“Yaklaşan Felaket ve
Kurtulma Çareleri”, Ekim Devrimi öncesi günlerde, ama Ekim Devrimi’nin
olacağının henüz bilinmediği zamanlarda, Lenin’in yazdığı, programatik ve
metodolojik olarak çok önemli makalelerden birinin adıdır.
Programatik ve metodolojik olarak getirdiği çok önemli bir
yenilik vardır. Can alıcı acil bir sorundan hareketle bir ikili iktidara (“diyarşi”) dönüşebilecek somut talepleri
ve teklifleri ortaya koyması[1].
Ne var ki, Lenin’in bunu yazdığı dönemdeki koşullar ve
sorunlar ile bugün Türkiye’deki koşullar ve sorunlar arasında en küçük bir benzerlik bulunmuyor[2].
Lenin’in “Yaklaşan
Felaket” olarak söz ettiği, açlık ve
ekonomik yıkım tehlikesidir[3].
Üst sınıfların kışkırttığı bu tehlikenin devrimi ve dolayısıyla demokratik
kazanımları götürmesi, yani çarlığın geri dönmesi tehlikesi vardır. Yani
ekonomik bir yıkımın politik bir yıkıma da, devrimin yıkımına da yol açması
tehlikesi bulunmaktadır. Lenin’in yazısındaki öneriler, halkın inisiyatifi,
örgütlenmesi, kontrolüne dayanan kamulaştırmalar ve merkezileştirmeler ile hem
bu açlık ve ekonomik yıkımı önlemeye; hem de bu dönüşüm içinde halkın
örgütlenmesini, bir tür ikili iktidar oluşturmasını sağlamaya yöneliktir.
Öte yandan şunu da unutmamak gerekir, Lenin o sıralar, Şubat
Devrimi’nden sonra geniş emekçi yığınların barış, toprak ve ekmek özlemleriyle
çarlığı yıktığı; Sovyetler gibi öz örgütlenme organları kurduğu; bu nedenle o
sırada “dünyanın en demokratik ülkesi”
(Lenin) olmuş Rusya’da ve henüz devrim
dalgasının yükselişte bulunduğu bir dönemde yazıyordu.
*
Bugünün Türkiye’sinde ise öyle acil ve görünür bir açlık ve ekonomik yıkım tehlikesi yok.
Tam tersine Türkiye bir politik
yıkımın arifesinde veya daha doğrusu
içinde bulunuluyor.
Ekonomi elbet kırılgan, “cari açık” çok büyük ve Dolar’ın
yükselişi aniden böyle bir ekonomik kriz olasılığını ortaya çıkarabilir.
Denebilir ki, politik yıkım aynı zamanda bir ekonomik krizi tetikleyebilir. Ve
ekonomik kriz de bir karşı etkiyle politik yıkımı hızlandırıp
derinleştirebilir.
Çünkü bir ekonomik kriz ve onun ortaya çıkaracağı
memnuniyetsizlik ve tepki; iktidara, devlete ve Erdoğan’ın diktatörlük
planlarına yönelmek bir yana; bizzat bu iktidarın, devletin ve Erdoğan’ın faşist
tek adam diktatörlüğünün vurucu gücüne dönüşebilir. Bu şu an son derece ciddi
bir tehlikedir. Çünkü muhalefetin hiçbir tutarlı projesi ve programı
bulunmamaktadır, dağınıktır ve yapılan yanlışlar nedeniyle de tam anlamıyla
felç olmuş durumdadır.
Umutsuzluğa kapılmış; en küçük bir demokratik hedefi ve
özlemi bulunmayan yoksul kitleler, Türkiye’de her zaman çok etkili bir güç olan
kontrgerilla veya Ergenekon’un da örgütleme ve yönlendirmesiyle silahlı
Türk-İslamcı faşist çeteler olarak saldırıya geçip; en küçük bir demokratik
direniş tohumunu ve olanağını bile bırakmayabilir. Bu, Adil Gür’ün ilginç ve
dikkati çekici bulduğu gözlemlerin[4]
de desteklediği gibi, sanıldığından çok daha büyük bir olasılık ve tehlikedir.
Bugün en büyük tehlike budur ve gidiş bu yöndedir.
Lenin’in sözü edilen yazısında çare bulmaya çalıştığı
sorunlar ile bugün Türkiye’de çare bulmamız gereken sorunların mahiyetleri
gereği ritimleri de farklıdır ve bu çözümü olağanüstü zorlaştırmaktadır. Bunu
biraz açalım.
Lenin’in işi niye kolaydı?
Kapitalizm öncesi toplumlarda Krizler, savaş, iklim, doğal
felaketler gibi nedenlerle üretim
yetersizliğinden çıkarlar. Buna karşılık, kapitalist bir toplumda ise, çok
özel koşullar bir yana, ekonomik krizler, malların ve ürünlerin yokluğundan
değil, fazlalığından çıkar. İnsanlar
çok buğday ürettikleri için aç kalırlar; ya da örneğin yeterince buğday vardır
ama spekülatörler onu vurgun ve karlar için stok etmekte, gizlemektedirler, o
nedenle açlık ve yıkım tehlikesi baş gösterebilir.
Bu nedenle açlığı ve yıkımı engellemek dağılımın ve bölüşümün örgütlenmesine, spekülatörlerin kontrolüne
vs. ilişkin bir sorundur. Bu da esas olarak ürünlerin ve malların dağılımını ve
bölüşümünü düzenlemek demektir ve bir organizasyon sorunudur. Ve bunlar da son
duruşmada fiziki denebilecek birtakım
tedbirlerle hızla çözülebilme yeteneğindedirler. Tırlara, vagonlara ya da
gemilere çok olduğu yerden tonlarca buğdayı yükleyip olmayan yerlere yollamak
eni sonu birkaç hafta içinde yapılabilecek bir iştir. Sorun bunu yapacak irade ve
karar olup olmamasındadır. Lenin’in önerdikleri de zaten bu irade, karar ve organizasyona
yöneliktir.
Bu nedenle, ekonomik çöküşü veya açlığı engellemek için
zamanın ritmi günlerle, haftalarla
ölçülebilir. Bu anlamda Lenin’in işi yine de çok kolaymış.
*
Ama insanların fikirleri, zihniyetleri, anlayışları;
varsayımları, alışkanlıkları, politik ve sosyal örgütlenmeleri başka bir
zamanın ritmiyle değişirler.
Düşüncelerin, siyasetlerin değişimlerinin zamanının ritmi çok yavaştır.
Bu zamanın ritmi yıllarla, hatta on yıllarla ölçülür.
Elbet bu ritmin hızlandığı zamanlar, yani devrimci kabarış
dönemleri de vardır. Ama Lenin’in tabiriyle, “yirmi yılların yirmi günde kat edildiği”, geniş yığınların zihinsel
bir dönüşümü dev adımlarıyla geçirdiği; zamanın hızlandığı devrim dönemlerinde
bile bu değişimin ritmi aylarla ölçülebilir.
Örneğin 1917’de, kendiliğinden bir ayaklanmayla Şubat
Devrimi’ni yapan işçi ve köylülerin Ekim Devrimi’ni yapacak hale gelmesi en az
altı ayı gerektirmişti. Hem de dünyanın bu güne kadar gördüğü, en iyi
hazırlanmış, en demokratik partisinin ve bunun adeta dakik denebilecek kadar
doğru zamanlama ve taktiklerinin varlığında ve aynı zamanda savaşın ve çürümüş
çarlığın sağladığı olağanüstü uygun denebilecek koşullarda.
Türkiye’de ise “devrimci ya da demokratik kabarış”
denebilecek bir dönemin olmadığını, aksine böyle nitelenebilecek bir dönemin bittiğini işaret ediyor tüm
göstergeler.
*
Evet, sona erdiği şimdi giderek daha net ortaya çıkan devrimci veya demokratik yükseliş
diyebileceğimiz bir dönem yaşadık.
Bu yükselişin ilk işaretleri İzmit depremine kadar
götürülebilir ama bu yükseliş döneminin başlangıcı, AKP’nin iktidarı alması; seçimde de
doksanların özel savaş rejimi partilerinin hepsinin fiili tasfiyesiyle başladı
denebilir.
O zamanların AKP’si ezilenlerin demokratik özlemlerinin;
burjuvazinin devlet sınıflarına utangaç da olsa direnişinin ifadesiydi. Politik
İslam (Anadolu Burjuvazisi), stratejik bir dönüş yaparak, batılılaşma bayrağını
Askeri Bürokratik oligarşinin elinden alarak en geniş kesimleri
birleştirebilmiş; Erbakan’ın Avrupa ve Batı karşıtı çizgisini bırakıp, Avrupa
Birliği’ne katılmayı hedeflemişti. Buna karşılık, askeri bürokratik oligarşi
ise, Avrasyacılığa dönmüştü. AKP, “muhafazakâr-demokrat”
denebilecek bir parti olarak ortaya çıkmış; bu programıyla burjuvaziyi ve işçi
sınıfını kendi bayrağı altında birleştirebilmiş; hatta şehir orta sınıfları ve
laikleri ve Alevileri tarafsızlaştırabilmiş; Kürtlerin de hayırhah bir
desteğini alabilmişti.
Bu yükseliş örneğin Hrant Dink’in ölümü üzerine ortaya çıkan
kitle hareketinde de nirengi noktalarından birine ulaştı (2007 Ocak). Ve
böylece korkak AKP’ye özel savaş rejiminin dayatmalarına karşı direnme ve Genelkurmayın
restini görme cesareti verdi.
Aynı yıl, altı ay sonra yapılan seçimler ise, Devlet
sınıflarının savunmaya geçmesine; demokratik muhalefetin daha geniş bir hareket
alanı elde etmesine yol açtı.
Bir bakıma 2007 ve 2011 arasında Türkiye hem ekonomik; hem
de politik bakımdan en rahat dönemini yaşadı denebilir.
2010’daki “Arap Baharı”nın ortaya çıkışında Türkiye’deki bu
demokratik yükselişin Arap ülkelerinin geniş yığınlarına somut bir örnek ve bir
umut olarak hiç de küçümsenmeyecek bir etkisi olmuştur.
Aslında tüm Ortadoğu ve Akdeniz’in güneyini kaplayan;
birbirini destekleyerek tüm bölgeyi dönüştürebilecek bu devrimci kabarıştı bu.
Bu devrimci yükseliş, emperyalistlerin müdahalelerinden çok,
bu devrimlerde büyük ağırlığı olan Politik İslam’ın ve Türkiye’deki AK Parti ve
Erdoğan ve Gülencilerin zerrece demokratik bir programa ve anlayışa sahip
olmamaları yüzünden yenildi ve çöktü.
Eğer AKP ve Erdoğan, “Arap Baharı”ndaki demokratik
muhalefeti destekleseler; İslamcı ve anti demokratik yönetim ve muhalefete
destek vermeseler; hatta hiçbir şey yapmasalardı; sadece o devrimlerin güneşine
engel olmasalardı bile; o devrimci kabarışlar Mısır ve Suriye’de kendi gücüyle
demokratik dönüşümleri bir ölçüde olsun başarabilirdi belki de.
Doğumuna vesile olduğu devrimleri boğan bir cellât oldu AKP
ve Erdoğan. Hem genel olarak Politik İslam; hem de Erdoğan, Gülenciler ve AKP,
tarihin kendine sunduğu bu olağanüstü fırsatı değerlendirecek perspektif, birikim
ve hazırlıktan yoksun olduğunu gösterdi. Denebilir ki, Ermeni ve Rumların
katliamı ve sürülmesi ile ilk sermaye birikimini yapan Müslüman burjuvazi (veya
“Anadolu Kaplanları”) bu laneti taşımaya devam etti ve bu yolla tüm Ortadoğu’ya
da bulaştırdı. İstihbarat servislerinden maaşlı Necip Fazıl’dan ve soğuk
savaşın Anti Komünizminden ideolojik gıdasını ve programını almış bu
burjuvaziden ve bunun İslam yorumunun politik ifadesinden daha ötesi de
beklenemezdi.
Bir parça demokratik bir karaktere sahip olsaydı, aynı
İslam’dan Hikmet Kıvılcımlı’nın (ya da işçi sınıfının) Eyüp sultan konuşmasında
yaptığı türden en köktenci demokrasiyi programlaştıracak bir yorum da
çıkarabilirdi. Sorun sanılanın aksine İslam’da değil, onun yorumlayan ve
programına gerekçe yapanların alınlarında taşıdıkları kanlı lanetlerdeydi.
Rumları ve Ermenileri kesmemiş bir Anadolu'da burjuvazi hedeflerini politik
İslam biçimi altında formüle edemezdi ve etmezdi. En azından din körü bir
düzeni hedeflemek için, köklerini Aydınlanmada arardı.
AKP ve Erdoğan, tüm bölgeyi korkunç bir yıkıma sürükledi.
Ceza suçun cinsinden olacaktır. Şimdi yıkım sırası Türkiye’de.
Devrimci kabarışların öncüsü olan teoriler, ideolojiler,
hareketler, partiler, liderler bunlardan insanlığa refah ve gönenç sağlayacak
bir düzene geçiş sağlayamadıklarında, bu sefer devrimci kabarışların yerini
karşı devrimci kabarışlar alır.
Bugün öyle görülmeyebilir ama bu çöküş aynı zamanda Politik
İslam’ın da tıpkı önceki dönemin Sosyalizmi ve Arap milliyetçiliği gibi
sırasını savdığını gösterir.
Ve ilerde bu daha iyi görülecektir.
*
Elbette bugünün AKP’si ile 2002’nin AKP’sinin farkını görmek
gerekir. Erdoğan’ın kendisinin basit bir avadanlığına dönüştürdüğü bugünkü
AKP, 2002’nin, Erdoğan’ın “eşitler arasında birinci olduğu”;
herkesin onunla aynı göz hizasından konuştuğu dönemin AKP’si değildir.
AKP’nin gelişi, Doksanların tüm Türkleri çürüten “Özel Savaş
Rejimi”nin sonunu ifade ediyordu. İşçiler ve geniş kitleler ve de burjuvazi,
devlet sınıfları, Ergenekon ve Mafya rejimi karşısında birleşmişti; oylarıyla
politik İslam’a oy vererek, bir yanıyla bu egemen güçlere ve bir yanıyla İslam
aracılığıyla iyice azgınlaşmış Türk ırkçı milliyetçiliğine dur diyor; bu da hem
kendi iktisadi durumlarının düzelmesi için; hem de Kürtlere karşı terörün ve
düşmanlığın durması için bir olanak yaratıyordu.
Ama bu arada Erdoğan derinden derine, en başta kendi
partisine ve kendini oraya yükseltenlere karşı ağlarını örmeye başlamıştı.
İhale kanunlarını defalarca değiştirerek; kendine bağlı bir
sermayedarlar zümresi oluşturarak; yine kendine bağlı kişileri stratejik
yerlere yerleştirerek; aynı amaca yönelik olarak benzer yöntemleri kullanan
Gülencilerle ittifak kurarak, ekonomi, devlet, idare ve partide mevzileri ele
geçirmeye ve ağlarını örmeye başlamış olsa bile, henüz bütün bunlar çok
belirsizdi ve henüz acil bir tehlike oluşturmuyordu.
Erdoğan ise bu arada emme basma tulumbasını kuruyordu.
İktidar ve başbakan olmanın, yani devletin gücüne dayanarak ekonomik, politik
ve idari gücünü pekiştiriyor; ekonomik, politik ve idari gücüne dayanarak de
parti ve devletteki gücünü ve konumunu pekiştiriyordu.
Ve aynı yöntemi izleyerek Gülenciler de gelişiyordu. Aralarındaki
rekabet, tıpkı emperyalist ülkeler arasındaki rekabet gibi, kimin egemen
olacağına ilişkindi yoksa gerek hedefleri; gerek yöntemleri ve mahiyetleri
bakımından özünde en küçük bir farkları yoktu.
Onlar karşı devrimci, emperyal özlemleri olan ve anti
demokratik ağlarını ilmik ilmik örerlerken, kitleler içindeki demokratik ve devrimci
kabarış yükselişini sürdürüyordu. Ve işin ilginci bu yükseliş Doğu’da ve
Batı’da, Kürtler ve Türkler arasında senkronize bir şekilde yürüyordu. Birbirlerini
besliyorlardı.
Türk Ordusunun PKK karşısında aldığı askeri yenilgiler
(örneğin Zap, Dağlıca ve Roboski katliamı da bu çerçevede sayılabilir) Batı’da
direnişe cesaret ve güç veriyor; batıdaki yükseliş Kürt hareketinin manevra
alanını genişletiyor, ona yeni olanaklar ve özgüven veriyor; yeni mevziler
kazanmasının yolunu açıyordu.
Bu ortamda Öcalan’ın “Türkiyelileşme” stratejisi Kürt
hareketi içinde ağırlığını arttırıyor ve bir uygulama alanı bulabiliyor; Kürt
hareketinden uzak duran Türk solcuları, Kürt hareketine yanaşıyorlardı.
AKP’nin Erdoğan tarafından tasfiyesi ve açıkça anti
demokratik bir güç haline gelmesi sürerken; demokrasi saflarındaki bu
karşılıklı güçlendirici etki en açık biçimde 2013 yılında görülebilir.
Suriye’de başlayan devrimin tek gerçek demokratik mirasçısı
Kürt hareketinin yükselişi ve Rojava’da kantonların kuruluşu, devleti “Kürtlerle savaşarak bölünmektense,
birleşerek büyümek” çizgisine getirmiş; bu da “çözüm süreci” adı verilen
ateşkesin yolunu açmıştı. (Tabii bütün bunlar Erdoğan’ın başkanlık için
Kürtlerin desteğini alma beklentisiyle de çakışmıştı)
Bunun sonucu olarak Öcalan’ın 2013 Newroz’undaki mesajı ve
ortaya çıkan barış ve iyimserlik atmosferi; Gezi ayaklanmasını hem mümkün
kılmış hem de tetiklemişti.
Hatta bu ilişki Kürt hareketinin yükselişinin ve batıda
yükselen demokratik eğilimlerin buluşmasının meclise taşıdığı Sırrı
Süreyya’nın, Taksim’de buldozer çukuruna atlamasının Gezi direnişini
tetiklemesinde sembolik bir ifade bile bulmuştu.
Ama bu senkronizasyon ve karşılıklı olumlu etkilemenin
sınırlarına gelindiğinin işaretleri de ortaya çıkmaya başlamıştı.
Bu belirtiler de yine aynı Sırrı Süreyya’nın İstanbul
Belediye reisi seçimi adaylığı ve adaylığı boyunca yürüttüğü seçim çalışmasında
görülmüştü. Gezi’nin devrimci ve dönüştürücü potansiyelini oya tahvil etmeye
kalkmış ve tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Bu da Kürt hareketinin (ve de Türk
sosyalistlerinin) Gezi’yi ve onun potansiyellerini anlayamayışının da sembolik
bir ifadesiydi.
Kürt hareketi Gezi’yi anlayamamış ve onu ilerletici bir
işlev görememişti ama Gezi hareketi de kendi gücünün ve olanaklarının
büyüklüğünü görememiş, tüm ülke ölçüsünde örgütlenme ve tüm ülkeyi dönüştürecek
alternatif ikili bir iktidar tohumu oluşturacak organlar yaratma ve oluşturma
hedeflerine yönelmek yerine; bunu reddetmiş; mahallelere, parklara,
dayanışmalara dağılarak, çölde kuruyan nehirler gibi bütün gücünü tüketmişti.
Çünkü Gezi de, tıpkı AKP’nin politik İslam’ı veya Türk
Sosyalistleri gibi, bir devrimci dönüşümün fikirsel hazırlığından yoksundu. Ne
post modernizmin sözüm ona “çoğulcu”,
“çok renkli”, ne de liberter
öğretinin sözde “otorite düşmanı”
kulağa hoş gelen ama içi boş ve en küçük bir analiz ve eleştiriye dayanamayan
söylemleri ciddi bir kavramsal ve teorik hazırlığın; programatik ve stratejik
çözümlerin yerini dolduramazdı ve dolduramadığı görüldü.
Hatta Öcalan’ın “Demokratik Özerklik” ve “Demokratik Ulus”,
“Demokratik Cumhuriyet” gibi kulağa hoş gelen ve gerçek içerikleriyle devrimci
ve demokratların savunması gereken slogan ve programları bile somut
içerikleriyle hem Türk sosyalistlerinin klasik Stalinist ve pozitivist; hem de
Post modernizmin ve liberter görüşlerin eklektik bir bileşimi olmaktan öteye
gidemiyordu.
Bizim Marksizm’de sağladığımız gelişme böyle bir devrimci
kabarışa program ve strateji sunabiliyordu ama bunu gerek Gezi’ye gerek Kürt
hareketine aktarabilme konusundaki bütün çırpınmalarımız; bir gericilik
döneminde şekillenmiş Türk sosyalist örgütlerinin bürokratik engellemelerin de
katkısıyla, bu yükselişin sarhoşluğunu yaşayan Kürt ve Gezi hareketlerinin
dikkatini bile çekmeden; “uzayın sağır boşluklarında” yitip gidiyordu[5].
Yine de devrimci kabarış sürüyordu. Hem de bu sefer Kürt
Özgürlük Hareketi dolayısıyla Suriye’deki gelişmelerle de senkronize olmaya
başlamıştı. Türkiye’deki Kürtlerin desteği ve yükselen mücadelesi, Rojava’da
IŞİD’in yenilgisinin yolunu açmış; IŞİD’in yenilgisi Türkiye’deki demokratik
yükselişi beslemişti.
Barış süreci Gezi’yi tetiklemiş, Gezi Kürt hareketine
müttefik olmuş; Gezide radikalleşen gençler Rojava Devrimine katılmaya
başlayarak ona destek olma yoluna girmişlerdi. Takma ve gerçek isimleri adeta
bir soyağacı ve program olan Paramaz Kızılbaş’ın (Suphi Nejat Ağırnaslı)
Miştenur Tepesi’nde ölümü de bir bakıma bu karşılıklı etkilenmenin sembolik bir
ifadesiydi. Süreçler birbirini besliyordu.
Ancak Kobani’ye destek için Türkiye’deki Kürtlerin isyanı ve
ardından gelen Kobani zaferi aynı zamanda, Devlet sınıfları için Kürt
Hareketinin yükselişinin ve Radikalleşmenin sürmesi halinde her şeyin
kontrolden çıkacağını gösteren ilk uyarı oldu.
Devlet içinde dengeler değişmeye başladı. Devlet Sınıfları,
bu sefer Kürtleri ezme stratejisine dönüş yapmanın hazırlıklarını yaparken;
Gülencilerle Erdoğan’ın ittifakının bozulması ve Kürt hareketinin Başkanlık
hedefinin önüne bir engel olarak dikilmesi Erdoğan’ın tek adam diktatörlüğüne
dayanan İslam-Türk devleti hayalleri ile Özel Savaş Rejimi’nin, Ergenekon’un
ittifakını mümkün kıldı. Ama henüz bir bütün olarak tüm devlet sınıfları buna
hazır değildi. Erdoğan’ın tek adam rejimine karşı Kürt hareketi ve Gezi’nin
kalıntılarına (HDP bir bakıma bu ikisiydi) yol verilebiliyordu.
7 Haziran seçimleri, 2002’den beri süren demokratik
yükselişin zirvesi ve aynı zamanda inişin başladığı ve tüm teorik, stratejik ve
politik hazırlıksızlığın birden bire ortaya çıkmaya başladığı nokta oldu.
Bütün zaaflar önceden de vardı, ama fiili başarılar bunların
görülmesini engelliyordu. Herkes başarı var o halde her şey doğru yapılıyor
diye düşünüyordu. Toplumda başarının doğru olmaya değil, güç ilişki ve
kombinasyonlarına bağlı olduğu görülmüyor veya görülmek istenmiyordu.
7 Haziran seçimleri zaten Erdoğan’ı başkanlık için HDP’yi ve
Kürt hareketini ezmek gerektiği noktasına getirmişti; doksanların Ergenekon'u
zaten oradaydı; bu arada AKP içindeki temizlik de tamamlanmıştı.
HDP’nin Seçim başarısı Devlet sınıfları içindeki tüm eski
refleksleri harekete geçirdi, zaten Erdoğan-Ergenekon ittifakı devlet içindeki
dengeleri de değiştirmişti. Böylece AKP (Erdoğan) ve Askeri Bürokratik Oligarşi,
bir varlık yokluk sorunu olarak gördükleri Kürt hareketini ve Türkiye’deki
demokratik hareketi ezmek için Tarihteki en geniş ittifakı kurdular.
Askeri Bürokratik Oligarşi’nin sivil uzantısı olan MHP ve
CHP’nin Erdoğan’ın politikalarına verdiği destek, özünde Askeri Bürokratik
Oligarşi ve Erdoğan ittifakının sivil politikadaki görünümünden başka bir şey
değildir.
HDP’nin ve PKK’nın yani Kürt özgürlük hareketinin birbiri
peşi sıra yaptığı ve tam da milliyetçilikle bir türlü kopuşamamaktan
kaynaklanan teorik ve programatik yetersizlikten kaynaklanan yanlışları da
bütün bu süreci kolaylaştırdı.
*
Elbette Devlet sınıfları da, Ergenekon da, Erdoğan da bu
ittifaka girerken uzun vadede diğerini tasfiye edebileceğini; diğerine şimdilik
kestaneleri ateşten çıkartmayı düşünmektedir.
Örneğin devlet sınıfları ve Ergenekon, hem "Cemaat”i Erdoğan’a
temizlettirerek kestaneleri ateşten çıkartabilir; yani İslamcıyı İslamcıya “iti
ite” kırdırtabilir; hem de sonrasında Erdoğan’ı tasfiye ederek bir diktatörden
kurtarıcı pozunda tekrar eski günlerine kavuşabilirdi.
Erdoğan da güçlü görünümüne rağmen aynı zamanda ne kadar
güçsüz olduğunu biliyor ve bu kritik durumda onların gücüyle konumunu
pekiştirdikten sonra, onları tasfiye etmeyi ve kendi paylaşılmaz diktatörlüğünü
kurmayı hesaplıyor, bu nedenle hızla örgütlenmeye ve kendi destekçilerini bir militanlar
ordusu halinde örgütlemeye çalışıyordu.
Bunlar elbet bir gün işler kötüye gittiğinde veya
taraflardan biri kendini yeterince güçlü gördüğünde kapışacaklardır. Ama kimin
üstün geleceği henüz ortadadır.
Büyük bir olasılıkla Erdoğan bu son çatışmayı da
kazanabilir. Şimdi bu ittifakın önünde “uzun
bıçaklılar gecesi” bulunmaktadır. Ama işler buraya gelinceye kadar önce tüm
demokratik muhalefetin ve Kürt hareketinin ezilmesi için birlikte yürüyecekleri
epey bir yol bulunmaktadır.
*
İşlerin böyle gelişmesinde gerek Kürt hareketinin, gerek
Türk sosyalistlerin ve Gezi’nin sınırlarına dayanmasının, büyük etkisi
bulunmaktadır
Çünkü yine de bu ittifak bozulabilir ve güçlü bir savunma
mevzisi oluşturulabilir, bugünkü gibi tam bir yıkım yaşanmayabilirdi. Birbiri
ardınca işlenen politik hatalar bu yıkımın belirleyicisi oldu.
Kabaca 2000’lerin başında başladığı düşünülebilecek Ortadoğu
çapındaki demokratik ve devrimci yükseliş, önderlerinin ve bayraklarının
hayallerine cevap verilemeyişini ve ilk ihaneti politik İslam ve AKP’den gördü.
Libya, Mısır ve Suriye, Buralarda Türkiye’nin ya da Erdoğan’ın oynadığı rol
devrimci yükselişin umutlarını yitirmesine yol açtı. Devrimci ve demokratik hayallerin
hayal kırıklıklarına dönüştüğü yerde karşı devrimci ideoloji ve politik
akımların yükselişi başlar. IŞİD veya El Nusra (El Kaide) ve diğer selefi ve
diğer Şeriat hedefli hareket ve örgütlerin yükselişi bunun bir görünümüdür de.
Bu ülkeler içinde tek ve az çok demokratik bir karakteri
olan hareket Kürt hareketi ve Gezi idi.
Bunlar belki bu devrimci yükselişin umutlarına bir cevap
olabilirlerdi. Ama bu ikisi de yukarıda değindiğimiz nedenlerle bunu
başarabilecek kapasiteden ve birikimden yoksun olduklarını gösterdiler. Örneğin
bir Ortadoğu çapında program ve parti kuramadılar. Kurmak bir yana böyle bir
sorunları bile olmadı. Hâlbuki biz örneğin daha 2004 yılında Ortadoğu İçin “Ortadoğu
Demokrasi Manifestosu”nu yazmıştık ve bu manifesto’yu 2008’de fiyaskoyla
sonuçlanan çatı Partisi Kongresinde tüm delegelere dağıtmıştık.
Ve özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra “laik” ve
Alevilere dayanan yükselişine (Gezi özünde buydu) ve Kürtlerin devimci ve
demokratik yükselişine bir cevap olamadıklarını gösterdiler.
Böylece tüm bölge için hayal kırıklıkları zinciri kapanmış;
devrimci yükselişin son mevzileri de düşmüş oluyordu.
AKP’nin temsil ettiği Politik İslam’da, Gezi’nin temsil
ettiği Post Modernizm’de ve Klasik Sosyalizm (Stalinizm veya pozitivizm de
denebilir), Post Modernizm ve Milliyetçiliğin özgün bir karmaşası olan Kürt
hareketinde (HDP ve PKK) demokratik ve devrimci özlem ve hayallerine cevap
bulamayan devrimci ve demokratik yükseliş, öyle görülüyor ki, gücünü ve
enerjisini tüketmiş bulunuyor ve tam bir hayal kırıklığı ile gerici ve karşı
devrimci yükselişe alanı açmış bulunuyor. Büyük bir olasılıkla şimdi uzatmalar
oynanıyor. Bu gidişi ancak uluslararası ölçüde devletlerarası rekabetin
yaratacağı çatlaklar durdurabilir.
*
Faşizm yığınların devrimci yükselişlerinde onların umut ve
beklentilerine cevap veremeyen devrimci ve sosyalist partilerin günahlarının
bir cezası olarak gelir.
Şimdi bu ceza geliyor.
Öyle görülüyor ki bu ceza sanıldığından çok daha korkunç
olacak.
Bu politik hataların ardında da teorik hazırlıksızlık ve
yetersizlik; programsızlık ve stratejisizlik, daha doğrusu yanlış program ve
stratejiler bulunmaktadır.
Türk sosyalistleri Kürt hareketine teorik bir yol açacak
durumda olmak bir yana ondan bile geriydiler.
Kürt hareketi ise, Öcalan’ın projesini bile anlamaktan
uzaktı.
Kaldı ki Öcalan’ın projesi bile tam demokratik bir program
olmaktan uzaktı.
Klasik gerici milliyetçiliğin içini, demokratik özlemlerle
doldurma çabasından başka bir şey değildi ve “yanlış bir hayat doğru
yaşanmayacağı”; yanlış bir strateji taktik doğruluklarla düzeltilemeyeceği
gibi, milliyetçiliğin kökünü kazımak bir yana onu besliyordu. Ve kendi
beslediği milliyetçiliğin kurbanı oldu.
Kürt özgürlük hareketinin hatalarının temelinde şu vardır: En
temel sorun olan, Türklerin büyük çoğunluğunu kazanma veya tarafsızlaştırma
hedef ve stratejisini bir kenara bıraktı. Kürt ulusalcılığının mantık sonucu
olabilecek bir yaklaşıma geçti veya içinde bu eğilim ağırlık kazandı.
7 Haziran sonrasında yapılan hataların stratejik özü buradadır.
Eğer Türklerin çoğunluğunu da kazanmak gibi bir hedefiniz varsa, bunun için
başka örgüt ve mücadele biçimleri izlemek gerekir. Bunun ne olacağını görmek
isteyenler yazılarımıza ve defalarca bıkmadan tekrarladığımız girişim ve
çağrılarımıza bakabilirler.
Bütün diğer yanlışlar bunun sonucudur. Bunun sonucu olarak
ortaya çıkan yanlışlar söyle sıralanabilir.
Birincisi silahlı Kürt hareketi gücünü abarttı veya başka
bir nedenle, çok özgül koşullarda oluşmuş dengelerin ürünü olan güçlü
görünüşünün büyüsüne kapılarak isyan etti. Hâlbuki bütün devrimci mücadeleler
tarihi isyanla oynanmayacağını
gösteriyordu.
Öte yandan sadece isyan ekmek için gücü yetersiz değildi
aynı zamanda isyanın gereklerini de yerine getirmemişti.
Diyelim ki, sadece belli Kürt kentlerinde değil, bütün
Türkiye ve Kürdistan’da her yerde özyönetim ilan etseydi, her yerde merkezi
devlet organlarına karşı demokratik bir devletin organlarını oluşturma ve
kendini yönetme organları kurma çağrısı yapsaydı; tüm ülkedeki toplumsal hayatı
örgütlemek üzere harekete geçseydi. Hem bölücülük olarak algılanmaz ve
Türkiyelileşme stratejisine uygun davranılmış olurdu; hem de bu isyan gibi
isyan olurdu. Yenilirdi ezilirdi ama bir örnek, bir program bırakmış olurdu.
Kaldı ki, özyönetim ilan edilerek yapılmaz. Fiilen
oluşturulur bu organlar. Var olan merkezi ve bürokratik devletin yanı sıra,
fiilen ikili bir iktidar oluşturarak, adalet, eğitim, güvenlik; fikir ve
örgütlenme özgürlüğü; savunma vs., hâsılı tüm alanları birer birer doğrudan,
aşağıdan, kitlelere dayanarak örgütleyerek oluşturulur. Bütün işçi ve sosyalist
hareketin tarihi ve geniş literatür bunun böyle olacağını ve olması gerektiğini
anlatıyordu. Bu alfabetik dersler ve sonuçlar bile atlandı. Böyle davranılarak
belki sözde keskin (Özyönetim ilanı) davranılmaz ama işte keskin (Fiili
özyönetim tohumu olacak organlar ve örgütler) davranılmış olurdu.
Komik bir biçimde oyun oynarca özyönetimler ilan etti.
Özyönetim sorununu, bir semte hendek kazıp polisin girmesini engellemeye
indirgedi. (bir zamanlar Aysel Tuğluk’un Demokratik Özerklik İlan etmesi gibi.
O da anlaşılmaz ve gayrı ciddi bir işti.)
Özyönetim, örneğin polisin mahalleye girip girmemesi değil;
mahallelinin suçlu için polise değil kendi öz güvenlik organlarına gitmesidir.
Devletin mahkemesine değil, kendi örgütlediği mahkemelere gitmesidir. Bunu da
ilan etmeye gerek yoktur. Fiilen gerçekleşir ve bu er veya geç var olan devletle
mekânsal değil egemenliğin tüm alanlarını kapsayan bir çatışmaya girer.
Özyönetimi ancak dar kafalı bir ulusalcı bakış açısı, birkaç Kürt iliyle
sınırlayıp, mahalleye Türk devletinin polisinin veya askerinin girmemesine
indirgeyebilirdi.
Kürt hareketi özyönetimin ikili iktidar organları yaratmak
ve onların alternatif bir demokratik ulus ve devlet oluşturması olduğunu ne
kendisi anlamıştı ne de kimseye gösterebildi.
Ama yanlış içinde yanlış yapılıyordu.
O karikatür gibi özyönetim ilan edip isyan ettiği yerlerde
bile, bir isyana uygun davranmıyordu. Hem özyönetim ilan ediyor hem de bunun
isyan olmadığını söylüyordu örneğin. İsyan sizin onu öyle adlandırmanıza bağlı
olarak oluşmaz. Karşınızdakinin onu nasıl gördüğü ile ilgilidir ve Türk
devletinin bunu isyan olarak göreceğini bilmek için onlarca yıldır dağlarda
dolaşmış gerilla komutanı olmak da gerekmez. Her sıradan yurttaş bunun isyan
olduğunu bilir.
Kaldı ki, isyanın kuralı, “hücum, hücum hücum”dur. Savunma
her isyanın ölümü demektir. Hem isyan ediliyor hem de hendek kazılıp savunmaya
geçiliyordu. Yapılması gereken hendek kazmak değil; karakolları, kışlaları,
belediyeleri, hükümet binalarını, barajları, santralleri, hasılı tüm kritik
yerleri ele geçirmek olabilirdi. Eğer buna kapasite yoksa o zaman da yapılması
yanlıştır zaten. Sadece siyasi bakımdan değil, aynı zamanda askeri bakımdan ve
fiziki olarak korkunç hatalar yapıldı.
Hem isyan edip, hendek kazıp öz yönetim ilan edip hem de
kendini oraları askeri savunma ile sınırlamak kendini yenilgiye mahkûm etmekten
başka bir anlama gelmezdi.
Bari hiç olmazsa eldeki gerilla güçleri de savaşa sürülüp
kuşatma altındakileri kuşatanlara karşı bir savaşa girilseydi. Bu da yapılmadı.
İsyan, Mahallelerdeki eğitimsiz ve tecrübesiz gençlerin sırtına yıkıldı.
Başlarına bir iki tecrübeli elemen yollanmakla yetinildi.
Bugünkü korkunç yenilginin ve yıkımın sebebi esas olarak
isyanın bile isyan gibi yapılmamasıdır.
Evet, isyan kategorik olarak yanlıştı. Onun koşulları yoktu.
Bu bütün yanlışlığına rağmen gerçekten adına yakışır şekilde isyan edilseydi,
örneğin bütün Türkiye ve Kürdistan’da tüm güçler cepheye sürülerek isyan
edilseydi devlet yine ezerdi büyük olasılıkla, ama en azından bir program ve
gelenek bırakılırdı. Bugünkü gibi tam bir demoralizasyon, yılgınlık, güçlerin
bölünmüşlüğü olmazdı.
Hâsılı doğru dürüst bir isyan geleneği ve tecrübesi bile
bırakılmadı.
Ve bugünü kadar bu yapılan yanlışların açık bir özeleştirisi
hala yapılmış değil. Duran Kalkan’ın devletin böyle geleceğini düşünememiştik
demesi; Bayık ve Karayılan’ın üstü kapalı özeleştiri anlamına gelebilecek imalı
sözleri dışında bir şey yok. Hele daha 7 Haziran’ın başarısının dumanı tüterken
bu başarıyı ve yöntemi hiçe sayarca Bese Hozat’ın “devrimci halk savaşı” sayıklamaları hala orada duruyor ve bunların
yanlışlığı üzerine halka yapılmış bir açık özeleştiri bile yok.
Özeleştiri de sadece yanlış yapıldığını söylemek değildir.
Özeleştiri, bu yanlışın nedenleri üzerine de bir açıklama ve açıklanan
nedenlerin gerçek nedenler mi olduğu üzerine açık bir tartışma ile olabilir
ancak.
*
Ve devrimci hayallerin tükendiği; devrimci partilerin bu
devrimci umutlara gereken cevabı veremeyip, devrimci umutların yıkıldığı
dönemleri; genellikle en keskin yenilgilerin; tekrar toparlanmanın birkaç nesil
geçmesini gerektirecek yenilgilerin yaşandığı dönemler izler. Öyle görülüyor
ki, şimdi böyle bir korkunç yenilginin arifesindeyiz.
Elbet her zaman bir belirsizlik payı vardır. Ama şu an bütün
göstergeler bir buldozer gibi Erdoğan’ın İslamcı-Türkçü faşist tek adam
diktatörlüğünün geldiğini gösteriyor.
Şu an Türkiye’de bu gidişi durduracak hiçbir dinamik
bulunmuyor. Tam bir yenilgi ve çöküş bizleri bekliyor.
Durumumuz tıpkı Mussolini’nin iktidara geldiği İtalya’ya
veya 1933’lerin Almanya'sına benzemektedir.
Faşist bir diktatörlüğün arifesinde bulunuyoruz.
Faşizm sözcüğünü Türk ve Kürt solu enflasyoner bir şekilde
kullanır. Biz onların kullandığı anlamda kullanmıyoruz. Gerçekten faşizm
anlamında kullanıyoruz. Faşist bir rejim bir kere oturunca, tekrar bir
demokratik bir muhalefetin çıkabilmesi için birkaç nesil geçmesi gerekir.
Ve birkaç nesil sonra ortaya çıkan muhalefet o rejimin paradigmaları
içinde kendini ifade edip artiküle etme yolları arayabilir. İspanya, Portekiz,
İran, hatta Türkiye bunun örnekleridir. Ermeni katliamının gündeme gelmesi için
iki üç nesil geçmesi gerekmiştir. Eğer müttefikler Almanya’yı ve İtalya’yı
yenmeseydi bugün Almanya Nazi rejimi altında bulunuyor olurdu. İran’a bakın. Hizbullah
denen terör aygıtlarıyla İran’daki rejim oturdu ve aradan iki nesil geçmesine
rağmen hala demokratik bir muhalefet yok ve olan da kendini Şii İslam’ın
paradigmaları içinde ifade edebiliyor.
Maalesef PKK yöneticilerinin demeçleri incelendiğinde
onların bu korkunç durumu görmediklerini görüyoruz. Onlar hala eskisi gibi,
örneğin doksanlar veya 2000’lerdeki gibi bir gelgit yaşanacağını
sanmaktadırlar. Maalesef durum öyle değil, keşke düşündükleri gibi olsa.
1930’ların Almanya’sında dünyanın en örgütlü işçi sınıfı
vardı ve bu işçiler Sosyal Demokrat ve Komünist partilerde örgütlüydüler. Ama
Komünist Partisinin tıpkı şimdi PKK’nın yaptığı gibi hataları yüzünden, o
dünyanın en örgütlü işçi sınıfı, neredeyse bir tek kursun bile atmadan teslim
alındı.
Herkes bir iç savaştan söz ediyor. Türkiye’yi bekleyen daha
kötüsüdür. Bir direniş bile olamadan teslimiyet tehlikesi kapıdadır. Noel
baba’nın kafasına silah dayayan zeybek kıyafetli İslamcı Türkçü faşist çetelere
karşı bile hiçbir şeyin yapılamadığı bir ülkede başkası beklenemez. Keşke
Erdoğan’ı savaşa zorlayacak bir direniş koyabilsek. Bunu bile yapabileceğimiz
çok şüphelidir.
Şu an tek çıkış yolu, Erdoğan, Ergenekon ve Genelkurmay’ın
Suriye’de ağır bir yenilgi alması ve çıkışsızlığı olabilir. Ancak artık bu bile
güç. Türkiye Rusya’ya yanaşarak ve El Bab’a kadar girerek hareket alanını
genişletti. Yarın ABD ve Rusya rekabetine dayanarak daha da genişletir ve YPG
yerine bırak Rakka’yı ben alayım deyip de ABD’yi buna razı ettiği an, Rojava’yı
bir silindir gibi ezip geçer. Şengal’e kadar da bir kama gibi saplanır.
Dileriz bu plan gerçekleşmez, aksar. Örneğin El Bab’da bir
yenilgi alır, çakılır kalır. Ancak öyle görünmüyor.
*
Bizler bu gelişmeleri etkileyemeyiz. Bunlar bizim dışımızda
olacak gelişmeler. Bu yazının amacı bizlerin neler yapabileceğimizdir. Çünkü
hiçbir zaman yüzde yüz çıkışsız bir durum yoktur. Sonuna kadar çabalamak,
debelenmek gerekir. Süt kabına düşen fare gibi belki çabalaya debelene sütte
yağ topakları oluşmasını sağlayabilir ve onlara dayanarak kaptan çıkabiliriz.
O halde debelenmeye devam.
Ama ilk şart, nasıl umutsuz bir durumda olduğumuzu, bu
dönemin özgüllüğünü kavramaktı. Bu ilk yazıda bu ilk koşulu yerine getirmeye
çalıştık.
30 Aralık 2016 Cuma
Demir Küçükaydın
@demiraltona
[1]
Lenin’in bu yazısı, sonra “Geçişsel
Talepler” diye adlandırılacak programatik yaklaşımın ilk örneği sayılabilir.
Bugün de aynı metodolojik ve programatik yaklaşım bir çıkış noktası
sağlayabilir. Ama buna daha sonra geliriz. Önce durumun vehametinin ve özgüllüğünün
iyi anlaşılması gerekiyor. Bu konuda Geçiş Programı Üzerine başlığıyla
yayınladığımız ve esas olarak 1980’lerin başında yazdığımız bir yazı ve ona
yazılmış eklerden oluşa kitaba bakılabilir. Bu kitaba bakılarak bugün teorik
olarak nasıl bir hafıza kaybı içinde bulunulduğu daha iyi görülebilir. Kitap şu
linkten indirilebilir: https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAUmxxOXhPcDZtZUk
[2] Bizim bu yazımızın başlığı ve
Lenin’in yazısının başlığıyla sadece rastlantısal olarak aynıdır. Bu
rastlantısal aynılığa rağmen, başlığın “ihtira
beratı” Lenin’de olduğundan, onu tırnak içine almak icap etti. Hem bir “intihal” olmasın diye; hem de bu vesileyle, ne yazık ki hiç
anlaşılmamış ve herkesin ölü köpek muamelesi yaptığı, kendi kurduğu partide
defalarca azınlıkta kalabilmiş; “dünyanın
gelmiş geçmiş en demokratik partisi”ni örgütlemiş (Bunu ben değil, İngiliz burjuvazisinin ve
tarihçiler geleneğinin ustalarından Carr söyler) peygamber gibi (Kıvılcımlı) bir devrimci olan Lenin’e olan
borcumuzu ve onun da içinde olduğu geleneğin bir devamcısı olduğumuzu
belirtmemize vesile olması için.
[3]
"Rusya kaçınılmaz bir yıkımın
tehdidi altında. Demiryolu nakliyatı akıl almaz ölçüde bozuldu ve bu durum
gittikçe daha da kötüleşiyor. Demiryolları yakında işlemez hale gelecek;
fabrikalar için gerekli kömür ve hammadde gelişi duracak. Tahılı da aynı
gelecek bekliyor. Kapitalistler bilerek, aralıksız olarak üretimi baltalıyor
(ziyan ediyor, durduruyor, engelliyor, yavaşlatıyor) ve bu örneği görülmemiş
krizin cumhuriyetin, demokrasinin, Sovyetlerin ve genel olarak işçi ve köylü
birliklerinin çöküşünü hazırlayacağını, monarşiye dönüşü, burjuvazinin ve büyük
toprak sahiplerinin sınır tanımayan yönetiminin yeniden kurulmasını
sağlayacağını umuyorlar.
İşitilmemiş
büyüklükteki bu yıkım ve açlık, bizleri önüne geçilemez biçimde tehdit ediyor.
Bunu bütün gazeteler yazdılar ve bin kere tekrar ettiler, inanılmaz sayıda
karar, çeşitli partiler, işçi, asker ve köylü temsilcileri Sovyetleri
tarafından kabul edildi. Bu kararların hepsi yıkımın kaçınılmaz ve pek yakın
olduğunu, ona karşı bütün olanaklarla karşı koymak gerektiğini ve halkın, felâketi
önlemek için yiğitçe gayret göstermesi gerektiğini kabul ediyorlar.
Bunu
herkes söylüyor, kabul ediyor ve doğruluyor.
Ve
hiçbir şey yapılmıyor.
Devrimin
altı ayı geçti. Yıkım daha da yaklaştı. Yoğun bir işsizlik üzerimize çöküyor.
Düşününüz ki, ülke, buğday ve hammadde yeterliliğine rağmen mal kıtlığı
çekiyor; yiyecek maddesi ve iş gücü yokluğundan sönüyor. Ve yine ülkede böyle
kritik bir anda işsizlik de yoğunlaşıyor! Demokratik bir cumhuriyet olmamıza;
“demokratik devrimci” olarak övünen örgüt, kuruluş ve derneklerin her tarafta
çoğalmasına rağmen devrimin (hiç kimse onu büyük devrim olarak adlandırmıyor
ama şimdilik ona kokuşmuş devrim demek belki daha doğru olur) altı ayında
yıkıma ve açlığa karşı hiç ama hiç ciddi bir şeyin yapılmadığını göstermek için
başka kanıta gerek var mı? Gittikçe daha hızlı biçimde iflasa doğru koşuyoruz;
çünkü savaş hiç beklemiyor ve onun ulusal hayatın her dalında yarattığı
düzensizlik gittikçe ağırlaşıyor..." (Lenin, “Yaklaşan Felaket ve
Kurtulma Çareleri”)
[4]
Bu satırları yazdıktan sonra tesadüfen bugün okuduğumuz Adil Gür’ün yazısı da
bunun daha büyük bir olasılık olduğunu doğruluyor.
“Sadece
Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde seçmen davranışını ağırlıklı olarak
belirleyen hep ekonomi, ekonomi diyoruz. Örneğin; 2008 - 2009 yıllarındaki
küresel kriz nedeniyle Ak Parti 2009 seçimlerinde yüzde 38’lere geriledi. Hem
de seçimden kısa bir süre önce Davos’taki ‘One Minute’ çıkışına rağmen.
Vatandaş krizin etkilerini hissetti, tercihini bir miktar değiştirdi. Şimdi de
ekonomideki sorunlar nedeniyle seçmen davranışı değişir mi diye bir beklenti
içinde olanlar var. Ancak altını çizerek şunu söylemek mümkün ki, son dönemde
seçmen davranışında hiçbir şey değişmiyor. Vatandaşta farklı bir ruh hali
gözlemleniyor. 15 Temmuz’a kadar yapılan araştırmalarda, “Türkiye’nin çözülmesi
gereken en önemli sorunları nelerdir?” sorusuna, terörle birlikte işsizlik
vesaire gibi gündelik sorunlara dair cevaplar yüksek oranda veriliyordu.
İlginçtir, 15 Temmuz’dan sonra işsizliğe, gündelik yaşamın getirdiği
sıkıntılara dair cevaplar azaldı. Terör, darbe girişimi, FETÖ gibi cevaplar çok
yüksek oranlarda söylenmeye başlandı. Vatandaş ekonomik olarak çok mu rahat,
işler çok mu yolunda, elbette ki hayır.
Vatandaş,
ülkenin bekasını kendi problemlerinin önüne koymaya başladı. Zor bir süreçten
geçtiğinin farkında, ancak karamsar değil, gelecek konusunda da umutlu. El ele
verilirse sorunların üstesinden gelinebileceğine inanıyor. Her şey güllük
gülistanlık, her şey çok yolunda, çok iyi mükemmel idare ediliyoruz demiyor,
ama öncelikle bu ülkenin bir beka sorununun olduğuna inanıyor. Kaybederse,
sadece ülkeyi siyaseten yönetenlerin kaybetmeyeceğini, kendisinin de
kaybedeceğinin farkında. Bu nedenle bu günlerde farklı siyasi düşünceleri,
farklı kimlikleri bir süreliğine, bir kenara koyma zamanı olduğunu
söylüyor. El ele verilirse, aşılamayacak
hiçbir zorluğun olmadığını biliyor. Çünkü bugüne kadar atlattığı badirelerle,
yaşayarak öğrendi.” (Adil Gür, Cumhurbaşkanı neden "Milli
Seferberlik" diyor?", Milliyet, 26.Aralık.2016)
[5]
“Çatı Partisi”, “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”, “Halkların Demokratik Kongresi” (HDK), “Sosyalist Yeniden Kuruluş” (SYK), “Halkların Demokratik Partisi” (HDP) hazırlıklarında, içinde,
yanında ve kongrelerindeki çabalarımız (Büyük kısmı bloğumuzdan ve internette
paylaştığımız kitaplardan okunabilir.); Gezi boyunca ve sonrasında dayanışmalar
ve parklara ilişkin yazdıklarımız (Gezi Direnişi Yazıları ve bloğumuzdaki
yazılar) bütünüyle “uzayın sağır boşluklarında” yitip gitmiş çığlıklardan başka
bir şey değildirler. Bu literatür ve sistematik tarihsel tecrübe okunmayı ve
değerlendirilmeyi bekliyor. Eğer olursa, gelecekteki bir yükseliş ancak bu
literatüre dayanarak ileri gidebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder