22 Şubat 2017 Çarşamba

#HAYIR Cephesi ve Erdoğan’ın Antidemokratik Demokrasi Anlayışı

6 Haziran 2013 tarihinde, yani Gezi’nin ilk haftasında yazdığımız “Erdoğan’ın Anti-Demokratik Demokrasi Anlayışı, Azınlıklar ve Ulusçuluk” başlıklı yazıda şunları diyerek başlamışız söze:
Recep Tayyip Erdoğan’ın demokrasi anlayışı, sadece içeriği bakımından anti demokratik değildir; demokrasi anlayışı bakımından da anti demokratiktir. Erdoğan’ın anlayışını eleştirmek isteyenler de maalesef demokrasi hakkında demokratik bir anlayışa sahip değildirler. Demokrasi hakkındaki anti demokratik anlayış, genel olarak demokrasinin anti demokratik bir sistemle uyuşabileceği gerçeğini kabul etmez ya da görmezden gelir. Çoğunluğun anti demokratik olabileceğini kabul etmez veya varsaymaz.
Hâlbuki, demokratik demokrasi anlayışı, demokrasiyi sadece azınlık ve çoğunluk ilişkisiyle tanımlamaz, haklarla tanımlar; hakların ne olduğunu tartışır; hakları azınlık ve çoğunluğun karaları dışına koyar.

Demokrasi konusundaki bu kafa karışıklığı çok yaygındır ve bu nedenle Erdoğan’ın demokrasi anlayışına tutarlı ve kapsayıcı bir eleştiri yapılamamakta; onun anti demokratik bir demokrasi anlayışına sahip olduğu gösterilememekte ve konu haklar sorununa getirilememektedir.
Çünkü Erdoğan’ın dile getirdiği anlayışa karşı çıkanlar da demokrat değildirler.
Eleştirdikleri demokrasi anlayışı değil, onun somut uygulamalarıdır.
Konunun daha iyi anlaşılmasına bir katkı olması için bundan on üç yıl önce yazdığımız bir yazıyı koyuyoruz.”
Koyduğumuz yazı ise, 6 Ekim 2000 tarihinde, bugüne göre 17 yıl önce yazdığımız, o zamanlar yazarı olduğumuz, Özgür Politika’da yayınlanmış olan “Azınlıklar ve Demokrasi” adlı yazıydı.
*
Yani en azından 17 yıldan beri Türkiye’nin demokrat ve solcularına; aydınlarına, Kürt hareketine, anti demokratik bir demokrasi anlayışına sahip olduklarını söylemiş ve bunun bir gün kendilerini de vurabileceği uyarısını yapmışız.
Demişiz ki, “evet genel anlamıyla Demokrasi “ilke olarak azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden rejim” (Lenin) olarak tanımlanabilir, ama bu genel anlamıyla demokrasidir.” Ve hemen eklemişiz, demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir.” (Lenin).
Ve şöyle devam etmişiz:
“Hiç unutmamak gerekir, Hitler demokratik seçimlerle en büyük parti olmuştu. Türkiye’de son seçimlerde, Türk ulusunun yüzde sekseni inkârcı ve şoven politikalara oy verdi.
Demokrasi, “ilke olarak azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden rejim” olduğundan, çoğunluğa azınlık hakkında karar hakkını vererek ona bütün silahları sunar. Çoğunluk, çoğunluk olarak azınlığı öldürme kararı bile alabilir son derece demokratik olarak.
İlk bakışta bu ifade çok abartılı gibi görünür ama, yakın zamana kadar toplantılarda, sigara içen çoğunluğun kararıyla sigara içilebilme kararı alınırdı. Yani bir tür taksitle öldürme kararı.
Genel olarak demokrasi her türlü gericilik, milliyetçilik, ırkçılık vs. ile gayet güzel uyuşabilir.
Ama özel bir demokraside, daha başta, “hiç kimsenin başkasının sağlığına onun rızasına dayanmadan bir zarar veremeyeceği” gibi bir ilkenin olduğu, bu hakkın garanti altına alındığı bir demokraside, çoğunluk bu konuda karar alamaz. Böyle bir demokraside, on bin kişilik ve bunların 9999’unun sigara içtiği bir toplantıda, bir tek kişi dahi sigara içilmemesi önerisinde bulunduğu zaman, artık bu öneri “demokratik bir şekilde” oylanmaz, sadece öneriye uyulur. Eğer uyulmaz ise, başta koyulan ilke ihlal edilmiş, yasa dışına düşülmüş olur. Bu durumda o bir kişi, 9999 kişiyi, mahkemeye verip hapse tıktırabilir.
Demokrasinin genel olarak, her türlü gericilik ve şovenlikle bağdaşabilen genel olarak demokrasi olmaktan çıkıp, bunu sınırlayan, özel bir demokrasi olabilmesi için, çoğunluğun bazı konularda karar alamayacağı yönünde ilkeler belirlemiş olması gerekir.
Demokrasinin gelişim tarihi, bir yanıyla çoğunluğun karar alabildiği alanlara kısıtlamalar getirilmesinin tarihidir. Bu gün Türkiye’de örneğin, Çoğunluk Türkçe konuşuyor ve diğerlerini Türkçe konuşmaya bin bir yoldan zorluyor. Ama herkesin ana dilini öğrenme, konuşma ve geliştirme haklarının garanti altına alındığı bir demokraside, çoğunluk artık azınlığın dilleri hakkında bir karar alamaz.”
*
Ne yazık ki, ne entelijansiya; ne de sol kamuoyu demokrasinin Türkiye’de haklar değil, azınlık çoğunlukla sınırlı olarak anlaşılmasını gündeme getirip, kendilerinin ve geniş yığınların demokrasi anlayışlarını demokratikleştirecek böyle bir tartışma ve gündem oluşturmaya çalışmadılar. Bizim bütün girişimlerimiz yankısız kaldı.
Ama şimdi, yıllardır dikkati çekmeye çalıştığımız tehlike bir gerçek olarak karşılarına çıkınca yine demokrasiyi bir haklar sorunu olarak ele almaktan kaçarak, bu sefer “Çoğunluk Diktatörlüğü”ne karşı, hukukun veya güçler ayrılığının ardına sığınmaya çalışıyorlar.
Hukuk devleti olmanın Demokrasi olmakla ilgisi yoktur. Anti demokratik bir hukuk da olabilir. Türkiye’deki hukuk anti demokratik bir hukuktur. Hukuku, çoğunluğun karşısına koymanın kendisi de demokratik bir duruş anlamına gelmez.
Bu tutarlı demokrasi yokluğu bizzat muhalifleri de, #HAYIR cephesini de vurmakta ve iç tutarsızlığa mahkûm etmektedir. Erdoğan’a ve onun dayandığı anlayışa ancak sonuna kadar tutarlı bir demokrasi anlayışıyla karşı durulabilir. Bu zayıflığı görelim.
Örneğin T24 sayfalarında Metin Münir, “Demokrasi için en büyük tehlike çoğunluklardır” diye yazı yazmak sorunda kalıyor.
Eğer öyle ise, bir filozofların devleti yönetmesini öngören Platon’un veya “beni Hürriyete muhalif görenler yanılıyorlar, kullanmasını bilmeyene Hürriyet vermek, çocuğun eline tüfek vermek gibidir, tutar babasını vurur” diyen Abdülhamit’in yanlışı neredeydi diye sormak gerekir.
Tutarlı bir demokrasi anlayışına sahip olmaması, muhalefeti veya #HAYIR cephesini, işte şimdi, bu referandum vesilesiyle, tamamen Erdoğan’ın belirlediği son derece elverişsiz koşullarda; onun problemi koyuşu içinde ona karşı mücadele etmek ve Erdoğan’ın dayandığı anlayışa temelden karşı çıkacak yerde kendisini de silahsızlandıran karşı çıkışlar yapmak zorunda bırakıyor.
Bunun nedeni uzak görüden yoksun, temel kavramlar ve sorunları sorun etmeyen günübirlik politika yaklaşımlarıdır.
Ama bunun da ardında çok daha derin bir sosyolojik gerçek var. Türkiye’nin aydınları bu Şark despotluğu olan, kapitalizm öncesinin kalıntısı devlet cihazında ya memurdurlar ya da onların ortamında yaşarlar, onların ideolojik dünyası içinde yer bulurlar.
Burjuvazi ise, güçlü bir devlet olmadan egemen olamayacağını bildiğinden aynı gericilikle maluldür, tutarlı bir demokrasi diye bir derdi olmadığı gibi düşmanıdır da.
Bu edenle gerçek ve tam bir demokrasi programı ve anlayışı yankı bulamaz ve bu nedenle de tüm girişimler yankısız kalır.
Erdoğan’ın anlayışının muhalefeti nasıl silahsız bıraktığını Diken’de Levent Gültekin CHP’nin Anayasa mahkemesine itiraz etmemesi noktasında iyi yakalamış ve şöyle diyor:
“Bu nedenle böyle konularda “Halka güveniyoruz, o yüzden ona soralım” tavrı tahmin edilenin aksine ürkütücü sonuçlar doğurur.
Hukuka uymayanı halka soralım, filana özgürlük verilsin mi, verilmesin mi; halka soralım? Filan parti kapatılsın mı; halka soralım, falan siyasetçi yasaklasın mı; halka soralım. Falana yaşam hakkı tanıyalım mı, tanımayalım mı; halka soralım?
Bu yaklaşım ülkeyi büyük bir kargaşaya sürükler ve yaşanmaz hale getirir.
Mesela yarın birileri çıkıp “Camileri kapatmak istiyoruz, buyurun halka soralım” dese ve çoğunluk da “Kapatılsın” dese ne yapacağız?
CHP’nin ‘Halka güveniyoruz, o yüzden Anayasa Mahkemesi’ne gitmedik’ yaklaşımının, Erdoğan’ın ‘İdamı halka soralım’ yaklaşımından farkı yok.
Ya da “Yolsuzluk yapanları artık yargıya değil halka götürelim, çünkü halka çok güveniyoruz” demek olacak şey mi?”
*
Evet, ama şu açmazı ne yapacağız?
Hakları ve hukuku kim yerleştirecek? Eğer o çoğunluğun dışındaki bir güçse, ki öyle olması gerekiyor, o takdirde, yukarıdaki sözleri eden Abdülhamit’in veya “bunlar vatandaş değil, yatantaş, bunlara haklarını getirmek için aydın sivil asker zümrenin idareyi ele alması gerekiyor” diyen Cuntacıların suçu ne?
Demek ki, kesinlikle ulusun çoğunluğu demokrat olmadan ve demokrat olmayanlar üzerinde bir diktatörlükten başka bir şey olmayan bir demokrasi kurmadan bu paradokstan çıkışın yolu yoktur.
Ama bunun için de öncelikle Türkiye’nin zerrece demokratik olmadığını kabul etmek gerekir.
Türkiye’yi ve Türkleri böyle anti demokratik ve demokrasi düşmanı bir devlet ve ulus olarak tanımlamadan Türkiye’nin demokratik olmadığı kabul edilemez.
Demek ki, Demokrasiyi azınlık ve çoğunluk olarak tanımlamak, yani demokrasinin anti demokratik tanımını sorun etmemek, bizzat Türkiye’nin demokrasi düşmanı, anti demokratik bir ülke olduğu noktasından harekete geçmekten kaçışın bir aracıdır.
Çünkü Demokrasiyi bir haklar sorunu olarak tanımladığınızda ancak Türkiye’nin demokrasi olmadığı tanımını yapıp politikanızı ve mücadelenizi buna göre belirlersiniz.
*
Demokrasi ile sosyalizmin farkı şudur ve tam da bu nedenle demokrasi olmadan sosyalizm mümkün değildir.
Demokrasi insanların biçimsel veya hukuki ve siyasi eşitliği demektir.
Sosyalizm ise, bu eşitliğe sosyal, yani ekonomik eşitliğin de eklenmesidir.
Birinci veya biçimsel eşitliğin olmadığı bir yerde ikinci eşitliği gündeme getirmek; birinci eşitsizliği gündemden düşürmekten ve o eşitsizliği meşrulaştırmaktan başka bir anlama gelmez.
Bütün demokratik diye bilinen muhalefetin temel sorunu da budur. Hepsinin yaptığı çeşitli derecelerde böyle bir politikadır. Ulusalcılardan, ekmek ve tencere diyen diğer sosyalistlere veya muhalif kimi İslamcılara kadar hep böyledir.
Peki biçimsel eşitlik nedir?
Devletin ya da ulusun, dilinin, dininin, soyunun, sopunun, tarihinin, etnisinin, ırkının olmamasıdır. Devletin bunlara karşı kör olmasıdır.
Devlet ve/veya Ulus, bir dille, bir dinle, bir tarihle, bir soyla, bir “kültürle” vs. tanımlandığında bu eşitlik mümkün değildir.
Bu kadar basit.
Türk devleti ve ulusu Türklükle (ve Sünni Müslümanlığın özel bir yorumuyla) tanımlanıyor, resmi dili Türkçe (dini “İslam”), okullarında ana dili Türkçe olmayanlardan alınan vergilerle Türkçe okutuluyorsa (ve işin kötüsü diğer diller de yasaklanıyorsa) o ülkede demokrasi yoktur.
Bunu söyleyen olmadığı sürece demokrat da yoktur. Demokratlar olmadan ve nüfusun çoğunluğunu kazanıp böyle bir düzen kurmadan da demokrasi olmaz.
Dikkat edilsin bunu en demokratik parti olan HDP bile henüz talep etmiyor. Onun talebi Kürtçenin de tanınması, Türkçenin resmi dil olmaktan çıkarılması; herkese ana dilinde eğitim hakkı değil. Böyle bir şey programında yok. Hatta, böyle bir programın tartışılması ve kabulü yönündeki bütün girişimlerimiz idari tedbirlerle kongrelerde engellendi.
O halde Türkiye’de demokrat yok, demokratik bir hareket yoktur ve halkın demokrat olup demokratik bir düzen kurması mümkün değildir.
Türkiye’nin demokrasi olmadığı kabul edilmeden yapılan tüm politik mücadeleler son duruşmada düşmanı silahlandırmaktan başka bir işe yaramaz.
Örneğin Levent Gültekin, kendisi Türkçenin resmi dil olmaktan çıkarılmasını, ulusun ve devletin Türklükle tanımlamasına son verilmesini; devletin resmi dilinin olmamasını; ana dilde eğitim hakkını bir temel hak olarak tanımlamayı kabul ediyor mu?
Bunu açıkça savunuyor mu?
Hayır
Dolayısıyla kendisi de demokrat olmaktan çok uzak.
*
Bir demokrat, referandumda #HAYIR’ı demokrasi getireceği veya demokrasiyi savunmak için savunmaz. Demokrasi mücadelesinde daha uygun koşullar ve güç konumlanmalarına yol açabileceği; belki kendi dinamiğiyle demokrasi mücadelesine itilim verebileceği için savunur. Yani demokrasi amacına ulaşmak için daha elverişli araçlar ve koşullar sunabileceği için savunur.
Aksi takdirde, demokrasiyi savunmak veya demokrasi getirmek için #HAYIR demek demokrat iddiasındakileri silahsızlandırmaktan ve yeni yenilgileri davet etmekten başka bir işe yaramaz.
Konuya bu genel girişten sonra, azınlık ve çoğunluk konusunu ve bu kavramların üç farklı anlamını; üç farklı azınlık olduğunu gelecek yazıda ele alalım.
22 Şubat 2017 Çarşamba
Demir Küçükaydın
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
Videolarımız şu adreste:
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz. Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
Kitaplarımız buradan indirilebilir.

Hiç yorum yok: