16 Nisan 2017 Pazar

Anayasaların “Toplumsal Sözleşme”ye Dayandığı Efsanesi ve Referandumun Sosyolojik Anlamı

Şu an hukuken bir referandum ile bir anayasa değiştirilmek isteniyor.
Referandum bir hukuki prosedürün adıdır.
Peki, bu hukuki prosedür sosyolojik ve politik olarak nedir?
Sosyolojik olarak Erdoğan’ın Türk-İslamcı faşist darbesini, çoğunluğun oyuna dayanarak, meşru gösterme ve böylece gerçek veya muhtemel direnci kırma hamlesidir.
Yani fiili bir darbe biçiminde yapılmış bir karşı devrimi oturtma ve referandumun sağlayacağı meşruiyet şalıyla, direnenlerin ve direneceklerin iradesini ve direncini kırma hamlesidir.
Bizler açısından da hiç de lehimize olmayan, düşmanın istediği koşullarda; başka çaremiz olmadığı için, kabul etmek zorunda kaldığımız; savaşmadan yenilgiyi kabul etmektense, en azından savaşarak ölmek ve sonraki mücadelelere bir miras bırakmak için girdiğimiz bir savaştır.
Yani kimilerinin tanımladığı gibi, parlamenter sistem ile başkanlık sistemi arasında bir seçim yoktur. Var olan bir sistem içinde bir düzenleme değildir.

Olay hukuken böyle tanımlanabilse bile (Kaldı ki orası da fiili olarak sorunludur) olayın böyle tanımlanmasını kabul etmek ve bunu sosyolojik ve politik olarak olgunun tanımlanmasında kullanmak ve politik mücadeleyi buna dayandırmak, bu savaşta Erdoğan’ın beşinci kolu olarak iş görmek; direniş cephesini bölmek anlamına gelir.
Yani olayın (referandumun) nasıl tanımlanacağı bile bir savaş alanı ve aracıdır.
Referandum referandum değildir.
Referandum savaşta bir muharebedir.
*
Burjuva sosyolojisinin ve özünde bu sosyolojiye dayanan politikanın en büyük hilesi ve/veya yanlışı, hukuki kavramları sosyolojik kavramlar gibi ele alıp, toplumu ve toplumsal ilişkileri öyle açıklamaya kalkması dolayısıyla toplumsal ve tarihsel süreçlerin gerçek anlamlarının anlaşılmasını olanaksız kılması; sonra da bu kavramlara dayanarak politika belirlemesidir.
Bunu bizzat bu anayasa tartışmalarında da görebiliriz.
Bütün burjuva partileri, düşünürleri, yazarları hep şu önermeden yola çıkmaktadırlar:
 “Anayasalar toplumsal sözleşmedirler, o halde toplumdaki tüm kesimlerce ortaklaşa ve uzlaşmayla hazırlanırlar ve hazırlanmalıdırlar.”
Ama ortada başka bir gerçek var.
Bu anayasa bu dile getirilen önermedeki ilkeye göre hazırlanmadı ve oylanmıyor.
O halde bu anayasa mantığı, oylamaya sunuluşu, dayandığı mantığı ve içeriğiyle “anayasaların toplumsal sözleşme olduğu veya olması gerektiği” ilkesine karşı bir anayasanın ve düzenin geçerli kılınması girişimidir.
Ama eğer böyle ise, bu ilke çok temel bir ilke, Aydınlanmanın ilkesi olduğundan; Aydınlanmadan kalan ön kabullere karşı bir karşı darbe-karşıdevrim demektir.
Yani yukarıda dile getirilmiş önermeden çıkacak sonucun bu olması gerekir.
Ne var ki, #HAYIR diyeceklerin hiç biri bunu söylemiyor.
Hukuki tanımları sosyolojik kavramlarmış; yani politik mücadelenin dayanması gereken kavramlarmış gibi ele alarak; tüm tartışmayı bir biçim tartışmasına hapsederek; karşı karşıya olanın özünün kavranmasını ve özüne karşı mücadeleyi olanaksızlaştırıyorlar.
Tutarlı ve demokrat bir muhalefetin, ortadakinin bir referandum olmadığını, en temel ilkelere karşı bir saldırı olduğunu söyleyip, iç tutarlılık içinde, evet çıktığı takdirde sonucu kabul etmeyeceğini baştan söylemesi gerekir.
“Başka çarem olmadığı için, karşı tarafı kendi silahıyla vurabilmek için bu oyuna giriyorum. Yenilirsem de sonuçlarını kabul etmeyeceğim” dediğinizde gerçek bir demokrat politikacı gibi davranmış olursunuz.
Bu bakımdan anayasanın toplumsal uzlaşmaya dayanması gerektiğini söyleyip de referandum sonuçlarını kabul edeceklerini söyleyenler aslında kendi içinde çelişkilidirler.
Çünkü bu anayasa, anayasanın toplumsal bir sözleşmeye dayandığı veya dayanması gerektiği ilkesine karşı bir anayasadır.
Demokrasi çoğunluğun azınlığa tabi olması değildir.
Demokrasinin böyle tanımlanması anti demokratik bir demokrasi tanımıdır.
Demokrasi her şeyden önce haklarla tanımlanır. Demokrasi, yurttaşların ve insanların biçimsel eşitliği demektir. “Toplumsal Sözleşme” kavramının ardında da böyle biçimsel olarak eşit bireyler ve yurttaşlar varsayımı vardır.
Ama fiili darbe rejimi ve bu rejimi meşrulaştırmak için referanduma sunulan anayasa demokrasinin demokratik bir tanımına karşı bir anayasadır.
Çoğunluk burada anti demokratik şiddetin bir aracıdır.
Çoğunluk hukuki bir kavram olduğu gibi, politik ve sosyolojik olarak bir şiddeti, bir gücü ifade eder.
Yani savaş nasıl politikanın başka araçlarla bir devamıysa, kullanılan araç politikanın içeriğini belirlemez ve ondan farklıysa; çoğunluk da savaşın bir aracıdır. Çoğunluk aracını kullanmış olmak içeriği doğru ve haklı kılmaz, sadece çoğunluğun bu savaşta iyi bir savaş aracı olduğu anlamına gelir.
Demokrasi, haklar söz konusu olduğunda çoğunluğun karar alamamasıdır.
Çoğunluğun haklar söz konusu olduğunda karar alamayacağı ilkesini çoğunluğa dayanarak yok etmek bir “demokratik tercih” değil, demokrasiye karşı bir savaştır.
Meselenin bu özünü hiçbir parti, aydın, yazar vs. gündeme getirmemektedir. Çünkü bu gündeme geldiği takdirde her demokrasinin bir diktatörlük olduğu; demokrasilerin, aynı zamanda, çoğunluğa dayanarak hakları kaldırma karşısında bir diktatörlük olduğu ve olması gerektiği gerçeği ortaya çıkar.
O zaman Erdoğan’ın yaptığı bu referandumun demokrasiye karşı bir diktatörlük kurma savaşı olduğu; bunun için çoğunluğu bir silah olarak kullandığı ortaya çıkar ve buradan kolayca direniş hattına geçilebilir.
Ama her demokrasi bir diktatörlükse, bu aynı zamanda, demokrasinin nelere karşı diktatörlük olması gerektiği sorusunu da ortaya çıkarır.
Örneğin ulus bir dille, dinle mi tanımlanacaktır, yoksa bir dille dinle tanımlanmaya karşı mı tanımlanacaktır. Demokrasi hangisinin hangisi üzerindeki diktatörlüğü olmalıdır?
Bu soru sorulduğu an, Türklükle tanımlanmış bir devletin, demokratlar ve demokrasi üzerinde bir diktatörlük olduğu; bir Türk demokrasisi olamayacağı da ortaya çıkar.
İşte bu iç tutarlılıkların zorunlu kıldığı hem hedefler hem de politika bakımından radikallikten kaçabilmek için, burjuvazi ve liberaller kendilerini tutarsızlığa ve dolayısıyla toplumsal muhalefeti güçsüzlüğe mahkûm ederler. Bu nedenle demokratik bir muhalefetin var olabilmesi için teorik iç tutarlılığın önemi ortaya çıkar.
Burada yapmaya çalıştığımız da bunun mantığının iç mekanizmasını sergileme çabasıdır.
*
Şimdi o baştaki Anayasaların toplumsal sözleşme olduğu ve uzlaşmaya dayandığı önermesine bir daha dönelim.
Önce olgu olarak bu önermenin gerçeği yansıtıp yansıtmadığına bakalım.
Hiçbir modern anayasa bir “toplumsal sözleşme” ile toplumdaki bütün kesimlerin ortaklaşa çabası ve uzlaşmasıyla hazırlanmamış ve geçerli olamamıştır.
Yoktur böyle bir olgu.
Bütün anayasalar toplumun bir kesiminin diğer kesimine kendi dayandığı ilkeleri zorla dayatması ve geçerli kılmasıyla ortaya çıkmışlardır.
Bizzat bir toplumsal sözleşme olduğunu ilen eden Fransız Devrimi ve sonrasının bütün anayasaları, anayasaların ve toplumun bir “toplumsal sözleşmeye” dayanması gerektiğini reddedenlere karşı savaşı ve onların iradesini kırıp kendi iradelerini geçerli kılabilmeleriyle ortaya çıkabilmişlerdir.
Anayasaların toplumsal sözleşme olduğu iddiasının bir olgusal karşılığı olmamasının nedeni, bizzat toplumsal sözleşme olması gerektiği fikrinin bir sosyolojik yasayı değil, bir normu ifade etmesinden dolayıdır.
Tam da böyle olduğu için, yani modern toplumu düzenleyen bir normu, sosyolojik bir yasaymış gibi sunduğu ve ele aldığı için olgu olarak “anayasaların toplum kesimleri arasında bir sözleşme olduğu” önermesinin olgusal bir karşılığı bulunmamaktadır.
Çünkü örneğin “Toplumu yönetmek için toplumsal sözleşme gerekmez, insanların nasıl yaşayacaklarını vahiy, yani Allah zaten kutsal kitaplarıyla insanlara bildirmiştir. Yapılması gereken buna uymaktır.” Veya “insanlar arasında toplumsal sözleşme olduğu fikri eşit insanları var saymaktadır. Bu yanlıştır. Bizler mavi kanlılar insanları yönetmek üzere bu dünyada varız. Bir sürüye nasıl bir çoban lazımsa insanlara da bir çoban lazımdır. Biz çobanların nasıl davranacağımızı da güdeceğimiz sürü belirleyemez, bunu kutsal kitaplar bizlere bildirmektedir” gibi örneklerde ifade edilen kabul ve anlayışlar ile toplumsal ilişkilerin insanlar veya tüm toplumsal kesimler arasında bir uzlaşma ile yapılması gerektiği anlayışı bir arada bulunamaz.
Birinin egemen olduğu yerde diğerinin var olma hakkı yoktur.
Tıpkı Madde ve Anti Madde ilişkisi gibi bir durum söz konusudur.
Bunlar birbirini yok ederler, birinin kabulü diğerinin reddidir
Biri diğeri üzerinde ancak bir diktatörlük olarak var olabilir.
O halde anayasaların toplumsal sözleşme olduğu; tüm yurttaşlar ve toplumsal kesimler arasında bir uzlaşmayla belirlendiği ve belirlenebileceği önermesi, sosyolojik bir önerme olarak, hem olgusal, hem de mantıksal düzeyde yanlıştır.
Bu önerme ancak, hukuki bir prosedürü belirleyen bir önerme olarak, sadece anayasaların bir toplumsal sözleşme olduğu veya olmasını gerektiğini kabul eden bir sistem içinde anlamlı bir önerme olabilir.
Bu önermeye dayanarak bu anayasayı ve hazırlanışını eleştirmek kendini hukuki bir eleştiriyle sınırlamak olduğu gibi, karşı taraf zaten bu ilkeyi kabul etmediğinden ve bizzat bu ilkeye karşı bir sistemi kurmaya çalıştığından, onun bunu kabul ettiği yanılgısına da yol açarak ek bir zaafa da yol açar.
Modern tarihteki bütün iyi kötü demokratik denecek anayasalar, özünde, Anayasaların bir toplumsal sözleşme olduğunu değil; Anayasaların toplumsal sözleşme olduğun kabul edenlerin bunu kabul etmeyenler üzerindeki bir diktatörlüğü olduğunu gösterir.
Erdoğan’ın anayasası işte bu ilke üzerinde diktatörlük kurmaktadır. Bu anlamda bir karşı devrimdir.
Burada hukuki argümanlar değil, mücadele gerekir.
Sizin ilkelerinize yönelik, onları reddeden bir sisteme karşı, onun zaten reddettiği hukuki argümanlarla mücadele etmeye kalkmak, kendini baştan yenilgiye mahkûm etmektir.
Bu anayasa tartışmalarında #HAYIR cephesinin en büyük ve temel yanlışı budur.
16 Nisan 2017 Pazar


Hiç yorum yok: