Kutsal kitapta anlatılan insanların birbirinin dilini anlayamamaları ile
ilgili Babil Kulesi öyküsü, aslında sanıldığından çok daha doğru olarak gerçeği
aktarır.
1960'larda, Türkiye'de Sol ve Demokratik muhalefetin dili ortaktı. Ne
kadar farklı programları savunsalar da aynı dil ve kavramlar içinde
yapıyorlardı bunu. Dolayısıyla herkes her söyleneni anlıyordu. Sol hareket,
tıpkı Babil kulesini yaparak göğe erişmeye çalışan hükümdar gibi, neredeyse
güneşi feth edecekmiş gibi görünüyordu.
Ne var ki 1975'lerden sonra sol harekette diller farklılaştı. Program ve
stratejiler artık aynı dille değil, farklı dillerle ifade edilmeye başlandı.
Kimse birbirinin dilini anlamaz oldu. Belki aynı şeyleri söylüyorlar, aynı
programları savunuyorlardı; ama bunu her hareketin, her fraksiyonun, kendi özel
dili ve varsayımları içinde, ancak o jargonu çok iyi bilenlerin anlayabileceği
bir dille yapıyorlardı.
Bu eğilim bir kere ortaya çıkınca, bir süre sonra kendini üretir ve
besler oldu. Çünkü artık genç kuşaklar, rtık ülke çapındaki bir geniş sosyal
hareketin diliyle değil; bu birbirinden ayrılmış dillerin, farklı sol grup ve
örgütlerin kendi varsayımlarının dünyası içinde politize oluyorlar örgütleniyorlardı.
Yeni kuşaklar, belli bir hareketin-örgütün aracılığıyla politik veya örgütsel
ilk tecrübelerini edinirken farkına bile varmadan sadece bu özel dili
öğreniyorlar, dünyaya kapanıyorlardı. Bu bütün örgütlerin ve örgütlü yapıların
işine de geliyordu. Çünkü tıpkı bir ulusal devletler veya Hindistan’daki
kastlar gibi, kendini üreten bir mekanizma ortaya çıkmış, o hareket veya örgütün
sürekliliği garantilenmiş oluyordu.
Ancak bu aynı zamanda, o örgüt ve “hareket”lerin kendi etrafını bir
kistle sarmalaması; gerçeklikle bağlarının kopması anlamına da geliyordu.
Dolayısıyla taşlaşma ve fosilleşme de başlamış oluyordu.
Bu gün solun ve sosyalistlerin neden birleşemediği konusunu tartışmak
isteyenlerin üzerinden atladığı ve problematize etmediği en büyük problem
budur. Çünkü, her grubun, her eğilimin, her örgütün kendi özel dili vardır ve
diğer dilleri merak eden, öğrenmek isteyen ve okuyan bulunmamaktadır. Hatta
ortada ortak bir konuşma dili yerine geçebilecek bu dillerin yanı sıra, ortaçağ
Latincsi veya İslam uygarlığının Farsça ve Arapçası gibi olsun bir "Lingua France" bile yoktur.
Marksist klasiklerin dilinin en azından bu “Lingua France” olması beklenebilirdi. Ama o farklı diller, o dili konuşanları öyle şekillendirmişlerdir
ki, artık kimse Marksist klasiklerin dilini de anlamamakta ve konuşamamaktadır.
Aslında solda ilk yapılması gereken şey bu farklı diller sorununu
problematize etmek ve bunun çözüm yollarını aramaktır. Birleşmek için bile değil,
içinde bulundukları bu kastlaşma, taşlaşma ve gerçeklikle bağlarını yitirme durumundan
kurtulabilmeleri için gereklidir bu her şeyden önce. Ancak durumlarının
bilincinde olmadıklarından, bu durumdan çıkma gibi bir sorunları da yoktur.
Böylece çember kendi üstüne kapanmaktadır. Kastlaştığı için kazslaştığını
görememekte; kastlaştığını göremediği için de kastlaşmadan kurtulma gibi bir
sonunu bulunmamaktadır.
Ancak bu sol ya da sosyalist dünya, Türkiye gözönüne alındığında küçücük
bir dünyadır. Aynı sorun Türkiye ölçüsünde çok daha büyük çapta ve çok daha
derin olarak vardır.
1970’lere kadar, iyi kötü demokratik özlemler ve hedefler, kendini esas
olarak solun, kısmen aydınlanmadan miras kalmış dili içinde ifade ederdi. O
dilin sanki bir tekeli vardı.
Ama uzun bir süredir, demokratik özlemler kendini artık sadece solun
farklı dilleri içinde ifade etmiyor.
1980'lerden sonra, bu özlemler önce 12 Eylül’ün, sonra da Duvar’ın
çökmesi sonucu, solun ortadan yok olmasına bağlı olarak, yeni kanallar ve
diller ortaya çıktı. Yeni sosyal Hareketler ile birlikte yenileri de eklendi. Böylece
İslamcıların, Alevilerin, Kadınların, Kürtlerin vs. kendi dilleri de oluştu.
Bizzat bu diller içinde de ikinci diller oluştular.
Böylece solda minyatür ölçülerde görülen dilsel bölünme, tüm muhalefet
ölçüsünde ve çok daha derin ve uzak köklerden kaynaklanan diller içinde
katmerlendi.
Örneğin, Aydınlanmanın, Aydınlanma’nın
mirasından doğan Marksizm'in, nisbeten Batı’nın liberalizminin dili içinde
demokrasi az çok bir ortak kavram olabilir. Ama kendini ve eşitlikçi
özlemlerini İslam’ın dili içinde bu kavramın yeri yoktur. Politik İslam içinde,
Demokrasi özlemi, Aydınlanma'dan çok
farklı bir geleneğin dili içinde, henüz yeryüzünde birey diye bir şeyin
olmadığı koşullarda oluşmuş bir dilin içinden ifade edilmektedir. Burada
Adelete dönüşmüş olarak ortaya çıkar.
Benzer durumlar Alevi hareketinde de görülebilir.
Sınıf mücadelesi sosyolojik bir olgudur. Yani sınıfsal çıkarlar ve
eğilimler bir şekilde kendilerini ifade edecek kanallar bulurlar, yok
edilemezler.
Buna bağlı olarak, aslında sınıf mücadelesi, bu çok özel diller içinde var
olmaya devam eder. Bu farklı özel diller içinde aslında aynı sınıfsal
eğilimleri dile getirenler; birbirlerinin dilini bilmediklerinden,
birbirlerinden kopuk ve varlığından habersiz yaşamaktadırlar. Hatta o dillerin
kotlarını bilmedikleri için, birbirlerine karşı durumlarda bulunmaktadırlar.
Örneğin ezilenlerin eğilim ve tepkilerinden kaynaklanan bir İslami
radikalizm; pek ala aynı toplumsal eğilimi yansıtan bir sol radikalizm veya Alevi
radikalizmiyle son derece zıt görünümler içinde hatta karşı cephelerde
görünüyor olabilmektedir.
Aynı eğilimlerin ayrı diller içindeki ifadeleri, aynı zamanda bunların
birbirine karşı oynanması ve kullanılmasını ve askeri bürokratik oligarşinin
egemenliğini sürdürmesini kolaylaştırmaktadır.
*
Tabii bu noktada şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır.
Peki, böylesine birbiriyle dilleri farklılaşmış, birbirinin dilini bilmeyen
ve anlamayan demokratik muhalefetin birbirini anlayabileceği bir ortak dil var mıdır?
Veya var olabiir mi?
Bunun yolunu bize yine bizzat tarih ve bu gün yaşadığımız dünya
göstermektedir.
Biliniyor, Çin'de aslında Orta Doğu veya Avrupa'dan hiç de daha az farklı
olmayan bir sürü dil bulunmaktadır. Bu diller binlerce yıl önce, gerek
devletlerin bugünkü gibi uzun geçmişlerinin olmaması; gerek Pazar ilişkilerinin
sınırlılığı neeniyle muhtemelen çok daha büyük bir çeşitliliğe sahipti.
Binlerce yıl önce, bugünkü Çin'e adını veren ve Çin uygarlık alanında ilk
birliği kuran Çin adlı hükümdar, piktogramlara dayanan bir yazıyla, bir merkezi
devleti ve birliği kurup korumayı başardı.
Bu öylesine etkili oldu ki, Çin ulusçuluk çağında, her dile bir ulusal
devletin oluştuğu bu çağda bile, ulusçuluğun bu dillere dayanan türüne şerbetli
kaldı. Ulusal hareketler sadece farklı alfabe kullanan; yani aslında Çin
uygarlık alanının daha dışında kalmış, Uygurlar vs. arasında görüldü.
Şekil yazısı, yani piktogramlara dayanan Çin yazısı, farklı dillerin aynı
şekle bakarak, onu farklı adlandırsalar da, aynı şeyi anlamalarını sağlıyordu.
Böylece birbirilerinin dilini anlamayanlar aynı şekiller aracılığıyla denileni
anlayabiliyorlardı. Çin uygarlığı biraz da bu sayede binlerce yıl boyunca var
olabildi, sürekliliğini kordu ve yine bu nedenle bir tek tanrı fikrine ihtiyaç
duymadı. Piktogram yazı, tek bir tanrının göreceği birleştirici işlevi en
azından bir devlet aygıtı için görebiliyordu.
İkinci bir örnek günümüden verilebilir. Benzeri bir gidiş bu gün
gözlerimizin önünde gerçekleşiyor.
Globalleşme ile birlikte, giderek bir evrensel bir piktogram yazısı
oluşuyor. Bu gün, özellikle yolcuların çok bulunduğu yolların düğüm
noktalarında (Hava alanları, istasyonlar, garlar); yani her türlü farklı dil ve
kültürden insanların yoğun olarak bulunduğu yerlerde, giderek artan oranda
piktogramlar kullanılmaktadır. Örneğin bir adam ve kadın sembolünün kadın ve
erkek tuvaleti anlamına geldiği; koşan bir insan sembolünün acil çıkış kapısı
anlamına geldiği her dilden ve kültürden insanlarca kolayca kavranmaktadır.
Benzeri bilgisayarlarda da görülüyor. Başka bir dildeki bir Windows veya
Linux programında, o dildeki emirleri bilmeden, artık evrenselleşmiş ikonları
tıklayarak birçok emri yerine getirmek mümkündür.
Keza “smiley”lerin giderek yaygınlaşan ve artan kullanımında da benzeri
bir eğilimi görmek mükündür.
Yani ortak şekillerden oluşan bir tür uluslar arası Çin yazısı gibi bir
piktogram yazısı oluşmaktadır farklı diller konuşanların aynı şeyleri anladığı.
İşte demokratik farklı diller konuşan muhalefetin bir araya gelebilmesi
ve mücadelesini birleştirbilmesi için benzeri bir “şey” gerekmektedir.
*
Bu işlevi politik bir bağlamda ne yerine getirebilir?
Bunu tamamern son derece somut eylem, teklif veya taleplerden oluşan bir
program yerine getirebilir.
İlkeler değil;
somut hedef, teklif ve talepler
bu farklı diller konuşan tüm muhalefeti bir araya getirebilir.
Şöyle bir somut örnek verebiliriz. Örneğin devetin merkezi ve bürokratik devlet cihazının tasfiyesi
gibi bir talebi, yani demokrasinin en temel şartını ele alalam.
Bunun böyle genel bir formülasyonu hiçbir şey ifade etmeyeceği gibi her
biri kendi dili ve paradigması içinde tamamen farklı biçimde ifade edebilir.
Örneğin bu hedefi, sosyalist veya devrimci, "burjuva devlet cihazının parçalanması",
bir Müslüman "Hülüfayi Raşidin
döneminin gerçek Müslümanlığına dönüş”; bir alevi “Aleviliğin ilkelerinin cumhuriyetin de ilkeleri
haline gelmesi” olarak tanımlıyor olabilir. Bu farklı dillerle ifadelerde,
bunların aslında bir ve aynı şeyi kast ettiklerini görmek bile mümkün olmaz.
Ama şöyle somut teklif ve hedefler olarak; hiç öyle genel ifadelere
başvurmadan şöyle ifade edildiğini var sayalım.
- Vali, kaymakam gibi merkezden atanan bütün mevkiler kaldırılacak.
- Yönetim her düzeyde seçilmiş organlarda olacak.
- Emniyet ve asayiş kuvvetleri bu seçilmiş yöneticilerin ve organların
emrinde olacak
- Memurların tayin, terfi, emeklilik ve seçiminde bağımsız memur
sendikalarının tutukları siciller esas alınacak.
- Asker Sivil adalet ikiliği kalkacak.
Bunlardan dili ne olursa olsun, herkes aynı şeyi anlar. Bu somut
teklifler, kimseye hiçbir kaçamak veya farklı yorum ve kaytarma olanağı
bırakmaz.
Herkes kendi dili içinde bunu farklı biçimlerde tanımlayabilir ama yapılacak işler hiç birinde değişmez. Somut yapılacak iş
olarak hepsi bundan aynı şeyi anlarlar.
Bu nedenle, ilk yazıda değindiğimiz radikal, kapsamlı ve
sistematik demokratik talepler son derce somut eylemleri
ifade etmelidir.
Elbette eklektik de olmamalıdır. Yani zaten, eylemin
mantığı gereği içerdiği koşulları ve eylemleri tekrarlamamalı ve
çelişen şeyleri ard arda dizmemelidir. Yani örneğin bir yandan devletin dine hiçbir
şekilde karışmamasını savunurken diğer yandan bu talebi tamamen
anlamsızlaştıracak bir şekilde Cem Evlerinin tanınmasını istemek gibi.
Toparlarsak:
Somut talepler, dilleri farklı
olan özneleri bir araya getirir.
Radikallik, kapsamlı ve
sistemli talepler ise önceki yazıda görüldüğü gibi, farklı özneleri bir araya getirir.
HDP bu iki koşulu da yerine getiren bir programa sahip olmalıdır.
Somut talepleriyle farklı dilleri; radikalliği, kapsayıcılığı,
sestematikliği ile farklı özneleri ve güçleri birleştirecek programsomut olarak
ne olmalı?
Bunu dagelecek yazıda ele alalım.
Demir Küçükaydın
30 Aralık 2015 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder