkelerle analoji içinde, daha baştan bürokratik bir deformasyona uğramış bir burjuva iktidarı olarak da görülebilir.
Ne var ki, bu paralellikte onları yıkıma götüren tam da Kemalizm’in ömrünü uzatandır.
Onların, sosyalist örneği ve esin kaynağı, Sovyetler Birliği idi. Sovyetler Birliği ise, kendisi bizzat, bürokratik bir karşı devrimle sınıfın iktidardan uzaklaştırıldığı bir bürokratik diktatörlüktü. Dolayısıyla, İşçi sınıfının sınıf olarak iktidarı alması, yani bir sosyalist demokrasi, hiçbir zaman bir örnek olarak ortaya çıkamıyordu.
Kemalizm ise, cılız burjuvazinin yerine ikame olmuş bir bürokratik diktatörlük olduğundan, kapitalist ülkeleri örnek alıyordu ve bunlar aynı zamanda burjuva demokrasileriydi. Dolayısıyla, geri ülkelerdeki sosyalist devrimleri yapanların, demokrasi diye bir hedef ve denemeleri olmaz iken, Kemalizm’in Serbest Fıkra denemeleri ve daha sonra çok partili sisteme geçiş, ona belli bir esneklik kazandırmış bu da onun ömrünü uzatmıştır.
Eğer Sovyetler Birliği karşı devrime uğramamış bir İşçi Demokrasisi olarak var olabilseydi, İşçi Sınıfının cılız olduğu ülkelerdeki sosyalist yönelimli daha baştan bürokratik çarpılma içindeki iktidarlar için, bir model ve ideal olarak, Batı demokrasilerinin Kemalizm’e örnek olması gibi, onlara benzer bir esneklik sağlayabilirdi.
Ama Kemalizm’in ömrünü asıl uzatan, ne Atatürk’ün “deha”sı, (ki aslında en sıradan Osmanlı generallerinden biridir, pragmatik bir politikacıdır) ne de uzak görüşlülüğüdür.
Bugün Stalin’in heykelleri yıkılmış, Mao bir kenara itilmiş, Tito’nun adını kimse ağzına bile almaz iken, Atatürk’ün heykelleri hala duruyor ve Atatürkçülük Türkiye’nin resmi devlet dini olmaya devam ediyorsa, bu Kapitalizmin, Bürokratik diktatörlükler karşısında kazandığı tarihsel zafer nedeniyledir.
Onun modeli ve ideali zafer kazanmıştır; o modelin temsili niteliği ona esneklik kazandırmıştır. Kemalizm şimdilik bu tarihsel zaferin rantını yemektedir. Yoksa tarihsel ömrünü çoktan doldurmuş bulunmaktadır.
Henüz öldüğünün farkında değildir. Genelkurmay destekli “Doğuluyuz”, “Asyalıyız” şiarları bu ölümün bizzat Kemalistlerce ilanından başka nedir ki?
10 Kasım 2001 Cumartesi
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı şu adreste yayınlandı:

Hiç yorum yok: