“Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir;
Sadece, devrimci projenin Gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif
ön şartlarıyla olan bağlarını yitiren değildir. Ama kötü bir devrimci, aynı
zamanda, var olan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek
şeylerine saplanıp kalan; tarihin beklenmeyen ani ve keskin dönüşlerini önceden
kestirebilme duygu ve düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği bir
kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından geçilendir de. Bu anlamda
da, geleceğin ufku olmaksızın, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz.”
(Ernest Mandel, “Tarihsel maddeciliğin Kategorileri Olarak Umut ve Antisipasyon”)
#HAYIR cephesinde, referandum sonuçlarının bir başarı hikâyesi
olduğuna dair neredeyse bir görüş birliği bulunuyor. Bu nedenle referandumda
ortaya çıkan #HAYIR cephesi veya hareketinin neler yapması, nasıl devam etmesi
gerektiği konusuna geçmeden önce, referandum sonuçlarının bir başarı olmadığına
ya da neye göre başarı olduğuna ilişkin kendi aykırı değerlendirmemizi ve bu
aykırı sonuca yol açan temel bir metodolojik sorunu açıklayalım
Objektivizm ile objektif olmak genellikle çok
karıştırılır.
Olguları oldukları gibi ele almak ve sonra da o olguların
neden öyle olduğunu açıklamak, bilimsel ve objektif yöntemin temeli değil
midir?
“Gerçek olan aklidir”
o halde bilimsel ve objektif yöntem kendini gerçek olanın akli bir açıklamasını
yapmakla sınırlamalıdır.
Ne var ki, burada unutulan çok basit ve temel bir diyalektik
ilke vardır.
Bizim gerçekteki olguların nedenlerini açıklamamız, fizik ve
biyolojide, yani daha genel olarak doğa bilimlerinde, o olguların varoluşu ve onların
gidişi üzerinde bir etkide bulunmaz, dünyanın dönüşünü ve onun nedenlerini
açıklamamız dünyanın dönüşünü etkilemez. Ya da bunu şöyle ifade edebiliriz.
Fizik ve Biyoloji gibi bilimlerin (Doğa Bilimlerinin) kendisi Fizik ve
Biyolojinin (doğa Bilimlerinin) konusu değildir.
Ancak Toplum söz konusu olduğunda,
bizlerin bizzat olgular hakkındaki bilgilerimizin kendisi; onları açıklamamızın
veya açıklayamamamızın kendisi de aynı zamanda bir toplumsal olgu olduğundan,
toplumsal süreç üzerinde şu veya bu ölçüde bir etkide bulunurlar. Ya da şöyle
de diyebiliriz, toplumu ele alan bilgi ve bilimin kendisi de kendisinin
konusudur, bilginin ulaştığı sonuçlar bizzat bilgi nesnesi üzerinde bir
değişikliğe yol açarlar. Bir “belirsizlik ilkesi” söz konusudur, toplumsal
olgular ve onlar hakkındaki bilgi söz konusu olduğunda, bir bakıma tıpkı kuantum
fiziğinde bir parçacığın konumu ve hızının aynı anda bilinememesi gibi bir
durum söz konusudur.
Bu nedenle objektif olmanın doğa bilimleri için geçerli
kriterleri toplum bilimi alanına olduğu gibi uygulandığında, objektif olmak
kendi zıddına döner ve objektivizme dönüşür.
Objektivizm ise,
objektif olma görünümü altında gerçeğin özünün çarpıtılmasıdır. Yani bilim
değil bir ideolojidir.
Çünkü sadece “gerçek
olan akli” değildir, “akli olan da gerçektir”.
“Akli olan”, yani mümkün
olan, ama şu an gerçek olarak görülmeyen ve yarın gerçek olabilme potansiyeli
taşıyan da gerçeğin bir parçasıdır.
Çünkü sadece olgular ve onların açıklaması değil, bizlerin
hayalleri, tasavvurları da toplumsal olarak bir olgudurlar ve bunların varlığı,
niçin ve neden ortaya çıktığı, niçin ve neden gerçek olmadığı veya henüz gerçek
olmadığı da bir olgu olarak ele alınmayı ve açıklanmayı bekler.
Bu nesne ve özne diyalektiği nedeniyle, yani toplum söz
konusu olduğunda, bilginin ya da açıklamanın kendisi de kendisinin konusu olduğundan
dolayı, gerçekliğin özü ancak mümkün olanın ışığında, yani hayallerin aynasında
anlaşılabilir.
*
Referandum sonuçları da böyle değerlendirilmelidir.
Ama önce objektivizmin nasıl
gerçeğe kölece bir boyun eğişe vardığına; sonunda en tehlikeli bir tutuculuğa
yal açtığına ilişkin olarak birkaç örnek verelim.
Örneğin, Cumhuriyet kurulduğundan beri yapılan yolları, kişi
başına düşün geliri, eğitim seviyesini vs. sıralayıp, bunların her birinin kaç
kat arttığına baktığınızda karşınıza bir başarı hikâyesi çıkar. Her biri bir
zamanlar tasavvur bile edilemeyecek oranlarda artmıştır.
Ancak, var sayalım ki, Anadolu’nun Hıristiyan halklarının
kesilmediği ve sürgün edilmediği bir ülkede veya bu korkunç katliamlar sonucu
veri alınsa bile, bir parça demokrasinin olduğu bir ülkede bu artışların neler
olabileceğine bakıldığında, yani gerçeğe mümkün olanın, hayallerin ışığında
bakıldığında, gerçeğin özü sisler arasından gerçek yüzünü göstermeye başlar. O
müthiş başarı gibi görünen sonuçlar aslında bir sefaletin hikâyesi olarak
görülür.
Ya da şu AKP ve Erdoğan dönemini ele alalım. AKP ve Erdoğan
dönemi için de durum aynıdır. Ekonomi epeyce yüksek bir tempoyla büyümüş,
özellikle 2011 öncesi dönemde bu büyümeden alt sınıfların payına düşen kısımda
belli bir oransal yükseliş olmuştur. Veya politik düzey ele alındığında, “askeri
vesayet rejimi” epey geriletilmiş gibi görünür.
Ancak mümkün olanın açısından, hayallerin aynasında
bakıldığında, AKP ve Erdoğan dönemi aslında gerçek bir başarısızlık, ele geçen olağanüstü
fırsat ve olanakların bir mirasyedi gibi harcanması; gerek kalkınma gerek
demokrasi konusunda, kaybolan yılların geri dönüşsüzce harcanan bir geleceğin hikâyesidir.
*
Bu tür bir metodolojinin öneminin ve doğruluğunun, denemeyle
de sonuçları görülmüş ve kanıtlanmış en güzel ve klasik örneklerinden biri, Sovyetler
ve Troçki’nin Sovyet bürokrasisine eleştirilerinde görülebilir.
1929 büyük buhranı kapitalist dünyada milyonlarca insanın
işsizliğine, büyük acılara, bunun da bir sonucu olarak faşizmin yükselişine yol
açarken; Sovyetler Birliği aynı dönemde kolektifleştirmeye ve planlı ekonomiye
geçmiş; kömür, çelik, elektrik, eğitim
vs. de göz alıcı başarılar elde edilmeye başlanmıştır.
Bu başarıların parlaklığıyla herkesi kör ettiği zamanlarda, Sovyetler
Birliği’nde bürokratik bir karşı devrim olduğunu; bir bürokrasinin egemenliği
ele aldığını olgularla göstermek ve bunu kanıtlamak isteyen Troçki, “İhanete Uğrayan Devrim” adlı aynı
zamanda çok önemli metodolojik katkılar içeren kitabında, tam da sözünü
ettiğimiz yöntemi uygular.
Her bölümün başında başarının rakamlarını sıralar önce. Ama
sonra mümkün olana göre, ayrıca Ekim Devrimi’nde elde edilenin tasfiye
edilmemesi durumuna göre o başarı gibi görünenin aslında korkunç bir başarısızlık
olduğunu da gösterir.
Bu eleştirinin önemi şuradadır. Tarih, Troçki’nin eleştirisinin ve yönteminin ne kadar doğru ve haklı çıktığını pratik olarak göstermiştir ve Sovyetler çökmüş tam da Troçki’nin öngörüsü gerçekleşmiştir.
Bu eleştirinin önemi şuradadır. Tarih, Troçki’nin eleştirisinin ve yönteminin ne kadar doğru ve haklı çıktığını pratik olarak göstermiştir ve Sovyetler çökmüş tam da Troçki’nin öngörüsü gerçekleşmiştir.
Aynı durum örneğin ikinci dünya savaşında, Sovyetlerin
kazandığı başarı ele alınırken de görülebilir. Evet, sonunda Sovyet ordusu
Hitler’i yenmiştir. Ama bu zafer için, 20 milyon Sovyet insanının kaybı başta
olmak üzere verilen kayıplara bakıldığında, ortadaki bir zafer hikâyesinden çok,
yitirilenlerin, mümkün olana göre kaybedilenlerin hikâyesidir.
*
Ama tam bu noktada aynı zamanda gerçekliğe hayallerin
aynasında bakmayanların, gerçekliğe teslim olurken, aynı zamanda kendi yola
çıkışlarındaki, sosyalist oluşlarındaki temel kabulleri bir kenara atmak
zorunda kaldıklarına da değinilebilir.
Sosyalizm ideali, özünde bir program ve hayal olduğundan, bu
gerçekliğe teslim olma, bu hayalin bile terk edilmesi sonucunu doğurur.
“Gerçekte var olan
sosyalizm” gibi gerçekliği açıklamanın ve meşru göstermenin araçları olan
saçma kavramlar üretilir.
Sosyalizm sınıfsız ve devletsiz bir toplum iken, “Gerçekte var olan sosyalizm” bütün bu
sınıf ve devlet olgularının varlığını meşru ve rasyonel gösteren bir kavram
olarak ortaya çıkarılır. Bir şeyi, onu o yapan özelliklerinin olmaması, ama
buna rağmen o olarak tanımlanmasını yoluna yani saçmalığa varılmıştır. Ve tüm
dünya bu saçma kavramlar üzerinden tanımlanmıştır.
Bunu şöyle örnekleyebiliriz. Diyelim insan alet yapan,
konuşan, ateş yakan hayvandır. Ama bu temel özelliklerin bulunmadığı maymunları
“gerçekte var olan insan” diye
tanımlamak mümkün olur.
Maymunları “gerçekte var olan” insan diye tanımlamayı mümkün
kılan bu “açıklama” veya kavram, objektivizmin, objektif olana kul olmanın o
objektif olanı görmezden gelmeme durumunda, temelde var olan kavramların fiili inkârı
ve içinin boşaltılmasına varacağının en ilginç örneğidir.
Toparlarsak, referandum sonuçlarını bir başarı hikâyesi
olarak değerlendirmek, bir süre sonra tam zıddına dönüp, gerçekliğe teslim
olup, yenilgiye yol açan koşulları olumlama, hatta savunma noktasına varma
potansiyeli de taşımaktadır.
*
Evet ilk bakışta bir başarı hikâyesidir referandum önce
ortaya çıkan #HAYIR Hareketi.
15 Temmuz sonrasının veya yılbaşı gecesi IŞİD’in yaptığı
katliamı sonrasının yılgın ve umutsuz ortamına göre, üç ay gibi kısa bir
zamanda gerçekten bir #HAYIR hareketi çıkmış ve en azından nüfusun yarısının
#HAYIR oyu vermesini sağlamış, Erdoğan’ı hile ile kanunun açık hükümlerini
ayaklar altına alarak başkanlığı korumak zorunda bırakmış; o yenilgi ve
yılgınlık atmosferi dağılmış, bir mücadele ruhu doğmuştur.
Ancak şimdi bir de, hayallerin aynasında, mümkün olana göre
nerede bulunulmaktadır diye bakalım.
Seçimler her zaman gerçekteki güç ilişkilerini yansıtırlar.
Seçim kampanyalarının, argümanların, reklamların vs. insanların oylarını
etkilediği varsayımının hiçbir karşılığı yoktur. Hele son zamanlarda yayınlanan
kimi araştırmaların gösterdiği gibi, insanların birbirinin siyasi eğilimini
gözüne bakarak anladığı, toplumun adeta kastla göre bölündüğü; herkesin kendini
karşı olduğu üzerinden tanımladığı bugünün Türkiye’sinde.
Unutulan bir şey var, nüfusun alt ve geniş kesimlerinde değişim,
esas olarak, eylem ve örgütlenme içinde, aktif mücadele içinde değişebilir.
O halde var olan kampların duvarlarını yıkmanın bir tek yolu
vardır: Geniş ve kapsayıcı bir kitle hareketi
Hayır cephesi, nüfusun en geniş kesimlerini somut bir eylem
içinde harekete geçirebilir, somut bir kitle hareketi aracılığıyla var olan
dengeleri kötünden değiştirebilir ve en azından yüzde altmış gibi bir oranla
#HAYIR çıkarabilirdi ve belki o zaman şimdi bu başarı üzerinden, Erdoğan’ı
oradan uzaklaştıracak bir hareketi başlatmış olabilirdik.
Evet bu mümkündü. Bunu engelleyen tamamen sosyalist
grupların ve örgütlerin politik kültürleri, bunların kendi varlıklarını koruma
ve sürdürmeyi kendi başına bir amaç olarak almalarıydı.
Şimdi bu #HAYIR kampanyasının nasıl başladığına, ilk
çıkışına bakalım.
Aslında bu #HAYIR hareketi hemen Ocak başında internette,
sosyal medyada başladı ve oradan gerçeğe yayıldı.
Böyle başlayışında şu iki olgu vardı.
1)
Biz somut bir öneriyle geliyorduk. Diyorduk ki,
bu OHAL ve yılgınlık koşullarında, ancak temel
yurttaşlık hakları alanında kalınarak, hiçbir
slogan, pankart, bayrak olmadan, sadece bir
tek sözcükten ibaret bir sembolle bir sivil
ve kitlesel bir hareket yaratarak bu gidişe dur diyebiliriz. Bunun için bu
hareketin kendi organlarını yaratması (Hayır Meclisleri) gerekir diyorduk
2)
Bunun yanı sıra İnternette #HAYIR sözlerini resimlerini
paylaşmaya başlamıştık. İnternette de bir hareketlenme başlamıştı
3)
Kadıköy’de Biraradayız
Buradayız (Bibu) diye bir girişim kurulmuştu ve bu da Başkanlığın Faturası diye bir fatura hazırlamıştı ve bireylerin
katılımıyla #HAYIR meclisleri kurmayı öneriyordu ve buna bağlı olarak Kadıköy’de
bir forum-meclis yapmıştı ve buna aniden büyük bir katılım olmuştu.
Tam da bu öneri ve başlangıçlar, sosyalist örgüt ve
grupların ve de kendi dışında bir takım hareketlerin başladığını gören CHP’nin
derhal sokağa çıkmasına; bir seçim kampanyası biçiminde #HAYIR kampanyası başlatmalarına
yol açtı.
HDP de “herkesin
hayırı kendine” diyerek, bir kitlesel #HAYIR hareketi yaratmak gibi amacı
ve perspektifi olmadığını; olayı bir seçim kampanyası olarak gördüğünü ilan etti.
Böylece #HAYIR hareketi bütün sol örgütler tarafından, bir
seçim kampanyası olarak görüldü ve örgütlendi. Bu davranış aynı zamanda bir sivil
yurttaş hareketinin, kitlesel katılımla gerçekleşecek önerdiğimiz tarzda bir hareketin
ve böyle bir hareketin organı olacak örgütlenmenin ortaya çıkmasının önünü
kesti. Var olan enerji ve tepki, bir seçim kampanyası için harcandı.
Yani ortada iki farklı proje ve öneri vardı.
a)
Bizlerin önerdiği, sivil ve kitlesel bir direniş
hareketi oluşturarak, hem insanları dönüştürecek ve örgütleyecek, böylece
dengeleri de değiştirmeye yönelik; Referandumu ve Hayır’ı bir kitle hareketinin
oluşturulması için bir basamak olarak ele alan ve böyle bir hareket
aracılığıyla bir yan ürün olarak referandumda başarı hedefleyen strateji
b)
Diğeri, HDP, CHP ve bütün sosyalist grupların da
fiilen ayaklarıyla oy verdiği, Referandum ve HAYIR’ı o bir seçim kampanyası ve
seçim kampanyası hareketi olarak gören ve aslında birinci önerinin önünü
kesmeye yönelik strateji.
Maalesef bu ikinci strateji tüm harekete damgasını
vurduğundan, önerilen kitlesel ve sivil hareketi yaratmasının ne kadar mümkün
olduğunun kanıtı olan geniş bir kitle hareketlenmeyi bir seçim kampanyası
biçiminde harcandı.
Yani aslında hem kitlesel bir hareket ortaya çıkabilirdi hem
de bu hareketle birlikte bu hareketin kendi öz örgütlenmeleri ortaya çıkabilirdi.
Bunu engelleyen var olan örgütlerin tutuculukları, perspektifsizlikleri
ve böyle bir hareket ve örgütlenmenin kendi kontrollerinden çıkabileceği
kaygıları oldu.
Biz de bu öneriyi tam da bu, örgütlerin oluşturduğu engeli
aşmanın tek yolu böyle kitlesel bir hareket ve bu hareketin kendi organları
olacağı için yapıyorduk.
Onlar bu “tehlikeyi” gördüler ve önünü kestiler.
*
Şimdi bir an için, örneğin HDP’nin “herkesin hayırı kendine” demeyip, bizim önerimizi benimsediğini
veya kendiliğinden aynı yere varıp öyle bir anlayışla yola çıktığını var
sayalım. Örneğin HDP’nin kendi bayrağıyla değil, ve kendi önerisi gibi de
değil, kendiliğinden bir hareket ortaya çıkıyormuş biçiminde, sadece bir #HAYIR
ile bütün büyük şehirlerde her gün akşam aynı saatlerde dediğimiz biçimde
alanlara çıktığını var sayalım.
O zaman buna zaten her biri güçsüz örgütler de katılırdı. Katılmayanlar,
işi bir seçim kampanyası olarak kendi bayraklarıyla götürenler, bir süre sonra
buraya yüksek katılımı gördüklerinde tıpış tıpış gelirlerdi.
O zaman böyle bir hareketin kitleselleştiğini gören ve
tabanının buna ayaklarıyla oy verdiğini gören CHP de ister istemez bu hareketin
kuyruğuna takılırdı.
Bu hareket bir süre sonra MHP’lileri, Müslümanları vs. de içine
alır ve canlı bir hareket olduğundan bütün dengeleri değiştirmeye başlardı.
Keza yine varsayalım ki, örgütlerin temsilcilerinin değil,
bu harekete katılan bireylerin yapısının temelini oluşturduğu meclisler ortaya
çıkardı. Örgütler bu meclislerde taraftarı olan bireylerin başarıları ölçüsünde
görüşlerini etkili kılabilirlerdi. Bu meclisler Türkiye çapında bir sözcü ve
koordinasyon organı ortaya çıkarmak, ilişkileri bir tüzüğe kavuşturmak,
kararları nasıl vereceğini belirlemek sorunlarla karşılaşırlar ve bunları tüm
ülke çapındaki meclislerde tartışırlardı. Bundan daha güzel demokrasi eğitimi
mi olurdu? O zaman bu hareket kendi içinden yepyeni liderlerini de çıkarırdı. Böylece
Türkiye’nin politik arenasında kendi demokratik işleyişiyle, kendi
hedefleriyle, kendi liderleriyle yepyeni bir politik özne ortaya çıkmış olurdu.
Bu elbette, bütün dengeleri alt üst ederdi. Böyle bir hareketin
varlığında Erdoğan’ın etkisi büyük ölçüde sınırlanırdı. Böyle devasa ve
kitlesel hareket Türkiye’deki bütün dengeleri değiştirirdi. Yüzde altmış ve yetmişlerle
bir#HAYIR hiç de hayal olmazdı. Bütün politik tayf b.ir “kızıla kayma” yaşardı.
Şimdi böyle bir olanağa ve olasılığa göre baktığımızda,
referandum sonucu aslında bir başarısızlık hikâyesidir.
Muazzam bir enerjinin ve tarihsel fırsatın, muazzam bir
mobilizasyonun bir seçim kampanyasında harcanmasının hikâyesidir.
*
Gerçek devrimciler, gerçek demokratlar, kendinden memnun
budalalar durumuna düşmekten kaçınırlar.
Her şeye rağmen en demokratik özlemleri ve eğilimleri diye
getiren #HAYIR Hareketi ve cephesi maalesef kendinden memnun budalalığa
soyunmuş bulunuyor. Kaçırılan devrimci fırsatları genellikle geniş bir güç
kaybı ve ilgisizlik, yenilgi psikolojisi izler.
Şimdi öyle görünüyor ki, #HAYIR hareketi, yara henüz soğumadığı
yaralandığını anlamadı. Ya da Afrikalıların vurulan hayvanın bir süre daha
gitmesine bakarak söylediği gibi “daha öldüğünü anlamadı”. Önümüzdeki günlerde
bu yaranın nasıl öldürücü bir yara olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Erdoğan’ın
önünü, tarihin önüne çıkardığı fırsatları bir mirasyedi gibi harcayan bu
muhalefet açıyor.
*
Gerçek devrimci kendine karşı acımasız olan ve hiçbir zaman
kendinden memnun olmayandır.
Hayallerin ufku
olmaksızın gerçekliğin tam ve doğru bir kavranışı mümkün değildir.
25 Nisan 2017 Salı
Demir Küçükaydın
Twitter: @demiraltona
Facebook: https://www.facebook.com/demiraltona
Demirden Kapılar Okurları Grubu: https://www.facebook.com/groups/demirdenkapilar/
Videolar: https://www.youtube.com/user/demiraltona
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder