Dün Demokrasi’nin hukukun geçerli olup olmaması (çünkü pek
ala bir diktatörlük de hukuka dayanabilir) ve azınlık-çoğunluk ilişkisi olarak
tanımlanmasının yanlışlığına değinmiştik.
Elbet, bir teknik olarak veya hukuki olarak demokrasinin “azınlığın çoğunluğa uyması ilkesine dayanan
rejim” olarak tanımlanabileceği; ama bu genel biçimiyle demokrasinin her
türlü ırkçı ve faşist görülerle de uyuşabileceği; bu anlamda demokratların özel bir demokrasiden yana; haklar konusunda çoğunluğun karar alma hakkının olmadığı bir
demokrasiden yana olmaları gerektiği ve böyle bir demokrasi tanımına
dayanmaları gerektiğini kısaca ele almıştık.
Soruna böyle yaklaşmamanın, mantık sonuçlarına gittiğinde
demokrasinin reddine varacağı yani kendi bindiği dalı kesme sonucuna varacağını
göstermeye çalışmıştık.
Şimdi şu soruya gelelim. Teknik olarak, genel olarak ya da
hukuki olarak demokrasi, “azınlığın çoğunluğa uyması ilkesini kabul” olarak da
tanımlanabileceğinden; bu çoğunluk-azınlık ilişkisinde “çoğunluğun diktatörlüğü” nasıl engellenebilir?
Bu soruya cevap arayacağız.
Ama bunun için de önce yine bir kavramsal netlik ve temizlik
gerekiyor. Çünkü aynı kavramla karşılanmalarına rağmen çok farklı azınlıklar,
dolayısıyla da çoğunluklar var. Bunları ayırmadan konuyu doğru dürüst ele almak
mümkün olmaz.
*
Bizler azınlıktan söz ederken aslında üç farklı azınlık,
dolayısıyla da üç farklı çoğunluk olduğunu gözden kaçırırız ve bunları
birbirine karıştırırız.
“Azınlık” kavramının birinci anlamı, genellikle bir dile,
dine, soya, tarihe göre tanımlanmış, karşı devrimci ve gerici ulusçulukta ve
uluslardaki azınlıklardır.
Bir ulus, dil, din, soy, ırk, kültür, tarih körü olduğunda,
yani ulus ve devlet bunlarla tanımlanmadığında, orada bu anlamda çoğunluk ve
azınlık olmaz.
Örneğin herkesin ana dilinde eğitim hakkının olduğu; resmi
dili olmayan, okullarında tüm dillerden, dinlerden, “ırklardan” kültürlerden,
tarihçilerin, edebiyatçıların eşit katılımla ortaklaşa yazdığı aynı Tarih ve Edebiyat kitaplarını
herkesin ana dilinde okuyup öğrendiği
bir ulusta ve devlette, bu anlamda çoğunluk bir ulus olamayacağından azınlık da
olmaz.
O halde bu birinci anlamdaki azınlıkları ve çoğunlukları yok
etmenin, dolayısıyla bir “çoğunluk Diktatörlüğü”nden kurtulmanın bir tek yolu
vardır: çoğunluğu ortadan kaldırmak. Yani ulusun (dolayısıyla politik olanın,
yani devletin) bir dille, dinle, kültürle vs. tanımlanmasına son vermek. Yani,
gerçek anlamda yurttaşların biçimsel eşitliği.
Gerçek anlamda yurttaşların biçimsel eşitliği olduğunda, birinci
anlamda azınlık olmaz, dolayısıyla çoğunluk da olmaz.
Birinci anlamıyla azınlıklar sorununun halli özünde, gerçek
anlamda demokrasi sorunudur.
*
Bu vesileyle, en ileri batı demokrasilerinin bile gerçek
anlamda demokrasiden ne kadar uzak olduğu daha iyi ortaya çıkar. Çünkü neredeyse
en demokratik bilenen kuzey Avrupa ve Anglo-Sakson ülkeleri bile ulusu, bir
dille, bir tarihle, bir kültürle vs. tanımlar. Dolayısıyla bu dilden vs.
olmayan; dünden kalma veya bugünkü göçmen “azınlık”lar olur otomatikman.
Bu azınlıkları, bu devletler “tanınırlar” ve onlara birtakım
“haklar” verirler. Örneğin ana dilini öğrenme hakkı (dikkat edin ana dilinde
eğitim hakkı değil); devlet dairelerinde ana dilinde konuşma hakkı (yani dil
bilmeyenlere masrafı vergilerle karşılanan tercüman); dilini geliştirme hakkı.
(Bazı radyo, TV kanalları bu dile ayrılır ve sübvanse edilir).
Bütün b.u haklar, o ulusun gerçek b.ir biçimsel eşitliğe
dayanan demokratik bir ulus olmamasıyla ilgilidir. Eşit olunmadığı için bu
“haklar” verilmektedir. Bu "haklar" eşitsizliği sürdürmenin ve
korumanın aracıdırlar son duruşmada.
Bu Avrupa ülkelerinin veya “Batı Demokrasisi”nin standart
uygulamasıdır. Dille, kültürle, dinle vs. tanımlanmış bir ulusu, koruyarak onu
bugünün olanak ve ihtiyaçlarına uygun olarak biraz rötuşlama, reforme etme,
esnetmeden başka bir şey değildir.
Türkiye’nin liberallerinin ideali de tamı tamına budur. Yani
Türkiye’nin liberalleri tutarlı bir demokrasi programını savunmazlar ve
dolayısıyla demokrat değildirler.
Postmodernizm denen, her şeyi rölative etme, “çok
renklilik”, “renkleri zenginlik olarak görme”, “ötekileştirmeme”, “empati” gibi
kavramlar aslında tamı tamına bu karşı devrimci ulusçuluğu esnetmenin
ideolojisinin kavramlarından başka bir şey değildirler. (Bu konuda başka
yazılarımızda, örneğin çok kültürlülüğün aslında nasıl tek ir kültür kavramının
egemenliği olduğunu vs. göstererek epey eleştiri yapmıştık.)
*
Türk devleti, ilerde “Kürt sorunu” karşısında çaresiz
kalırsa, Kürt sorununu böyle bir “çözümle”, yani Kürtlüğü fikir özgürlüğü
bağlamında; Kürt dilini de İngilizce gibi istenen dili öğrenmek ve konuşmak
anlamında ele alarak çözeceğini planlamaktadır. Yani Türklüğü ve Türk ulusunu korumak
için, Avrupa çözümüne yatmak. CHP’nin Kürt sorunu çözümü özünde budur.
Liberaller de bunlar sağlanırsa, biraz da mahalli idarelere
özerklik verilirse bu iş hallolur diye bakmaktadırlar.
Yani ulusun ve devletin Türklükle tanımlanmasına, resmi
dilin Türkçe olmasına, okullarda Türk Edebiyatı ve Tarihi okutulmasına temelde
bir itiraz yoktur. Bu tarih ve edebiyatlara belki bir Mem-u Zin de katılıp,
ırkçı şoven dil azaltılırsa bu iş hallolur diye bakmaktadırlar.
İlk bakışta Kürtler de bunu kabul etmiş gibi
görünmektedirler. Türkleri ürkütmemek için de öyleymiş gibi görünmeyi kendileri
de uygun görmektedirler.
Ama Kürtler buna ek olarak, kolektif bir kimlik olarak Kürtlüğün tanınmasını da
istemektedirler.
Yani iki taraf da demokratik bir programdan yana değildir.
Türkler bireysel haklar bağlamında haklara razı olmayı, Türklüğü tutmayı;
Kürtler de o bireysel haklar bağlamındaki teklifi kabul edip, üstüne kolektif
bir kimlik olarak tanınmayı, yani aynı bir ulus olarak tanımlanmayı
istemektedirler.
Liberaller de iki tarafın da birer geri adım atarak, Avrupa
gibi, bireysel olarak haklar ama aynı zamanda Avrupa’daki “azınlık” olarak
tanımlananlar ve idari bölünmelerde olduğu gibi mahalli yöneticilerin seçilmesi
ile bu barışın olacağını sanmaktadırlar.
Aslında tarafların hiç birisi açık ve dürüst davranmıyor.
Türk devleti, kolektif kimlik olarak tanımlanma bölünmeyi
getirir derken haklıdır.
Kürtler ise, sanki bu “tehlike” yokmuş gibi, böyle bir sorun
yokmuş gibi davranıp, “Korkmayın biz zaten ayrılmayacağız, işte “ortak vatan”
diyoruz diyorlar. Türk devleti ve Türkler de “pışt ben o kadar enayi değilim”
diyor tabii. Otaklığa sen karar verdiğinde her zaman bu ortaklığı ve ayrılma
hakkını kendinde bulundurmuş olursun, bunu kabul edemem diyorlar. Dedikleri
doğrudur.
Kürtler ise, işin bu yanını hiç anmadan, suskunlukla
geçiştirerek, Türklerin korkularını gidermeye çalışıyorlar. Aslında Kürtlerin
büyük çoğunluğu da bunu zaten ayrılmak için Türklerin direncini minimuma
indirmek için ara bir aşama olarak görüyorlar. Türkler de bunun böyle olduğunu
gördüklerinden “yemeyiz” diyorlar.
Böylesine açıklıktan yoksun ve gerçek ve somut “tehlikeleri”
yokmuş gibi ele alan bir tartışmada tarafların birbirine güvenmeleri mümkün
değildir.
Bu nedenle Kürt Sorunu’nun barışçı bir çözümü, bu
programlarla mümkün değildir. Devletin ve CHP’nin, sorunu kişisel özgürlükler
veya Avrupa’daki azınlıklar bağlamında çözme programı Kürtleri, Kürtlerin Kolektif
kimlik olarak tanınma programı Türkleri ikna etmez. Ve bu savaş, zaman zaman konjonktüre
ve güçlerin durumuna göre ateşkeslerle kesilse bile sürer gider.
*
Peki, buradan çıkış yok mu?
Var.
Bizim dediğimiz, ulusun ve devletin Türklük veya Kürtlükle
veya İslamla vs. tanımlanmasına son verme, çoğunluğu yok etme, dolayısıyla
azınlığı da yok etme.
Bu program ise Türklerin ve Kürtlerin, Türk ve Kürt olmaktan
çıkıp birer demokrat olmalarıyla; yani ulusu ve devleti bir dille, dinle vs. tanımlamayı
reddetmeleriyle; böyle tanımlamalara karşı tanımlamalarıyla; böyle
tanımlayanlara karşı mücadeleleriyle mümkündür.
Bu sanıldığından çok daha kolay olabilir ve Kürtler de
Türkler de demokrat olmaya sanıldığından çok daha yatkındırlar.
Ama bunu savunacak ne bir parti, ne bir entelektüel akım, ne
bir yayın yok. Bunu savunan tek kişi bu satırların yazarıdır ve kimi
okurlarıdır.
Sonunda herkes bu programın tek çıkış yolu olduğuna
gelecektir ama çok acılar sonunda.
İşte sosyalist örgütler ortaya attığımız bu program ve ardındaki
teorik temel karşısında susarak, yokmuş gibi davranarak aslında bu biricik
çözümü gözden kaçırıyorlar, dolayısıyla acıların uzamasına yol açıyorlar. Bu
nedenle en büyük günah sosyalist örgütlerdedir; kendine demokrat diyenlerdedir.
Bizim programımız, azınlığın “haklarını tanımaya” değil,
çoğunluğu ortadan kaldırmaya, dolayısıyla da azınlığı da ortadan kaldırmaya
dayanıyor.
Yani bizim için sorun “Kürt Sorunu” değil, Türk Sorunu’dur.
Türk sorunu hallolduğunda “Kürt Sorunu” da otomatikman çözülmüş olur.
*
Bu vesileyle, bu birinci anlamda, yani ulusun nasıl
tanımlandığına bağlı olarak ortaya çıkan azınlığın Türk devletindeki hukuki
karşılığına bir iki sözle değinilebilir.
Türk devleti Azınlık sözcüğünü Avrupa’daki uygulama
anlamında kullanmıyor.
Lozan anlaşmasıyla ben Rum ve Ermenileri azınlık olarak
tanımışım; başka azınlık tanımam diyor.
Ayrıca bu azınlıklar dinel olarak tanımlanmış olduğundan
Türk devletinin laiklik iddialarının da ne kadar saçma olduğunun en somut
kanıtıdırlar.
Bizim programımız bu konuyu da otomatik olarak çözer.
Bizim programımızda Rumların ve Ermenilerin cemaate bağlı
okulları olmaz. Herkes ana dilinde eğitim
hakkı olduğundan, bir tek Ermeni veya Rum; (ayrıca tanınmamış “azınlıklar”
örneğin Çerkezler vs. için de geçerli olur bu) çocuk için bile devlet öğretmen
bulup, ona yurttaşlardan aldığı vergilerle maaşını ödeyerek, ana dilinde eğitim
hakkı sağlamakla görevli olur. Çünkü
bu temel yurttaşlık hakkıdır.
Bu çocuklar şimdi olduğu gibi, Türk tarihi okumazlar.
Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Çerkezlerin hatta dünyadaki birçok
“büyük” dil ve dinden tarihçilerin, edebiyatçıların, eşit katılımla yazdığı,
aynı tarih ve edebiyat kitaplarını, kendi ana dillerinde okurlar.
Devlet kimin “ekümenik” olup olmadığına; din adamları okulu
açılıp açılamayacağına karar veremez. Çünkü devlet “din işlerine” karışamaz. O dinden
olan cemaat kendisi bunları yapıp yapmamaya kendisi karar verir.
Yani bizim savunduğumuz program devletin resmi “azınlık”
tanımını da ortadan kaldırır. Fiilen birinci anlamıyla azınlık diye bir şey
olmaz, çünkü artık çoğunluk yoktur.
Şunu da ekleyelim: bir tek “azınlık” olabilir böyle bir
demokratik ulusta: Ulusun böyle bir dile, dine göre tanımlanmasını reddetmeyi
kabul etmeyenler, ulusu dille dinle tanımlamak isteyenler böyle bir ulusta ve
devlette olabilirler elbette.
Onları öldürecek veya hapse tıkacak değildir. Elbet bunlar
fikirlerini de yayabilirler. Ama bu demokratik ulus, ulusu dille, dinle
tanımlamak isteyenler üzerinde fiili bir diktatörlük olacaktır. Çünkü geçerli
hukuk bunların anlayışını dışlayacaktır. Bu iki ulus anlayışı bir arada olamaz.
Tıpkı bugünkü geçerli hukukun bizim anlayışımızı dışlaması ve bizim üzerimizde
bir diktatörlük olması gibi. Tıpkı Allah’ın varlığını ve birliğini kabul
etmekle, putları kabul etmenin bir arada olamaması gibi.
O halde toparlarsak, “Azınlık” kavramının birinci anlamı,
özünde ancak gerici bir ulusçuluğun olduğu yerlerde var olabilir. O çoğunlukla
aynı dilden, dinden olmayanlara ve baskı altındakilere ilişkin bir kavramdır ve
bunlara belli haklar tanıma veya tanımama anlamında kullanılmaktadır.
Biz bu azınlıkları tanıyan değil, onları çoğunluğu yok
ederek yok eden bir programı savunuyoruz.
*
Azınlığın ikinci anlamına gelince.
Bir de tümüyle eşit hakların bulunmasına rağmen, nicel olarak azınlıkta bulunmaktan,
dolayısıyla fiilen ortaya çıkan,
hukuki olmayan azınlıklar vardır. Esas anlamıyla demokratik bir ülkede bu
anlamda azınlıklardan söz edilebilir.
Gerçekten demokratik bir ulus düşünelim. Hiç kimse,
dilinden, dininden, inancından, siyasi fikrinden vs. dolayı hiçbir baskıya
uğramıyor. Ama tüm bu eşit biçimsel haklara rağmen, gerçek hayatta dezavantajlı
durumda kalan yurttaşlar olur. Çünkü evlerin zilleri veya pisuarlar çocukların
veya cücelerin ulaşamayacağı yükseklikte yapılır genellikle. Yollar, ayakları
sağlamlara göre yapılmıştır, trafik ışıkları görebilenlerce görülebilir,
Otobüsler ve trenler yapılırken çocuklu ve çocuk arabalı kadınlar, yaşlılar,
özürlüler hesaplanmaz vs. vs.
Gerçek bir demokraside azınlıklar sorunu budur.
Yurttaşların bir kısmının bu fiili eşitsizliğini gidermek
için ulusal hâsıladan bir kısmı ayırmak; onlara kotalar tanımak, öncelikler
vermek, pozitif ayrımcılık ile bu azınlıklar büyük ölçüde dezavantajlı olmaktan
çıkarılabilirler.
Bu anlamıyla azınlık sorununun hallolması veya en azından
daha az sancılı çözülebilmesi için de tam bir demokrasi ve merkezi bürokratik
idarenin parçalanması şarttır. Çünkü ancak bu koşulda bu fiili azınlıklar
örgütlenip, baskı yaparak, kendilerini gözeten yollar, pisuarlar, otobüsler,
vs. yapılmasına daha büyük kaynaklar ayrılmasını, kotalar, öncelikler
tanınmasını, sağlayabilirler.
Birinci anlamıyla “azınlık” sorunu tam bir eşitlik ile
çözülebilirken, bu ikinci anlamıyla azınlık sorunu ancak eşitsizlikle çözülebilir.
Birinci eşitlik olmadan ikinci eşitsizlik de mümkün olmaz.
Dikkat edilirse bu iki azınlıklar sorunu da aslında birer program ve gerçek anlamıyla demokrasi
sorunudur.
Şimdi gerçekten bir Tüzük sorunu, bir işleyiş sorunu olarak
ele alınabilecek üçüncü azınlık kavramına gelelim.
*
Demokrasi aynı zamanda bir yönetimdir. Yani bir takım
kararlar alınmasını, uygulamayı, yaptırımı gerektirir.
Demokrasi kararın doğru bir karar olmasını, yani içeriğini
belirlemez. Demokrasi sadece usulünü belirleyebilir.
Karar almak için eninde sonunda bir şekilde bir oylamaya başvurmak
gerekir.
Çünkü eşitlik temel varsayımdır. Herkes eşit olduğuna göre,
bir karara varmanın tek yolu nicel bir ölçüdür. Bunun da tek yolu oylamadır.
Oylama ise, farklı öneri, program ve görüşler arasında
olabilir.
Tabii yine bu eşitlik ilkesine bağlı olarak, tüm farklı görüşlerin,
örgütlenme, kendini yayma, çoğunluğu kazanma konularında eşit koşullarda
mücadelesi gerekir.
Tabii bütün bunların olabilmesi için de, her yurttaşın tüm
yurttaşlara; her örgüt üyesinin tüm örgüt üyelerine, doğrudan, bir üst organın
izni ya da yönlendirmesi veya teknik yardımına ihtiyacı olmadan fiilen
ulaşabilir olması gerekir.
Yani doğrudan yatay ilişki; fiilen var olmadan tüm demokrasi
ve eşitlik iddiaları havada kalır.
Bu, farklı ve sistematik görüşlerin ortaya çıkmasının
temelidir.
Farklı ve sistematik görüşler ortaya çıkıp birbiriyle
mücadele etmeden de bir oylama ve karar alma mümkün olmaz.
Beş yüz çeşit görüşün ortaya çıkıp kendini ifade etmesi demokrasi
değildir. Sadece bir manüplasyona hizmet eder. Gerçek ve can alıcı sorunları
gündemden uzaklaştırmanın ve bir karar alınmasını, engellemenin bir aracı olur.
İşte bütün bunlar aşıldıktan sonra, tüm farklı görüşler için
fiili bir eşitlik sağlandıktan sonra, er veya geç bu görüşlerin bir şekilde oylanması
ve bir karar alınması gerekir.
Ama oylama demek, aynı zamanda azınlık ve çoğunluğu ortaya
çıkarmak demektir.
Yani demokrasi birinci anlamıyla azınlıkları eşitlikle yok
eder; ikinci anlamıyla azınlıkları eşitsizlikle yok eder, üçüncü anlamıyla ise
çoğunlukları var etmeye, dolayısıyla azınlıkları da var etmeye denir denebilir.
Yani eninde sonunda bir görüş oyların çoğunu alacak ve kabul
edilecektir.
İşte “çoğunluğun diktatörlüğü”nden söz edenler bu anlamda
çoğunluktan söz ediyorlar. Ama bunun çözümünü, güçler ayrılığında, hukukta,
çoğunluğun karar hakkını almada vs. görüyorlar ve buradan kendi ayaklarına
kurşun sıkıyorlar.
Bu sorunun çözümü başka yerdedir.
Tekrar edelim, kararların alınması sürecinde, daha az oy
alındığı için, azınlıkta kalan görüşler, eğilimler vardır ve eşyanın tabiatı
gereği olacaklardır.
Burada şöyle bir soru ortaya çıkıyor. Bu bizzat şu Başkanlık
referandumunda da açıkça ortaya çıkıyor. Diyelim ki yüzde 51 ile bile değil,
#HAYIR’dan bir fazla evet oyu çıktı. Bütün #HAYIR oyları bu durumda sıfıra icra
olmaktadır. Bunların sonuç üzerinde hiçbir ağırlığı olmamaktadır. Yani örneğin
nüfusun yarısı zerrece kaale alınmamış olacaktır bu kararda.
İşte bu anlamda azınlık sorununu çözmek için, azınlığın da
karar üzerinde bir etkisini ağırlığını sağlamak için bir yol var mıdır?
Varsa nasıl bir yoldur?
Sorunumuz budur.
Evet vardır.
Biz buna oylamadan farklı olarak “oydaşma” yöntemi diyoruz.
Nedir, nasıl uygulanır?
Çünkü bu konu ve bu bağlamda bizim önerimiz, gerek örgütsel
çalışmalar için; gerek bir ulusun içindeki tartışmalarda en az sancılı
biçimlerde çözümleri bulmak için harika bir olanak olarak ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca bu referandumun akıl dışılığı da bu oydaşma yöntemi
örneği ile daha iyi görülebilir.
Bunlar da önümüzdeki yazının konusu olsun.
23 Şubat 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
Videolarımız şu adreste:
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder