30 Aralık 2016 Cuma

“Yaklaşan Felaket ve Kurtulma Çareleri” (1) Demokratik ya da Devrimci Yükseliş ve Bitişi

Yaklaşan Felaket ve Kurtulma Çareleri”, Ekim Devrimi öncesi günlerde, ama Ekim Devrimi’nin olacağının henüz bilinmediği zamanlarda, Lenin’in yazdığı, programatik ve metodolojik olarak çok önemli makalelerden birinin adıdır.
Programatik ve metodolojik olarak getirdiği çok önemli bir yenilik vardır. Can alıcı acil bir sorundan hareketle bir ikili iktidara (“diyarşi”) dönüşebilecek somut talepleri ve teklifleri ortaya koyması[1].
Ne var ki, Lenin’in bunu yazdığı dönemdeki koşullar ve sorunlar ile bugün Türkiye’deki koşullar ve sorunlar arasında en küçük bir benzerlik bulunmuyor[2].
Lenin’in “Yaklaşan Felaket” olarak söz ettiği, açlık ve ekonomik yıkım tehlikesidir[3]. Üst sınıfların kışkırttığı bu tehlikenin devrimi ve dolayısıyla demokratik kazanımları götürmesi, yani çarlığın geri dönmesi tehlikesi vardır. Yani ekonomik bir yıkımın politik bir yıkıma da, devrimin yıkımına da yol açması tehlikesi bulunmaktadır. Lenin’in yazısındaki öneriler, halkın inisiyatifi, örgütlenmesi, kontrolüne dayanan kamulaştırmalar ve merkezileştirmeler ile hem bu açlık ve ekonomik yıkımı önlemeye; hem de bu dönüşüm içinde halkın örgütlenmesini, bir tür ikili iktidar oluşturmasını sağlamaya yöneliktir.

Öte yandan şunu da unutmamak gerekir, Lenin o sıralar, Şubat Devrimi’nden sonra geniş emekçi yığınların barış, toprak ve ekmek özlemleriyle çarlığı yıktığı; Sovyetler gibi öz örgütlenme organları kurduğu; bu nedenle o sırada “dünyanın en demokratik ülkesi” (Lenin) olmuş Rusya’da ve henüz devrim dalgasının yükselişte bulunduğu bir dönemde yazıyordu.
*
Bugünün Türkiye’sinde ise öyle acil ve görünür bir açlık ve ekonomik yıkım tehlikesi yok.  Tam tersine Türkiye bir politik yıkımın arifesinde veya daha doğrusu içinde bulunuluyor.
Ekonomi elbet kırılgan, “cari açık” çok büyük ve Dolar’ın yükselişi aniden böyle bir ekonomik kriz olasılığını ortaya çıkarabilir. Denebilir ki, politik yıkım aynı zamanda bir ekonomik krizi tetikleyebilir. Ve ekonomik kriz de bir karşı etkiyle politik yıkımı hızlandırıp derinleştirebilir.
Çünkü bir ekonomik kriz ve onun ortaya çıkaracağı memnuniyetsizlik ve tepki; iktidara, devlete ve Erdoğan’ın diktatörlük planlarına yönelmek bir yana; bizzat bu iktidarın, devletin ve Erdoğan’ın faşist tek adam diktatörlüğünün vurucu gücüne dönüşebilir. Bu şu an son derece ciddi bir tehlikedir. Çünkü muhalefetin hiçbir tutarlı projesi ve programı bulunmamaktadır, dağınıktır ve yapılan yanlışlar nedeniyle de tam anlamıyla felç olmuş durumdadır.
Umutsuzluğa kapılmış; en küçük bir demokratik hedefi ve özlemi bulunmayan yoksul kitleler, Türkiye’de her zaman çok etkili bir güç olan kontrgerilla veya Ergenekon’un da örgütleme ve yönlendirmesiyle silahlı Türk-İslamcı faşist çeteler olarak saldırıya geçip; en küçük bir demokratik direniş tohumunu ve olanağını bile bırakmayabilir. Bu, Adil Gür’ün ilginç ve dikkati çekici bulduğu gözlemlerin[4] de desteklediği gibi, sanıldığından çok daha büyük bir olasılık ve tehlikedir. Bugün en büyük tehlike budur ve gidiş bu yöndedir.
Lenin’in sözü edilen yazısında çare bulmaya çalıştığı sorunlar ile bugün Türkiye’de çare bulmamız gereken sorunların mahiyetleri gereği ritimleri de farklıdır ve bu çözümü olağanüstü zorlaştırmaktadır. Bunu biraz açalım.
Lenin’in işi niye kolaydı?
Kapitalizm öncesi toplumlarda Krizler, savaş, iklim, doğal felaketler gibi nedenlerle üretim yetersizliğinden çıkarlar. Buna karşılık, kapitalist bir toplumda ise, çok özel koşullar bir yana, ekonomik krizler, malların ve ürünlerin yokluğundan değil, fazlalığından çıkar. İnsanlar çok buğday ürettikleri için aç kalırlar; ya da örneğin yeterince buğday vardır ama spekülatörler onu vurgun ve karlar için stok etmekte, gizlemektedirler, o nedenle açlık ve yıkım tehlikesi baş gösterebilir.
Bu nedenle açlığı ve yıkımı engellemek dağılımın ve bölüşümün örgütlenmesine, spekülatörlerin kontrolüne vs. ilişkin bir sorundur. Bu da esas olarak ürünlerin ve malların dağılımını ve bölüşümünü düzenlemek demektir ve bir organizasyon sorunudur. Ve bunlar da son duruşmada fiziki denebilecek birtakım tedbirlerle hızla çözülebilme yeteneğindedirler. Tırlara, vagonlara ya da gemilere çok olduğu yerden tonlarca buğdayı yükleyip olmayan yerlere yollamak eni sonu birkaç hafta içinde yapılabilecek bir iştir. Sorun bunu yapacak irade ve karar olup olmamasındadır. Lenin’in önerdikleri de zaten bu irade, karar ve organizasyona yöneliktir.
Bu nedenle, ekonomik çöküşü veya açlığı engellemek için zamanın ritmi günlerle, haftalarla ölçülebilir. Bu anlamda Lenin’in işi yine de çok kolaymış.
*
Ama insanların fikirleri, zihniyetleri, anlayışları; varsayımları, alışkanlıkları, politik ve sosyal örgütlenmeleri başka bir zamanın ritmiyle değişirler.  Düşüncelerin, siyasetlerin değişimlerinin zamanının ritmi çok yavaştır. Bu zamanın ritmi yıllarla, hatta on yıllarla ölçülür.
Elbet bu ritmin hızlandığı zamanlar, yani devrimci kabarış dönemleri de vardır. Ama Lenin’in tabiriyle, “yirmi yılların yirmi günde kat edildiği”, geniş yığınların zihinsel bir dönüşümü dev adımlarıyla geçirdiği; zamanın hızlandığı devrim dönemlerinde bile bu değişimin ritmi aylarla ölçülebilir.
Örneğin 1917’de, kendiliğinden bir ayaklanmayla Şubat Devrimi’ni yapan işçi ve köylülerin Ekim Devrimi’ni yapacak hale gelmesi en az altı ayı gerektirmişti. Hem de dünyanın bu güne kadar gördüğü, en iyi hazırlanmış, en demokratik partisinin ve bunun adeta dakik denebilecek kadar doğru zamanlama ve taktiklerinin varlığında ve aynı zamanda savaşın ve çürümüş çarlığın sağladığı olağanüstü uygun denebilecek koşullarda.
Türkiye’de ise “devrimci ya da demokratik kabarış” denebilecek bir dönemin olmadığını, aksine böyle nitelenebilecek bir dönemin bittiğini işaret ediyor tüm göstergeler.
*
Evet, sona erdiği şimdi giderek daha net ortaya çıkan devrimci veya demokratik yükseliş diyebileceğimiz bir dönem yaşadık.
Bu yükselişin ilk işaretleri İzmit depremine kadar götürülebilir ama bu yükseliş döneminin başlangıcı,  AKP’nin iktidarı alması; seçimde de doksanların özel savaş rejimi partilerinin hepsinin fiili tasfiyesiyle başladı denebilir.
O zamanların AKP’si ezilenlerin demokratik özlemlerinin; burjuvazinin devlet sınıflarına utangaç da olsa direnişinin ifadesiydi. Politik İslam (Anadolu Burjuvazisi), stratejik bir dönüş yaparak, batılılaşma bayrağını Askeri Bürokratik oligarşinin elinden alarak en geniş kesimleri birleştirebilmiş; Erbakan’ın Avrupa ve Batı karşıtı çizgisini bırakıp, Avrupa Birliği’ne katılmayı hedeflemişti. Buna karşılık, askeri bürokratik oligarşi ise, Avrasyacılığa dönmüştü.  AKP, “muhafazakâr-demokrat” denebilecek bir parti olarak ortaya çıkmış; bu programıyla burjuvaziyi ve işçi sınıfını kendi bayrağı altında birleştirebilmiş; hatta şehir orta sınıfları ve laikleri ve Alevileri tarafsızlaştırabilmiş; Kürtlerin de hayırhah bir desteğini alabilmişti.
Bu yükseliş örneğin Hrant Dink’in ölümü üzerine ortaya çıkan kitle hareketinde de nirengi noktalarından birine ulaştı (2007 Ocak). Ve böylece korkak AKP’ye özel savaş rejiminin dayatmalarına karşı direnme ve Genelkurmayın restini görme cesareti verdi.
Aynı yıl, altı ay sonra yapılan seçimler ise, Devlet sınıflarının savunmaya geçmesine; demokratik muhalefetin daha geniş bir hareket alanı elde etmesine yol açtı.
Bir bakıma 2007 ve 2011 arasında Türkiye hem ekonomik; hem de politik bakımdan en rahat dönemini yaşadı denebilir.
2010’daki “Arap Baharı”nın ortaya çıkışında Türkiye’deki bu demokratik yükselişin Arap ülkelerinin geniş yığınlarına somut bir örnek ve bir umut olarak hiç de küçümsenmeyecek bir etkisi olmuştur.
Aslında tüm Ortadoğu ve Akdeniz’in güneyini kaplayan; birbirini destekleyerek tüm bölgeyi dönüştürebilecek bu devrimci kabarıştı bu.
Bu devrimci yükseliş, emperyalistlerin müdahalelerinden çok, bu devrimlerde büyük ağırlığı olan Politik İslam’ın ve Türkiye’deki AK Parti ve Erdoğan ve Gülencilerin zerrece demokratik bir programa ve anlayışa sahip olmamaları yüzünden yenildi ve çöktü.
Eğer AKP ve Erdoğan, “Arap Baharı”ndaki demokratik muhalefeti destekleseler; İslamcı ve anti demokratik yönetim ve muhalefete destek vermeseler; hatta hiçbir şey yapmasalardı; sadece o devrimlerin güneşine engel olmasalardı bile; o devrimci kabarışlar Mısır ve Suriye’de kendi gücüyle demokratik dönüşümleri bir ölçüde olsun başarabilirdi belki de.
Doğumuna vesile olduğu devrimleri boğan bir cellât oldu AKP ve Erdoğan. Hem genel olarak Politik İslam; hem de Erdoğan, Gülenciler ve AKP, tarihin kendine sunduğu bu olağanüstü fırsatı değerlendirecek perspektif, birikim ve hazırlıktan yoksun olduğunu gösterdi. Denebilir ki, Ermeni ve Rumların katliamı ve sürülmesi ile ilk sermaye birikimini yapan Müslüman burjuvazi (veya “Anadolu Kaplanları”) bu laneti taşımaya devam etti ve bu yolla tüm Ortadoğu’ya da bulaştırdı. İstihbarat servislerinden maaşlı Necip Fazıl’dan ve soğuk savaşın Anti Komünizminden ideolojik gıdasını ve programını almış bu burjuvaziden ve bunun İslam yorumunun politik ifadesinden daha ötesi de beklenemezdi.
Bir parça demokratik bir karaktere sahip olsaydı, aynı İslam’dan Hikmet Kıvılcımlı’nın (ya da işçi sınıfının) Eyüp sultan konuşmasında yaptığı türden en köktenci demokrasiyi programlaştıracak bir yorum da çıkarabilirdi. Sorun sanılanın aksine İslam’da değil, onun yorumlayan ve programına gerekçe yapanların alınlarında taşıdıkları kanlı lanetlerdeydi. Rumları ve Ermenileri kesmemiş bir Anadolu'da burjuvazi hedeflerini politik İslam biçimi altında formüle edemezdi ve etmezdi. En azından din körü bir düzeni hedeflemek için, köklerini Aydınlanmada arardı.
AKP ve Erdoğan, tüm bölgeyi korkunç bir yıkıma sürükledi. Ceza suçun cinsinden olacaktır. Şimdi yıkım sırası Türkiye’de.
Devrimci kabarışların öncüsü olan teoriler, ideolojiler, hareketler, partiler, liderler bunlardan insanlığa refah ve gönenç sağlayacak bir düzene geçiş sağlayamadıklarında, bu sefer devrimci kabarışların yerini karşı devrimci kabarışlar alır.
Bugün öyle görülmeyebilir ama bu çöküş aynı zamanda Politik İslam’ın da tıpkı önceki dönemin Sosyalizmi ve Arap milliyetçiliği gibi sırasını savdığını gösterir.
Ve ilerde bu daha iyi görülecektir.
*
Elbette bugünün AKP’si ile 2002’nin AKP’sinin farkını görmek gerekir. Erdoğan’ın kendisinin basit bir avadanlığına dönüştürdüğü bugünkü AKP,  2002’nin, Erdoğan’ın “eşitler arasında birinci olduğu”; herkesin onunla aynı göz hizasından konuştuğu dönemin AKP’si değildir.
AKP’nin gelişi, Doksanların tüm Türkleri çürüten “Özel Savaş Rejimi”nin sonunu ifade ediyordu. İşçiler ve geniş kitleler ve de burjuvazi, devlet sınıfları, Ergenekon ve Mafya rejimi karşısında birleşmişti; oylarıyla politik İslam’a oy vererek, bir yanıyla bu egemen güçlere ve bir yanıyla İslam aracılığıyla iyice azgınlaşmış Türk ırkçı milliyetçiliğine dur diyor; bu da hem kendi iktisadi durumlarının düzelmesi için; hem de Kürtlere karşı terörün ve düşmanlığın durması için bir olanak yaratıyordu.
Ama bu arada Erdoğan derinden derine, en başta kendi partisine ve kendini oraya yükseltenlere karşı ağlarını örmeye başlamıştı.
İhale kanunlarını defalarca değiştirerek; kendine bağlı bir sermayedarlar zümresi oluşturarak; yine kendine bağlı kişileri stratejik yerlere yerleştirerek; aynı amaca yönelik olarak benzer yöntemleri kullanan Gülencilerle ittifak kurarak, ekonomi, devlet, idare ve partide mevzileri ele geçirmeye ve ağlarını örmeye başlamış olsa bile, henüz bütün bunlar çok belirsizdi ve henüz acil bir tehlike oluşturmuyordu.
Erdoğan ise bu arada emme basma tulumbasını kuruyordu. İktidar ve başbakan olmanın, yani devletin gücüne dayanarak ekonomik, politik ve idari gücünü pekiştiriyor; ekonomik, politik ve idari gücüne dayanarak de parti ve devletteki gücünü ve konumunu pekiştiriyordu.
Ve aynı yöntemi izleyerek Gülenciler de gelişiyordu. Aralarındaki rekabet, tıpkı emperyalist ülkeler arasındaki rekabet gibi, kimin egemen olacağına ilişkindi yoksa gerek hedefleri; gerek yöntemleri ve mahiyetleri bakımından özünde en küçük bir farkları yoktu.
Onlar karşı devrimci, emperyal özlemleri olan ve anti demokratik ağlarını ilmik ilmik örerlerken, kitleler içindeki demokratik ve devrimci kabarış yükselişini sürdürüyordu. Ve işin ilginci bu yükseliş Doğu’da ve Batı’da, Kürtler ve Türkler arasında senkronize bir şekilde yürüyordu. Birbirlerini besliyorlardı.
Türk Ordusunun PKK karşısında aldığı askeri yenilgiler (örneğin Zap, Dağlıca ve Roboski katliamı da bu çerçevede sayılabilir) Batı’da direnişe cesaret ve güç veriyor; batıdaki yükseliş Kürt hareketinin manevra alanını genişletiyor, ona yeni olanaklar ve özgüven veriyor; yeni mevziler kazanmasının yolunu açıyordu.
Bu ortamda Öcalan’ın “Türkiyelileşme” stratejisi Kürt hareketi içinde ağırlığını arttırıyor ve bir uygulama alanı bulabiliyor; Kürt hareketinden uzak duran Türk solcuları, Kürt hareketine yanaşıyorlardı.
AKP’nin Erdoğan tarafından tasfiyesi ve açıkça anti demokratik bir güç haline gelmesi sürerken; demokrasi saflarındaki bu karşılıklı güçlendirici etki en açık biçimde 2013 yılında görülebilir.
Suriye’de başlayan devrimin tek gerçek demokratik mirasçısı Kürt hareketinin yükselişi ve Rojava’da kantonların kuruluşu, devleti “Kürtlerle savaşarak bölünmektense, birleşerek büyümek” çizgisine getirmiş; bu da “çözüm süreci” adı verilen ateşkesin yolunu açmıştı. (Tabii bütün bunlar Erdoğan’ın başkanlık için Kürtlerin desteğini alma beklentisiyle de çakışmıştı)
Bunun sonucu olarak Öcalan’ın 2013 Newroz’undaki mesajı ve ortaya çıkan barış ve iyimserlik atmosferi; Gezi ayaklanmasını hem mümkün kılmış hem de tetiklemişti.
Hatta bu ilişki Kürt hareketinin yükselişinin ve batıda yükselen demokratik eğilimlerin buluşmasının meclise taşıdığı Sırrı Süreyya’nın, Taksim’de buldozer çukuruna atlamasının Gezi direnişini tetiklemesinde sembolik bir ifade bile bulmuştu.
Ama bu senkronizasyon ve karşılıklı olumlu etkilemenin sınırlarına gelindiğinin işaretleri de ortaya çıkmaya başlamıştı.
Bu belirtiler de yine aynı Sırrı Süreyya’nın İstanbul Belediye reisi seçimi adaylığı ve adaylığı boyunca yürüttüğü seçim çalışmasında görülmüştü. Gezi’nin devrimci ve dönüştürücü potansiyelini oya tahvil etmeye kalkmış ve tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Bu da Kürt hareketinin (ve de Türk sosyalistlerinin) Gezi’yi ve onun potansiyellerini anlayamayışının da sembolik bir ifadesiydi.
Kürt hareketi Gezi’yi anlayamamış ve onu ilerletici bir işlev görememişti ama Gezi hareketi de kendi gücünün ve olanaklarının büyüklüğünü görememiş, tüm ülke ölçüsünde örgütlenme ve tüm ülkeyi dönüştürecek alternatif ikili bir iktidar tohumu oluşturacak organlar yaratma ve oluşturma hedeflerine yönelmek yerine; bunu reddetmiş; mahallelere, parklara, dayanışmalara dağılarak, çölde kuruyan nehirler gibi bütün gücünü tüketmişti.
Çünkü Gezi de, tıpkı AKP’nin politik İslam’ı veya Türk Sosyalistleri gibi, bir devrimci dönüşümün fikirsel hazırlığından yoksundu. Ne post modernizmin sözüm ona “çoğulcu”, “çok renkli”, ne de liberter öğretinin sözde “otorite düşmanı” kulağa hoş gelen ama içi boş ve en küçük bir analiz ve eleştiriye dayanamayan söylemleri ciddi bir kavramsal ve teorik hazırlığın; programatik ve stratejik çözümlerin yerini dolduramazdı ve dolduramadığı görüldü.
Hatta Öcalan’ın “Demokratik Özerklik” ve “Demokratik Ulus”, “Demokratik Cumhuriyet” gibi kulağa hoş gelen ve gerçek içerikleriyle devrimci ve demokratların savunması gereken slogan ve programları bile somut içerikleriyle hem Türk sosyalistlerinin klasik Stalinist ve pozitivist; hem de Post modernizmin ve liberter görüşlerin eklektik bir bileşimi olmaktan öteye gidemiyordu.
Bizim Marksizm’de sağladığımız gelişme böyle bir devrimci kabarışa program ve strateji sunabiliyordu ama bunu gerek Gezi’ye gerek Kürt hareketine aktarabilme konusundaki bütün çırpınmalarımız; bir gericilik döneminde şekillenmiş Türk sosyalist örgütlerinin bürokratik engellemelerin de katkısıyla, bu yükselişin sarhoşluğunu yaşayan Kürt ve Gezi hareketlerinin dikkatini bile çekmeden; “uzayın sağır boşluklarında” yitip gidiyordu[5].
Yine de devrimci kabarış sürüyordu. Hem de bu sefer Kürt Özgürlük Hareketi dolayısıyla Suriye’deki gelişmelerle de senkronize olmaya başlamıştı. Türkiye’deki Kürtlerin desteği ve yükselen mücadelesi, Rojava’da IŞİD’in yenilgisinin yolunu açmış; IŞİD’in yenilgisi Türkiye’deki demokratik yükselişi beslemişti.
Barış süreci Gezi’yi tetiklemiş, Gezi Kürt hareketine müttefik olmuş; Gezide radikalleşen gençler Rojava Devrimine katılmaya başlayarak ona destek olma yoluna girmişlerdi. Takma ve gerçek isimleri adeta bir soyağacı ve program olan Paramaz Kızılbaş’ın (Suphi Nejat Ağırnaslı) Miştenur Tepesi’nde ölümü de bir bakıma bu karşılıklı etkilenmenin sembolik bir ifadesiydi. Süreçler birbirini besliyordu.
Ancak Kobani’ye destek için Türkiye’deki Kürtlerin isyanı ve ardından gelen Kobani zaferi aynı zamanda, Devlet sınıfları için Kürt Hareketinin yükselişinin ve Radikalleşmenin sürmesi halinde her şeyin kontrolden çıkacağını gösteren ilk uyarı oldu.
Devlet içinde dengeler değişmeye başladı. Devlet Sınıfları, bu sefer Kürtleri ezme stratejisine dönüş yapmanın hazırlıklarını yaparken; Gülencilerle Erdoğan’ın ittifakının bozulması ve Kürt hareketinin Başkanlık hedefinin önüne bir engel olarak dikilmesi Erdoğan’ın tek adam diktatörlüğüne dayanan İslam-Türk devleti hayalleri ile Özel Savaş Rejimi’nin, Ergenekon’un ittifakını mümkün kıldı. Ama henüz bir bütün olarak tüm devlet sınıfları buna hazır değildi. Erdoğan’ın tek adam rejimine karşı Kürt hareketi ve Gezi’nin kalıntılarına (HDP bir bakıma bu ikisiydi) yol verilebiliyordu.
7 Haziran seçimleri, 2002’den beri süren demokratik yükselişin zirvesi ve aynı zamanda inişin başladığı ve tüm teorik, stratejik ve politik hazırlıksızlığın birden bire ortaya çıkmaya başladığı nokta oldu.
Bütün zaaflar önceden de vardı, ama fiili başarılar bunların görülmesini engelliyordu. Herkes başarı var o halde her şey doğru yapılıyor diye düşünüyordu. Toplumda başarının doğru olmaya değil, güç ilişki ve kombinasyonlarına bağlı olduğu görülmüyor veya görülmek istenmiyordu.
7 Haziran seçimleri zaten Erdoğan’ı başkanlık için HDP’yi ve Kürt hareketini ezmek gerektiği noktasına getirmişti; doksanların Ergenekon'u zaten oradaydı; bu arada AKP içindeki temizlik de tamamlanmıştı.
HDP’nin Seçim başarısı Devlet sınıfları içindeki tüm eski refleksleri harekete geçirdi, zaten Erdoğan-Ergenekon ittifakı devlet içindeki dengeleri de değiştirmişti. Böylece AKP (Erdoğan) ve Askeri Bürokratik Oligarşi, bir varlık yokluk sorunu olarak gördükleri Kürt hareketini ve Türkiye’deki demokratik hareketi ezmek için Tarihteki en geniş ittifakı kurdular.
Askeri Bürokratik Oligarşi’nin sivil uzantısı olan MHP ve CHP’nin Erdoğan’ın politikalarına verdiği destek, özünde Askeri Bürokratik Oligarşi ve Erdoğan ittifakının sivil politikadaki görünümünden başka bir şey değildir.
HDP’nin ve PKK’nın yani Kürt özgürlük hareketinin birbiri peşi sıra yaptığı ve tam da milliyetçilikle bir türlü kopuşamamaktan kaynaklanan teorik ve programatik yetersizlikten kaynaklanan yanlışları da bütün bu süreci kolaylaştırdı.
*
Elbette Devlet sınıfları da, Ergenekon da, Erdoğan da bu ittifaka girerken uzun vadede diğerini tasfiye edebileceğini; diğerine şimdilik kestaneleri ateşten çıkartmayı düşünmektedir.
Örneğin devlet sınıfları ve Ergenekon, hem "Cemaat”i Erdoğan’a temizlettirerek kestaneleri ateşten çıkartabilir; yani İslamcıyı İslamcıya “iti ite” kırdırtabilir; hem de sonrasında Erdoğan’ı tasfiye ederek bir diktatörden kurtarıcı pozunda tekrar eski günlerine kavuşabilirdi.
Erdoğan da güçlü görünümüne rağmen aynı zamanda ne kadar güçsüz olduğunu biliyor ve bu kritik durumda onların gücüyle konumunu pekiştirdikten sonra, onları tasfiye etmeyi ve kendi paylaşılmaz diktatörlüğünü kurmayı hesaplıyor, bu nedenle hızla örgütlenmeye ve kendi destekçilerini bir militanlar ordusu halinde örgütlemeye çalışıyordu.
Bunlar elbet bir gün işler kötüye gittiğinde veya taraflardan biri kendini yeterince güçlü gördüğünde kapışacaklardır. Ama kimin üstün geleceği henüz ortadadır.
Büyük bir olasılıkla Erdoğan bu son çatışmayı da kazanabilir. Şimdi bu ittifakın önünde “uzun bıçaklılar gecesi” bulunmaktadır. Ama işler buraya gelinceye kadar önce tüm demokratik muhalefetin ve Kürt hareketinin ezilmesi için birlikte yürüyecekleri epey bir yol bulunmaktadır.
*
İşlerin böyle gelişmesinde gerek Kürt hareketinin, gerek Türk sosyalistlerin ve Gezi’nin sınırlarına dayanmasının, büyük etkisi bulunmaktadır
Çünkü yine de bu ittifak bozulabilir ve güçlü bir savunma mevzisi oluşturulabilir, bugünkü gibi tam bir yıkım yaşanmayabilirdi. Birbiri ardınca işlenen politik hatalar bu yıkımın belirleyicisi oldu.
Kabaca 2000’lerin başında başladığı düşünülebilecek Ortadoğu çapındaki demokratik ve devrimci yükseliş, önderlerinin ve bayraklarının hayallerine cevap verilemeyişini ve ilk ihaneti politik İslam ve AKP’den gördü. Libya, Mısır ve Suriye, Buralarda Türkiye’nin ya da Erdoğan’ın oynadığı rol devrimci yükselişin umutlarını yitirmesine yol açtı. Devrimci ve demokratik hayallerin hayal kırıklıklarına dönüştüğü yerde karşı devrimci ideoloji ve politik akımların yükselişi başlar. IŞİD veya El Nusra (El Kaide) ve diğer selefi ve diğer Şeriat hedefli hareket ve örgütlerin yükselişi bunun bir görünümüdür de.
Bu ülkeler içinde tek ve az çok demokratik bir karakteri olan hareket Kürt hareketi ve Gezi idi.
Bunlar belki bu devrimci yükselişin umutlarına bir cevap olabilirlerdi. Ama bu ikisi de yukarıda değindiğimiz nedenlerle bunu başarabilecek kapasiteden ve birikimden yoksun olduklarını gösterdiler. Örneğin bir Ortadoğu çapında program ve parti kuramadılar. Kurmak bir yana böyle bir sorunları bile olmadı. Hâlbuki biz örneğin daha 2004 yılında Ortadoğu İçin “Ortadoğu Demokrasi Manifestosu”nu yazmıştık ve bu manifesto’yu 2008’de fiyaskoyla sonuçlanan çatı Partisi Kongresinde tüm delegelere dağıtmıştık.
Ve özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra “laik” ve Alevilere dayanan yükselişine (Gezi özünde buydu) ve Kürtlerin devimci ve demokratik yükselişine bir cevap olamadıklarını gösterdiler.
Böylece tüm bölge için hayal kırıklıkları zinciri kapanmış; devrimci yükselişin son mevzileri de düşmüş oluyordu.
AKP’nin temsil ettiği Politik İslam’da, Gezi’nin temsil ettiği Post Modernizm’de ve Klasik Sosyalizm (Stalinizm veya pozitivizm de denebilir), Post Modernizm ve Milliyetçiliğin özgün bir karmaşası olan Kürt hareketinde (HDP ve PKK) demokratik ve devrimci özlem ve hayallerine cevap bulamayan devrimci ve demokratik yükseliş, öyle görülüyor ki, gücünü ve enerjisini tüketmiş bulunuyor ve tam bir hayal kırıklığı ile gerici ve karşı devrimci yükselişe alanı açmış bulunuyor. Büyük bir olasılıkla şimdi uzatmalar oynanıyor. Bu gidişi ancak uluslararası ölçüde devletlerarası rekabetin yaratacağı çatlaklar durdurabilir.
*
Faşizm yığınların devrimci yükselişlerinde onların umut ve beklentilerine cevap veremeyen devrimci ve sosyalist partilerin günahlarının bir cezası olarak gelir.
Şimdi bu ceza geliyor.
Öyle görülüyor ki bu ceza sanıldığından çok daha korkunç olacak.
Bu politik hataların ardında da teorik hazırlıksızlık ve yetersizlik; programsızlık ve stratejisizlik, daha doğrusu yanlış program ve stratejiler bulunmaktadır.
Türk sosyalistleri Kürt hareketine teorik bir yol açacak durumda olmak bir yana ondan bile geriydiler.
Kürt hareketi ise, Öcalan’ın projesini bile anlamaktan uzaktı.
Kaldı ki Öcalan’ın projesi bile tam demokratik bir program olmaktan uzaktı.
Klasik gerici milliyetçiliğin içini, demokratik özlemlerle doldurma çabasından başka bir şey değildi ve “yanlış bir hayat doğru yaşanmayacağı”; yanlış bir strateji taktik doğruluklarla düzeltilemeyeceği gibi, milliyetçiliğin kökünü kazımak bir yana onu besliyordu. Ve kendi beslediği milliyetçiliğin kurbanı oldu.
Kürt özgürlük hareketinin hatalarının temelinde şu vardır: En temel sorun olan, Türklerin büyük çoğunluğunu kazanma veya tarafsızlaştırma hedef ve stratejisini bir kenara bıraktı. Kürt ulusalcılığının mantık sonucu olabilecek bir yaklaşıma geçti veya içinde bu eğilim ağırlık kazandı.
7 Haziran sonrasında yapılan hataların stratejik özü buradadır. Eğer Türklerin çoğunluğunu da kazanmak gibi bir hedefiniz varsa, bunun için başka örgüt ve mücadele biçimleri izlemek gerekir. Bunun ne olacağını görmek isteyenler yazılarımıza ve defalarca bıkmadan tekrarladığımız girişim ve çağrılarımıza bakabilirler.
Bütün diğer yanlışlar bunun sonucudur. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan yanlışlar söyle sıralanabilir.
Birincisi silahlı Kürt hareketi gücünü abarttı veya başka bir nedenle, çok özgül koşullarda oluşmuş dengelerin ürünü olan güçlü görünüşünün büyüsüne kapılarak isyan etti. Hâlbuki bütün devrimci mücadeleler tarihi isyanla oynanmayacağını gösteriyordu.
Öte yandan sadece isyan ekmek için gücü yetersiz değildi aynı zamanda isyanın gereklerini de yerine getirmemişti.
Diyelim ki, sadece belli Kürt kentlerinde değil, bütün Türkiye ve Kürdistan’da her yerde özyönetim ilan etseydi, her yerde merkezi devlet organlarına karşı demokratik bir devletin organlarını oluşturma ve kendini yönetme organları kurma çağrısı yapsaydı; tüm ülkedeki toplumsal hayatı örgütlemek üzere harekete geçseydi. Hem bölücülük olarak algılanmaz ve Türkiyelileşme stratejisine uygun davranılmış olurdu; hem de bu isyan gibi isyan olurdu. Yenilirdi ezilirdi ama bir örnek, bir program bırakmış olurdu.
Kaldı ki, özyönetim ilan edilerek yapılmaz. Fiilen oluşturulur bu organlar. Var olan merkezi ve bürokratik devletin yanı sıra, fiilen ikili bir iktidar oluşturarak, adalet, eğitim, güvenlik; fikir ve örgütlenme özgürlüğü; savunma vs., hâsılı tüm alanları birer birer doğrudan, aşağıdan, kitlelere dayanarak örgütleyerek oluşturulur. Bütün işçi ve sosyalist hareketin tarihi ve geniş literatür bunun böyle olacağını ve olması gerektiğini anlatıyordu. Bu alfabetik dersler ve sonuçlar bile atlandı. Böyle davranılarak belki sözde keskin (Özyönetim ilanı) davranılmaz ama işte keskin (Fiili özyönetim tohumu olacak organlar ve örgütler) davranılmış olurdu.
Komik bir biçimde oyun oynarca özyönetimler ilan etti. Özyönetim sorununu, bir semte hendek kazıp polisin girmesini engellemeye indirgedi. (bir zamanlar Aysel Tuğluk’un Demokratik Özerklik İlan etmesi gibi. O da anlaşılmaz ve gayrı ciddi bir işti.)
Özyönetim, örneğin polisin mahalleye girip girmemesi değil; mahallelinin suçlu için polise değil kendi öz güvenlik organlarına gitmesidir. Devletin mahkemesine değil, kendi örgütlediği mahkemelere gitmesidir. Bunu da ilan etmeye gerek yoktur. Fiilen gerçekleşir ve bu er veya geç var olan devletle mekânsal değil egemenliğin tüm alanlarını kapsayan bir çatışmaya girer. Özyönetimi ancak dar kafalı bir ulusalcı bakış açısı, birkaç Kürt iliyle sınırlayıp, mahalleye Türk devletinin polisinin veya askerinin girmemesine indirgeyebilirdi.
Kürt hareketi özyönetimin ikili iktidar organları yaratmak ve onların alternatif bir demokratik ulus ve devlet oluşturması olduğunu ne kendisi anlamıştı ne de kimseye gösterebildi.
Ama yanlış içinde yanlış yapılıyordu.
O karikatür gibi özyönetim ilan edip isyan ettiği yerlerde bile, bir isyana uygun davranmıyordu. Hem özyönetim ilan ediyor hem de bunun isyan olmadığını söylüyordu örneğin. İsyan sizin onu öyle adlandırmanıza bağlı olarak oluşmaz. Karşınızdakinin onu nasıl gördüğü ile ilgilidir ve Türk devletinin bunu isyan olarak göreceğini bilmek için onlarca yıldır dağlarda dolaşmış gerilla komutanı olmak da gerekmez. Her sıradan yurttaş bunun isyan olduğunu bilir.
Kaldı ki, isyanın kuralı, “hücum, hücum hücum”dur. Savunma her isyanın ölümü demektir. Hem isyan ediliyor hem de hendek kazılıp savunmaya geçiliyordu. Yapılması gereken hendek kazmak değil; karakolları, kışlaları, belediyeleri, hükümet binalarını, barajları, santralleri, hasılı tüm kritik yerleri ele geçirmek olabilirdi. Eğer buna kapasite yoksa o zaman da yapılması yanlıştır zaten. Sadece siyasi bakımdan değil, aynı zamanda askeri bakımdan ve fiziki olarak korkunç hatalar yapıldı.
Hem isyan edip, hendek kazıp öz yönetim ilan edip hem de kendini oraları askeri savunma ile sınırlamak kendini yenilgiye mahkûm etmekten başka bir anlama gelmezdi.
Bari hiç olmazsa eldeki gerilla güçleri de savaşa sürülüp kuşatma altındakileri kuşatanlara karşı bir savaşa girilseydi. Bu da yapılmadı. İsyan, Mahallelerdeki eğitimsiz ve tecrübesiz gençlerin sırtına yıkıldı. Başlarına bir iki tecrübeli elemen yollanmakla yetinildi.
Bugünkü korkunç yenilginin ve yıkımın sebebi esas olarak isyanın bile isyan gibi yapılmamasıdır.
Evet, isyan kategorik olarak yanlıştı. Onun koşulları yoktu. Bu bütün yanlışlığına rağmen gerçekten adına yakışır şekilde isyan edilseydi, örneğin bütün Türkiye ve Kürdistan’da tüm güçler cepheye sürülerek isyan edilseydi devlet yine ezerdi büyük olasılıkla, ama en azından bir program ve gelenek bırakılırdı. Bugünkü gibi tam bir demoralizasyon, yılgınlık, güçlerin bölünmüşlüğü olmazdı.
Hâsılı doğru dürüst bir isyan geleneği ve tecrübesi bile bırakılmadı.
Ve bugünü kadar bu yapılan yanlışların açık bir özeleştirisi hala yapılmış değil. Duran Kalkan’ın devletin böyle geleceğini düşünememiştik demesi; Bayık ve Karayılan’ın üstü kapalı özeleştiri anlamına gelebilecek imalı sözleri dışında bir şey yok. Hele daha 7 Haziran’ın başarısının dumanı tüterken bu başarıyı ve yöntemi hiçe sayarca Bese Hozat’ın “devrimci halk savaşı” sayıklamaları hala orada duruyor ve bunların yanlışlığı üzerine halka yapılmış bir açık özeleştiri bile yok.
Özeleştiri de sadece yanlış yapıldığını söylemek değildir. Özeleştiri, bu yanlışın nedenleri üzerine de bir açıklama ve açıklanan nedenlerin gerçek nedenler mi olduğu üzerine açık bir tartışma ile olabilir ancak.
*
Ve devrimci hayallerin tükendiği; devrimci partilerin bu devrimci umutlara gereken cevabı veremeyip, devrimci umutların yıkıldığı dönemleri; genellikle en keskin yenilgilerin; tekrar toparlanmanın birkaç nesil geçmesini gerektirecek yenilgilerin yaşandığı dönemler izler. Öyle görülüyor ki, şimdi böyle bir korkunç yenilginin arifesindeyiz.
Elbet her zaman bir belirsizlik payı vardır. Ama şu an bütün göstergeler bir buldozer gibi Erdoğan’ın İslamcı-Türkçü faşist tek adam diktatörlüğünün geldiğini gösteriyor.
Şu an Türkiye’de bu gidişi durduracak hiçbir dinamik bulunmuyor. Tam bir yenilgi ve çöküş bizleri bekliyor.
Durumumuz tıpkı Mussolini’nin iktidara geldiği İtalya’ya veya 1933’lerin Almanya'sına benzemektedir.
Faşist bir diktatörlüğün arifesinde bulunuyoruz.
Faşizm sözcüğünü Türk ve Kürt solu enflasyoner bir şekilde kullanır. Biz onların kullandığı anlamda kullanmıyoruz. Gerçekten faşizm anlamında kullanıyoruz. Faşist bir rejim bir kere oturunca, tekrar bir demokratik bir muhalefetin çıkabilmesi için birkaç nesil geçmesi gerekir.
Ve birkaç nesil sonra ortaya çıkan muhalefet o rejimin paradigmaları içinde kendini ifade edip artiküle etme yolları arayabilir. İspanya, Portekiz, İran, hatta Türkiye bunun örnekleridir. Ermeni katliamının gündeme gelmesi için iki üç nesil geçmesi gerekmiştir. Eğer müttefikler Almanya’yı ve İtalya’yı yenmeseydi bugün Almanya Nazi rejimi altında bulunuyor olurdu. İran’a bakın. Hizbullah denen terör aygıtlarıyla İran’daki rejim oturdu ve aradan iki nesil geçmesine rağmen hala demokratik bir muhalefet yok ve olan da kendini Şii İslam’ın paradigmaları içinde ifade edebiliyor.
Maalesef PKK yöneticilerinin demeçleri incelendiğinde onların bu korkunç durumu görmediklerini görüyoruz. Onlar hala eskisi gibi, örneğin doksanlar veya 2000’lerdeki gibi bir gelgit yaşanacağını sanmaktadırlar. Maalesef durum öyle değil, keşke düşündükleri gibi olsa.
1930’ların Almanya’sında dünyanın en örgütlü işçi sınıfı vardı ve bu işçiler Sosyal Demokrat ve Komünist partilerde örgütlüydüler. Ama Komünist Partisinin tıpkı şimdi PKK’nın yaptığı gibi hataları yüzünden, o dünyanın en örgütlü işçi sınıfı, neredeyse bir tek kursun bile atmadan teslim alındı.
Herkes bir iç savaştan söz ediyor. Türkiye’yi bekleyen daha kötüsüdür. Bir direniş bile olamadan teslimiyet tehlikesi kapıdadır. Noel baba’nın kafasına silah dayayan zeybek kıyafetli İslamcı Türkçü faşist çetelere karşı bile hiçbir şeyin yapılamadığı bir ülkede başkası beklenemez. Keşke Erdoğan’ı savaşa zorlayacak bir direniş koyabilsek. Bunu bile yapabileceğimiz çok şüphelidir.
Şu an tek çıkış yolu, Erdoğan, Ergenekon ve Genelkurmay’ın Suriye’de ağır bir yenilgi alması ve çıkışsızlığı olabilir. Ancak artık bu bile güç. Türkiye Rusya’ya yanaşarak ve El Bab’a kadar girerek hareket alanını genişletti. Yarın ABD ve Rusya rekabetine dayanarak daha da genişletir ve YPG yerine bırak Rakka’yı ben alayım deyip de ABD’yi buna razı ettiği an, Rojava’yı bir silindir gibi ezip geçer. Şengal’e kadar da bir kama gibi saplanır.
Dileriz bu plan gerçekleşmez, aksar. Örneğin El Bab’da bir yenilgi alır, çakılır kalır. Ancak öyle görünmüyor.
*
Bizler bu gelişmeleri etkileyemeyiz. Bunlar bizim dışımızda olacak gelişmeler. Bu yazının amacı bizlerin neler yapabileceğimizdir. Çünkü hiçbir zaman yüzde yüz çıkışsız bir durum yoktur. Sonuna kadar çabalamak, debelenmek gerekir. Süt kabına düşen fare gibi belki çabalaya debelene sütte yağ topakları oluşmasını sağlayabilir ve onlara dayanarak kaptan çıkabiliriz.
O halde debelenmeye devam.
Ama ilk şart, nasıl umutsuz bir durumda olduğumuzu, bu dönemin özgüllüğünü kavramaktı. Bu ilk yazıda bu ilk koşulu yerine getirmeye çalıştık.
30 Aralık 2016 Cuma
Demir Küçükaydın
@demiraltona



[1] Lenin’in bu yazısı,  sonra “Geçişsel Talepler” diye adlandırılacak programatik yaklaşımın ilk örneği sayılabilir. Bugün de aynı metodolojik ve programatik yaklaşım bir çıkış noktası sağlayabilir. Ama buna daha sonra geliriz. Önce durumun vehametinin ve özgüllüğünün iyi anlaşılması gerekiyor. Bu konuda Geçiş Programı Üzerine başlığıyla yayınladığımız ve esas olarak 1980’lerin başında yazdığımız bir yazı ve ona yazılmış eklerden oluşa kitaba bakılabilir. Bu kitaba bakılarak bugün teorik olarak nasıl bir hafıza kaybı içinde bulunulduğu daha iyi görülebilir. Kitap şu linkten indirilebilir: https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAUmxxOXhPcDZtZUk
[2] Bizim bu yazımızın başlığı ve Lenin’in yazısının başlığıyla sadece rastlantısal olarak aynıdır. Bu rastlantısal aynılığa rağmen, başlığın “ihtira beratı” Lenin’de olduğundan, onu tırnak içine almak icap etti. Hem bir “intihal” olmasın diye;  hem de bu vesileyle, ne yazık ki hiç anlaşılmamış ve herkesin ölü köpek muamelesi yaptığı, kendi kurduğu partide defalarca azınlıkta kalabilmiş; “dünyanın gelmiş geçmiş en demokratik partisi”ni örgütlemiş  (Bunu ben değil, İngiliz burjuvazisinin ve tarihçiler geleneğinin ustalarından Carr söyler) peygamber gibi (Kıvılcımlı) bir devrimci olan Lenin’e olan borcumuzu ve onun da içinde olduğu geleneğin bir devamcısı olduğumuzu belirtmemize vesile olması için.
[3] "Rusya kaçınılmaz bir yıkımın tehdidi altında. Demiryolu nakliyatı akıl almaz ölçüde bozuldu ve bu durum gittikçe daha da kötüleşiyor. Demiryolları yakında işlemez hale gelecek; fabrikalar için gerekli kömür ve hammadde gelişi duracak. Tahılı da aynı gelecek bekliyor. Kapitalistler bilerek, aralıksız olarak üretimi baltalıyor (ziyan ediyor, durduruyor, engelliyor, yavaşlatıyor) ve bu örneği görülmemiş krizin cumhuriyetin, demokrasinin, Sovyetlerin ve genel olarak işçi ve köylü birliklerinin çöküşünü hazırlayacağını, monarşiye dönüşü, burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin sınır tanımayan yönetiminin yeniden kurulmasını sağlayacağını umuyorlar.
İşitilmemiş büyüklükteki bu yıkım ve açlık, bizleri önüne geçilemez biçimde tehdit ediyor. Bunu bütün gazeteler yazdılar ve bin kere tekrar ettiler, inanılmaz sayıda karar, çeşitli partiler, işçi, asker ve köylü temsilcileri Sovyetleri tarafından kabul edildi. Bu kararların hepsi yıkımın kaçınılmaz ve pek yakın olduğunu, ona karşı bütün olanaklarla karşı koymak gerektiğini ve halkın, felâketi önlemek için yiğitçe gayret göstermesi gerektiğini kabul ediyorlar.
Bunu herkes söylüyor, kabul ediyor ve doğruluyor.
Ve hiçbir şey yapılmıyor.
Devrimin altı ayı geçti. Yıkım daha da yaklaştı. Yoğun bir işsizlik üzerimize çöküyor. Düşününüz ki, ülke, buğday ve hammadde yeterliliğine rağmen mal kıtlığı çekiyor; yiyecek maddesi ve iş gücü yokluğundan sönüyor. Ve yine ülkede böyle kritik bir anda işsizlik de yoğunlaşıyor! Demokratik bir cumhuriyet olmamıza; “demokratik devrimci” olarak övünen örgüt, kuruluş ve derneklerin her tarafta çoğalmasına rağmen devrimin (hiç kimse onu büyük devrim olarak adlandırmıyor ama şimdilik ona kokuşmuş devrim demek belki daha doğru olur) altı ayında yıkıma ve açlığa karşı hiç ama hiç ciddi bir şeyin yapılmadığını göstermek için başka kanıta gerek var mı? Gittikçe daha hızlı biçimde iflasa doğru koşuyoruz; çünkü savaş hiç beklemiyor ve onun ulusal hayatın her dalında yarattığı düzensizlik gittikçe ağırlaşıyor..." (Lenin, “Yaklaşan Felaket ve Kurtulma Çareleri”)
[4] Bu satırları yazdıktan sonra tesadüfen bugün okuduğumuz Adil Gür’ün yazısı da bunun daha büyük bir olasılık olduğunu doğruluyor.
Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde seçmen davranışını ağırlıklı olarak belirleyen hep ekonomi, ekonomi diyoruz. Örneğin; 2008 - 2009 yıllarındaki küresel kriz nedeniyle Ak Parti 2009 seçimlerinde yüzde 38’lere geriledi. Hem de seçimden kısa bir süre önce Davos’taki ‘One Minute’ çıkışına rağmen. Vatandaş krizin etkilerini hissetti, tercihini bir miktar değiştirdi. Şimdi de ekonomideki sorunlar nedeniyle seçmen davranışı değişir mi diye bir beklenti içinde olanlar var. Ancak altını çizerek şunu söylemek mümkün ki, son dönemde seçmen davranışında hiçbir şey değişmiyor. Vatandaşta farklı bir ruh hali gözlemleniyor. 15 Temmuz’a kadar yapılan araştırmalarda, “Türkiye’nin çözülmesi gereken en önemli sorunları nelerdir?” sorusuna, terörle birlikte işsizlik vesaire gibi gündelik sorunlara dair cevaplar yüksek oranda veriliyordu. İlginçtir, 15 Temmuz’dan sonra işsizliğe, gündelik yaşamın getirdiği sıkıntılara dair cevaplar azaldı. Terör, darbe girişimi, FETÖ gibi cevaplar çok yüksek oranlarda söylenmeye başlandı. Vatandaş ekonomik olarak çok mu rahat, işler çok mu yolunda, elbette ki hayır.
Vatandaş, ülkenin bekasını kendi problemlerinin önüne koymaya başladı. Zor bir süreçten geçtiğinin farkında, ancak karamsar değil, gelecek konusunda da umutlu. El ele verilirse sorunların üstesinden gelinebileceğine inanıyor. Her şey güllük gülistanlık, her şey çok yolunda, çok iyi mükemmel idare ediliyoruz demiyor, ama öncelikle bu ülkenin bir beka sorununun olduğuna inanıyor. Kaybederse, sadece ülkeyi siyaseten yönetenlerin kaybetmeyeceğini, kendisinin de kaybedeceğinin farkında. Bu nedenle bu günlerde farklı siyasi düşünceleri, farklı kimlikleri bir süreliğine, bir kenara koyma zamanı olduğunu söylüyor.  El ele verilirse, aşılamayacak hiçbir zorluğun olmadığını biliyor. Çünkü bugüne kadar atlattığı badirelerle, yaşayarak öğrendi.” (Adil Gür, Cumhurbaşkanı neden "Milli Seferberlik" diyor?", Milliyet, 26.Aralık.2016)
[5]Çatı Partisi”, “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”, “Halkların Demokratik Kongresi” (HDK), “Sosyalist Yeniden Kuruluş” (SYK), “Halkların Demokratik Partisi” (HDP) hazırlıklarında, içinde, yanında ve kongrelerindeki çabalarımız (Büyük kısmı bloğumuzdan ve internette paylaştığımız kitaplardan okunabilir.); Gezi boyunca ve sonrasında dayanışmalar ve parklara ilişkin yazdıklarımız (Gezi Direnişi Yazıları ve bloğumuzdaki yazılar) bütünüyle “uzayın sağır boşluklarında” yitip gitmiş çığlıklardan başka bir şey değildirler. Bu literatür ve sistematik tarihsel tecrübe okunmayı ve değerlendirilmeyi bekliyor. Eğer olursa, gelecekteki bir yükseliş ancak bu literatüre dayanarak ileri gidebilir.

Hiç yorum yok: