Sırrı Süreyya’nın zaman zaman anlatmayı sevdiği bir mesel
vardır. Bir Türk, Kürt ve Ermeni’nin kısa vadeli ve dar görüşlülükleri,
kıytırık imtiyazlarının kölesi olarak bir tek zorba tarafından sırayla dövüldüklerine
dair. HDP’nin, 2014 Başkanlık seçimlerinde (aslında Plebisit) yapılan ilk büyük
hata da, Ermeni’nin dövdürülmesine rıza göstermeye benzer. Sonra sırayla aynı
temel yanlışa dayanan yanlışlar birbirini izledi ve hala da izliyor.
Erdoğan karşısında HDP politikalarının yanlışlığı üzerine
bir şeyler yazmayı düşünüyordum. Zaman zaman bir konuda yazmadan önce, daha
önce neler yazmışım, nerelerde yanlışım olmuş diye bir muhasebe çıkarmaya
çalışırım.
İşte böyle eski yazıları ve olayları gözden geçirirken 2014’teki
“Cumhurbaşkanlığı seçimleri” denen gerçekte ise plebisiter bir başkanlık
rejiminin onaylandığı dönemdeki yazılara bakınca, demokratik muhalefetin,
özellikle de HDP’nin ilk büyük yanlışını bu seçimde yaptığı daha bir netleşti.
İşin
kötüsü bu güne kadar bu yanlışa ol açan program ve stratejide en küçük bir
değişme de olmadı. Hatta bugün, birçokları, Demirtaş’ın o seçimde aday olmasını
ve aldığı oyu bir başarı gibi görmektedir. Ama bugün bulunan yerden geçmişe
dönük olarak yeniden bir değerlendirme yapıldığında, Demirtaş’ın adaylığının hiç
de geniş açılı ve uzun vadeli bir perspektifi olmadığı daha iyi görülebilir.
Aşağıda o dönemde yazdığımız iki yazıyı aktarıyoruz. Bugün
çok daha iyi görülüyor ki, Erdoğan daha henüz bu kadar güce ulaşmamışken, eğer
o dönemde bizim önerdiğimiz politikalar bir parça tartışılıp izlenmiş olsaydı,
bugün bambaşka koşullarda olurduk.
Bugün Erdoğan bu kadar güce eriştiyse, bunda en büyük
sorumlulardan biri de HDP’dir.
HDP’nin ve Demirtaş’ın bugünkü politikaları da geçmişteki
yanlışların devamından başka bir anlama gelmiyor. Ancak şimdi bugünkü
politikalara ilişkin yazdığımızda da eski yanlışların veya yankısızlığın bir
benzeriyle karşılaşacağımızdan kuşkumuz yok. Bu nedenle, en azından bugün
yanlışlığı çok daha açık olarak görülecek geçmişin somut bir yanlışını ve o
zamanlar neler yazdığımızı aktarmak belki bugün için yazacaklarımızın daha az
kulak ardı edilmesine neden olabilir. Bu nedenle bugünkü politikalara ve
yapılan yanlışlara geçmeden önce, 2014 başkanlık seçimleri sırasında yazdığımız
HDP politikalarına yönelik iki yazıyı paylaşarak sonuçları bugün çok daha iyi
görülen ilk büyük yanlışı hatırlatalım dedik.
“Ermeni’yi dövdürmeyecektik”, yani “Başkanlık seçiminde Erdoğan’ı
engelleyecektik; buna uygun taktik bir yöneliş gösteremedik” diyebilmeli bugün HDP.
Daha sonra da yanlışlar birbirini izledi ama en önemlileri
de 7 Haziran seçimleri sonrasında yapılanlar ve yapılmayanlardı. Şimdi yine
aynı yanlışlar yapılıyor.
AKP veya Erdoğan veya düşmanlar elbet her türlü baskı, şantaj,
kanunsuzluk vs.yi yapacaktır; CHP veya liberaller elbet tutarsızlıklar
yapacaktır. Bu onların fıtratıdır. Bu nedenle, biz düşmanlarımıza veya bizden
olmayanlara, bize yakın olmayanlara karşı eleştiri silahı kullanmayız, onlara
karşı, silahların eleştirisidir yapılacak olan. Onların aralarındaki
çelişkilerden yararlanmaya çalışılır. Hepsi o kadar.
Ama açın bakın en demokrat arkadaşların bile Facebook veya
Twitter paylaşımlarına, Erdoğan’ın veya hükümetin politikalarını
eleştiriyorlar, yanlışlarını sıralıyorlar veya CHP’nin ne kadar tutarsız
oluğuna ilişkin eleştiriler yapıyorlar. Bu aslında gizli olarak ve zımnen bu
arkadaşların henüz demokratlığı içselleştiremediklerini; demokratlığın onlarla
aynı amaca sahip olmakla dolayısıyla onları yanlışları nedeniyle eleştirmekle
uzlaşamayacağını anlamaktan uzak oldukları anlamına gelir.
Biz ise, eleştiri silahını sadece dostlarımıza veya dost
gördüklerimize, yakın bildiklerimize yöneltiriz. Ve ne kadar yakın görüyor
isek, o kadar acımasız olmalıdır eleştiri.
Lütfen okuyun aşağıda o zaman yazılmış yazıları, görün HDP
ve Demirtaş’ın nasıl büyük yanlışlar yaptıklarını. Bugünkü politikaların yanlışlığının
da farklı olmadığını düşünün bir.
Erdoğan aslında sıradan, basit bir politikacıdır. Ona bugünkü
gücünü karşısındakilerin yanlışları sunmaktadır. En başta da, HDP’nin.
Demir Küçükaydın
29 Eylül 2016 Perşembe
Cumhurbaşkanlığı Adayı ve Seçim Yöntemi Üzerine HDP’ye Bir Öneri
Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye’de Batıda demokratik bir
hareket ve partner olmadığı için, adeta bu hareketi yaratmaya kendisi soyunmak
zorunda kaldı. Ve herkese bunun adresi ve örgütsel ifadesi olarak HDP’yi
gösterdi. Hazır ve yerleşmiş bir örgütü (BDP) bir kenara koymayı;
destekçilerinin önemli bir kesiminin direnişini ve hatta desteklerini çekme
tehditlerini bile göze alan stratejik bir karardı bu. Kanımızca
“Türkiyelileşmek” de denilen bu strateji özünde doğru bir yaklaşım ve karardır.
Bir kararın doğruluğu onun gerçekleşme şansı olup olmadığına
göre ölçülemez. Özünde doğruysa bir girişimin başarı şansı olup olmadığına bile
bakılmaz, çünkü doğru bir şeyi savunurken yenilmek bile zaferdir. Ama yanlış
bir amacın zaferleri bile yenilgidir. Tabii biz zafer ve yenilgiden söz ederken
hep ezilenlerin yenilgi ve zaferlerinden söz ediyoruz.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu kararı karşısında kimileri
gibi başarı “şansın yok bu işi bırak, Türkiye’yi de bize bırak” (Örnek olarak
bakınız: Metin Kayaoğlu, “Yeni-HDP:
Olmayacak dua veya simya” veya Ferda Koç, “BDP
“Türkiyelileşme”li mi?”) tavrı içinde değiliz. Sizin amacınız, programınız
ve sorunu koyuşunuz doğruysa, Kürt hareketinin bu davranışında bir rakip değil
aslında bir müttefik ve imkân görmeniz gerekirdi diyoruz. Bu nedenle bu
gibilerden farklı olarak başarısı için de kafa yoruyoruz. Zorluklarını biz de
söylüyoruz. Ama el birliğiyle açıkça tartışarak çözümler bulma amacıyla. Ve her adımda değiştirmesi için somut
önerilerde bulunuyoruz.
Örneğin Kürt Hareketi’nin bugünkü programının, dayandığı
güçlerin (küçük sol örgütler vs.) ve HDP-HDK’nın
örgütsel yapısının (bireysel üyelik yerine örgütsel temsil) bu stratejiye uygun
düşmediğini söylüyoruz.
Ancak bunlar düzeltilse bile, yeni bir stratejik yöneliş
sadece programın, güçlerin ve örgütsel araçların doğru seçimi ile de başarıya ulaşamaz. Bir seri taktik manevralar ve küçük de olsa
başarılar gerektirir.
Bu yazımızda da, Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle taktik
alanda nasıl bir esneklikle davranılması gerektiğini somutlamayı deneyelim.
Çünkü HDP’nin Türkiye’nin acil sorunları ve tartışmalarına katılması ve somut
tavırlar koyması gerekir ki, şu “Kürt Partisi” imajından ve yapısından
kurtulabilsin.
*
Bir hafta kadar önce HDK-HDP çevrelerine yakın ve HDK’da
çalışan bir arkadaş, “bakalım sen şu
fikre ne diyorsun, Cumhurbaşkanlığı adayı için HDP’nin Mehmet Bekaroğlu’nu
göstermesine ne dersin?” deyince. “Çok
güzel ve doğru bir olur” diye cevap verdim. Arkadaş da soldaki geniş bir
çoğunluğun böyle önerileri tartışmayı bile reddettiğini aktardı.
Aslında ben de böyle bir isim arıyor ve bu konuda bir yazı
yazmayı düşünüyordum. Ayrıca bu vesileyle, taktik manevralar ve bunların
önemini ele alan bir yazı yazmayı hedefliyordum. Sol sekter politikalar “biz parlamenter mücadeleyi mi esas alacağız
ki aday gösteriyoruz; bizi Cumhurbaşkanlığı seçim ilgilendirmez” gibi
argümanları çok kullandığından, bunların yanlışlığını göstermek; yeni
kuşakların sosyalist siyasi ve teorik eğitimi için de iyi bir vesile idi bu
konu.
İşin doğrusu Türkiye’de kim kimdir çok bilmediğimden, aklıma
Bekaroğlu gelmemişti ama örneğin bildiğim birkaç isimden biri olan Sami Selçuk
gibi bir isim gelmişti. Erdoğan karşısında en kabul edilebilir, en demokrat, en
optimum aday kum olabilir sorusunun cevabını arıyordum.
Ancak bu gibi konularda, taktik içinde taktikler de yapmak
gerekebilir. Örneğin sizin hakkınızda ön yargılar varsa ve sizin birini aday
göstermeniz o kişi için olumsuz ve desteği azaltıcı bir etki yaratacaksa, sanki
sizin öneriniz değilmiş gibi yapmanız veya başka birini öneriyi yapmaya razı
edip, sonradan trene biner gibi yapmanız gerekebilir. Savaş ister askeri, ister
sosyal ve ister biyolojik olsun, bir anlamda karşı tarafı yanıltmaya da
dayanır. Neredeyse bütün canlıların düşmanlarını yanıltmak için görünümlerinde
yaptıkları adaptasyonlar bile savaşın yasalarıyla ve bu yasaların içinde
yanıltmaların önemli payıyla ilgilidir. Bu nedenle konuyu somut bir isim
üzerinden tartışmanın, eğer öyle bir olasılık varsa bile bizim gibi iflah olmaz
bir komünistten gelmesinin o isme zarar vereceğini düşünerek, dolayısıyla yanlış
olabileceği düşüncesiyle bir bekleme ve gözleme döneminde bulunuyordum.
Arkadaş da aynı yaklaşımdaydı ve Bekaroğlu gibi birinin
adaylığını BDP’nin değil de, örneğin her partiden nispeten aykırı ve bağımsız birkaç
milletvekilinden oluşan bir grubun göstermesinin daha etkili olabileceği
yönündeki görüşünü ifade etti. Bizce de elbet böyle davranılabilirdi ve bunu
bozacak bir davranıştan kaçınılmalıydı. Bu nedenle yazarsam genel bir yazı
yazacağımı arkadaşa da belirttim.
Birkaç gün sonra başka bir arkadaş, bize, Birgün gazetesinde “Muhalefetin
Cumhurbaşkanı adayı kim olmalı?” başlıklı kocaman bir Bekaroğlu
resminin de bulunduğu, imzasız ve sadece editörün adı olan bir yazı gösterdi.
Yazı’da Bekaroğlu öneriliyordu.
Yazıyı okuyunca, aslında yazının görünenin tam tersi bir
amaç için yazıldığı sonucuna ulaştım. Arkadaşa, “HDP’nin ve Bekaroğlu’nun önünü
kesmek için yazılmış bir yazı, gerçekte göründüğünden tam zıddına hizmet ediyor”
diye yorumladım. Gösteren arkadaş da aynı yorumu az önce kendisinin de
yaptığını söyledi.
Yazı ismi açıkça zikrederek, yukarıda değinilen inceliklerden
yoksun davranarak hem Bekaroğlu’nun, hem de eğer bir girişimi varsa HDP’nin
önünü kesiyordu. Bir de Bekaroğlu’na dört farklı güç diye dört CHP’liyi
(Mansur, Pavey Oktay, Tanrıkulu) sözde dört farklı eğilim veya partinin temsilcisi
gibi “çalışma arkadaşı” olarak
öneriyordu.
Madem Birgün (ve
muhtemelen CHP) böyle bir hamleyle Bekaroğlu’nun önünü kesmeye çalışıyor ve
eğer varsa Bekaroğlu’nun adaylığını önerecek HDP’nin böyle bir girişimini
sabote ediyor, o zaman HDP’nin bu durumu veri kabul edip; açık bir tavırla
Bekaroğlu’nu önermeli ve bunu savunmalıdır.
Bu nedenle, HDP’ye Bekaroğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı olarak,
ama kendi adayı olarak değil; tüm toplumun kabulüne en uygun aday olarak
gördüğü için önerdiğini, açıkça ilan edip savunmasını öneriyoruz.
HDP bu önerisini Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin bir
değişik seçim sistemi önerisiyle birlikte önermeli ve toplumu bu konuyu
tartışmaya çekmeyi de denemelidir.
Seçtiremese ve başarıya ulaşamasa bile tartışılmasının
kendisi HDP’nin muazzam bir yol kat edip Türkiye Politikası’na ayak basmasını;
önyargıların yıkılmasını sağlamış olur.
Yani HDP’nin stratejik hedefleri açısından Batı’da “Kürt
partisi” imajından kurtulmak için bir taktik hamledir tartıştığımız konu.
Türkiye Partisi olma amacına hizmet edip etmediği açısından doğruluğu ve
yanlışlığı tartışılabilir.
*
Bekaroğlu’nun ön büyük özelliği şudur. Hem iktidarın içinden
çıktığı politik İslam kesimindendir, yani onların çok büyük bir bölümü için
kabul veya tercih edilebilecek en azından tam bir retle karşılanmayacak bir
isimdir; hem insan hakları ve hukuk alanındaki tavrıyla İktidarın karşısındaki
kesimlerin (CHP) ve Kürt hareketinin de saygı duyduğu ve kabul edilebilir bir
isimdir. Ayrıca bütün söz ve davranışlarının ardına sinmiş bulunan, özünde
devletin uzun vadeli çıkarlarını savunan perspektifiyle derin devletin ya da
“Devlet aklı”nın uzun vadeli düşünen kesimlerinin bile desteğini veya hayırhah
bir tarafsızlığını sağlayabilecek ve direncini minimuma indirebilecek bir
isimdir.
Bütün bu özellikleri ona Erdoğan karşısında, eğer karşı
karşıya kalırlarsa, daha büyük bir şans verir. Ve böylece Erdoğan, bir anda “Dimyat’a
pirince giderken, evdeki bulgurdan” olabilir. Erdoğan’ın böyle bir yenilgisi
Türkiye’deki demokratik güçlere bir kendine güven; iktidarın mutlak gücünü
biraz olsun dengeleyecek; demokratik ve insan haklarına nispeten daha duyarlı
bir karşı güç de daha geniş bir hareket alanı sağlar.
Ama burada bizim açımızdan esas önemli olan, bunu açıkça
savunması halinde, HDP’nin uzlaşmalara ve herkesin kabul edebileceği isimlere
açık tavrı ve bu tavrını açıkça savunmasıyla kat edeceği önemli mesafedir.
Böylece Kürt gettosundan çıkıp başka kıtalarda küçük de olsa bazı köprübaşları
elde edebilir.
Tabii bu öneri sadece böyle kalmamalı. Aynı zamanda
Cumhurbaşkanı Seçimi için somut bir seçim kanunu ve biçimi değişikliği
önermeli. Önerilmesi gereken biçimi aşağıda ayrıntısıyla açıklayacağız. Şöyle
özetlenebilir; yurttaşların kimi
istediklerine göre değil; kimi ne kadar istemediklerine ilişkin bir oylama ve
yöntemle Cumhurbaşkanlığı seçimi.
Bu ne demek?
Demokrasi bizim kafamızda oylama ve çoğunluk ile özdeşleşmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimi de zaten bu yöntemle yapılacak. En büyük çoğunluğun oyunu alan seçilecek. Ancak bu yöntem, Cumhurbaşkanlığı için en uygunsuz yöntemdir.
Demokrasi bizim kafamızda oylama ve çoğunluk ile özdeşleşmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimi de zaten bu yöntemle yapılacak. En büyük çoğunluğun oyunu alan seçilecek. Ancak bu yöntem, Cumhurbaşkanlığı için en uygunsuz yöntemdir.
Neden?
Cumhurbaşkanı aynı zamanda devletin başkanı olduğundan;
devlet de siyasi farklı görüşler karşısında en azından teorik olarak tarafsız
olası gerektiğinden, birçok ülkede ve zamanda bile, Cumhurbaşkanı seçilirken,
istediği adayı seçtirebilecek güçteki partiler bile, diğer partilerin de kabul
edebileceği; çok fazla itiraz etmeyeceği; en azından devletin tarafsızlık,
siyasi görüşlerden bağımsızlık imajını zedelemeyecek adaylar göstermeye dikkat
ederler. Yani tüm yurttaşlar onda kendinden bir şeyler bulmalıdır.
Erdoğan’ın adaylığı ise bu durumun tam tersi bir anlama
geliyor ve kökten bir anlayış değişikliği ve güç dağılımı yaratıyor. Erdoğan
hem bir partinin görüşlerini savunuyor; hem de o parti içindeki en
kutuplaştırıcı olan çizgiyi temsil ediyor. Bir CHP’li bile bugünkü durumda,
diyelim ki, Erdoğan ve Gül arasında bir seçim yapmak durumunda kalsa, Gül’e
oyunu verme eğilimi gösterir.
Yani Erdoğan’a oy verecekler, seçmenlerin yarısı veya yakını
olabilir ama ona neredeyse yüzde yüz karşı olanlar ve onu kendi varlıkları için
bir tehdit olarak görenler de nüfusun bir diğer yarısını veya yarısına yakınını
oluşturmaktadır.
Bu aynı zamanda iki sonuç ortaya çıkarmaktadır.
Birincisi, tehlikeli bir kutuplaşma. Bu kutuplaşma ilk krizde
çok ciddi çatışmalara ve iç savaşa bile evirilebilir. Böyle bir gidişte Ordunun
ve bir darbenin tekrar bir kurtarıcı olarak karşılanabileceği bir durum ortaya
çıkabilir. (ki böyle giderse gidiş bu yöndedir. Darbe ve Kemalizm karşıtı
liberallerin olayların böyle bir evrimi içinde tıpkı Mısır’ın liberallerinin
Sisi’yi daveti gibi, bir Türk Sisi’sini memnuniyetle karşılayacakları bile
görüler. Bu bizi şaşırtmaz, çünkü bugünün liberalleri aslında bir zamanların
darbecileriydi. Onlardaki değişim kökten ve metodolojik değildi. Gün Zileli
gibi bir “Anarşist” bile seçimlerde CHP’ye oy verin çağrısı yaparken bunun
ipuçlarını veriyordu.)
Ama bu kutuplaşma ve riskin artması, bizzat kutuplaşmanın
kendisine karşı güçlerin de direnme ve birleşme eğilimlerini güçlendirir. Yani
AKP’ye oy veren hiç de küçümsenmeyecek bir kesim, Erdoğan’ın kutuplaştırıcı ve
nüfusun geniş bir kesiminde total bir ret oluşturacak adaylığı karşısında,
başkalarının ve kendilerinin de kabul edebileceği; daha geniş bir kesim
tarafından benimsenebilecek bir adaya oy vermeye eğilimlidir. Türkiye’de
“halkın sağduyusu” denen veya denecek şey de budur.
İşte Bekaroğlu’nu Erdoğan karşısında şanslı yapabilecek olan
tam da böyle bir durum için en ideal isimlerden biri olmasıdır. Yani en çok oy
alacak değildir ama belki en az reddedilecektir. En az reddedileni bulma da bir
demokrasi yöntemdir. Hatta dünyanın en eski ve en yaygın demokratik karar
yöntemidir.
*
Bu yöntem son yıllarda matematikçi, bilgisayarcılarca da
geliştirilip bilimsel bir kavram ve işleyişe de kavuşturulmuştur. Buna Almancada
SK Prensibi, yani Sistematik Uzlaşma Prensibi diye çevrilebilecek bir isim
verilmektedir (Das SK-Prinzip:
Systemisches Konsensieren).
Bu prensip özünde demokrasinin en eski, yaygın ve
kendiliğinden biçiminin nicelleştirilmiş ve geliştirilmiş bir biçiminden başka
bir şey değildir.
Modern toplumda demokrasi, yani karar alma, çoğunluk oyu ile
belirlenmektedir ve demokrasinin bundan başka yolları olmadığı gibi yanlış bir
fikir kafalarımızda yer etmiştir.
Ancak binlerce yıldır uygulanan; kendiliğinden uygulandığı
için ismi bile olmayan bir karar yöntemi daha vardır. Herkes için en kabul edilebilir olanı bulma.
Diyelim ki bir akşam dört arkadaş bir yerde yemek
yiyeceksiniz. Önünüzde de dört alternatif var. İki arkadaşınız A lokantasına
gitmek istiyor; Biri B’ye biri de C’ye. D hiç kimsenin tercihi değil. Burada
klasik oylama ile A oyların %50’sini aldığı, B ve C %25’de kaldığı için, A
seçilir. Diğerleri bu demokratik sonuca uymalıdır denir.
Ama bu yöntemle alınan kararın uygulanması arkadaşlıkların
bozulmasına veya bir arkadaş kendini iyi hissetmediği için bütün gecenin berbat
olmasına da yol açabilir.
Çünkü bu kendiliğinden binlerce yıldır uygulanan demokraside
herkes şu soruları da sorar kendine: Kim hangisine ne kadar karşı? Yani B ve C,
A’ya gidilmesine yüzde yüz karşı olabilirler; A da B ve C’ye gidilmesine karşı
olabilir. Fakat bunların hepsi, hiç oy almamış ve kimsenin birinci tercihi
olmayan D’ye gitmeye özel bir karşıtlıkları olmayabilir. Yani D, hepsi için
kabul edilebilir bir alternatif olarak ortaya çıkar. Bu durumda ilk çoğunluğa
dayanan oylamada hiç oy almayan D, üzerinde en geniş uzlaşma sağlanan ve
seçilen olur. Birincisinin yüz seksen derece zıttı ve muhtemelen kimse de
kendini çok kötü ve çiğnenmiş hissetmeyeceğinden güzel geçmiş bir yemek ve
geceli bir sonuç.
Günlük hayatımızda, küçük arkadaş gruplarında farkına bile
varmadan aslında sürekli olarak bu tür bir demokrasiye göre öneriler yapar ve
kararlar veririz. En az rahatsızlık yaratacak olanı; en kabul edilebilir olanı
ararız. Bir öneriyi yaparken en çok arkadaşın kabul edeceği; herkesin kendini
olabilecek en iyi şekilde hissedeceği optimum biçimleri önerir veya bu yönde
kararlar veririz. Optimum kavramı aslında tam da bu duruma denk düşer. Doğa,
organ ve canlıların yapısını; teknik aletleri şekillendirirken bu
uzlaşmalardan; herkes için en kabul edilebilir olana göre davranır.
Dikkat edilirse burada karar evet oyları üzerinden değil; kimin neye ne kadar karşı olduğu, hayırlar üzerinden yapılmaktadır.
Örneğin alışılmış çoğunluk prensibine göre Erdoğan’ın
seçilme şansı, CHP ve MHP’nin ortak aday göstermesi halinde bile çok
yüksektir. Ama “Sistemik Uzlaşma” veya
en az reddedilen en çok kabul gören adayın seçilmesi prensibine göre Erdoğan
seçilme olasılığı en zayıf adaydır.
Bu tür oylamada, herkese kimin için oy verdiği değil; kime
ne kadar karşı olduğu sorulur. Örneğin 0 ve 10 arası bir karşı oluş skalası
vardır herkesin. 0 İtiraz yok, 10 ise kesin ret, aradaki rakamlar da sizin
sübjektif olarak vereceğiniz karşı oluşunuzu yansıtan derecelerdir.
Bu durumda, böyle bir oylamada, nüfusun en az üçte birlik
bir bölümünün Erdoğan için kesin ret oyu vereceği açıktır. Ama aynı kişiler
örneğin bir Bekaroğlu için 0 veya düşük ret derecelerinde oy verebilirler. Aynı
durum AKP’liler için de geçerlidir. Diyelim ki Kılıçdaroğlu da karşı aday, Bahçeli
de bir aday ve HDP’nin adayı Bekaroğlu ve HDP bunu bir uzlaşma adayı; herkesin
üzerinde anlaşabileceği bir aday olarak ilan ettiğini; aslında kendi görüşlerine
denk düşen bir aday olmadığını ilan ediyor.
Böyle bir durumda, eğer dünyanın en eski yöntemi olan ve her
gün küçük gruplarda binlerce kez uygulanan yöntemle seçim yapılsa, diyelim ki
bir Kılıçdaroğlu ve Bahçeli de AKP’lilerden çok büyük ret dereceleri alırlar
ama örneğin Bekaroğlu AKP’lilerden o kadar büyük ret oyu almayabilir. Bu durumda
matematik olarak seçilme şansı en büyük aday Bekaroğlu olur.
HDP bu yöntemi, Cumhurbaşkanlığı gibi, tüm siyasetler ve
partiler karşısında tarafsız olması gereken yerler için resmi ve kanunla
tanınmış bir yöntem olarak önermeli ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin bu yöntemle
yapılmasını da istemelidir. Böylece bu konuyu kamuoyunun tartışmasına
sunmalıdır. (Böylece ülkedeki demokrasi kültürünün gelişmesine de epey bir ek
katkı yaparak çok hayırlı başka bir iş daha yapmış olur.)
Bu durumda Erdoğan’a ve AKP’yi, şunu da demiş olur. “Evet,
çoğunluğu alabilirsiniz. Ama Nüfusun çok büyük bir kesiminin tamamen reddettiği
bir aday olmadığınızı da gösterin. Siz tüm halkın mı bir Partinin mi
Cumhurbaşkanı olacaksınız?”
Erdoğan bunu reddettiğinde, aslında kabul edilebilirlik ve
uzlaşma aramadığını; devlet başkanlığı makamını kendi politikasının aracı
olarak kullanacağını; devletin tarafsız olması gereken gücünü ve olanaklarını
kendi görüşleri ve partisi için kullanacağını itiraf etmiş olur. Erdoğan’ın ne
kadar uzlaşmaz bir politikanın izleyicisi olduğu ortaya çıkar. Erdoğan’ın
başkanlığının riskleri daha iyi kavranır ve yaratmak istediği cepheleşme
engellenebilir. Bunun yerine uzlaşma arayanlar ve aramayanlar şeklinde başka
bir bölünme çizgisi geçirilir.
Ve bu da Erdoğan’ın tecridine ve giderek bu uzlaşmazlığın,
kutuplaştırmanın karşısında olanların, uzlaşmazlığı ret korusunda bir uzlaşma
yapmalarına yol açabilir.
Tabii böyle bir durumda, halkın sağduyusu, binlerce yıldır
biriktirdiği tecrübesi, en azından akacak bir kanal bulmuş olur.
Çünkü halk MHP ve CHP’nin AKP’den bile daha berbat
politikaları ve muhtemel adayları karşısında sağduyusunu dışa vuracağı bir
kanaldan bile yoksundur.
Ama böyle bir alternatif olduğunda, bu kanala akarak
(Örneğin 12 Eylül döneminin sonunda Cuntanın adayı karşısında Sunal’ı
reddederek veya 2002 Seçimlerinde bütün diğer partileri sıfırlayarak bunu yapabildiğini
göstermiştir) birden bire tüm dengeleri değiştirebilir.
Tabii HDP, açıkça Bekaroğlu’nu kendi politikalarına en yakın
değil; toplumun en geniş kesimlerinin uzlaşabileceği bir aday olduğu için
önerdiğini açıkça belirtmelidir.
İşte HDP’ye önerilen Cumhurbaşkanı adayı ve yöntemi özetle
böyledir. Açıkça tartışılması dileğiyle.
Demir Küçükaydın
04 Haziran 2014 Çarşamba
*
“Cumhurbaşkanlığı Seçimi” Değil “Plebisiter Bir Diktatörlük İçin Plebisit”
Türkiye’de yaşayan insanların önündeki seçimin neyin seçimi
olduğunu doğru tanımlamanın doğru bir strateji ve taktikler bakımından hayati
önemi bulunmaktadır.
Ezilenler tavırlarını, strateji ve taktiklerini belirlerken,
hukuki tanımlar ve anlamlar üzerinden
değil; gerçek sosyolojik ve politik
tanımlar ve anlamlar üzerinden akıl yürütürler ve de yürütmelidirler.
Örneğin, PKK’nın adı hukuken
“Terör Örgütü”; Öcalan’ın adı “Terörist Başı”dır. Bu kavramlara göre politikanızı
belirlemeye kalkarsanız, devletin polisinin ordusunun kafasıyla düşünmeye
başlayıp; onun bir parçası olursunuz.
Kaldı ki, bu tanımları ortaya atıp bunları kullanmayı
zorunlu kılanlar, kendi aralarında, kapı arkalarında, bu kavramlarla iş
görmezler. Onlar “Terör Örgütü” dediklerinin, Kürtlerin üzerindeki baskıya
karşı kitlesel bir isyan ve direniş
olduğunu bilirler; Öcalan’ın bir “Terörist Başı” değil, çok akıllı bir
politikacı; bu hareketin ve örgütün kurucusu ve önderi olduğunu bilirler.
Ama tam da bunu bildikleri için; strateji ve taktiklerini belirlerken hukuki değil; yani “Terör Örgütü” ve “Terörist Başı”
kavramlarıyla değil; sosyolojik ve politik kavramlarla düşündükleri için “Terör
Örgütü” ve “Terörist Başı” kavramlarını kullanmayı zorunlu kılarlar. Bu, egemen
sınıfların ve devletin ezeli ve ebedi şizofrenik karakteridir.
Önümüzdeki seçimde de tavır belirlerken, hukuki değil gerçek durumu ifade eden politik
ve sosyolojik kavramların kullanılmasının hayati önemi bulunmaktadır.
Nasıl Kürt Ulusal Hareketi karşısında devletin hukuki
kavramlarına göre değil; gerçek sosyolojik ve politik anlamına uygun kavramlara
göre tavır belirlemek gerekirse, “Cumhurbaşkanlığı Seçimi” denen, devletin yapısına ilişkin plebisitte de
aynı şekilde davranmak gerekir.
Öncelikle, politika
değişiklikleriyle yapısal
değişikliklerin farkını iyi görmek
gerekir.
Politik bir
değişiklikte, yapısal bir değişiklik
olmaz, örneğin parlamentonun veya Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerinde
bir değişiklik olmaz. Bir seçim, bu görev ve yetkilerin hangi politikanın aracı
olarak kullanılacağı üzerine bir seçimdir.
Ama yapısal bir
değişiklikte, şu veya bu politika değil; bir yapı, örneğin o görev ve yetkilerin kendisi değişikliğin
konusudur.
Elbette politik mücadelede, politik ve yapısal değişiklikler
böylesine kolayca birbirinden açık sınırlarla ayrılmazlar. Çünkü bizzat bu
sınırların ve farklılıkların karıştırılması bu mücadelenin bir aracıdır. Yani birçok
politik değişiklik yapısal bir değişiklik gibi gösterilebilir; yapısal
değişiklik de politik değişiklik gibi.
Aslında yapısal değişiklik, Cumhurbaşkanlığının doğrudan
seçilmesi yönünde yapılan Anayasa değişikliği ile yapılmıştı. Şimdi bu
değişikliğe uygun ilk seçim yapılmaktadır. Şimdiki seçimde bu yapısal
değişikliğe, yapısal değişikliğin içinde direnmek veya gerçekleştirmektir.
Bu değişiklik niçin yapıldı? Bir başkanlık sistemine geçmek
için. Yani devlet başkanını bir hükümet başkanının yetkileri ve gücüyle
donatmak için.
Bu seçimde, Erdoğan için Cumhurbaşkanı seçilmek, hem fiili
olarak başbakanlığı da elinde bulundurmak; hem de bu muazzam güç birikimini
kullanarak doğrudan bakanlık sistemine de hukuken geçme olanağı elde etmektir.
Yani bu fiili duruma bir de hukuki biçim kazandırmak için bir ara aşamadır aynı
zamanda. Zaten eğer böyle olmasa, devlet başkanının Meclis tarafından
seçilmesini değiştirme gereği duymazdı.
Elbet devlet başkanının bütün yetkileri elinde bulundurduğu
ABD gibi ülkeler vardır ama ABD’nin tüm devlet yapısı da farklıdır. Firavunlar
çağından kalma bu merkezi devlete bir de firavunlardan bile daha yetkili bir
başkanlık yapısını monte etmek; tamamen kontrol dışı bir canavar yaratmaktan
başka bir anlama gelmez.
Ve bu canavar, sözde laik (yani en azından biçimsel olarak,
insanların dinleri karşısında tarafsız, onlara eşit mesafedeki) bir devlet
başkanlığını ilan için yaptığı toplantıya tamamen Türk milliyetçiliği ile
boyanmış Sünni Müslümanlığı bir devlet dinine yükselten dualarla çıkan bir
politikanın da aracı olduğunda Türkiye’deki rejim, Franko veya Salazar’ın bir "İslami"
versiyonu olmaya aday demektir.
ABD, dünyanın ilk cumhuriyetlerinden biri olarak, kana
dayanan kralların ve imparatorların dünyasında; kralın veya imparatorun
seçilmesini esas sorun olarak gördüğü için; o zamanın dünyasına göre demokratik
bir sistemdi başkanlık.
Öte yandan bu sistem, bu muazzam güç yoğunlaşmasını bu
seçilmiş kral veya imparatoru dengeleyecek birçok karşı mekanizma; güçlü özgürlükler
ve haklarla donatılmıştı.
Örneğin valileri atayamaz bu devlet başkanı; onlar halk
tarafından seçilir ve her biri de küçük bir devlet başkanıdır. Bütün emniyet teşkilatı
bu seçilmiş yöneticilerinin emrindedir. Halk silahlıdır Amerika’da. Fikir,
örgütlenme ve gösteri hakları çok geniştir.
Türkiye’de ise, ne böyle dengeleyici yapılar ve mekanizmalar
vardır; ne de artık kralların ve imparatorların dünyasında yaşanmaktadır.
Aksine Türkiye’deki devlet tipik keyfi, bürokratik, militer, merkezi bir şark
devletidir. Bu merkezi ve keyfi devlet bile, devlet olarak kendi selameti için,
bir takım karşı denge mekanizmalarına ihtiyaç duymuş; devlet ve hükümeti
ayırarak; uzun vadeli çıkarları açısından devletin hükümet politikalarında
bağımsızlığı ve sürekliliği hatta görünüşte tarafsızlığı gibi bir takım
özelliklerle kendini donatmak zoruna kamıştır. Böylece Devlet sınıflarının
arasındaki çatışmaları ılımlandıracak denge mekanizmaları yaratılmıştır.
Ama yeni sistemde, zaten yapısal olarak tamamen anti
demokratik ve merkezi bir devletin başı aynı zamanda hükümetin başı olacaktır
ve diğer yetkilerle birlikte fiilen yasama ve yargının da başı olacaktır. Bu Osmanlı
padişahlarınınkinden bile daha büyük bir güç ve yetki merkezileşmesi demektir.
Bu seçim, bu nedenle, aslında bu yapısal değişikliğe onay verip vermeme referandumudur. Ama bu
referandum, hukuken bir seçim görünümü altında ve biçiminde olacaktır.
Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu bu ölçüde bir güç
yığılmasını yanlış bulmaktadır bizzat anketlerin gösterdiğine göre.
Ama aynı zamanda en azından yarısı veya yarısının biraz
üstü, Erdoğan’ın politikalarından memnundur.
Bu durumda, Erdoğan, kendi politikalarına olan bu desteği,
aslında büyük çoğunluğun karşı olduğu
bir yapısal değişikliğin aracına dönüştürmek istemektedir.
Bunun için yapılması gereken ilk şeyde bu farkın görülmesini
gizlemektir. Bunu gizleyen her davranış; her söz aslında Erdoğan’ın bu amacına
hizmet etmiş olur.
Bu farkın görülmesi ve anlatılması çok önemlidir ve bu da
her şeyden önce isimden ve tanımlamadan
başlar.
Seçim’in bir “cumhurbaşkanlığı seçimi” olmadığı; merkezi
devletin daha da merkezileşmiş; artık en küçük bir dengeleyici mekanizması kalmamış
fiili bir sultanlık mı; yoksa nispeten gücün biraz olsun dağıldığı; devletin farklı
organlarının nispeten birbirini dengelediği; dolayısıyla ezilenlerin o devletin
çatlaklarında daha geniş hareket etme imkânının olduğu bir yapı olarak mı
kalacağı sorunu olduğu anlaşılmalı ve anlatılmalıdır.
Eğer bu seçimin bir politikanın
(kişinin) değil; bir yapının
seçimi olduğu; bugünkü yapıdan bile daha berbat bir yapı seçip seçmemek
karşısında bulunulduğu anlatılabilir ve buna uygun strateji ve taktikler
geliştirilebilirse Erdoğan’ın bu oyunu bozulabilir. Bizzat böyle bir başarı da
demokratik güçlerin ve ezilenlerin hareket alanını bu eski yapı çerçevesinde
bile muazzam arttırır.
Elbet şöyle diyenler de çıkabilir: “Burjuva devletinin şöyle
veya böyle olması bizi ilgilendirmez.”
Muhtemelen her zaman olduğu gibi yine çıkacaktır da.
Ama gerçekten mücadele edenler, düşmanı karınca bile olsa
onu ciddiye almak gerektiğini; karıncanın gücünden bile yararlanmak gerektiğini
bilirler. Karşı tarafın arasındaki çatlaklar ve daha geniş bir hareket alanı,
her zaman ezilenlerin başlarını kaldırmasının olanaklarını sunduğunu bilirler.
Açın tarih kitaplarına bakın; merkezi devlet ne zaman
zayıflar, parçalanır; o zaman ezilenlerin sesleri daha çok çıkmaya başlar; Timur’un
Orduları Yıldırımın ordularını dağıtıp “Fetret” dönemine girildiğinde Şeyh
Bedrettin, Torlak Kemal, Börklüce Mustafa çıkabilir; İran ve Bizans savaşlarla
zayıflayıp merkezi otorite sarsılığında Baba İlyaslar, İshaklar ortaya çıkabilir
olur. Birinci ve İkinci dünya savaşlarında devletler zayıflayıp, çürüdüğünde
ezilenler ayaklanır.
O halde bizler, ezilenler iğne deliğinden ışık geçse ondan
yararlanma prensibiyle hareket etmek zorundayız.
Bu nedenle de, bugünkü rezil ve berbat sistem muhakkak ki,
Erdoğan’ın istediği ve bu seçimler sonucunda oturtabileceği çok daha rezil ve
berbat sistemden, daha çok hareket alanı sağlar. Öte yandan, doğrudan seçilmiş
bir cumhurbaşkanının iktidar partisinin adayı olmaması, daha büyük çatlaklar,
bizler için daha geniş hareket alanı demektir.
*
Şimdi bu açıdan iki örneği ele alalım.
Aleviler bütün normal sağduyulu halk gibi, önce İhsanoğlu’na
oy yok dedilerse de biraz düşününce, beterin beteri vardır deyip, birinci turda
protesto oylarını Demirtaş’a verseler de ikinci turda İhsanoğlu’na vermenin
hazırlığını yapıyorlar ve bunu makul göstermenin gerekçelerini buluyorlar.
Bunun için anlattıkları bir fıkra var. Bektaşi’ye iki şişe
şarap vermişler bunların hangisi daha iyi şaraptır demişler. Bektaşi birini
tatmış ve öbürü daha iyi demiş. Öbürünü tatmadan nasıl biliyorsun dediklerinde,
bundan daha kötüsü olmaz da ondan demiş.
Yani Erdoğan’dan daha kötü olamayacağına göre oylar
İhsanoğlu’na diyorlar.
Ancak bu fıkrada kastedilen, politikalar ve o politikaları temsil eden kişilerdir. Bu nedenle seçimin kişi ve politika seçimi olduğu
yanlış algısını yerleştirmektedir.
Yani Erdoğan’a karşı gibi görünen fıkra bile Erdoğan’ın
amacına hizmet etmekte; yapısal bir sonunu bir politika ve kişi sorunu gibi
göstermektedir.
Bu fıkra ile kastedilen eğer yapı olduğunda; bu yapı gelecek
olandan daha kötü olamaz anlamında bu fıkra doğru olur ve Erdoğan’ın oyununu bozabilir.
Tekrar edelim, bu “secim” bir politika ve kişi seçim değil; fiilen
başka bir yapı için bir plebisittir.
*
Bu yanlışın tipik bir örneğini bizzat Demirtaş’ın örneğinde de
görelim.
HDP’nin resmi sayfasında,
HDP
Eş Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Demirtaş TMMOB'u ziyaret etti
başlığı altında şu satırlar okunuyor:
“Demirtaş, (…) Cumhurbaşkanının ilk defa halk tarafından
seçilmesinin halkın özgür iradesinin Çankaya'ya taşınmasının doğduğu ilk
seçimin yaşanacağını belirten Demirtaş, kendilerinin de savundukları ilkeler ve
temel referanslar ile bu çalışmayı başlattıklarını söyledi.”
Hemen görüleceği gibi, Demirtaş’ın yanlışı çifte yanlıştır.
Hem yapısal değişikliği onaylamakta ve olumlu göstermektedir; hem de o olumlu
gösterdiği yapı içinde sanki bir politika değişikliği söz konusuymuş gibi
konuşmaktadır.
Demirtaş, bir yandan Cumhurbaşkanının doğrudan seçimini daha
demokratik olarak görmekte; doğrudan seçimi “halkın özgür iradesinin yansıması” olarak tanımlamaktadır.
Bu birçok bakımdan yanlıştır. Yüksek tahsili olmayanların
seçilememesi; 20 milletvekilinin imzası vs. gibi anti demokratik nitelikleri
bir yana bırakalım. Bizzat PKK ve Öcalan daha önce, önemli olan demokratik mekanizmalardır;
başkanlık veya parlamenter sistem olması ikinci plandadır demiş olasına rağmen;
bu demokratik mekanizmalar yokken, daha da kısılmışken ve değişiklik bu
mekanizmaları daha da kısacakken; Demirtaş, böyle bir yapısal değişim ve güç
yığılmasına yol açacak bir sistemin yanlışlığı üzerine vurgu yapması
gerekirken, adeta Erdoğan’ın basın ve hakla ilişkiler danışmanıymış gibi; bunun
daha demokratik olduğunu söylemektedir.
Doğrudan seçim,
daha büyük yetki ve güç ile ilgilidir; Doğrudan seçim,
doğrudan seçim değil, daha büyük yetki ve güç ve bunun yoğunlaşması; aksine
seçilmiş organların gücünün tırpanlanması demektir. Yani öz ve görünüm aynı
değildir. Demokratik gibi görünen zaten kuşa dönmüş demokrasinin daha da
yolunmasıdır. Görevi bunu anlatmak ve göstermek iken, tam tersini yapmaktadır
Demirtaş.
Ama sadece bu da değil; aynı zamanda bu yapısal değişiklikle
yapılan seçimi de sanki bir politika değişikliği; bir politika seçimi gibi
görmekte ve göstermektedir.
Örneğin şöyle yazıyor yine aynı sitede:
“Demirtaş,
"Resmileşen adaylık başvuruları itibari ile 2 temel çizgi yarışacak.
Bunlardan biri eski statükoyu, devlet anlayışını temsil eden çizgi diğeri de
devleti kendi çıkarlarına göre dizayn eden çizgi bir de bizim temsil ettiğimiz
özgürlüklerden yana çizgi olacak. Bu çizgiler arasında yarış olacak. Biz bütün
toplumsal kesimlerin, kimliği, inancı, doğduğu yere bakmaksızın herkesi
kucaklayacak bir ilkesel duruşun sahibi olacağız" dedi.”
Demirtaş’ın çizgi dediği
iki farklı politikadır. Dikkat
edilsin, ortadaki seçimin bir politika seçimi değil; bir yapısal değişiklik
olduğu gerçeğinin üzerini örtmüş oluyor; ama tam da böyle yaparak aslında
bilinçli veya bilinçsiz, bu yapısal değişimi onaylamış oluyor.
Tabii eğer böyle bir politika (“çizgi”) seçimi olarak
görülüyorsa, diyelim ki kendisi elendiğinde, bunların ikisi de aynıdır diyerek,
boykotu savunabilir (ki bunun işaretlerini önceden verdi) ve fiili bir yapısal
değişiklik karşısında tarafsızlığı, dolayısıyla güçlü olanı desteklemiş olarak,
bizzat bu merkezi güç yığılmasının bir aracı olacak politikaların fiilen
destekçisi olabilir.
Yani Kürt burjuvazisi ki Demirtaş onların temsilcisi ve
dengesidir PKK karşısında, şimdiden PKK’yı ve Öcalan’ı bir emrivaki karşısında
bırakmaktadır.
Daha önce yapılanlar da bunu ihsas ettirmektedir.
Örneğin HDP, bu secimin bir politika seçimi değil; yapıya
ilişkin bir seçim olduğunu daha baştan görüp, İhsanoğlu gibi, AKP
destekçilerinin de onaylayabileceği (Bekaroğlu gibi birini örneğin) aday
gösterebilirdi. O zaman böyle doğru bir hamle ile CHP’yi ve seçimlerini de
etkileyebilir; politik alanda çok önemli bir çıkış yapmış olabilirdi. Bu
fırsatı kullanmaması bir rastlantı olmasa gerek.
Demirtaş’ın adaylığı bu bakımdan yanlıştı.
İkinci olarak Demirtaş adaylığını adeta bir emrivaki yaparak
açıkladı.
Ve şimdi de yine adeta bir emrivaki yapmaktadır problemi sadece
bir politika ve kişi seçimiymiş gibi koyarak; doğrudan seçimi demokratik diye
vaftiz ederek.
Bu yapının berbat olduğunu ama Erdoğan’ın seçilmesi halinde
gelecek olanın daha berbat olacağını ifade etmemektedir hiçbir şekilde.
Elbet şu aşamada, Taktik olarak konuşması gerekmeyebilir. Bu
anlaşılabilir.
Ama bu seçimin seçim değil, yapı üzerine bir plebisit
oluğunu söyleyebilirdi örneğin.
Bunu derseniz çıkarsamanız başka olur. O zaman ikinci turda
boykot savunulamaz.
Ama yapısal bir değişikliği bir politika değişikliği gibi
sunmak, bizzat o yapısal değişikliğin aracı olmakla sonuçlanır.
Kürt özgürlük hareketi Batı’ya açılmak, Türkiye’nin
ezilenlerini kazanmak mı istiyor?
Önce eşyayı adıyla anması gerekiyor.
İlk turda Demirtaş’a vereceğiz oyları, ama tam da bu seçim yapısal
bir seçim olduğundan; fiilen uyguladığı Erdoğan’a fiili destek olan
politikasından dolayı değil; ikinci turda Erdoğan’ın karşısında kim varsa ona.
Daha iyi veya doğru olduğu için değil; daha doğru politikaları
savunacağı için değil; aşırı güç yığılmasını engellemek; çatlakları büyütmek
için.
Tarafsızlık demokratik güçlerin, ezilenlerin hareket alanını
daraltmakla kalmaz; onları zayıflatır ve böler.
Birine ne kadar oy vermeyi öneriyorsak onun politikalarına
da o kadar sert eleştiriler yapmalıyız.
Tıpkı bu satırlarda olduğu gibi.
Devrimci politika budur.
04 Temmuz 2014 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder