2 Ocak 2017 Pazartesi

Reina Katliamının Düşündürdükleri: Artık Gâvur ve Kâfir olmak Tek Demokratik ve Politik Eylemdir.

Yaklaşan Felaket ve Kurtulma Çareleri” başlıklı yazı serisinde bugün strateji; strateji değişimleri gibi konulara kısaca değindikten sonra, felaketi önlemek için strateji değişiminin hayati önemine ve somut olarak nasıl bir strateji değişikliği yapmak gerektiği konusunu ele alacaktık.
Ancak yılbaşı gecesi yapılan Reina katliamını ele almadan da geçmek olmazdı. Çünkü bu aynı zamanda Strateji konusuyla da yakından bağlantılıydı. Bu nedenle tekrar kaldığımız yere dönmek üzere kısaca bir yan yola da uğrayalım
*
IŞİD bütün o arkaik görünüşünün aksine son derece modern ve modernist bir harekettir. Aslında bu ulusçuluğun da tipik bir özelliğidir. Bütün gerici uluslar ve ulusçuluklar köklerini tek tanrılı dinlerin bile öncesine, ta neolitik devrim öncesi topluluklara kadar götürürler ama aslında son derece modernist ve modern hareketlerdir. Arkaiklik, gelenekçilik modern hareketlerin bir özelliğidir.
Dile ya da kültüre dayanan ulusçuluk karşısında ırka dayanan ulusçuluk nasıl bir faşizme denk düşerse; IŞİD gibi hareketlerin dine dayanan ulusçuluğu da, ırkçılık benzeri ama bunun dinci versiyonu bir faşizmdir.

Ve bütün faşist hareketler gibi, aynı zamanda alt sınıfların üst sınıflar karşısındaki tepkilerinden güç alırlar ve onların radikalleşme ve politizasyonunu tüm demokratik kalıntıların ortadan kaldırılması yönünde seferber ederler.
IŞİD’in bu arkaik görünüme bakarak onu feodalizm ideolojisi bir gericilik olarak tanımlamak; balinaları balığa benzeyip suda yaşadıkları için balık olarak tanımlamaktan farksızdır. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Eğer öz ve görünüm aynı olsaydı bütün bilim gereksiz olurdu. Hatta genellikle öz tam zıttı biçimde görünür. Görünüşte güneş dünyanın etrafında döner ama özünde dünya güneşin.
Nasıl anatomileri incelenince, aslında balinaların memeli hayvan oldukları görülürse; IŞİD, EL Kaide benzeri hareketlerin de tamamen aksine dinsel hareketler olmadıkları; aksine son derece ırkçılık benzeri gerici ve milliyetçi hareketler dolayısıyla aynı zamanda son derece modern ve modernist hareketler oldukları görülür. IŞİD İslam’ın radikalleşmesi olmaktan ziyade, modern toplumdaki radikalizmin kendini en tutucu ve biçimci İslam yorumları biçiminde ifade etmesidir de.
Pozitivistlerin (Kemalistler ve Stalinistler) anlamadığı ve anlayamayacağı da budur.
Ayrıca bütün bu hareketleri yaratan temel neden de, aslında son duruşmada ekonomik olarak tek bir dünya olmuş dünyanın, hala yüzlerce devlete bölünmüşlüğüdür. Bu global altyapı ile; bununla tam zıtlık içindeki reaksiyoner ve aydınlanmanın inkârına dayanan ulusların ve ulusçuluğun geri ve gerici üstyapısının çelişkisidir.
Bu nedenle IŞİD aynı zamanda hem bir faşizm tipi bir ulusçuluğu temsil eder hem de aynı zamanda, globalleşmenin bir görünümüdür. Bugün yeryüzündeki en “enternasyonalist” veya “kozmopolit”  denebilecek hareket, ulus ve ulusal devlettir. Aslında varlığı ve etkisiyle, ulusların ve ulusçuluğun insanlığı nasıl boğan bir kement olduğunun tipik bir semptomudur. Aynı zamanda ulusların ve ulusçuluğun zamanını doldurduğunun bir kanıtıdır.
Tam da bu özellikleri nedeniyle, arkaik görünümlü IŞİD, toplumsal temeli ve daha birçok özelliği ile, kendisine karşı başarılı bir savaş veren, son derece modern ve modernist YPG gerillalarından, yani Kürt ulusal hareketinden bile daha modern ve modernist yapı ve harekettir. Klasik uluslar ötesi bir ulusal ve ulusçu harekettir.
IŞİD’in daha ciddi bir incelemeyi de hak eden bu yapısal ve sosyolojik özellikleri onun politik olarak kıvraklığını, hesaplılığını ve hatta gücünü ve güçsüzlüğünü de belirlemektedir.
Bir kaçına değinelim.
*
IŞİD ile Kobane’de savaşan ve onu yenen Kürt veya Türkiye’den oraya dayanışma için gitmiş savaşçıların bile belirtmeden geçemediği bir olgu var. Neredeyse hepsi, IŞİD’in çok iyi savaştığını, savaş alanlarındaki taktiklerinin çok yaratıcı ve başarılı olduğunu söylüyorlar. Daha birkaç gün önce de belli ki Türk istihbaratı ve ordusuyla yakın ilişkileri olan bir yazar El Bab’ta IŞİD’in savaşı hakkında benzer sözler ediyordu.
Ama sadece fiziki savaş alanında böyle değil, psikolojik savaşı, propaganda savaşını ve medyayı da başarılı kullandığı da çok açık.
Aynı şekilde egemen olduğu yerlerde, halkın yaşamını da düzenleyip, eğer o “İslam Devleti”nin kurallarına karşı durulmazsa, tıpkı Hitler Almanya'sında olduğu gibi, can ve mal güvenliğini de sağladığı; olağan hizmetleri de başarıyla örgütlediği ve bu sayede savaş ortamında elektriği, suyu çalışmayan, sokağa çıkamayan, can ve mal emniyeti bulunmayanlara bunları sağlayarak sağlam bir destek edindiği de bir sır değil.
Kaldı ki, ta Emevilerden beri devlet hayranlığı ile büyümüş, zerrece demokratik özlemi ve hayali bulunmayan Müslüman ahali için, IŞİD egemenliği altında yaşamak, bir baskı altında yaşama hissi uyandırmaz. Ayrıca tıpkı Türkiye’deki Türklerin katledilen ve sürülen Ermeni ve Rumların malları ile belli bir servet edinmeleri gibi, Hıristiyan, Ezidi, Alevi mallarına konup IŞİD ile kader birliği yapmak anlamına da geldiği için, zamanla bu destek daha da pekişir bile.
Ama sadece askeri taktikler, idare, medya değil, IŞİD aynı zamanda gerek hedeflerini belirlemek, gerek zamanlamak bakımından da çok akıllıca hareket eder. Hedeflerin seçimi, zamanlaması ve eylemlerin biçimi sadece bir mesaj değildir; sadece karşı tarafın en zayıf yerini bulmaz, aynı zamanda bir atışta birkaç kuş vurur. Bu kuşlar genellikle o sırada fiili ve zımni iş birliği içinde olduğu kesimlerin de hedefleri ve çıkarlarıdır.
Örneğin seçimlerden önce Diyarbakır sonra Suruç, Ankara ve diğer katliamlar aynı zamanda Erdoğan, Ergenekon ve Genelkurmay’ın Kürt hareketini ve onunla ittifak halindeki demokratik hareketi bastırma ve sindirme planlarıyla tam bir uyum halinde olmuştur. Türk devletinin IŞİD ile yaptığı fiili ve zımni iş birliğine tamı tamına denk düşüyordu.
(Bu aynı zamanda Türk devletinin istihbarat örgütleriyle koordinasyonu anlamına da gelir ama böyle bir fiili koordinasyon olup olmaması önemli de değildir. Çıkarların çakıştığı noktada bunun fiili bir koordinasyonla mı; amacın paylaşılması ve kavranması ile mi (Amacın doğru kavranması en etkili koordinasyondan bile daha iyi bir organizasyonu mümkün kılar) olduğunun bizim çözümlemelerimiz açısından önemi yoktur. Biz konuyu sosyolojik, politik ve stratejik olarak ele alıyoruz. Diğeri kriminologların veya enayiler teorisyenliği denebilecek komplo teorilerin alanına girer. Çünkü enayilerin komplo teorileriyle açıklamaya kalktığı her şey aslında sosyolojik ve politik olarak da açıklanabilir.)
Dikkat edilirse, IŞİD’in Türkiye’deki bütün eylemleri ve bunlara sahip çıkıp çıkmaması iyice incelenirse, bir taşta birkaç kuş vurma özelliği görülür.
Eylemlerine sahip çıkmaması, aynen şu anlama gelir: “Evet bunu biz yaptık ama aslında bu bizim acil çıkar ve hedefimizi oluşturmaz;  elbette çıkarlarımıza aykırı değildir ama bunu esas olarak müttefikimizin isteğiyle ve onu memnun etmek için yaptık. Bunun için sahiplenmiyoruz.”
Sahiplendiklerinde ise, “evet bu bizim de çıkarlarımıza ve hedeflerimize uygundur” anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla rahatlıkla, Kürtlere ve demokratlara yönelik IŞİD saldırıları (Diyarbakır, Suruç, Ankara), o bunların hiç birisine sahip çıkmadığından, Türk devleti ile iş biriliği içinde onun yönlendirmesi veya onun acil hedef ve çıkarlarına uygun olarak yapıldığı; kendisi için acil ve önemli bir gereklilik olmadığı anlamına gelmektedir.
Kendisinin sahipledikleri de sadece kendisinin çıkar ve hedeflerine tabi değildir. Var olan dengeler içinde birilerinin işine yarayan eylemlerdir. Böylece onların toleransını, göz yummasını, görmezden gelmesini de garantilerler. Politikada herhangi bir eylem ya da güç sizin çıkarınıza uygun olduğunda “istemem yan cebime koy” çıkarcılığı her zaman geçerlidir.
Bu açıdan Rus Elçisinin öldürülmesi ve Reina katliamı ele alındığında konu çok açıktır.
*
Terör eylemlerinin yarattığı fiziki veya moral tahribatın çok gelip geçici olduğunu; bununla hiçbir askeri ve fiili başarı elde edilemeyeceğini elbet bu örgütler bilirler. Bunun için eylemlerinin asıl amacı mesaj vermeye yöneliktir.
Rus elçisinin Türk Rus ilişkilerini bozmaya yönelik olduğu bir hamasettir. Gerçek hiç de örtülemeyecek keder açıktır.
Rus elçisinin öldürülmesinin de birkaç anlamı vardır. Elçiyi Nusra’nın (El Kaide) öldürmesi sonucu değiştirmez.
Elbet bir yanıyla, Rusya’ya, onun verdiği destek sayesinde Halep’te uğranan yenilginin bir karşılığıdır.
Ama aynı zamanda eylem yerinin Türkiye ve Ankara olarak seçilmesi, Türkiye’ye Fırat Kalkanı izni karşılığında, Halep’i Rusya’ya satmasının da bir karşılığıdır.
Ama aynı zamanda üçüncü bir mesajı da bulunmaktadır. Erdoğan’a da bir mesajdır. Erdoğan’ın da korumalığını yapmış, yakınlarında bulunmuş bir polis aracılığıyla, Ankara’nın en korumalı yerlerinden birinde yapılan bu eylem aynı zamanda Erdoğan’a da bir mesajdır. Çok ileri gidersen senin de canın emniyette olmaz demektir.
*
Bu çok yönlülük aynen Reina katliamında da görülür.
Birincisi elbette, şu sıra El Bab’ta Türk ordusu ile IŞİD arasındaki savaşta cephe gerisinden yapılmış bir karşı saldırıdır. Ama onu sadece böyle görmek yanıltıcı olur. Bu belki de en sondaki hedeftir.
Bu katliamın aynı zamanda “yaşam tarzı”na ya da “laiklere” yönelik olduğu da açık bir gerçektir.
Bu amacı bakımından Erdoğan’ın hedefleriyle tam bir uyum içindedir.
Çünkü Erdoğan’ın hedefi bir İslam devletidir. Yani ulusun ve devletin İslam ile tanımlanmasıdır, Türklüğün yanı sıra ve ondan önce.
Erdoğan’ın hedefi bütün dinlerden yurttaşların ve dinsizlerin eşit haklarla yaşadığı; devletin hiçbir dinden yana olmadığı bir rejim değildir. Aksine böyle bir hedefin ya da programın can düşmanıdır. Erdoğan’ın hedefi, İslam’a göre tanımlanmış bir ulusta, diğer dinlerin ve dinsizlerin ancak ulusun ve devletin İslam’ının kurallarına uydukları takdirde ve onların tolerans gösterdiği çerçevede yaşayabilecekleri bir durumdur.
Bu İslam devleti ve ulusu, belki Müslüman olmayanları ve İslam’ın belli bir yorumunu (örneğin selefi yorumunu) kabul etmeyenleri IŞİD gibi öldürmeyecektir ama boyun eğdirmeye ve baskı altına almaya yönelik olacaktır.
Bu yönde şimdi, aynı zamanda laik karakterdeki Kürt hareketini fiilen tasfiye ederek,  önündeki ikinci adım olarak laiklerin ve Alevilerin direncini kırmayı hedef almış bulunmaktadır.
Ve aslında onlar da büyük ölçüde sinmiş ve CHP tarafından başları bağlanmış bulunuyor.
Türk devleti, askeri bürokratik oligarşi, kendi egemenliğini sürdürmek için, Kürtler karşısında her zaman kendisini desteklemiş laik ve Alevileri şimdi Erdoğan’ın insafına terk etmiş bulunuyor. Aklınca Erdoğan’ı piyon olarak kullandığını, Erdoğan’ın sağladığı kitle desteği sayesinde, cephe gerisini sağlama alıp, “beka sorunu”nu,(yani Rojava’nın yok edilmesi ve Kürt direnişinin ve örgütlülüğünün ezilmesi) halledeceğini; sonra da Erdoğan’ın işini bitireceğini ve Türkiye’yi şeriat tehlikesinden kurtarmış olarak geri dönüp tekrar “eski güzel günlere” geri dönebileceğinin hesabını yapmaktadır.
Ancak bunu Elbette Erdoğan da biliyor ve tam da bu nedenle bir an önce üstten başkan seçilerek pozisyonunu güçlendirerek; alttan çetelerini örgütleyerek; Noel baba saldırıları ve yılbaşı kutlamaları sembolleri üzerinden laikleri ve Alevileri terörize ederek mevzilerini güçlendirmekte; en radikal ve saldırgan politik İslam kesimler, polis, mafya vs. ile kendi cephesini tahkim etmektedir.
Kapışırlarsa, kapıştıklarında büyük bir olasılıkla kazanan da Erdoğan olacaktır. Tıpkı Fehullahçılar gibi, öndersiz ve özünde tamamen gerici bir programdan ötesine sahip olmadıkları için; örgütlü kitle destekleri bulunmadığı için muhtemelen ulusalcılar yenilecektir veya hiç çatışmaya bile girmeden teslim olacaklardır.
Çünkü Türk ordu ve bürokrasisinin durumu, bir zamanlar Komünizm ve işçilerden korkusundan Hitler’e teslim olan Alman Junker gelenekli Prusya askerliğinden farklı değildir. Şimdi sadece komünizmin yerini Kürtler ve PKK almış bulunuyor. Bir zamanların sözüm ona laik Türk subaylarının birden bire inanmış sıfır numara Müslüman kesilmesi; “merhaba Asker”in yerini, “Selamünaleyküm”ün alması, tıpkı Hitler’i hor gören Alman generallerinin Hitler selamı vermeleri gibi, hiç kimseyi şaşırtmamalıdır. Tarihsel olarak ömrünü doldurmuş güçler kendi sonlarını bizzat böyle getirirler. Bir zamanların batıcı ve modernleşmeci Türk Ordusu ve Devlet Sınıfları nasıl Avrasyacı oldularsa, yarın da sıfır numara Müslüman olmakta bir sakınca görmezler. Bahane de her zaman hazır olacaktır: “viran olası hanede evladı iyal var.”
İşte Reina saldırısına, Erdoğan’ın laikleri ve Alevileri sindirme; Türklüğün yanı sıra İslam’la da tanımlanmış bir ulus ve ulusçuluğa geçiş çabaları çerçevesinde bakmak gerekir.
Böyle bakınca, IŞİD’in Reina’ya saldırısı aslıda tamı tamına Erdoğan’ın amaçlarına da hizmet etmektedir.
Bundan sonra “laikler” kendilerini daha bir korku içinde hissedecekler, korku içinde olacaklar ve muhtemelen gelecek yılbaşında kimse yılbaşı bile kutlayamaz olacaktır. Çünkü Yılbaşı sadece yılbaşı değildir; tüm bir “yaşam tarzı”dır.
Bu uyum nedeniyle de olayı yapan yakalan(a)mayacaktır büyük bir olasılıkla. Dikkat edilirse, Kürtlerin ezilmesine yönelik planlarla uyum içindeki önceki eylemleri yapanların hiç birisi de yakalanmamış ve işler açığa çıkmamıştır.
*
Öte yandan, seçilen hedef de çok anlamlıdır.
Birincisi, üst sınıfların gittiği bir yer seçilerek, aslında alt sınıfların sempatisi veya hayırhah bir desteği, tarafsızlığı veya ilgisizliği amaçlanmış bulunmaktadır.
Bu da aynı zamanda Erdoğan’ın İslam ve fakirler; laik ve zengin burjuvazi ve kentliler zıtlığı biçimindeki; kendisinin de o fakir ve Müslümanların lideri olduğu şeklindeki kalıba da uygundur. Erdoğan’ı destekleyen alt kesimlerin, varoşların buna içten içe sevinecekleri açıktır.
Ama daha anlamlı olanı, seçilen yerin Beşiktaş’ta olmasıdır. Beşiktaş ve Kadıköy, İstanbul’un az çok “laik yaşam tarzı”nın sürdürüldüğü son sığınaklardır. (Belki buna Bakırköy de eklenebilir.) Orada hala bir Avrupai bir hava vardır.
Beyoğlu ve Taksim, Gezi’nin patladığı bu yer,  aslında İstanbul’un bu en stratejik yeri, Erdoğan tarafından fiilen polis gücü ve darbe girişiminden sonra ortalığa saldığı İslamcı militanların tehdidi ve fiili işgaliyle tamamen fetih edilmiş bulunuyor.
Bugün artık Taksim’de hiçbir demokrat bir yana, bir laiğin bile bir gösteri yapma, bir direniş yapma şansı bulunmamaktadır. Yakında bunlar olağan kıyafet ve tavırlarıyla orada da dolaşamayacaklardır.
Ama Gezi’nin iki ayağı daha vardı: Kadıköy ve Beşiktaş. Bu ikisi bir bakıma Taksim’in ve Gezi’nin hinterlandıydı; Yoğurtçu ve Abbasağa parkları Gezi’nin geri çekildiği sığınaklar olmuştu.
Şimdi sıra İstanbul’un bu iki modern kalesinin düşürülmesine gelmiştir.
İşte bu eylem aynı zamanda Erdoğan’ın bu amacıyla da tam bir uyum içindedir. Beşiktaş’taki Gezi ruhunun son kalıntıları ve laikler, TAK’ın Dolmabahçe eylemi sayesinde, Türk ulusalcılığı kanalından yedeğe alınmıştı. Beşiktaş stadında yapılan tören bunun bir gösterisiydi.
Artık Kürt hareketi neredeyse bütün önemli savunma mevzilerini yitirdi. Vekiller ve belediye başkanları içeride, yayınları kapanmış; Kürt hareketinin nefes aldığı tüm yazar ve yayınlar ya içeri tıkılmış ya da kapatılmış bulunuyor. Kürt hareketi artık bir kitle hareketiyle demokrasi diyerek Rojava’ya saldırıldığında arkadan çevirme yapamaz. TAK’ın eylemleri veya PKK gerillalarının askeri saldırıları ise artık ciddi bir tehdit oluşturmaz. Beraber yaşanabilecek bir hastalık gibi görülebilir.
Bu nedenle şimdi artık sıra laiklerin de tasfiyesine ve sindirilmesine gelmiş bulunuyor.
Reina saldırısı, aynı zamanda bu son kalelerin (buna Ege ve İzmir ve benzeri başka yerler de eklenebilir) düşürülmesine yöneliktir ve bu anlamda Erdoğan’a aynı zamanda bir destektir.
Bu destek elbette yarın öbür gün Erdoğan Ulusalcılarla kapıştığında da yanında olacaktır.
Önümüzde Erdoğan ve IŞİD’in hedefinde muhtemelen artık laikler ve Aleviler bulunuyor. Kadıköy, İzmir gibi laiklerin yoğun olduğu stratejik yerler bundan sonraki muhtemel hedefler arasında olacaktır. Stratejik bakımdan en önemli yerler Kadıköy ve Beşiktaş’tır. Buralar düşünce İzmir zaten kendiliğinden düşer. Bugün İstanbul neyi konuşursa yarın Türkiye onu konuşur.
*
Reina saldırısının bir diğer özelliği, Türkiye’nin IŞİD’i hedef gibi gösterip aslında Kürtlere yönelik El Bab’a yaptığı saldırısına bir cevap olduğu gibi aynı zamanda bunu meşru göstermek ve yardım etmeleri ve önünün açılması için ABD’ye daha kolay baskı yapabilmesi için de tam anlamıyla Türk ordusunun ve ulusalcıların amaçlarıyla uyum içindedir.  
Seçilen yerlerin yabancıların çok olduğu, turistlerin olduğu yerler olması da anlamlıdır. Bir bakıma Erdoğan’ı ve Müslümanları korumaktadır.
Özetle, bütün diğer IŞİD eylemleri gibi eylem Türkiye içindeki nesnel olarak çıkar birliği veya hedef birliği içinde olduğu müttefiklerini de gözeten eylemlerdir.
Ama aynı zamanda yeniliği de vardır. İlk kez Türkiye’de hükümetin açıktan başlattığı, İslam devleti kurma çabalarına açıktan bir destektir de.
*
Türkiye’de bir iç savaşı da körükleyebilir deniyor ama ben şahsen iç savaş bile olmadan teslim olunacağı kanısındayım.
Bu sonuca ulaşmamın nedeni İslamcılara getirilen karşı argümanların İslam’ın içinden olmasından dolayıdır.
Birkaç gündür bir video paylaşılıyor ve çok beğeniliyordu. Noel ve yılbaşı kutlanmasına karşı bildiri dağıtanlara yapılan laik birinin yaptığı itirazlar.
“Ama sen çocuk tecavüzlerine karşı ne yaptın. Bu Müslümanlığa sığar mı” tarzındaydı itirazı. Bu baştan yenilgi demektir.
İtirazı yapan, “ne olacak ben gâvurum, senin deyiminle kâfirim. Ben de kandil kutlamayın, dini bayramları kutlamayın diye bildiri dağıtabilecek miyim? Seninle aynı haklara sahip olabilecek miyim” demiyordu.
“Eğer bana hayat yoksa sana da olmayacak” kararlığında ve eşitlikçi bakış açısından değildi.
Bu baştan yenilindiği ve teslim olduğu anlamına gelir.
Bugün “gâvur” olmak; “kâfir” olmak biricik demokratik, devrimci ve politik bir eylemdir. Artık herkes ve gerçek inanmış Müslümanlar politik olarak gâvur ve kâfir olmalıdır.
Bütün demokratlar, gerçekten inanmış, ulusu İslam’la tanımlamak gibi bir derdi olmayan Müslümanlar, “biz gâvuruz ve eğer Müslümanlarla aynı haklarla yaşama hakkımız olmayacaksa, madem bu dünyada bizim yaşama hakkımız yok sizi de yaşatmayacağız” demeli diyebilmelidirler. Bunu dedikleri an; bu kararlılığı gösterebildikleri an hem gerçek demokratik bir programı ifade etmiş olurlar; hem bu dağınıklığa ve savunmaya çekilmeye bir son verebilirler; hem de bütün dengeleri değiştirebilirler.
Herkesi politik olarak Gâvur, Dinsiz, İmansız, Kâfir olmaya çağırıyorum.
Politik olarak bunları olacak cesareti olmayanlar, yenilmeye, hem de hiç bir olumlu miras, bir direniş öyküsü bile bırakmadan yenilmeye mahkûmdurlar.
2 Ocak 2017 Pazartesi
Demir Küçükaydın
@demiraltona


1 yorum:

Adsız dedi ki...

Bu mevcut durumun sebebi Anadolu yobazının ta kendisidir. Demokrasiyi Cumhuriyeti ve medeni değeleri hazmedememiş Anadolu yobazı daha hala sultanı ve halifesi için yanıp tutuşmaktadır. Dini sosyal, kültürel hayata ve devlete sokup çıkararak tipik bir Ortadoğu zevatı karakteristiği göstermektedir. Halbuki bilimin ışığında yükselen bir ekonomi, çağdaş aydın ve evrensel bir hukuk sistemiyle korunan devlet düzeni olan bir ülkede yaşamak yerine sultanını seçip el pençe divan durup avret ovuşturmayı layık görmüştür kendine. Anadolu Yobazı ki sayıca çoğunluktur ve ben Türkiyenin modern saygın prestijli ülkeler arasına girebileceğine inanmıyorum ileride Tunus Fas Cezayir gibi yalelli bir ülke olma yolunda hızla ilerlemektedir. Ulu önder Atatürk bu insanlara birey ve vatandaş olma hakkı vermiştir ama bunlar istemezük deyip kendilerine ümmet sıfatını yakıştırmıştır layık olduklarını bulacaklar. Bu ülkenin kumaşı budur eldeki malzeme bu kadar. Kimse Türkiyeden Avustralya İngiltere vs demokrasisi beklemesin. İçkinize cigaranıza özel hayatınıza karışılmasın biraz da laiklik olsun görüp görebileceğiniz en büyük demokrasi budur aksini iddia edenin aklından şüphe ederim.