19 Haziran 2017 Pazartesi

Sahada Olmak ve HDP’nin Yanlışı

Kılıçdaroğlu’nun başlattığı yürüyüş karşısındaki tartışmalara bakınca, yeni kuşakların, bizler için birer aksiyom olan kimi alfabetik önermeleri bile bilmediği görülüyor.

Bu nedenle, klasik sosyalist geleneğin “her zaman taze” (evergreen) kimi kabullerini hatırlatmak yerinde olacaktır.

Halk özellikle eski uygarlık beşiklerinde, yani Türkiye gibi Şark despotluklarında örgütsüzdür.

Kapitalizm öncesinde, ulusal devletler öncesinde iyi kötü yine de tarikatlardaki, meslek örgütlerindeki örgütlülüğü aracılığıyla, modern toplumdaki işçilerin sendikaları gibi, köylülerin (Alevilik) ve zanaatkârların (Ahilik, Bektaşilik vs.) savunma araçları bulunuyordu.

Ama modern devlet ve ulusun ortaya çıkışı bu öz savunma mekanizmalarını bile ortadan kaldırdığı için, halkın, ne prekapitalist (kapitalizm öncesi) sınıflı toplumlarda, yani klasik uygarlıklarda, iyi kötü geliştirdiği savunma araçları vardır; ne de modern toplumdaki işçi sınıfının geliştirdiği savunma araçları (fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi kimi haklar ve sendikalar ve işçi partileri gibi örgütlülükler) vardır. Ortada tam anlamıyla devletin örgütlü kontrolünde, tamamen savunmasız ve örgütsüz bir halk vardır.

Bu nedenle her sosyalistin, her demokratın soluk alır gibi, su içer gibi zaten her zaman yapması gereken iş, halkı örgütlemek, onun öz örgütlenme mekanizmalarını oluşturmak ve bunun için en küçük bir olanaktan yararlanmaktır.

Bunu yapabilmenin de tek yolu vardır. O Tanrı gibi “her şeylere kadir” devletin gözü önünde, legaliteden azami yararlanarak halkın savunma mekanizmalarını oluşturmak.

Bu da sözle değil, işle, örnek davranışla, somut ilişkilerle başarılabilir.

Bu nedenle, örneğin Lenin, Türkiye gibi, bir Şark despotluğundan başka bir şey olmayan çarlık Rusya’sında, en gerici sendikalarda bile çalışmak gerektiğini yazıyordu. (Tabii Lenin’in dediğinden, bugünkü sendika bürokrasisinin “eğitim” seminerlerinin veya sendika yayınlarının vs. maaşlı kapıkulları olan solcu (çok da “sınıfçı”) aydınların yaptıklarını anlamamak gerekir.)

Bolşevikler, en gerici çarlık meclislerinde (Duma) bile seçimlere katılıyordu.

Bu nedenle Hikmet Kıvılcımlı, Yol adlı çalışmasının son bölümünde, izlenecek taktiğin legaliteden azami yararlanmak olduğunu yazıyor ve sonraki hayatında hep bunu uyguluyordu.

Engels, Alman işçilerinin bu taktikle nasıl başarılı sonuçlar aldığını anlatıyordu.

*

Bir doğru politik tavır ile pratik iş ve örgütlenme arasındaki ilişki, mekanik ve doğrudan bir ilişki değildir,

Ne demek istediğimizi şöyle anlatalım.

Birinci Dünya Savaşı patladığında sosyalistlerin çoğu kendi devletlerinin ve uluslarının yanında yer almışlardı. Zimmerwald Konferansına giderken, “İki at arabasını doldurabilecek” kadar kalmış bir avuç enternasyonalist ise, “emperyalist savaşı iç savaşa çevirelim” diyen bir tavır alıyordu.

Bu duruş ve stratejiden, mekanik düşünen bir sosyalist, askere gitmeme gibi bir sonuç çıkarabilir.

Ama diyalektik düşünen, geniş ezilen kitleleri örgütlemek gibi bir derdi olan sosyalistler, yani Bolşevikler ise askere de, savaşa da gitmişlerdir ve orada en iyi asker ve savaşçı olmuşlardır.

İğneyle kuyu kazarca siperlerde beraber oldukları, beraber ölüme gittikleri emekçi askerlerin güvenini kazanmaya, onların arasında bu savaşın niteliği üzerine fikirlerini yaymaya çalışmışlardır.

Böyle uzun ve sabırlı bir çalışmanın ektiği tohumlar, çaldığı mayalar olmasaydı savaşa karşı tepki pek ala soysuzlaşabilirdi. Savaş patladığında Konferanslarda alınmış Enternasyonalist kararların hiçbir somut etkisi ve sonucu olmazdı.

Bir fabrikayı örgütlemeye çalışan sosyalist kapitalistlerin nasıl artı değere el koyduğunu anlatır ama bundan çıkacak sonuç fabrikada çalışmamak ya da işten kaytarmak değildir. Mesleğini iyi bilen bir işçi olmaktır.

Çünkü her örgütlenme çabasına giren bizzat denemesiyle bilir ve görür ki, ancak mesleğini bilen, arkadaşlarını kollayan ama aynı zamanda iyi bir işçi olan işçilerin sözünün değeri olur ve onlar belki gerektiği anda bir örgütlenmeye veya bir direnişe öncülük edebilirler.

En kaba gözlem bile kaytaran bir işçinin yaptığı veya yapması gereken işin arkadaşlarının sırtına yeni yük eklediğini bilir ve görür.

Yani artı değer teorisinden çıkacak sonuç, sömürülmemek için işten kaçmak değil, tabiri caiz ise daha iyi ve çok sömürülmeyi göze almaktır denebilir.

İşçi hareketinin, sosyalist ve demokratik hareketin son iki yüz yılda geliştirdiği bütün bu taktikler, özünde kitlenin ve özellikle de hareketin ve örgütlenmenin içinde olmak; sahada olmak olarak da adlandırılabilir.

*

Yeni kuşaklara bu verdiğimiz örnekler bir şey ifade etmeyebilir. O halde tarihi bir yana bırakalım, bugünkü Rojava’ya bakalım.

YPG Rojava’da ABD’den silah alıyor, en küçük çelişkilerden akıllıca yararlanıyor. ABD’nin kendisine karşılıksız bir silah vermeyeceğini de; günü geldiğinde tamamen ters bir tavır alacağını da, yarın öbür gün Türk devletiyle anlaşıp kendisine karşı saldıracağını da biliyor. Ama iffetini korumuş yaşlı bir bakire olarak ölmekten ise, ırzına geçilmesini de göze alarak sokağa çıkması gerektiğini de biliyor.

Ama şunu da biliyor. Kendisi sahada, kitlenin içinde, bu arada o bölgedeki halkı örgütlüyor, silahlandırıyor, ilişkiler kuruyor. Araplardaki ön yargıları yıkmaya çalışıyor. Yani fiiliyatta sürekli pratik iş içinde yeni mevziler kazanıyor.

Yarın öbür gün işler tersine döndüğünde, olayların gidişini değiştirmek için gerekli güçleri topluyor.

Haydi, YPG’yi bir yana bırakalım. Şu Türk devletin bakalım. Hiç olmazsa düşmanımızdan öğrenelim.

Türk devletinin dilinden düşürmediği nedir?

Sahada olmak”.

Yani sahada fiili bir gücünün ve örgütünün olması. O zaman olayların gidişine bir etkide bulunabileceğini düşünmekte, şu çürümüş Türk devleti bile, binlerce yıllık tecrübesiyle sahada olmanın önemini bilmektedir.

*

Bir de bizim 68’lilerin deneylerinde bir iki söz edelim.

Biz DÖB ve DEV-GENÇ’lilerin cuntacı olduğumuz iddia edilir.

Elbet içimizde öyleleri de vardı ve bunları da bilirdik. Ama bizler cuntacı değildik. Cuntalar bizlerden kendi hesapları için yararlanmak isterlerdi, bizler de bunu bilir ve görürdük. Ama bizler de onların bu yararlanma çabalarından yararlanmaya çalışırdık. Sahada olmamıza güvenirdik, onlar yukarıdan ne gibi hesaplar yaparlarsa yapsınlar, bizler sahadaydık. Dev-Genç’in militanları öğrenci forumlarında, derneklerde, işçi direnişlerinde, köylü direnişlerinde hasılı sahadaydı. Onlar bizi kontrol edemiyorlardı. Başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücülere dönmüşlerdi.

Yine bir başka yürüyüşten bir örnek. Cuntacıların da hesaplarının olduğu bir yürüyüş olmuştu 1968 yılında: Samsun Ankara yürüyüşü. Bu yürüyüşte cuntacıların, CHP’lilerin başka hesapları vardı. Bunu biliyorduk. Ama bizim de hesaplarımız vardı. Bu vesileyle yürüyen bizler olduğumuz, sahada bizler olduğumuz için bu bize müthiş bir güç veriyordu. Bu yürüyüşte aslında İstanbul ve Ankara’nın devrimci kadroları birbirlerini ilk kez somut iş içinde, bir yürüyüşün zorlukları içinde tanıdılar. Bir hafta bile olsa kilometrelerce beraber yürümek başka bir dayanışma ve güven oluşturur.

Ayrıca yürüme deme geçmemeli. Pratik işin nasıl bir eleme sağladığını göstermek için somut bir örnek.

Bizler yürüyorduk. Ankara’ya yaklaşınca CHP’li veya cuntacılarla ilişkili kimi tipler şık giysileri ve güzel çizmeleri ile yürüyüşe gelmişlerdi. Biz yürüyüşü başından beri götürenler aslında o gün yürümemiz gerekin kısmı yürümüş yorulmuştuk. Ankaradan gelen CHP’li veya cuntacılara yakın tipler, bizleri paryalar gibi görüyorlardı. Bizler yürüyor ve işin hamallık kısmını yapıyorduk, onlar esas politik kısmıyla meşgul liderler pozlarındaydılar.

Biz ne yaptık?

O gün 40 kilometre kadar yürümüş olmamıza rağmen onlara iyi bir ders vermek için, yürüyüşe devam hedef Kırıkkale dedik. O gün yetmiş kilometre kadar yürüdük. Bizler bittik ama o havalı bayların da havasını indirdik ve ertesi gün hepsi yürüyüş kolundan bahaneler bulup kaçtılar. Onların esamisi okunmaz oldu. Bütün havaları ve hesapları bitti.

DÖB ve Dev Genç aslında bu yürüyüşte oluştu bile denilebilir.

“Uzlaşma yok” bir anarşist palavrasıdır. Sorun neye karşı, neyle, ne zaman uzlaştığın ve bunun ezilenlerin mücadelesine bir katkısı olup olmadığıdır. Lenin Alman Genelkurmayı ile bir uzlaşma yapıyordu kurşunlu vagon ile Rusya’ya varmak için. Kimin kazandığını tarih gösterdi. Abdestinden emin olan, ezilenleri örgütlemek gibi bir derdi olan, en çürük gibi görünen uzlaşmaları bile yapmaktan çekinmez. Mao veya Ho Japonlara karşı “kendi” burjuvazileri, hatta “kendi” emperyalistleriyle uzlaşma yaparken şunu da iyi biliyorlardı. Kendileri sahadaydılar ve sahada olmalıydılar.

Sanırız bu kadar yeter.

*

Şimdi gelelim Adalet Yürüyüşü’ne.

Yok, CHP şöyleymiş, yok böyleymiş. Bunların hepsinin doğru olduğunu kabul edelim.

Ama bundan çıkacak sonuç: mekanik bir şekilde, (tıpkı emperyalist savaştır o halde askere gitmeyelim benzeri) “bu yürüyüşe katılmayalım” değildir.

Aksine bizler o yürüyüşte yer almalıyız. Herkesten iyi ve çok yürümeliyiz. Her türlü pratik işi, nankör işleri, hamallıkları bizler yapmalıyız.

Ancak böyle yarın öbür gün CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun yan çizmesinde demoralizasyon ve yıkım önlenebilir ve hareket daha ileri götürülebilir.

Bu yürüyüş, geniş kitlelerin öz örgütlenmelerinin yaratılması için muazzam bir olanaktır.

Bunu görmek istemeyenlere küçük ama sembolik bir olgudan bahsedelim.

*

#HAYIR kampanyası sırasında az da olsa meclisler oluşmuştu. Sonra hareketin geri çekilmesiyle birlikte katılım azalmıştı. Ama yine de kalan az bir kesim gelecekte ne yapmalı, nasıl davranmalı diye emek sarf ediyor, kafa patlatıyor ve tartışıyordu.

Dün bu meclislerin çok önceden planlanmış bir toplantısı vardı. Eğer Adalet Yürüyüşü olmasaydı muhtemelen bu toplantıya az bir katılım olurdu. Ama yürüyüşün başlaması hemen etkisini göstermiş ve oldukça geniş katılımla bir toplantı yapılmış bulunuyor. Yani insanların öz örgütlenme ihtiyacı ve arayışları bu şekilde yansıyor.

Aslında bu yürüyüşte bizlerin yapması gerekenler şunlardır: Türkiye’nin her yerinde örneğin Adalet Meclisleri kurulmasına çaba gösterilebilir. Bu meclisler de bir tek #ADALET pankartıyla her yerden yürüyüşler başlatılabilir. #Adalet bayrağı iç çelişkilerin hareketi bölmesini engelleyici bir işlev görür.

Bu yürüyüşler bizzat halkın örgütlenmesinin tohumları olabilir. Bir yürüyüşün örgütlenmesi bir yığın iş gerektirir. Bütün bunların örgütlenmesi çabaları insanların birbirilerini iş içinde görüp tanımalarını sağlar. Gerçek güvene dayalı ilişkiler böyle oluşur.

Böylece birkaç hafta içinde Türkiye’de geniş kitlelerin örgütlenmesi ve harekete geçmesi sağlanabilir.

Modern toplumda insanlar birkaç hafta içinde bütün dengeleri değiştirecek örgütlenmeler yapabilir. İşte Fransa’da Macron bir örnek.

*

Bu vesileyle HDP’ye ve Kürt Özgürlük Hareketine bir eleştiri.

Olaylar Kürt Özgürlük Hareketi’nin Öcalan’ın yol açıcılığı olmadığı sürece son derece dar ufuklu olduğunu göstermektedir.

Kürt hareketi Gezi’yi kavrayamadı örneğin.

#HAYIR referandumunu kavrayamadı.

Şimdi de bu yürüyüş karşısında benzer refleksler görülüyor.

Bu yürüyüş Kürt özgürlük hareketinin Laikler ve Aleviler ile bağlar kurabilmesi, ön yargıları yıkabilmesi için muazzam bir olanak sunmaktadır. Onların pratik eylem içinde Kürt Hareketine karşı ön yargıları değiştirilebilir ve birer ulusalcı olmaktan kurtarılabilirler

HDP’nin ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin tam da sahada olabileceği ve olması gerektiği bir gelişmedir bu.
Ama HDP’liler ne yapıyor?

Birincisi, bir politikası bile yok. Her kafadan bir ses çıkıyor.

İkincisi, herkes konuşuyor ama can alıcı sorunda konuşan yok.

Selahattin Demirtaş, tarihsel haklılıklar üzerine, avcıların veya avların yazacağı tarihlerden söz ediyor.

Ama şu somut olay ve gelişme karşısında tek bir söz etmiyor.

Kimileri Diyarbakır’da AKP’nin er veya geç barış çizgisine geleceğinden söz ediyor.

Bunun nasıl muhalefetin bir bölünmesi ve Kürt hareketinin tecridiyle sonuçlanacağını bile kavramaktan aciz Kürt ulusalcısı bir perspektiften konuşuyor.

Ertuğrul Kürkçü, her şeyi, Demirel’in gerçekte ne dediğini bile söylüyor da, bu yürüyüşe katılmak konusunda bir tek söz etmiyor.

Sırrı Süreyya, “bizi davet etmezseniz yürüyüşte yokuz dışardan destekleriz” diyor özünde.

HDP’nin görülen ağırlıklı tavrının CHP’den davet beklediği oluyor.

CHP’nin gözünün kendi sağında olduğu bilinmez bir şey midir?

Yapılması gereken, CHP’nin davet etmesini beklemeden Adalet şiarıyla yürümektir. En geniş kesimleri birleştirebilecek bu bayrak yükseltilmeli. HDP’liler yürüyüşü fiilen organize etmeli. HDP’liler o yürüyüşe kitle halinde katılmalı.

Bu günkü politikayla CHP eğer HDP’yi davet ederse, bu daha da kötü. Katıldığında onun davetiyle gelmiş olacak.

Ama CHP davet etmezse, bu sefer de kitle hareketlenmesinin dışında kalacak, sahada olmayacak ve gelişmeleri etkileme gücü olmayacak. Ayrıca laikler ve Aleviler içindeki ön yargıları pekiştirmiş olacak.
HDP’lilerin yapması gereken bir tek şey var. Tüm meclis grubu olarak yürüyüşe katılmak, Adalet şiarına sahip çıkıp bu bayrağı yükseltmek, bunun henüz demokrasi olmadığını vurgulamak; tüm yürüyüşü pratik işlerden hareketle örgütlemek, HDP’lilerin kitleler halinde yürüyüşe katılmaları ve mümkünse her yerde CHP’liler veya diğer tüm muhaliflerle birlikte yürüyüşler başlatmaları ve Adalet Meclisleri örgütlemeleri.

HDP asgari olarak bunları yapmadığı takdirde bu hatasının altında ezilecek, demokratik muhalefeti bütünüyle CHP’nin ellerine teslim etmiş dolayısıyla onu ihanete ve yenilgiye mahkûm etmiş olacaktır.

06.19.2017

Demir Küçükaydın

demiraltona@gmail.com

Blog: https://demirden-kapilar.blogspot.com/

Youtube Kanalı: https://www.youtube.com/user/demiraltona

Podcast: https://soundcloud.com/demirden-kapilar

Kitaplarımızı İndirmek İçin:

https://disk.yandex.com.tr/d/MP0-52MFdgdqBg

https://disk.yandex.com.tr/d/2Vez45Mg7W7wzA

Hiç yorum yok: