Şu an hukuken bir
referandum ile bir anayasa değiştirilmek isteniyor.
Referandum bir
hukuki prosedürün adıdır.
Peki, bu hukuki prosedür sosyolojik
ve politik olarak nedir?
Sosyolojik olarak Erdoğan’ın Türk-İslamcı faşist darbesini,
çoğunluğun oyuna dayanarak, meşru gösterme ve böylece gerçek veya muhtemel
direnci kırma hamlesidir.
Yani fiili bir darbe biçiminde yapılmış bir karşı devrimi oturtma
ve referandumun sağlayacağı meşruiyet şalıyla, direnenlerin ve direneceklerin
iradesini ve direncini kırma hamlesidir.
Bizler açısından da hiç de lehimize olmayan, düşmanın
istediği koşullarda; başka çaremiz olmadığı için, kabul etmek zorunda kaldığımız;
savaşmadan yenilgiyi kabul etmektense, en azından savaşarak ölmek ve sonraki
mücadelelere bir miras bırakmak için girdiğimiz bir savaştır.
Yani kimilerinin tanımladığı gibi, parlamenter sistem ile
başkanlık sistemi arasında bir seçim yoktur. Var olan bir sistem içinde bir
düzenleme değildir.
Olay hukuken böyle tanımlanabilse bile (Kaldı ki orası da
fiili olarak sorunludur) olayın böyle tanımlanmasını kabul etmek ve bunu
sosyolojik ve politik olarak olgunun tanımlanmasında kullanmak ve politik
mücadeleyi buna dayandırmak, bu savaşta Erdoğan’ın beşinci kolu olarak iş
görmek; direniş cephesini bölmek anlamına gelir.
Yani olayın (referandumun) nasıl tanımlanacağı bile bir
savaş alanı ve aracıdır.
Referandum referandum değildir.
Referandum savaşta bir muharebedir.
*
Burjuva sosyolojisinin ve özünde bu sosyolojiye dayanan
politikanın en büyük hilesi ve/veya yanlışı, hukuki kavramları sosyolojik
kavramlar gibi ele alıp, toplumu ve toplumsal ilişkileri öyle açıklamaya
kalkması dolayısıyla toplumsal ve tarihsel süreçlerin gerçek anlamlarının
anlaşılmasını olanaksız kılması; sonra da bu kavramlara dayanarak politika
belirlemesidir.
Bunu bizzat bu anayasa tartışmalarında da görebiliriz.
Bütün burjuva partileri, düşünürleri, yazarları hep şu
önermeden yola çıkmaktadırlar:
“Anayasalar toplumsal sözleşmedirler, o halde
toplumdaki tüm kesimlerce ortaklaşa ve uzlaşmayla hazırlanırlar ve hazırlanmalıdırlar.”
Ama ortada başka bir gerçek var.
Bu anayasa bu dile getirilen önermedeki ilkeye göre hazırlanmadı
ve oylanmıyor.
O halde bu anayasa mantığı, oylamaya sunuluşu, dayandığı
mantığı ve içeriğiyle “anayasaların toplumsal sözleşme olduğu veya olması
gerektiği” ilkesine karşı bir anayasanın ve düzenin geçerli kılınması
girişimidir.
Ama eğer böyle ise, bu ilke çok temel bir ilke, Aydınlanmanın
ilkesi olduğundan; Aydınlanmadan kalan ön kabullere karşı bir karşı darbe-karşıdevrim
demektir.
Yani yukarıda dile getirilmiş önermeden çıkacak sonucun bu
olması gerekir.
Ne var ki, #HAYIR diyeceklerin hiç biri bunu söylemiyor.
Hukuki tanımları sosyolojik kavramlarmış; yani politik
mücadelenin dayanması gereken kavramlarmış gibi ele alarak; tüm tartışmayı bir
biçim tartışmasına hapsederek; karşı karşıya olanın özünün kavranmasını ve
özüne karşı mücadeleyi olanaksızlaştırıyorlar.
Tutarlı ve demokrat bir muhalefetin, ortadakinin bir referandum
olmadığını, en temel ilkelere karşı bir saldırı olduğunu söyleyip, iç
tutarlılık içinde, evet çıktığı takdirde sonucu kabul etmeyeceğini baştan söylemesi
gerekir.
“Başka çarem olmadığı için, karşı tarafı kendi silahıyla
vurabilmek için bu oyuna giriyorum. Yenilirsem de sonuçlarını kabul etmeyeceğim”
dediğinizde gerçek bir demokrat politikacı gibi davranmış olursunuz.
Bu bakımdan anayasanın toplumsal uzlaşmaya dayanması gerektiğini
söyleyip de referandum sonuçlarını kabul edeceklerini söyleyenler aslında kendi
içinde çelişkilidirler.
Çünkü bu anayasa, anayasanın toplumsal bir sözleşmeye dayandığı
veya dayanması gerektiği ilkesine karşı bir anayasadır.
Demokrasi çoğunluğun azınlığa tabi olması değildir.
Demokrasinin böyle tanımlanması anti demokratik bir
demokrasi tanımıdır.
Demokrasi her şeyden önce haklarla tanımlanır. Demokrasi, yurttaşların
ve insanların biçimsel eşitliği demektir. “Toplumsal Sözleşme” kavramının ardında
da böyle biçimsel olarak eşit bireyler ve yurttaşlar varsayımı vardır.
Ama fiili darbe rejimi ve bu rejimi meşrulaştırmak için referanduma
sunulan anayasa demokrasinin demokratik bir tanımına karşı bir anayasadır.
Çoğunluk burada anti demokratik şiddetin bir aracıdır.
Çoğunluk hukuki bir kavram olduğu gibi, politik ve
sosyolojik olarak bir şiddeti, bir gücü ifade eder.
Yani savaş nasıl politikanın başka araçlarla bir devamıysa,
kullanılan araç politikanın içeriğini belirlemez ve ondan farklıysa; çoğunluk
da savaşın bir aracıdır. Çoğunluk aracını kullanmış olmak içeriği doğru ve
haklı kılmaz, sadece çoğunluğun bu savaşta iyi bir savaş aracı olduğu anlamına
gelir.
Demokrasi, haklar söz konusu olduğunda çoğunluğun karar alamamasıdır.
Çoğunluğun haklar söz konusu olduğunda karar alamayacağı
ilkesini çoğunluğa dayanarak yok etmek bir “demokratik tercih” değil,
demokrasiye karşı bir savaştır.
Meselenin bu özünü hiçbir parti, aydın, yazar vs. gündeme
getirmemektedir. Çünkü bu gündeme geldiği takdirde her demokrasinin bir
diktatörlük olduğu; demokrasilerin, aynı zamanda, çoğunluğa dayanarak hakları
kaldırma karşısında bir diktatörlük olduğu ve olması gerektiği gerçeği ortaya
çıkar.
O zaman Erdoğan’ın yaptığı bu referandumun demokrasiye karşı
bir diktatörlük kurma savaşı olduğu; bunun için çoğunluğu bir silah olarak
kullandığı ortaya çıkar ve buradan kolayca direniş hattına geçilebilir.
Ama her demokrasi bir diktatörlükse, bu aynı zamanda, demokrasinin
nelere karşı diktatörlük olması gerektiği sorusunu da ortaya çıkarır.
Örneğin ulus bir dille, dinle mi tanımlanacaktır, yoksa bir
dille dinle tanımlanmaya karşı mı tanımlanacaktır. Demokrasi hangisinin hangisi
üzerindeki diktatörlüğü olmalıdır?
Bu soru sorulduğu an, Türklükle tanımlanmış bir devletin,
demokratlar ve demokrasi üzerinde bir diktatörlük olduğu; bir Türk demokrasisi
olamayacağı da ortaya çıkar.
İşte bu iç tutarlılıkların zorunlu kıldığı hem hedefler hem
de politika bakımından radikallikten kaçabilmek için, burjuvazi ve liberaller
kendilerini tutarsızlığa ve dolayısıyla toplumsal muhalefeti güçsüzlüğe mahkûm
ederler. Bu nedenle demokratik bir muhalefetin var olabilmesi için teorik iç
tutarlılığın önemi ortaya çıkar.
Burada yapmaya çalıştığımız da bunun mantığının iç mekanizmasını
sergileme çabasıdır.
*
Şimdi o baştaki Anayasaların toplumsal sözleşme olduğu ve
uzlaşmaya dayandığı önermesine bir daha dönelim.
Önce olgu olarak bu önermenin gerçeği yansıtıp
yansıtmadığına bakalım.
Hiçbir modern anayasa bir “toplumsal sözleşme” ile toplumdaki
bütün kesimlerin ortaklaşa çabası ve uzlaşmasıyla hazırlanmamış ve geçerli
olamamıştır.
Yoktur böyle bir olgu.
Bütün anayasalar toplumun bir kesiminin diğer kesimine kendi
dayandığı ilkeleri zorla dayatması ve geçerli kılmasıyla ortaya çıkmışlardır.
Bizzat bir toplumsal sözleşme olduğunu ilen eden Fransız
Devrimi ve sonrasının bütün anayasaları, anayasaların ve toplumun bir “toplumsal
sözleşmeye” dayanması gerektiğini reddedenlere karşı savaşı ve onların
iradesini kırıp kendi iradelerini geçerli kılabilmeleriyle ortaya çıkabilmişlerdir.
Anayasaların toplumsal sözleşme olduğu iddiasının bir
olgusal karşılığı olmamasının nedeni, bizzat toplumsal sözleşme olması
gerektiği fikrinin bir sosyolojik yasayı değil, bir normu ifade etmesinden
dolayıdır.
Tam da böyle olduğu için, yani modern toplumu düzenleyen bir
normu, sosyolojik bir yasaymış gibi sunduğu ve ele aldığı için olgu olarak “anayasaların
toplum kesimleri arasında bir sözleşme olduğu” önermesinin olgusal bir karşılığı
bulunmamaktadır.
Çünkü örneğin “Toplumu yönetmek için toplumsal sözleşme
gerekmez, insanların nasıl yaşayacaklarını vahiy, yani Allah zaten kutsal
kitaplarıyla insanlara bildirmiştir. Yapılması gereken buna uymaktır.” Veya “insanlar
arasında toplumsal sözleşme olduğu fikri eşit insanları var saymaktadır. Bu yanlıştır.
Bizler mavi kanlılar insanları yönetmek üzere bu dünyada varız. Bir sürüye
nasıl bir çoban lazımsa insanlara da bir çoban lazımdır. Biz çobanların nasıl
davranacağımızı da güdeceğimiz sürü belirleyemez, bunu kutsal kitaplar bizlere
bildirmektedir” gibi örneklerde ifade edilen kabul ve anlayışlar ile toplumsal
ilişkilerin insanlar veya tüm toplumsal kesimler arasında bir uzlaşma ile
yapılması gerektiği anlayışı bir arada bulunamaz.
Birinin egemen olduğu yerde diğerinin var olma hakkı yoktur.
Tıpkı Madde ve Anti Madde ilişkisi gibi bir durum söz konusudur.
Bunlar birbirini yok ederler, birinin kabulü diğerinin
reddidir
Biri diğeri üzerinde ancak bir diktatörlük olarak var
olabilir.
O halde anayasaların toplumsal sözleşme olduğu; tüm
yurttaşlar ve toplumsal kesimler arasında bir uzlaşmayla belirlendiği ve
belirlenebileceği önermesi, sosyolojik bir önerme olarak, hem olgusal, hem de
mantıksal düzeyde yanlıştır.
Bu önerme ancak, hukuki bir prosedürü belirleyen bir önerme
olarak, sadece anayasaların bir toplumsal sözleşme olduğu veya olmasını
gerektiğini kabul eden bir sistem içinde anlamlı bir önerme olabilir.
Bu önermeye dayanarak bu anayasayı ve hazırlanışını
eleştirmek kendini hukuki bir eleştiriyle sınırlamak olduğu gibi, karşı taraf
zaten bu ilkeyi kabul etmediğinden ve bizzat bu ilkeye karşı bir sistemi
kurmaya çalıştığından, onun bunu kabul ettiği yanılgısına da yol açarak ek bir
zaafa da yol açar.
Modern tarihteki bütün iyi kötü demokratik denecek
anayasalar, özünde, Anayasaların bir toplumsal sözleşme olduğunu değil;
Anayasaların toplumsal sözleşme olduğun kabul edenlerin bunu kabul etmeyenler üzerindeki
bir diktatörlüğü olduğunu gösterir.
Erdoğan’ın anayasası işte bu ilke üzerinde diktatörlük
kurmaktadır. Bu anlamda bir karşı devrimdir.
Burada hukuki argümanlar değil, mücadele gerekir.
Sizin ilkelerinize yönelik, onları reddeden bir sisteme
karşı, onun zaten reddettiği hukuki argümanlarla mücadele etmeye kalkmak,
kendini baştan yenilgiye mahkûm etmektir.
Bu anayasa tartışmalarında #HAYIR cephesinin en büyük ve
temel yanlışı budur.
16 Nisan 2017 Pazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder