Kılıçdaroğlu’nun başlattığı yürüyüş karşısındaki tartışmalara
bakınca, yeni kuşakların, bizler için birer aksiyom olan kimi alfabetik
önermeleri bile bilmediği görülüyor.
Bu nedenle, klasik sosyalist geleneğin “her zaman taze”
(evergreen) kimi kabullerini hatırlatmak yerinde olacaktır.
Halk özellikle eski uygarlık beşiklerinde, yani Türkiye gibi Şark despotluklarında örgütsüzdür.
Kapitalizm öncesinde, ulusal devletler öncesinde iyi kötü
yine de tarikatlardaki, meslek örgütlerindeki örgütlülüğü aracılığıyla, modern
toplumdaki işçilerin sendikaları gibi, köylülerin (Alevilik) ve zanaatkârların (Ahilik,
Bektaşilik vs.) savunma araçları bulunuyordu.
Ama modern devlet ve ulusun ortaya çıkışı bu öz savunma
mekanizmalarını bile ortadan kaldırdığı için, halkın, ne prekapitalist (kapitalizm
öncesi) sınıflı toplumlarda, yani klasik uygarlıklarda, iyi kötü geliştirdiği
savunma araçları vardır; ne de modern toplumdaki işçi sınıfının geliştirdiği
savunma araçları (fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi kimi haklar ve sendikalar
ve işçi partileri gibi örgütlülükler) vardır. Ortada tam anlamıyla devletin
örgütlü kontrolünde, tamamen savunmasız ve örgütsüz bir halk vardır.
Bu nedenle her sosyalistin, her demokratın soluk alır gibi,
su içer gibi zaten her zaman yapması gereken iş, halkı örgütlemek, onun öz
örgütlenme mekanizmalarını oluşturmak ve bunun için en küçük bir olanaktan
yararlanmaktır.
Bunu yapabilmenin de tek yolu vardır. O Tanrı gibi “her
şeylere kadir” devletin gözü önünde, legaliteden azami yararlanarak halkın
savunma mekanizmalarını oluşturmak.
Bu da sözle değil, işle,
örnek davranışla, somut ilişkilerle başarılabilir.
Bu nedenle, örneğin Lenin, Türkiye gibi, bir Şark
despotluğundan başka bir şey olmayan çarlık Rusya’sında, en gerici sendikalarda
bile çalışmak gerektiğini yazıyordu. (Tabii Lenin’in dediğinden, bugünkü
sendika bürokrasisinin “eğitim” seminerlerinin veya sendika yayınlarının vs.
maaşlı kapıkulları olan solcu (çok da “sınıfçı”) aydınların yaptıklarını
anlamamak gerekir.)
Bolşevikler, en gerici çarlık meclislerinde (Duma) bile
seçimlere katılıyordu.
Bu nedenle Hikmet Kıvılcımlı, Yol adlı çalışmasının son bölümünde, izlenecek taktiğin legaliteden
azami yararlanmak olduğunu yazıyor ve sonraki hayatında hep bunu
uyguluyordu.
Engels, Alman işçilerinin bu taktikle nasıl başarılı sonuçlar
aldığını anlatıyordu.
*
Bir doğru politik tavır
ile pratik iş ve örgütlenme
arasındaki ilişki, mekanik ve
doğrudan bir ilişki değildir,
Ne demek istediğimizi şöyle anlatalım.
Birinci Dünya Savaşı patladığında sosyalistlerin çoğu kendi
devletlerinin ve uluslarının yanında yer almışlardı. Zimmerwald Konferansına
giderken, “İki at arabasını doldurabilecek” kadar kalmış bir avuç
enternasyonalist ise, “emperyalist savaşı iç savaşa çevirelim” diyen bir
tavır alıyordu.
Bu duruş ve stratejiden, mekanik düşünen bir sosyalist,
askere gitmeme gibi bir sonuç çıkarabilir.
Ama diyalektik düşünen, geniş ezilen kitleleri örgütlemek
gibi bir derdi olan sosyalistler, yani Bolşevikler ise askere de, savaşa da gitmişlerdir
ve orada en iyi asker ve savaşçı olmuşlardır.
İğneyle kuyu kazarca siperlerde beraber oldukları, beraber
ölüme gittikleri emekçi askerlerin güvenini kazanmaya, onların arasında bu
savaşın niteliği üzerine fikirlerini yaymaya çalışmışlardır.
Böyle uzun ve sabırlı bir çalışmanın ektiği tohumlar, çaldığı
mayalar olmasaydı savaşa karşı tepki pek ala soysuzlaşabilirdi. Savaş
patladığında Konferanslarda alınmış Enternasyonalist kararların hiçbir somut
etkisi ve sonucu olmazdı.
Bir fabrikayı örgütlemeye çalışan sosyalist kapitalistlerin
nasıl artı değere el koyduğunu anlatır ama bundan çıkacak sonuç fabrikada
çalışmamak ya da işten kaytarmak değildir. Mesleğini iyi bilen bir işçi
olmaktır.
Çünkü her örgütlenme çabasına giren bizzat denemesiyle bilir
ve görür ki, ancak mesleğini bilen, arkadaşlarını kollayan ama aynı zamanda iyi
bir işçi olan işçilerin sözünün değeri olur ve onlar belki gerektiği anda bir
örgütlenmeye veya bir direnişe öncülük edebilirler.
En kaba gözlem bile kaytaran bir işçinin yaptığı veya yapması
gereken işin arkadaşlarının sırtına yeni yük eklediğini bilir ve görür.
Yani artı değer teorisinden çıkacak sonuç, sömürülmemek için
işten kaçmak değil, tabiri caiz ise daha iyi ve çok sömürülmeyi göze almaktır
denebilir.
İşçi hareketinin, sosyalist ve demokratik hareketin son iki
yüz yılda geliştirdiği bütün bu taktikler, özünde kitlenin ve özellikle de hareketin ve örgütlenmenin içinde olmak; sahada olmak olarak da adlandırılabilir.
*
Yeni kuşaklara bu verdiğimiz örnekler bir şey ifade etmeyebilir.
O halde tarihi bir yana bırakalım, bugünkü Rojava’ya bakalım.
YPG Rojava’da ABD’den silah alıyor, en küçük çelişkilerden
akıllıca yararlanıyor. ABD’nin kendisine karşılıksız bir silah vermeyeceğini
de; günü geldiğinde tamamen ters bir tavır alacağını da, yarın öbür gün Türk
devletiyle anlaşıp kendisine karşı saldıracağını da biliyor. Ama iffetini
korumuş yaşlı bir bakire olarak ölmekten ise, ırzına geçilmesini de göze alarak
sokağa çıkması gerektiğini de biliyor.
Ama şunu da biliyor. Kendisi sahada, kitlenin içinde, bu
arada o bölgedeki halkı örgütlüyor, silahlandırıyor, ilişkiler kuruyor.
Araplardaki ön yargıları yıkmaya çalışıyor. Yani fiiliyatta sürekli pratik iş
içinde yeni mevziler kazanıyor.
Yarın öbür gün işler tersine döndüğünde, olayların gidişini
değiştirmek için gerekli güçleri topluyor.
Haydi, YPG’yi bir yana bırakalım. Şu Türk devletin bakalım.
Hiç olmazsa düşmanımızdan öğrenelim.
Türk devletinin dilinden düşürmediği nedir?
“Sahada olmak”.
Yani sahada fiili bir gücünün ve örgütünün olması. O zaman
olayların gidişine bir etkide bulunabileceğini düşünmekte, şu çürümüş Türk
devleti bile, binlerce yıllık tecrübesiyle sahada olmanın önemini bilmektedir.
*
Bir de bizim 68’lilerin deneylerinde bir iki söz edelim.
Biz DÖB ve DEV-GENÇ’lilerin cuntacı olduğumuz iddia edilir.
Elbet içimizde öyleleri de vardı ve bunları da bilirdik. Ama
bizler cuntacı değildik. Cuntalar bizlerden kendi hesapları için yararlanmak
isterlerdi, bizler de bunu bilir ve görürdük. Ama bizler de onların bu
yararlanma çabalarından yararlanmaya çalışırdık. Sahada olmamıza güvenirdik,
onlar yukarıdan ne gibi hesaplar yaparlarsa yapsınlar, bizler sahadaydık.
Dev-Genç’in militanları öğrenci forumlarında, derneklerde, işçi direnişlerinde,
köylü direnişlerinde hasılı sahadaydı. Onlar bizi kontrol edemiyorlardı. Başına
topladığı cinleri dağıtamayan büyücülere dönmüşlerdi.
Yine bir başka yürüyüşten bir örnek. Cuntacıların da
hesaplarının olduğu bir yürüyüş olmuştu 1968 yılında: Samsun Ankara yürüyüşü.
Bu yürüyüşte cuntacıların, CHP’lilerin başka hesapları vardı. Bunu biliyorduk.
Ama bizim de hesaplarımız vardı. Bu vesileyle yürüyen bizler olduğumuz, sahada
bizler olduğumuz için bu bize müthiş bir güç veriyordu. Bu yürüyüşte aslında
İstanbul ve Ankara’nın devrimci kadroları birbirlerini ilk kez somut iş içinde,
bir yürüyüşün zorlukları içinde tanıdılar. Bir hafta bile olsa kilometrelerce
beraber yürümek başka bir dayanışma ve güven oluşturur.
Ayrıca yürüme deme geçmemeli. Pratik işin nasıl bir eleme
sağladığını göstermek için somut bir örnek.
Bizler yürüyorduk. Ankara’ya yaklaşınca CHP’li veya
cuntacılarla ilişkili kimi tipler şık giysileri ve güzel çizmeleri ile yürüyüşe
gelmişlerdi. Biz yürüyüşü başından beri götürenler aslında o gün yürümemiz
gerekin kısmı yürümüş yorulmuştuk. Ankaradan gelen CHP’li veya cuntacılara
yakın tipler, bizleri paryalar gibi görüyorlardı. Bizler yürüyor ve işin
hamallık kısmını yapıyorduk, onlar esas politik kısmıyla meşgul liderler
pozlarındaydılar.
Biz ne yaptık?
O gün 40 kilometre kadar yürümüş olmamıza rağmen onlara iyi
bir ders vermek için, yürüyüşe devam hedef Kırıkkale dedik. O gün yetmiş
kilometre kadar yürüdük. Bizler bittik ama o havalı bayların da havasını
indirdik ve ertesi gün hepsi yürüyüş kolundan bahaneler bulup kaçtılar. Onların
esamisi okunmaz oldu. Bütün havaları ve hesapları bitti.
DÖB ve Dev Genç aslında bu yürüyüşte oluştu bile denilebilir.
“Uzlaşma yok” bir anarşist palavrasıdır. Sorun neye karşı,
neyle, ne zaman uzlaştığın ve bunun ezilenlerin mücadelesine bir katkısı olup
olmadığıdır. Lenin Alman Genelkurmayı ile bir uzlaşma yapıyordu kurşunlu vagon
ile Rusya’ya varmak için. Kimin kazandığını tarih gösterdi. Abdestinden emin
olan, ezilenleri örgütlemek gibi bir derdi olan, en çürük gibi görünen
uzlaşmaları bile yapmaktan çekinmez. Mao veya Ho Japonlara karşı “kendi”
burjuvazileri, hatta “kendi” emperyalistleriyle uzlaşma yaparken şunu da iyi
biliyorlardı. Kendileri sahadaydılar ve sahada olmalıydılar.
Sanırız bu kadar yeter.
*
Şimdi gelelim Adalet Yürüyüşü’ne.
Yok, CHP şöyleymiş, yok böyleymiş. Bunların hepsinin doğru
olduğunu kabul edelim.
Ama bundan çıkacak sonuç: mekanik bir şekilde, (tıpkı
emperyalist savaştır o halde askere gitmeyelim benzeri) “bu yürüyüşe katılmayalım”
değildir.
Aksine bizler o yürüyüşte yer almalıyız. Herkesten iyi ve çok
yürümeliyiz. Her türlü pratik işi, nankör işleri, hamallıkları bizler
yapmalıyız.
Ancak böyle yarın öbür gün CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun yan
çizmesinde demoralizasyon ve yıkım önlenebilir ve hareket daha ileri
götürülebilir.
Bu yürüyüş, geniş kitlelerin öz örgütlenmelerinin yaratılması
için muazzam bir olanaktır.
Bunu görmek istemeyenlere küçük ama sembolik bir olgudan
bahsedelim.
*
#HAYIR kampanyası sırasında az da olsa meclisler oluşmuştu.
Sonra hareketin geri çekilmesiyle birlikte katılım azalmıştı. Ama yine de kalan
az bir kesim gelecekte ne yapmalı, nasıl davranmalı diye emek sarf ediyor, kafa
patlatıyor ve tartışıyordu.
Dün bu meclislerin çok önceden planlanmış bir toplantısı
vardı. Eğer Adalet Yürüyüşü olmasaydı muhtemelen bu toplantıya az bir katılım
olurdu. Ama yürüyüşün başlaması hemen etkisini göstermiş ve oldukça geniş
katılımla bir toplantı yapılmış bulunuyor. Yani insanların öz örgütlenme
ihtiyacı ve arayışları bu şekilde yansıyor.
Aslında bu yürüyüşte bizlerin yapması gerekenler şunlardır:
Türkiye’nin her yerinde örneğin Adalet Meclisleri kurulmasına çaba
gösterilebilir. Bu meclisler de bir tek #ADALET pankartıyla her yerden
yürüyüşler başlatılabilir. #Adalet bayrağı iç çelişkilerin hareketi bölmesini
engelleyici bir işlev görür.
Bu yürüyüşler bizzat halkın örgütlenmesinin tohumları
olabilir. Bir yürüyüşün örgütlenmesi bir yığın iş gerektirir. Bütün bunların
örgütlenmesi çabaları insanların
birbirilerini iş içinde görüp tanımalarını sağlar. Gerçek güvene dayalı
ilişkiler böyle oluşur.
Böylece birkaç hafta içinde Türkiye’de geniş kitlelerin
örgütlenmesi ve harekete geçmesi sağlanabilir.
Modern toplumda insanlar birkaç hafta içinde bütün dengeleri
değiştirecek örgütlenmeler yapabilir. İşte Fransa’da Macron bir örnek.
*
Bu vesileyle HDP’ye ve Kürt Özgürlük Hareketine bir eleştiri.
Olaylar Kürt Özgürlük Hareketi’nin Öcalan’ın yol açıcılığı
olmadığı sürece son derece dar ufuklu olduğunu göstermektedir.
Kürt hareketi Gezi’yi kavrayamadı örneğin.
#HAYIR referandumunu kavrayamadı.
Şimdi de bu yürüyüş karşısında benzer refleksler görülüyor.
Bu yürüyüş Kürt özgürlük hareketinin Laikler ve Aleviler ile
bağlar kurabilmesi, ön yargıları yıkabilmesi için muazzam bir olanak
sunmaktadır. Onların pratik eylem içinde Kürt Hareketine karşı ön yargıları
değiştirilebilir ve birer ulusalcı olmaktan kurtarılabilirler
HDP’nin ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin tam da sahada olabileceği ve olması gerektiği bir gelişmedir bu.
Ama HDP’liler ne yapıyor?
Birincisi, bir politikası bile yok. Her kafadan bir ses
çıkıyor.
İkincisi, herkes konuşuyor ama can alıcı sorunda konuşan yok.
Selahattin Demirtaş, tarihsel haklılıklar üzerine, avcıların
veya avların yazacağı tarihlerden söz ediyor.
Ama şu somut olay ve gelişme karşısında tek bir söz etmiyor.
Kimileri Diyarbakır’da AKP’nin er veya geç barış çizgisine
geleceğinden söz ediyor.
Bunun nasıl muhalefetin bir bölünmesi ve Kürt hareketinin
tecridiyle sonuçlanacağını bile kavramaktan aciz Kürt ulusalcısı bir perspektiften
konuşuyor.
Ertuğrul Kürkçü, her şeyi, Demirel’in gerçekte ne dediğini bile
söylüyor da, bu yürüyüşe katılmak konusunda bir tek söz etmiyor.
Sırrı Süreyya, “bizi davet etmezseniz yürüyüşte yokuz
dışardan destekleriz” diyor özünde.
HDP’nin görülen ağırlıklı tavrının CHP’den davet beklediği
oluyor.
CHP’nin gözünün kendi sağında olduğu bilinmez bir şey midir?
Yapılması gereken, CHP’nin davet etmesini beklemeden Adalet şiarıyla
yürümektir. En geniş kesimleri birleştirebilecek bu bayrak yükseltilmeli. HDP’liler
yürüyüşü fiilen organize etmeli. HDP’liler o yürüyüşe kitle halinde katılmalı.
Bu günkü politikayla CHP eğer HDP’yi davet ederse, bu daha da
kötü. Katıldığında onun davetiyle gelmiş olacak.
Ama CHP davet etmezse, bu sefer de kitle hareketlenmesinin dışında
kalacak, sahada olmayacak ve gelişmeleri etkileme gücü olmayacak. Ayrıca
laikler ve Aleviler içindeki ön yargıları pekiştirmiş olacak.
HDP’lilerin yapması gereken bir tek şey var. Tüm meclis grubu olarak yürüyüşe
katılmak, Adalet şiarına sahip çıkıp bu bayrağı yükseltmek, bunun henüz
demokrasi olmadığını vurgulamak; tüm yürüyüşü pratik işlerden hareketle
örgütlemek, HDP’lilerin kitleler halinde yürüyüşe katılmaları ve mümkünse her
yerde CHP’liler veya diğer tüm muhaliflerle birlikte yürüyüşler başlatmaları ve
Adalet Meclisleri örgütlemeleri.
HDP asgari olarak bunları yapmadığı takdirde bu hatasının altında
ezilecek, demokratik muhalefeti bütünüyle CHP’nin ellerine teslim etmiş
dolayısıyla onu ihanete ve yenilgiye mahkûm etmiş olacaktır.
06.19.2017
Demir Küçükaydın
Blog: https://demirden-kapilar.blogspot.com/
Youtube
Kanalı: https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast: https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Kitaplarımızı
İndirmek İçin:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder