6 Haziran 2013 tarihinde, yani Gezi’nin ilk haftasında
yazdığımız “Erdoğan’ın
Anti-Demokratik Demokrasi Anlayışı, Azınlıklar ve Ulusçuluk” başlıklı yazıda
şunları diyerek başlamışız söze:
“Recep Tayyip
Erdoğan’ın demokrasi anlayışı, sadece içeriği bakımından anti demokratik
değildir; demokrasi anlayışı bakımından da anti demokratiktir. Erdoğan’ın
anlayışını eleştirmek isteyenler de maalesef demokrasi hakkında demokratik bir
anlayışa sahip değildirler. Demokrasi hakkındaki anti demokratik anlayış, genel
olarak demokrasinin anti demokratik bir sistemle uyuşabileceği gerçeğini kabul
etmez ya da görmezden gelir. Çoğunluğun anti demokratik olabileceğini kabul
etmez veya varsaymaz.
Hâlbuki, demokratik
demokrasi anlayışı, demokrasiyi sadece azınlık ve çoğunluk ilişkisiyle
tanımlamaz, haklarla tanımlar; hakların ne olduğunu tartışır; hakları azınlık
ve çoğunluğun karaları dışına koyar.
Demokrasi konusundaki
bu kafa karışıklığı çok yaygındır ve bu nedenle Erdoğan’ın demokrasi anlayışına
tutarlı ve kapsayıcı bir eleştiri yapılamamakta; onun anti demokratik bir
demokrasi anlayışına sahip olduğu gösterilememekte ve konu haklar sorununa
getirilememektedir.
Çünkü Erdoğan’ın dile
getirdiği anlayışa karşı çıkanlar da demokrat değildirler.
Eleştirdikleri
demokrasi anlayışı değil, onun somut uygulamalarıdır.
Konunun daha iyi anlaşılmasına
bir katkı olması için bundan on üç yıl önce yazdığımız bir yazıyı koyuyoruz.”
Koyduğumuz yazı ise, 6 Ekim 2000 tarihinde, bugüne göre 17
yıl önce yazdığımız, o zamanlar yazarı olduğumuz, Özgür Politika’da yayınlanmış olan “Azınlıklar ve Demokrasi” adlı yazıydı.
*
Yani en azından 17 yıldan beri Türkiye’nin demokrat ve
solcularına; aydınlarına, Kürt hareketine, anti demokratik bir demokrasi
anlayışına sahip olduklarını söylemiş ve bunun bir gün kendilerini de vurabileceği
uyarısını yapmışız.
Demişiz ki, “evet genel anlamıyla Demokrasi “ilke olarak azınlığın çoğunluğa uymasını
kabul eden rejim” (Lenin) olarak tanımlanabilir, ama bu genel
anlamıyla demokrasidir.” Ve hemen eklemişiz, “demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle
bağdaşabilir.” (Lenin).
Ve şöyle devam etmişiz:
“Hiç unutmamak
gerekir, Hitler demokratik seçimlerle en büyük parti olmuştu. Türkiye’de son
seçimlerde, Türk ulusunun yüzde sekseni inkârcı ve şoven politikalara oy verdi.
Demokrasi, “ilke olarak azınlığın çoğunluğa uymasını
kabul eden rejim” olduğundan, çoğunluğa azınlık hakkında karar hakkını
vererek ona bütün silahları sunar. Çoğunluk, çoğunluk olarak azınlığı öldürme
kararı bile alabilir son derece demokratik olarak.
İlk bakışta bu ifade
çok abartılı gibi görünür ama, yakın zamana kadar toplantılarda, sigara içen
çoğunluğun kararıyla sigara içilebilme kararı alınırdı. Yani bir tür taksitle
öldürme kararı.
Genel olarak
demokrasi her türlü gericilik, milliyetçilik, ırkçılık vs. ile gayet güzel
uyuşabilir.
Ama özel bir
demokraside, daha başta, “hiç kimsenin başkasının sağlığına onun rızasına
dayanmadan bir zarar veremeyeceği” gibi bir ilkenin olduğu, bu hakkın garanti
altına alındığı bir demokraside, çoğunluk bu konuda karar alamaz. Böyle bir
demokraside, on bin kişilik ve bunların 9999’unun sigara içtiği bir toplantıda,
bir tek kişi dahi sigara içilmemesi önerisinde bulunduğu zaman, artık bu öneri
“demokratik bir şekilde” oylanmaz,
sadece öneriye uyulur. Eğer uyulmaz ise, başta koyulan ilke ihlal edilmiş, yasa
dışına düşülmüş olur. Bu durumda o bir kişi, 9999 kişiyi, mahkemeye verip hapse
tıktırabilir.
Demokrasinin genel
olarak, her türlü gericilik ve şovenlikle bağdaşabilen genel olarak demokrasi
olmaktan çıkıp, bunu sınırlayan, özel bir demokrasi olabilmesi için, çoğunluğun
bazı konularda karar alamayacağı yönünde ilkeler belirlemiş olması gerekir.
Demokrasinin
gelişim tarihi, bir yanıyla çoğunluğun karar alabildiği alanlara kısıtlamalar
getirilmesinin tarihidir. Bu gün
Türkiye’de örneğin, Çoğunluk Türkçe konuşuyor ve diğerlerini Türkçe konuşmaya
bin bir yoldan zorluyor. Ama herkesin ana dilini öğrenme, konuşma ve geliştirme
haklarının garanti altına alındığı bir demokraside, çoğunluk artık azınlığın
dilleri hakkında bir karar alamaz.”
*
Ne yazık ki, ne entelijansiya; ne de sol kamuoyu
demokrasinin Türkiye’de haklar değil,
azınlık çoğunlukla sınırlı olarak anlaşılmasını gündeme getirip, kendilerinin
ve geniş yığınların demokrasi anlayışlarını demokratikleştirecek böyle bir
tartışma ve gündem oluşturmaya çalışmadılar. Bizim bütün girişimlerimiz
yankısız kaldı.
Ama şimdi, yıllardır dikkati çekmeye çalıştığımız tehlike
bir gerçek olarak karşılarına çıkınca yine demokrasiyi bir haklar sorunu olarak
ele almaktan kaçarak, bu sefer “Çoğunluk Diktatörlüğü”ne karşı, hukukun veya güçler ayrılığının ardına
sığınmaya çalışıyorlar.
Hukuk devleti olmanın Demokrasi olmakla ilgisi yoktur. Anti
demokratik bir hukuk da olabilir. Türkiye’deki hukuk anti demokratik bir
hukuktur. Hukuku, çoğunluğun karşısına koymanın kendisi de demokratik bir duruş
anlamına gelmez.
Bu tutarlı demokrasi yokluğu bizzat muhalifleri de, #HAYIR
cephesini de vurmakta ve iç tutarsızlığa mahkûm etmektedir. Erdoğan’a ve onun
dayandığı anlayışa ancak sonuna kadar tutarlı bir demokrasi anlayışıyla karşı
durulabilir. Bu zayıflığı görelim.
Örneğin T24 sayfalarında Metin Münir, “Demokrasi için en büyük tehlike çoğunluklardır” diye yazı yazmak sorunda
kalıyor.
Eğer öyle ise, bir filozofların devleti yönetmesini öngören
Platon’un veya “beni Hürriyete muhalif
görenler yanılıyorlar, kullanmasını bilmeyene Hürriyet vermek, çocuğun eline
tüfek vermek gibidir, tutar babasını vurur” diyen Abdülhamit’in yanlışı neredeydi
diye sormak gerekir.
Tutarlı bir demokrasi anlayışına sahip olmaması, muhalefeti veya
#HAYIR cephesini, işte şimdi, bu referandum vesilesiyle, tamamen Erdoğan’ın
belirlediği son derece elverişsiz koşullarda; onun problemi koyuşu içinde ona
karşı mücadele etmek ve Erdoğan’ın dayandığı anlayışa temelden karşı çıkacak
yerde kendisini de silahsızlandıran karşı çıkışlar yapmak zorunda bırakıyor.
Bunun nedeni uzak görüden yoksun, temel kavramlar ve
sorunları sorun etmeyen günübirlik politika yaklaşımlarıdır.
Ama bunun da ardında çok daha derin bir sosyolojik gerçek
var. Türkiye’nin aydınları bu Şark despotluğu olan, kapitalizm öncesinin
kalıntısı devlet cihazında ya memurdurlar ya da onların ortamında yaşarlar, onların
ideolojik dünyası içinde yer bulurlar.
Burjuvazi ise, güçlü bir devlet olmadan egemen olamayacağını
bildiğinden aynı gericilikle maluldür, tutarlı bir demokrasi diye bir derdi
olmadığı gibi düşmanıdır da.
Bu edenle gerçek ve tam bir demokrasi programı ve anlayışı
yankı bulamaz ve bu nedenle de tüm girişimler yankısız kalır.
Erdoğan’ın anlayışının muhalefeti nasıl silahsız bıraktığını
Diken’de Levent Gültekin CHP’nin Anayasa mahkemesine itiraz etmemesi noktasında
iyi yakalamış ve şöyle diyor:
“Bu nedenle böyle
konularda “Halka güveniyoruz, o
yüzden ona soralım” tavrı tahmin edilenin aksine ürkütücü sonuçlar
doğurur.
“Hukuka uymayanı halka soralım, filana özgürlük verilsin mi, verilmesin
mi; halka soralım? Filan parti kapatılsın mı; halka soralım, falan siyasetçi
yasaklasın mı; halka soralım. Falana yaşam hakkı tanıyalım mı, tanımayalım mı;
halka soralım?”
Bu yaklaşım ülkeyi
büyük bir kargaşaya sürükler ve yaşanmaz hale getirir.
Mesela yarın birileri
çıkıp “Camileri kapatmak istiyoruz,
buyurun halka soralım” dese ve çoğunluk da “Kapatılsın” dese ne yapacağız?
CHP’nin ‘Halka güveniyoruz, o yüzden Anayasa
Mahkemesi’ne gitmedik’ yaklaşımının, Erdoğan’ın ‘İdamı halka soralım’ yaklaşımından
farkı yok.
Ya da “Yolsuzluk
yapanları artık yargıya değil halka götürelim, çünkü halka çok güveniyoruz” demek
olacak şey mi?”
*
Evet, ama şu açmazı ne yapacağız?
Hakları ve hukuku kim yerleştirecek? Eğer o çoğunluğun
dışındaki bir güçse, ki öyle olması gerekiyor, o takdirde, yukarıdaki sözleri
eden Abdülhamit’in veya “bunlar vatandaş
değil, yatantaş, bunlara haklarını getirmek için aydın sivil asker zümrenin idareyi
ele alması gerekiyor” diyen Cuntacıların suçu ne?
Demek ki, kesinlikle ulusun
çoğunluğu demokrat olmadan ve demokrat olmayanlar üzerinde bir
diktatörlükten başka bir şey olmayan bir demokrasi kurmadan bu paradokstan
çıkışın yolu yoktur.
Ama bunun için de öncelikle Türkiye’nin zerrece demokratik
olmadığını kabul etmek gerekir.
Türkiye’yi ve Türkleri böyle anti demokratik ve demokrasi
düşmanı bir devlet ve ulus olarak tanımlamadan Türkiye’nin demokratik olmadığı
kabul edilemez.
Demek ki, Demokrasiyi azınlık ve çoğunluk olarak tanımlamak,
yani demokrasinin anti demokratik tanımını sorun etmemek, bizzat Türkiye’nin
demokrasi düşmanı, anti demokratik bir ülke olduğu noktasından harekete
geçmekten kaçışın bir aracıdır.
Çünkü Demokrasiyi bir haklar sorunu olarak tanımladığınızda
ancak Türkiye’nin demokrasi olmadığı tanımını yapıp politikanızı ve
mücadelenizi buna göre belirlersiniz.
*
Demokrasi ile sosyalizmin farkı şudur ve tam da bu nedenle
demokrasi olmadan sosyalizm mümkün değildir.
Demokrasi insanların biçimsel veya hukuki ve siyasi eşitliği
demektir.
Sosyalizm ise, bu eşitliğe sosyal, yani ekonomik eşitliğin
de eklenmesidir.
Birinci veya biçimsel eşitliğin olmadığı bir yerde ikinci eşitliği
gündeme getirmek; birinci eşitsizliği gündemden düşürmekten ve o eşitsizliği
meşrulaştırmaktan başka bir anlama gelmez.
Bütün demokratik diye bilinen muhalefetin temel sorunu da
budur. Hepsinin yaptığı çeşitli derecelerde böyle bir politikadır. Ulusalcılardan,
ekmek ve tencere diyen diğer sosyalistlere veya muhalif kimi İslamcılara kadar
hep böyledir.
Peki biçimsel eşitlik nedir?
Devletin ya da ulusun, dilinin, dininin, soyunun, sopunun,
tarihinin, etnisinin, ırkının olmamasıdır. Devletin bunlara karşı kör
olmasıdır.
Devlet ve/veya Ulus, bir dille, bir dinle, bir tarihle, bir
soyla, bir “kültürle” vs. tanımlandığında bu eşitlik mümkün değildir.
Bu kadar basit.
Türk devleti ve ulusu Türklükle (ve Sünni Müslümanlığın özel
bir yorumuyla) tanımlanıyor, resmi dili Türkçe (dini “İslam”), okullarında ana
dili Türkçe olmayanlardan alınan vergilerle Türkçe okutuluyorsa (ve işin kötüsü
diğer diller de yasaklanıyorsa) o ülkede demokrasi yoktur.
Bunu söyleyen olmadığı sürece demokrat da yoktur. Demokratlar
olmadan ve nüfusun çoğunluğunu kazanıp böyle bir düzen kurmadan da demokrasi
olmaz.
Dikkat edilsin bunu en demokratik parti olan HDP bile henüz
talep etmiyor. Onun talebi Kürtçenin de tanınması, Türkçenin resmi dil olmaktan
çıkarılması; herkese ana dilinde eğitim hakkı değil. Böyle bir şey programında
yok. Hatta, böyle bir programın tartışılması ve kabulü yönündeki bütün girişimlerimiz
idari tedbirlerle kongrelerde engellendi.
O halde Türkiye’de demokrat yok, demokratik bir hareket
yoktur ve halkın demokrat olup demokratik bir düzen kurması mümkün değildir.
Türkiye’nin demokrasi olmadığı kabul edilmeden yapılan tüm
politik mücadeleler son duruşmada düşmanı silahlandırmaktan başka bir işe
yaramaz.
Örneğin Levent Gültekin, kendisi Türkçenin resmi dil
olmaktan çıkarılmasını, ulusun ve devletin Türklükle tanımlamasına son
verilmesini; devletin resmi dilinin olmamasını; ana dilde eğitim hakkını bir
temel hak olarak tanımlamayı kabul ediyor mu?
Bunu açıkça savunuyor mu?
Hayır
Dolayısıyla kendisi de demokrat olmaktan çok uzak.
*
Bir demokrat, referandumda #HAYIR’ı demokrasi getireceği
veya demokrasiyi savunmak için savunmaz. Demokrasi mücadelesinde daha uygun koşullar
ve güç konumlanmalarına yol açabileceği; belki kendi dinamiğiyle demokrasi
mücadelesine itilim verebileceği için savunur. Yani demokrasi amacına ulaşmak
için daha elverişli araçlar ve koşullar sunabileceği için savunur.
Aksi takdirde, demokrasiyi savunmak veya demokrasi getirmek
için #HAYIR demek demokrat iddiasındakileri silahsızlandırmaktan ve yeni yenilgileri
davet etmekten başka bir işe yaramaz.
Konuya bu genel girişten sonra, azınlık ve çoğunluk konusunu
ve bu kavramların üç farklı anlamını; üç farklı azınlık olduğunu gelecek yazıda
ele alalım.
22 Şubat 2017 Çarşamba
Demir Küçükaydın
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
Videolarımız şu adreste:
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder