Bu referandum üzerine birçok analizler yapılabilir ve çok
şeyler söylenebilir.
Örneğin referandumda tarafların mücadelesinin eşit
koşullarda olmadığından söz edilebilir.
Bu eşitsizliğe rağmen alınan sonucun bir başarı olduğu
söylenebilir.
Ülkenin Kürtler, Laik ve Türk Batı, Sünni ve Türk İç Anadolu
ve Karadeniz diye üç ülke veya üç ulusa bölündüğünden söz edilebilir.
“Birinci Cumhuriyet”in son bulduğundan söz edilebilir.
Bir tek kişinin keyfi egemenliğinin yasal bir zemin de elde
ettiğinden; buna dayanan Erdoğan’ın Türk-İslam faşizmini iyice oturtmak ve tüm
muhalefeti sindirmek için derhal saldırıya geçeceğinden söz edilebilir.
Ortadan ikiye bölünmüş bir toplumu yönetmenin zorluğundan
söz edilebilir.
Ekonominin, kültürün, entelektüel hayatın, politikanın merkezi
olan büyük şehirlerin #HAYIR demesinin Erdoğan’ın projesini zorlaştıracağından
söz edilebilir.
Ekonominin kötüye gittiğinden, bir süre sonra geçmişin
anılarıyla Erdoğan’ı hala destekleyen alt toplum kesimlerinin hayal kırıklığına
uğrayıp Erdoğan’a karşı direnmeye ve ondan desteğini çekmeye başlayacağından
söz edilebilir.
Medyaya egemen olmanın bugünkü toplumda kitleleri
yönlendirmek için nasıl bir güç sağladığından söz edilebilir.
Gerilim ile safları betonlaştırma taktiğinin kısa vadede
nasıl bir başarı getirdiğinden söz edilebilir.
Bu liste uzatılabilir.
Zaten herkes bunları çeşitli medya organlarında okuyacaktır.
Bu nedenle bunlara girmek anlamsız olur.
*
Bizim için bu sonuçlar sadece savaşta bir muharebenin
kaybedilmesidir.
Elbet bir yenilgi aldık, ama bir demokrat veya devrimci
olarak bu ifade yanlış olur.
Çünkü Türkiye’de demokrasi yok. Demokratlar zaten baştan
yenik.
Bunu sınıflar bağlamında da ifade etmek mümkündür.
Ezilenlerin ezenlerle mücadelesi hiç kimsenin baştan yenik olarak başlamadığı bir
spor müsabakası ya da eşit koşullarda hazırlanmış orduların mücadelesi
değildir. Ezilenler baştan yeniktir.
Ayrıca bu referandum mücadelesinde ekstradan daha spesifik
bir baştan yeniklik durumu vardı.
Sadece OHAL’de yapılması, bütün medyaya Erdoğan’ın egemen
olması; Devletin bütün imkânlarını kullanması; muhalifleri baskı altına almış
olması vs. anlamında değil; psikolojik olarak da baştan yeniktik.
.
Olaylar çabuk unutuluyor, hatırlayalım.
Erdoğan tam sıkışmışken, 15 Temmuz’un Erdoğan’ın imdadına
nasıl yetiştiğini ve onun (muhtemelen kendisinin de yarattığı) bu fırsatı nasıl
kendi diktatörlüğünü kurmak için çok büyük bir kitle desteğini arkasına alarak
gerçekleştirmeye başladığını; Parlamenter sistemi savunmak için sokağa
çıkanları nasıl kendisinin parlamenter sistemi yıkışının bir aracı haline
getirdiğini; Türk-İslamcı çetelerin nasıl örgütlendiğini; Erdoğan’ın HDP hariç tüm muhalefeti yanına
aldığını; nüfus içinde desteğin yüzde yetmişlere çıktığını; daha üç ay önce
kendimizi ne kadar çaresiz hissettiğimizi; yılbaşı gecesi IŞİD’in yaptığı
katliamın bu umutsuzluğu ve çaresizliği nasıl pekiştirdiğini hatırlayalım.
Ama katliamdan iki hafta sonra, yani Ocağın ortasından
itibaren, tam üç ay içinde başa baş bir duruma gelindi. 7 Haziran öncesi gibi
bir ortam yaratıldı.
Herkes varını yoğunu ortaya koydu. (Örneğin bu satırların
yazarı da bu üç ay boyunca neredeyse her gün bir yazı yazdı.)
Ve başa baş bir sonuç elde edildi.
Şu an egemen olan çaresizlik atmosferi değil; aksine bir
mücadele azmi. Sonuçlara itirazlar; aslında kazandık demeler, sonucu olduğundan
olumlu göstermeler vs. olgu olarak gerçek olup olmamalarının ötesinde, Erdoğan’ın
bu diktatörlüğünün kabul edilmeyeceğinin, ona karşı direnmeye kararlı
olunduğunun ifadesidirler.
Ve daha referandum gecesi önümüzde nasıl sert mücadeleler
olacağının ilk ipuçlarını gördük.
Erdoğan daha ilk konuşmasında gündeme idamı ve idam için
referandumu getiriyordu.
Buna karşılık muhalefet OHAL’de ve tamamen eşitsiz
koşullarda yapıldığını ve sonucun şaibeli olduğunu söyleyerek onu meşru kabul
etmediğinin, yani mücadeleye devam edeceğinin mesajını veriyor; aynı zamanda
Kadıköy’de kimi evlerde tencere tava çalınmaya başlıyordu.
Böyle bir ortam demokratlara her zaman iyi ve geniş bir
hareket alanı sağlar. Var olan sistem ve partiler arasında çelişkiler ne kadar
güçlü ve sert olursa o kadar iyidir.
Unutmayalım, #HAYIR cephesinin kahir ekseriyeti demokrat
değildir.
Ama bu çelişkilerden yararlanılarak onlar demokrasi
mücadelesine çekilebilir; dönüştürülebilirler.
*
Erdoğan iyi bir mevzi elde etti, ama şu üç ayda biz de iyi mevziler
kazandık.
Elbet şu soru sorulabilir ve sorulmalıdır:
Daha iyi bir sonuç elde edilebilir miydi?
Kanımızca edilebilirdi.
Ama bu biçimde elde edilemezdi.
Hatırlayalım. Bu #HAYIR kampanyası aslında internette ve
sosyal medyada başladı. Hem de herkesin beğenmeye ve paylaşımlar yapmaya
çekindiği bir ortamda.
O dönemde yazdığımız yazıların, paylaştığımız #HAYIR’lı görsellerin
vs. bu ilk hareketin oluşmasında belli bir harekete geçirici işlevi oldu.
O zaman biz somut bir öneri yapıyorduk.
Erdoğan’ın ancak bir kitle hareketi ile yenilebileceğini;
geniş kitlelerin ancak bir kitle hareketi içinde hızla değişebileceğini; bunun
mümkün olduğunu; yapılması gerekenin sivil ve pasif ama kitlesel bir hareket
oluşturmak olduğunu yazıyorduk.
Somut önerimiz, hiçbir şekilde gösteri ve toplantı yürüyüşleri
yasası alanına girmeden; temel insan ve yurttaşlık hakları alanında kalarak;
yani hiçbir pankart, bayrak, slogan taşımadan sessizce ama bir #HAYIR yazısı
(veya başka bir sembolle) ile her gün aynı saatlerde aynı yerlerde bulunmaktı.
Bizzat bu #HAYIR kampanyası bunun hiç de hayal olmadığını
gösterdi.
Ne var ki, ne küçük sosyalist örgütler; ne de HDP böyle bir kitle
hareketi yaratma sorununa ilgi göstermedi.
Bunun nedeni, kısman Türkiye’deki politik kültürde bu tür
mücadele biçimlerinin pek yerinin olmamasıydı; ama aynı zamanda ve daha önemli
olarak, böyle bir hareket içinde kendilerini gösteremeyecekleri; kendi kontrolleri
dışında bir hareketin gelişiminden korkmalarıydı. Kitlelerin deneyi ve
inisiyatifi ile var olan örgütlerin kendilerini koruma çabaları arasındaki
çelişkiydi.
Bu öneri çok ciddi ilgi gördü, böyle bir hareketin tamamıyla
aşağıdan gelen bir girişimle başlama “tehlikesi” karşısında hemen sokağa çıkıp
#HAYIR propagandası yapmaya başladılar ve böyle bir girişimin ve hareketin ortaya
çıkmasının önünü kestiler.
HDP biraz akıllıca yaklaşsa, hiç de kendini öne çıkarmadan (ki
zaten önerilen biçim buna imkân vermiyordu) örgütünü seferber edebilir, böyle
bir hareketi başlatabilmek için ilk vuruşu yapabilir, böylece herkesin kendi
#HAYIR’ıyla katılacağı bir kitle hareketinin başlamasına bir katalizatörlük edebilirdi.
Böyle bir hareket bir kere ortaya çıkıp tutunca CHP’den MHP’li
muhaliflere ve İslamcı muhaliflere kadar çok geniş kitlelerin katılmasının yolu
açılırdı. O zaman bunların bu hareketi denetleme çabaları iş görmez, aksine
kendi dinamizmiyle gelişen bu hareketin içinde kalarak etkilerini koruma yolana
girmek zorunda kalırlardı.
Ama HDP’de böyle bir ufuk ve politika yapma tarzı
olmadığından; kendisi bizzat bileşeni olan o küçük sol örgütlerin
ufuksuzluğuyla malul olduğundan; genellikle Kürdistanlı olan politikacıların
çoğu da burjuva ve milliyetçi bir yaklaşımın ufuksuzluğu içinde bulunduğundan;
Türk olanlar da genellikle aslında liberaller olduğundan “Herkesin #HAYIR’ı kendine” diyerek, sorunu, bir kitle hareketinin
nasıl yaratılacağı sorunu olarak değil; bir seçim kampanyası olarak ele
aldığını itiraf etmiş oldu.
Böylece birden 7 Haziran öncesine benzeyen bir seçim
kampanyası atmosferi oluştu. Bu bir başarı gibi göründü. Evet, o yenilgi atmosferine
göre bir başarıydı. Ama mümkün olana göre; kitlesel bir sivil direniş
hareketine göre bir gerilemeydi.
“Herkesin #HAYIR’ı
kendine” diye yapılan seçim kampanyası yerine, herkesin kendi #HAYIR’ıyla
katıldığı kitlesel bir sivil direniş hareketi oluşturulabilirdi. Pankartlarıyla
bile o çeşitliliği ve çelişkilerine rağmen “barış içinde bir arada”
yapabilenler; Pankartsız ve slogansız aynı #HAYIR’larla çok daha rahatça bunu
yapabilirlerdi. Sonraki kampanya böyle bir kitle hareketinin mümkün olduğunun
en esaslı kanıtıdır.
O zaman böyle bir hareket bütün dengeleri değiştirir, belki referandumdan
bile önce Erdoğan’ın kaçmasına bile yol açılabilirdi ya da o zaman #HAYIR büyük
bir farkla kazanabilirdi.
Ve biz şimdi #HAYIR hareketini, bir #İSİFA hareketine
dönüştürüyor olabilirdik.
Bütün bunlar olmadı.
Elbet yığınla neden sayılabilir. Ama bizler gerçeğin özüne
ancak hayallerin ve mümkün olanın aynasında varabiliriz.
Yani en büyük hata, #HAYIR cephesinin, #HAYIR’ın
birleştirici gücünü, bir kitle hareketi
yaratmak için değil; bir seçim kampanyası için kullanması olmuştur.
Böyle bir hareketi yaratmak mümkündü.
Bunun da en baştaki sorumluları sosyalist örgütler ve HDP’dir.
Kanımca #HAYIR kampanyasından çıkarılacak ilk ders budur.
*
Bundan sonrasında neler yapılması gerektiğine gelince.
İlk yapılacak iş, bundan sonra nasıl bir program, strateji,
örgüt ve mücadele biçimleri izlenmesi gerektiğine dair ortaklaşa bir tartışmayı
başlatmaktır.
Böyle bir tartışmaya tüm #HAYIR cephesi çekilebilirse, ilk
kez böylece ortak bir gündem oluşturulabilirse, en önemli sorun aşılmış olur.
Erdoğan’ın duvarlarını yıkabilmek için, #HAYIR’cıların geniş
cephesinde yer alan bütün kesim ve örgütlerin önce kendi aralarındaki duvarları
yıkması, aynı sorunu tartışmaları gerekiyor. Bu ise, bundan sonra ne yapmak
gerektiği olabilir.
Bu başarılabilirse, en zıt, bölücü ve uzlaşmaz görüşler bile
aynı ortak gündemi tartıştıkları için fiilen birleştirmiş olurlar.
Bu nedenle herkesi, Erdoğan’ın diktatörlüğüne karşı mücadelede
nasıl bir program, strateji, örgüt ve mücadele biçimleri izlemek konusunda
görüşlerini yazmaya; bunları paylaşmaya; bu konuda dile getirilmiş görüşleri
eleştirmeye çağırıyoruz.
Yapılması gereken ilk iş budur.
17 Nisan 2017 Pazartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder