1998 yılında, Avrupa’da yayınlanan Lettre İnternational dergisi, bin yıl sonu (Millenium) vesilesiyle
bir Deneme Yarışması düzenlemiş ve yarışmaya
katılacak denemelerin konusunu da “Geleceği Geçmişten,
Geçmişi Gelecekten Kurtarmak” olarak belirlemişti.
O zamanlar başka bir uygarlığı programlaştırmak; yani
bir anlamda Komünist Manifesto’nun yeniden yazılması
sorununa yoğunlaşmıştım. Bu yarışma ve konusu konusu, o zamana kadar ulaştığım
sonuçların derli toplu bir sunumu için bir vesile olabilirdi.
Ancak herhangi bir yabancı dile, o dilde yazacak adar
egemen değildim. Sonunda Türkçe bilen bir Alman arkadaş, çevirebileceğini söyleyince
(Ve gerçekten de çok güzel bir Almanca çevirisini yaptı) yarışmaya katılmaya
karar verdim..
Neler yazmam gerektiğini düşündüğüm sıralarda, bir
akşam, notlar almak üzere bilgisayarın başına oturmuşken, birden bire yazı
akmaya, hatta gürül gürül çağlamaya başladı. Sabaha karşı yazı da ben de
bitmiştik.
Yani bir solukta yazılmış bir deneme olmuştu. Elbet
sonrasıda bazı uslup düzenlemeleri falan yaptım ama esası değişmedi. Hobsbawm muhtemelen
Marks’ın kaleminden çıkmış bulunan Manifesto’nun
da büyük bir olasılıkla “bir solukta yazılmış”
bir metin olduğunu söyler. Hiç olmazsa bu bakımdan kendisine bir öykünme olduğu
Manifesto’ya
benzediği söylenebilir.
Bu metin yazıldığı dönemde, henüz Din’in ne olduğunun
Marksist bir tanımlamasını yapabilmiş; dinin bir toplumun tüm üstyapısı
olduğunu keşfedebilmiş değildim. Bunu keşfetmek 2005 yılına doğru mümkün
olacaktır.
Ancak bu keşfin ipuçlarınu bu metinde bulmak da
mümkündür. Din ve Ulus konusunda bu metindeki değinmeler, bu kıyıda oluşu
belgeler. Özellikle Kültür konusunumn işlendiği bölümde, çok kültürlülük tanımının
aslında kültür kavramına verilen politik olmayan ancak kültür olabilir anlamının
diktatörlüğü olduğuna ilişkin satırlar bunun kanıtıdır. Bunun aynen din
kavramına ilişkin olarak genişletilmesi; din kavramının tanımının bizzat bir
din olduğunun anlaşılması için 2005 yılına dayanmak gerekecekti.
Yani aslında egemen Din ve Kültür kavramlarının
sosyolojik değil, hukuki veya normatif kavramlar olduğu açığa çıkmış oluyordu.
Tabii buradan giderek bütün ulus tanımlarının da aynı mahiyette olduğu; ulusun
ve ulusçuluğun modern toplumun dininin karşı devrimci bir biçimi olduğu sonucuna
ulaşılıyor; dolayısıyla ulusun ve ulusçuluğun da sosyolojik bir tanımı apılmış
oluyordu.
Bu keşfin kenrına kadar gelindiği bu metinde açıkça
görülebilir. Bu bakımdan kavramsal araçlarının yeterince gelişmiş olmadığı bir
döneme aittir bu metin. Tıpkı örneğin Dinazorlar ile Kuşlar arasındaki geçişi
gösteren fosiller gibidir.
Bu yanı sarfı nazar edilirse, metin tazeliğini ve güncelliğini
aynen korumaktadır. Hatta denebilir ki bugün dünden daha tazedir.
17 yıl önce, yani bugün hendeklerin arkasındaki
çocukların doğduğu günlerde yazılmış bu metin, geçmişten geleceğe gelecekten
geçmişe bakan bir pencere gibidir.
Demir Küçükaydın
31 Aralık 2015 Perşembe
Geleceği
ve Geçmişi Kurtarmak
Evreni sayılar mı yönetiyor yoksa? Bugünkü modern –
batı uygarlığının benimsediği takvime göre ikinci bin yılın bitişi, sanki ilahi
bir sağduyunun nehirleri kentlerin ortasından geçirmesi gibi, tam da bir
tarihsel dönemin bitişine denk geliyor. İnsanlık tarihinde eşi benzeri olmamış
bir kırılma çizgisi, bir fay, aynı zamanda, tarihin bütünü göz önüne
alındığında pek önemli olmayan on yıllık bir hata payıyla, şiddet ve acıyla
dolu yirminci yüzyılın ve ikinci bin yılın bitişiyle çakışıyor.
Sayıların sihirli gücüne inanış, bütün antik
uygarlıklarda görülür. Tek tanrılı dinler öncesi Mezopotamya, Mısır, Anadolu,
Akdeniz uygarlıklar zincirinin son halkası eski Grek uygarlığında, Pisagorcular
değil miydi evrenin hakiminin sayılar olduğuna inananlar. Bütün bu
uygarlıklarda, diğerlerinin yanı sıra on ve katlarının daima özel bir anlamı
olmadı mı?
Uzak Asya'ya giden ticaret yollarının destanı Bin Bir
Gece Masalları'nın adında, bin sayısının büyüsüne bir gönderme yok mudur?
Bu gelenek aslında bir doğu dini olan Hıristiyanlık
aracılığıyla, Avrupa'nın geleneğine de geçmedi mi? Avrupa Orta Çağında, dünya
tarihi, Yaradılış, Sel, İbrahim'in Dönemi, Davud'un Dönemi, Babil Esareti,
İsa'nın Doğumu gibi her biri bin yıl tutan dönemlere ayrılmamış mıydı? Ve ilk
bin yılın sonunda, Avrupa Orta Çağında insanlar kıyameti beklemiyorlar mıydı,
aynı dönemde doğu uygarlıkları yeni çiçeklenmelerini yaşarken ve örneğin İslam
uygarlığı kendi takvimine göre ilk yüzyıllarındayken.
İkinci bin yılın sonunda, geleceği kendisinden kurtarmanın konu olduğu,
binin büyüsüne inanan geçmişin hiç mi izi yok bu yarışmada. Ve o geçmiş,
kendisinden kurtarılacak gelecekten önce, üçüncü bin yılın kapısında karşımıza
çıkıp, bizlere alaycı bir gülümsemeyle, kendisinden kaçılamayacak bir alın
yazısı olduğunu hatırlatmıyor mu?
*
Üstelik, bin yıl değişimiyle çakışan çağ değişimi,
rakamların büyüsüne inanan mistisizme ölümden sonra yeniden bir diriliş yaşatan
koşulları besliyor.
Bütün uygarlıklar ve imparatorluklar, kendilerini
ciddi olarak tehdit edebilen, bir maddi güce dayanan muhalefetlerle,
gençliklerini solurken karşı karşıya gelirler. Ve bütün bu direnişleri öylesine
şiddetle bastırırlar ki, artık gençlikleri bittiğinde, yatalak olduklarında,
beyinleri skleroza uğradığında, ortada bu can çekişmeye, bu sürünüşe son
verebilecek, ona bir merhamet atışı yapabilecek hiç bir güç kalmaz ortada.
Silahlı ve isyancı partilerin yerini bir şeylerin değişebileceği inancının
bittiği noktada mistik tarikatlar alır. Mistisizm çürümeye bir tepki ve kişisel
düzeyde bir direnişin ifadesi olduğu kadar, bir uygarlığın çürüyüş döneminin de
göstergesidir.
Spartakist ayaklanmasında Roma henüz gençliğini
yaşıyordu. Spartakistlerin yenilgisinden sonra hiç bir güç Roma'yı öylesine
tehdit edemedi. Roma'nın çöküşüne, bir tür mistik direniş olan Hıristiyanlık
eşlik etti.
İslam uygarlığında da farklı olmadı. İlk bir kaç yüz
yıl boyunca, bu uygarlık gençliğini yaşarken, aynı zamanda en güçlü halk
ayaklanmaları, en güçlü kitlesel ihtilalci mezhepler ortalığı kaplamıştı. Ama
sonunda öylesine yenildiler ve ezildiler ki, memnuniyetsizliğin kendisini dışa
vurabileceği tek yer mistik tarikatlar oldu. Bundan sonra İslam alemini sufi,
mistik tarikatlar doldurdu
Eğer dışardan gelen "barbar" halklar
olmasaydı, yatalak uygarlıklara ölüm vuruşu vurabilecek hiç bir güç kalmamıştı
ortalıkta.
Modern batı burjuva uygarlığı da pek farklı bir yol
izlememiş görünüyor. Ona karşı da en ciddi derinişler ve tehditler, o tam da
gençliğini yaşarken görüldü. 1848 devrimleri, Paris Komünü, Ekim Devrimi, Çin,
Yugoslavya, Küba, 1968. Bütün bunlar ona gençliğini yaşadığı dönemde bir tehdit
olarak tarih sahnesine çıktılar. Ama şimdi, artık tam da stabilize olduğu ve
gençliğini yitirdiği dönemde, ona direnebilecek, ona bir tehdit oluşturabilecek
hiç bir güç yok ortada. Mistisizm bir yeniden doğuş yaşıyor. Bizzat mistisizmin
bu yayılışı, bir çağ bitişinin bir sonucu ve ifadesi değil mi?
Eski uygarlıklar çağında, dünyada uygarlıklar henüz
bütün yer yüzünü uygarlaştırmamışken, o uygarlık alanlarının dışında
"barbar" halklar vardı o uygarlıklara son verebilecek, tarihin
Gordiyos düğümlerini kesebilecek İskender'ler, Cengiz'ler Attila'lar vardı. Ama
Coca Cola'nın satılmadığı bir tek köy bakkalının bile kalmadığı bugünkü yer
yüzünde, bu çürüyen batı uygarlığına son verebilecek hiç bir güç kalmamış görülüyor.
Ufo hikayeleri, artık dünyada kalmamış, Gordiyos
düğümünü çözecek, uzaylı "barbarlara" bir davet değil mi? Ama artık
"barbarlar" gelmeyecek. Ve bu uygarlık, yeni bir bin yılla birlikte
girdiği bu çağda, kendisine bir ölüm vuruşu yapacak celladı arayacak,
bulamayacak; sürünmeye ve çürümeye devam edecek.
*
Bizzat bu yarışma sorusu bile, bu uygarlığın kaderinin
bir sezişi, ondan kurtulmak için bir arayıştır. Geçmiş ve gelecek üzerine bin
yıl bitişinin bu yarışma konusu da, tıpkı mistisizm gibi, bir çağ dönüşünün,
yitirilmiş bir gençliğin lanetli damgasını taşıyor.
Antik uygarlıklarda, hele doğrusal ve geçmişten
geleceğe doğru bir ok şeklinde bir zaman anlayışının egemen olmadığı ya da hiç
olmadığı geçmişte, geçmiş, erdemin, yiğitliğin, üstün ahlaki niteliklerin
egemen olduğu bir altın çağ, bir cennettir. Roma hep ilk döneminin özlemiyle
yaşamadı mı? İslam'da Ergin Halifeler Dönemi hep bir ideal olarak kalmadı mı?
Homeros destanları, geçmişe ve geçmişin kahramanlarına bir övgü değil midir?
Antik uygarlıklar, geçmişlerini yüceltirken pek de
haksız sayılmazlar. O kahramanlık ve Erdem dolu dönemler, onların henüz
uygarlaşmadıkları, kandaşlık ilişkilerinin egemen olduğu, sınıf bölünmelerinin
ve zengin fakir farkının uygarlıktaki gibi uçurumlarla ayrılmadığı bir döneme
denk düşer. Antik uygarlıkların geçmişi yüceltişlerinde ve şimdiyi bir çürüme
olarak görmelerinde gerçekçi ve dürüst bir yan vardır.
Geçmişin özlemle anıldığı antika uygarlıkların çürüme
çağlarında dahi, geçmişten geleceği ve şimdiyi kurtarmak diye bir sorun
düşünülemezdi bile.
Modern burjuva uygarlığı, henüz gençliğini soluduğu
dönemde, geçmişi bu şerefli yerinden alıp, eski Greklerin analık hukukundan
babalık hukukuna geçerken, kadın tanrıları karanlıklar alemine itmesi, kötü ve
korkunç olarak tasvir etmesi ve alt duruma geçirmesi gibi, lanetliler ülkesine
yolladı.
Geçmiş bir enkazdı, bir harabeydi; gelecek bir hazine.
Geçmiş, kaçırılmış fırsatlarıydı insanlığın; gelecek olanaklar. Geçmiş
kendisinden kurtulmaya çalışılan bir egemen, ezen; gelecek, geçmişin
esaretinden bizler tarafından kurtulmayı bekleyen bir kurban. Geçmiş
cehennemdi, gelecek cennet. Geçmiş bir geceydi, gelecek gün. Geçmiş, yer
altının, ölüler ülkesinin tanrısı Osiris'di , gelecek güneşin ve ışığın tanrısı
Ra. Geçmiş, masalların kötü kalpli kraliçesiydi, her sabah aynasına, benden
güzeli var mı diye soran ve kendinden güzeli yok eden. Gelecek uyuyan güzel.
Modern burjuva uygarlığı da, geçmişi lanetlerken pek
haksız sayılmazdı, eski uygarlıkların geçmişi överken oldukları gibi. Modern
uygarlık, çürüyen antik uygarlıkların humuslandırdığı topraktan birdenbire
çıkan bir mantar gibiydi. O Çin'den Atlas okyanusuna kadar bir şeridi kaplayan
binlerce yıllık uygarlıklar zinciri artık tam bir çürümeyi ifade ediyordu. Bu
çürüme içindeki eski uygarlıklar, kendilerinin kahramanlık, yani uygarlık
öncesi, uygarlık eşiği dönemleri kadar olsun, bir ideal ve örnek sunmaktan
uzaktı modern kapitalist uygarlığa. Teknik ve bilimdeki gelişmeler ise tarihsel
bir iyimserliği besliyordu.
Böyle bir dönemde, gelecek geçmişin veya şimdinin
kendisinden kurtarılacağı bir şey olarak tasavvur bile edilemez, böyle bir soru
akla gelemezdi.
Ancak, şu "kısa yüzyıl"da, şu "aşırılıklar
yüzyılı"nda (Hobsbawm) insanlığın yaşadıkları, geçen yüzyılın geleceğe
ilişkin bütün hayallerini gömdü. O çok umut bağlanan teknik, insanlık tarihinde
eşi görülmemiş katliam ve acıların da aracı olabiliyordu. Atom yeryüzünde
canlıların bile var oluşunu tehdit ediyordu. Doğaya egemen olma onun dengesini
bozuyor, canlı yaşamın şartlarını bile tehdit ediyordu. Üretimdeki onca artışa,
üretkenlikteki müthiş yükselişlere rağmen, insanlığın büyük bölümü, eskisinden
de daha kötü koşullarda yaşıyor, her gün geçmiştekinden daha fazla çocuk
ölüyordu. Maddi refah bile, sağlandığı yerlerde insanlara binlerce yıl boyunca
aranmış mutlulukları vermekten uzaktı. Yalnızlık, izolasyon, zamansızlık,
yabancılaşma, ilişkilerin, boş zamanların metalaşması, şiddetin yükselişi çok
daha aşılmaz sorunlar olarak insanın karşısına dikiliyordu. Bütün bunlar, Aydınlanma
döneminin iyimser bir gelecek beklentisine ölüm vuruşu oldular.
Geçmişe anlamını veren gelecek hakkındaki
beklentilerdir. Gelecek için umutları besleyen bir çağ, geçmişin algılanışını
da değiştirir. Geçmiş, bütün olumsuzluklarına rağmen, mutlu bir gelecek için
geçilmesi zorunlu bir aşama, geleceğin mutluluğu için bir kefaret, bir diyet, o
mutluluk ülkesine giden zahmetli bir yol gibi görünür. Devrimler tarihin
lokomotifleri olarak görünürler.
Ama gelecek umut ışığını yitirdiğinde, bir mutluluk
ülkesi vaat etmez göründüğünde, geçmiş, Tarih meleğinin gördükleri, hayata
döndürmek istediği ölüler, yeniden birleştirmek istediği kırık parçalar,
gelecek ise bu meleğin bir fırtına tarafından sürüklendiği yön olarak görülür. Ve gelecek sadece yeni
yıkıntılar vaat eder. Devrimler, tarihin lokomotifleri değil, imdat frenleri
olarak görünürler. (W. Benjamin)
Böylece gelecek yitirildiği için geçmiş de
yitirilmiştir artık. Yeni bir çağa ve bin yıla insanlık ne umut vadeden bir
gelecek ne de özlem duyulabilecek bir geçmiş olmadan giriyor. Tam da bu ruh
hali, bin yıl dönüşünün sorusunu belirliyor. Ancak geleceğin ve geçmişin
yitirildiği bir çağın eşiğinde, geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak akla
gelebilir ve sorulabilir.
Ve o gelecek artık öylesine bir lanetle damgalıdır ki,
sahneye yalnızca kendisi çıkamamakta, kendisine yönelecek şiddeti ve laneti
biraz olsun azaltabilmek, saptırabilmek için, kardeşi geçmişin çirkinliğinin
ardına gizlenmektedir.
Bu bağlamda, geleceği ve geçmişi birbirinden kurtarmak
sorusu, felsefi kabuklarından ve imgelerden soyulduğunda, umut vadeden bir
gelecek için, geleceği yeniden kazanabilmek için ne yapmak gerekir sorusundan
başka bir anlama gelmez. Bu anlamda, programatik ve politik bir sorudur. Bizzat
kendisi bir programdır.
*
Sadece geçmiş ve geleceği mi yitirdik? Birde o geçmiş
ve gelecek arasında, insan psikolojisi ve algılamasına göre üç saniyelik bir
dönemi kapsadığı söylenen incecik bir zar gibi bir de şimdi var. İster bu
psikolojik boyutuyla, ister çeşitli kriterlere göre tanımlanabilecek başka
tarihsel ve sosyolojik boyutlarıyla bir de şimdi var.
Bir zamanlar sadece şimdi vardı. Augustinius, sadece
şimdide yaşadığımızı, ve bu şimdinin, "geçmiş şeylerin şimdisi, şimdiki
şeylerin şimdisi ve gelecek şeylerin şimdisi" gibi boyutları olduğunu
söylüyordu.
Parisli isyancılar, ebedi olmasını istedikleri an için
saatlere kurşun sıkıyorlardı. Bugün ise ne saatleri yıkmayı ve onlara kurşun
sıkmayı düşünebilecek bir hayal gücümüz, ne de öyle durup ebedi olmasını
isteyeceğimiz bir an var.
Bir bakıma geçmiş ve gelecek yok olmuş ortalığı şimdi
ele geçirmiş durumda. Haberleri bir sprinter gibi okuyan spiker, hava raporunu
hızla geçip giden bir bahar yağmuru gibi anlatan metoorolog, son liste başı
parçayı, çalacağı müzikten daha hızlı bir tempoyla tanıtan Disk Jokey,
gazetelerin başlıkları, geçip giderken görülen reklam afişleri, her şey,
tarihsiz ve geleceksizce bir an için yaşıyor ve yok oluyor, buhar olup uçuyor.
Tıpkı ömürleri saniyenin bile çok küçük bir bölümü kadar süren radyoaktif reaksiyonlar
sonucu ortaya çıkan tanecikler gibi. Sanki gelecek ve geçmiş yok olmuş durumda,
her şey şimdi için var. Bir şimdi diktatörlüğü hüküm sürüyor.
Ama şimdinin bu toplumsal egemenliği, kişi ve
algılayışı açısından, şimdinin yitirilişinden başka bir şey değil. Hayat hiç
bir zaman yaşanmamış, yaşanmayacak, tadına varılmamış şimdilerden oluşuyor. Her
şimdi sadece bir sonraki randevu için var. Şimdi geleceğin bir hizmetçisi. Ama
gelecekteki şimdilerde daha ötedeki bir geleceğin şimdileri. Bütün şimdi ve
gelecek, daha hızlı, durmayalım düşeriz prensibine göre çalışan modern
uygarlığın mihrabında kurban edilmiş durumda.
Bu anlamda, geçmişi ve geleceği birbirinden kurtarmak,
şimdiyi yeniden kazanabilmek demektir.
*
Ne gelecek, ne geçmiş ne de şimdi kaldı. Her şeyi
yitirmiş bulunuyoruz. Yitirdiklerimiz bu kadarla kalsaydı gene iyiydi. Umutsuz
bir geleceğin gölgesinin vurduğu bir tarih bile yok artık elimizde, tarihin
yıkıntıları bile çalınıyor.
Modern toplumun tanrısı kar ise, dini ulustur. Tarihin
gördüğü en etkili, en kanlı, en saçma illüzyon olan, yalan olan ulus ve
ulusçuluk, sadece yıkıntılardan oluşan bir geçmişi bile insanlığa çok görüyor,
onu gizlice çalıyor.
Ulusların tarihi yoktur. Uluslar ve ulusçuluk, tıpkı
bir vampir gibi, olmayan tarihini yaratmak için, kendi varlığını sürdürebilmek
için insanlık tarihinin kanını emiyor, bütün tarihi kendisi gibi
tarihsizleştiriyor.
Bütün uluslarda, şimdinin tarihi o ulusal devletin ya
da o devlete yol açan hareketin tarihiyle başlıyor. Böylece bir yandan uluslar
tarihsizliklerini örtük bir şekilde itiraf ederlerken, diğer yandan da geniş
anlamıyla Şimdiyi de sadece bir ulusal ilkeye tabi kılarak ve indirgeyerek,
insanlığın elinden kapıyor. Tarihin geri kalanı ise, yine ulusal oluşumların
hazırlanışlarının tarihi oluyor. Tarihi olmayan uluslar bütün insanlık tarihini
işgal ediyorlar.
Bütün ulusların tarihi yalanlar üzerine inşa
edilmiştir. Tarih üzerine yazılan her şey o tarihsize, o soysuza bir tarih, bir
soy sağlamaya hizmet etmektedir. Bu en açık biçimde, şu an inşa halindeki
ulusun, Avrupa ulusunun tarihinin inşasında görülebilir. İsa'dan, Eski
Greklere, Haçlı Seferlerinden otuz yıl savaşlarına, hatta ikinci ve birinci
dünya savaşlarının boğazlaşmalarına kadar bütün tarih, sanki Avrupa ulusunun
oluşumu yolunda geçilmesi zorunlu aşamalarmış gibi ele alınıyor. Tarih,
ulusların ve ulusçunun yağmasına uğruyor ve onun unsurları ulusal tarihlerin
inşalarında kullanılıyor. Artık geçmiş, sadece ulusların ve ulusçuların
prizmasından bakınca vardır. Başka bir geçmiş yoktur, uluslar tarafından
çalınmıştır.
Bu anlamda geleceği geçmişten kurtarmak, geçmişi
ulusların ve ulusçuluğun elinden kurtarmak demektir.
*
Fakat sadece gelecek hiç bir umut vaat etmediği için
yitirmedik geleceği ve geçmişi; sadece dayanılmaz sürati, ticarileşmesi ve
yabancılaşması yüzünden yitirmedik şimdiyi; sadece uluslar ve ulusçuluk çaldığı
için yitirmedik yıkıntılardan ibaret bile olsa tüm insanlığın geçmişini; ama
aynı zamanda, unuttuğumuz için de, unutturulduğu için de yitirdik.
Her hatırlama aynı zamanda başka bir şeylerin
unutulması, unutulmaya terk edilmesidir; her olayın öne çıkarılışı, başka bir
olayın arda itilişidir; her en açık gibi görünen tartışma, tartışılmayana karşı
bir susuş komplosudur.
Gerçek Tarih henüz yazılmamış olandır. Varolan tarih
ezilenlere karşı bir susuş komplosudur. Tarih, galiplerin, üstün gelenlerin
veya daha baştan üstün olanların tarihidir. Ve bu tarihte sadece iğrençlikler
kalmaktadır. Uygarlıkların doğuşuyla birlikte, tarihi sadece iğrençlikler ve
çöküş kaplamaktadır. Kahramanlık dönemlerinin tarihi kadar olsun, örnek
alınacak bir erdem yoktur ortada. Böylece ezilenlere karşı bu komplo yüzünden
insanlık da tarihinde örnek alacak hiç bir şey göremez olmakta; eski
uygarlıklar kadar olsun, geçmişiyle barışık olamamaktadır. Geçmiş ezenlerin ve
galiplerin tarihi olarak onlar tarafından yazıldığı için onurunu da yitirdi.
Zafer sarhoşluğu içindeki modern batı uygarlığı, bu zaferini ebedi kılabilmek,
başka olası bir dünyanın ve hayalin bütün anılarını hafızalardan silebilmek
için, onun erdemli yanını unutuyor ve unutturuyor.
Tarih sadece Konsantrasyon kampları değildir ona karşı
direnenlerdir de. Sadece savaşlar değildir; barış için savaşanlar, asker
kaçaklarıdır; sadece uzlaşanlar, eyyam efendileri, teslim olanlar değildir;
uzlaşmayanlar, direnenlerdir. Sadece galiplerin zafer arabasına bağladığı
yığınların tarihi değildir, bir inancı sürdüren marjinal, küçük grupların da
tarihidir; sadece kilisenin değil, Katarların da tarihidir; sadece engizitörler
yoktur, engizitörlerin yaktığı ateşte yanarak ışık verenler de vardır; sadece
çürüyen Abbasi ve Emevi halifeleri yoktur, Nesimi'ler, Hallacı Mansur'lar da
vardır.
Tarihin bütün dikkati ve enerjisi, geçmiş üzerine
bütün bildiklerimiz hep birinciler üzerine odaklanmıştır, diğerleri unutulmaya
ve unutturulmaya terk edilmiştir. Ama onlar hep vardılar, varlar ve var
olacaklar. Nasıl her şeylere kadir tanrı bir topal şeytanla baş edemez, onu yok
edemez ise öyle. O şeytanların da bir tarihi var ve yazılmamış gerçek tarih,
bizlerden çalınan geçmiş, o şeytanların tarihidir.
Bu anlamda geleceği geçmişten kurtarmak, o unutulan
geçmişi hatırlamak, geçmişe erdemli ve yiğit yanını geri vermek, kazandırmak
demektir. Tarihle barışmak demektir.
*
Bir an için geleceği bir yana bırakalım. Unutulmuş ve
çalınmış bir geçmiş ve yaşamadığımız bir şimdi var. Geleceği geçmişten
kurtarmak için, unutulmuşu hatırlamak, çalınmışı geri almak, yaşanamayanı
yaşayabilir olmak gerekiyor.
Unutulmuşu hatırlamak, çalınmışı geri almak,
yaşanmayan şimdiyi yeniden kazanabilmek için ne yapmak gerekiyor? Şimdiyi
tekrar kazanmaktan başlanabilir. Niçin ve nasıl yitirildi şimdi?
Nedir böylesine ne insan biyolojisinin ne de doğanın
ritmini takmadan, saatlerden saniyelere, saniyelerden nano saniyelere doğru,
müthiş bir hızla hayatı kıyma eden. Zamanı çalan ve bizleri zamansızlığa mahkum
eden?
Eğer bir metaın değerini içinde yoğunlaşmış emek
belirliyorsa, bunun tek ölçüsü de zaman ise, ve ödenmemiş emek miktarı
ölçüsünde artı değer ve kar artıyorsa, ve ancak daha çok kar ettikçe ayakta
kalabiliyorsa sermaye; sermaye ancak
daha hızla devir ettiği takdirde, kar oranlarında bir yükseliş
sağlanabiliyorsa; makineler ancak, durmaksızın ve en hızlı tempoyla
çalıştıkları takdirde daha verimli oluyorlarsa, yani üretim sisteminin mantığı,
kişilerin iradesinden ve isteğinden bağımsız olarak bunu gerektiriyorsa; bu
nedenle bu modern batı uygarlığı durmayalım düşeriz, daima daha hızlı ve daima
daha çok diye yazmışsa; zamanı ve şimdiyi yeniden kazanmak bu kara dayanan
anarşik üretim, değişim ve tüketim sistemini yok etmeden mümkün olabilir mi?
Ama bu sistemi yok etmek ise, kar yerine insanların ihtiyaçlarını; daha çok ve
daha hızlı yerine; daha yavaş ve daha az yabancılaşmış emekli zaman diyen; karı
değil insanı merkeze koyan bir sistem kurmak; dokunulmaz kutsal, bugünkü batı
uygarlığının temelini oluşturan özel mülkiyete dokunmadan olabilir mi? Şimdiyi,
yeniden kazanmak, sadece sürat boyutuyla bile, batı uygarlığının temelini
oluşturan modern sermayenin temellerini dinamitlemek demektir. Şimdiyi kazanmak
biçimindeki bu masum istek, bu son derece insani arzu, bugünkü sistemin
duvarlarına çarpmak zorundadır.
Ya o hızla geçen zamanın, yaşanmayan şimdinin
içeriğine gelince; her şeyin metalaşması yol açmıyor mu insan ilişkilerindeki
metalaşmaya, soğukluğa ve yalnızlığa; sadece üretken işgücü, artı değer üreten
bir iş gücü önemli olduğu için değil mi, çocukların okul ve kreş gettolarında
çocukluklarını yaşamadan, eski Çin'de kadınların ayaklarının daha küçük yaşta
kalıba vurulmaları gibi, sermayenin ve pazarın isteğine ve ihtiyaçlarına uygun
formlara sokulmaları. Ve aynı nedenle kapatılmıyor mu, artık artı değer
üretemeyecek olanlar yaşlılar evi denen gettolara. Sırf daha yüksek kar
oranları değil mi, böylesine akıl almaz süratle gerçekleşen teknik değişikliklerin
nedeni. Ve o teknik değişiklikler, sadece henüz fiziksel bir yıpranmaya
uğramadan, makineleri moral yıpranmaya uğratmakla kalmıyor, insanları,
özellikle yaşlıları da modeli geçmiş makineler gibi çöplüğe atmıyor mu?.
Böylece çocukluk, gençlik ve yaşlılık, bir stres ya da gereksizlik duygusu
içinde yaşanmadan yaşanıyor. Olgunluk ise, yani ücretli olarak çalışılan dönem
ise, ya müthiş bir tempo içinde yabancılaşmış emek olarak, yani yaşanmamış bir
hayat olarak, ya da onun yeniden üretimi için uyumak, yemek gibi işlerle
geçiyor. Geriye kalan boş zamanlar ise, ticarileşmiş, soğuk, yalnız ve sevgisiz
olarak uçup gidiyor. Bu sefaletin turizmden evlere, aşktan seksüel ilişkilere
kadar daha nice yanından söz edilebilir.
İşin ilginci, bütün o "üçüncü dünya"nın sefaletinin,
yani batı uygarlığının kasapları, manavları, bakkalları, hizmetçileri ve
bordelleri olmaya mahkum edilmelerinin nedeni, o fiziki yoksulluğun nedeni, şu
batı uygarlığının çocukluğunu, gençliğini, yaşlılığını yaşayamayan, erginliğini
ise yabancılaşmış emek ve onun yeniden üretimiyle geçiren, geri kalan küçücük
boş zamanı da ticarileşmiş, soğuk ve yalnızlığa mahkum olmuş çalışanlarının iş
gücünün yeniden üretiminin fiyatını düşük tutmak ve dolayısıyla artı değer ve
kar oranlarında yükseliş sağlamaktan başka bir şey değildir. Manevi olarak
savunmaya bile değmeyecek bir hayat için, insanlığın dörtte üçünün ölüme ve
acıya mahkum edilmesi.
Fakir ülkelerdeki maddi ve zengin ülkelerdeki manevi
sefaleti yok etmek isteyen her girişim, biraz olsun sorunun nedenlerine girdiği
an karşısında, şu özel mülkiyete, kara, her şeyin metalaşmasına dayanan bugünkü
batı uygarlığının temellerini görmek ve onlara yönelmek zorundadır. Bu yöneliş
ise karşısında, şaşmaz bir şekilde sermayenin fiziksel gücünü ve baskı araçlarını
bulur.
Ama hayal gücünü ve umudunu yitirmiş bir insanlık, bu
durumun nedenini çok iyi bildiği ve gördüğü halde bu temellere yönelemiyor.
Eleştirisinin sonuçlarından korkuyor, son sözünü yutuyor ve geriye adım atıyor.
Bütün dünyadaki aydınlar, düşünce adamları, bu maddi ve manevi sefaleti her
yönüyle, en sanatsal ve çarpıcı ifadeleriyle ele alıp anlatıyorlar. Ama
nedenler konusuna gelince diller tutuluyor. Bu tutuluşun ardında, uygarlığın bu
çürüyüşüne son verecek bir gücün görülmemesi yatıyor. Ortada bu tasvir ve
eleştirilerin gerektirdiği çıkarsamaları yapmak için cesaretlendirici bir güç
yok. O zaman da umutsuzluk sonunda teslimiyete yol açıyor. Teslimiyet kendine
saygının yitirilmesine yol açıyor. O zaman da unutmaya ve unutturmaya çalışıyor
ve sistemin suç ortaklarına, kapolarına dönüşüyor. Kurbanlar cellatlarının iş
birlikçiliğine soyunuyor.
Niye mümkün olmasın, insan ihtiyaçlarına, doğanın ve
insan biyolojisinin ritmine göre insanların özgürce ve demokratik olarak
planladıkları bir üretim, değişim ve dağılım sistemi. İnsan bu kadar yeteneksiz
midir? Bu insana güvensizlik değil midir? Yıkılmış, sözüm ona planlı denen
bürokratik keyfilik ekonomileri bunun olanaksızlığının bir kanıtı olarak
gösterilebilir mi? İnsanlık bu kadar yeteneksiz değildir. Ama bunun için önce
hayal edebilmek, var olanın kader olmadığını, başka yollar da olabileceğini
düşünmeye cesaret etmek gerekiyor. Ancak o zaman şimdiyi yeniden kazanabiliriz.
*
Ya bizden ulusun ve ulusçuların çaldığı geçmiş. Onu
nasıl kazanabiliriz?
Daha iki yüz yıl kadar önce, kendilerini ulus olarak
tanımlayan devletler, Atlas okyanusunun iki kıyısında, insanlığın çok küçük bir
bölümünü kapsayan topluluklardan ibaretti. İnsanların büyük çoğunluğu için,
ulusçuluğun anladığı anlamda bir ulustan olmanın bir anlamı yoktu ve böyle bir
problem bile bilinmiyordu. Ama bu gün yeryüzünde, bir tek santimerte kare
toprak kalmamıştır ki bir ulusal devlete dahil olmasın, bir tek bile insan
yoktur ulusu olmayan. Ulusu olmayan bir insanı düşünmek, çağdaş hayal gücünü
aşırı zorlamak olur, nasıl gölgesiz bir insan olamazsa, ulussuz da olamaz (E.
Gellner).
Ama daha yakın zamana kadar insanlar için bir ulustan
olmak, kültürel ya da soysal bir yakınlığı ifade etmekten başka bir anlam
taşımazdı. "Ulusal birimle, siyasal birimin çakışması gerektiği" (E.
Gellner) yolundaki ulusçuluğun anlayışı, akla bile gelmezdi, Bugün, şu ya da bu
soydan, şu ya da bu aşiretten olmanın siyasal bir anlamı olmadığı gibi bir
anlama sahipti bir ulustan olmak.
Belki bu uygarlığın gençliğini yaşadığı çağda
insanlığın hayrına olmuş bu ulus ilkesi ve ulusçuluk, modern uygarlığın dini,
globalleşen bir dünyada, sadece bir apartheit sisteminin dayanağı olabilir.
Güney Afrika'da klasik aphartheit biterken, dünya ölçüsünde bir apartheit
sistemi kurulmuş bulunuyor. Yer yüzünün beyazları, Amerika, Avrupa, Japonya,
Avustralya gibi ülkelerin ulusları, yer yüzünün siyahlarını, "Üçüncü
dünya" denilen rezervuara hapsediyor. Amerika, Çin setti benzeri yüksek
teknolojili duvarlar örüyor, Meksika'nın kuzeyine, Benzerini Avrupa başka
biçimlerde Asya'nın Batısına ve Afrika'nın kuzeyine yapıyor. Rezervuara
hapsedilenler ve rezervuar yapılan alan öylesine büyük ki, bu duvarların bir
rezervuarın etrafındaki çitler olduğunu kavramak için hayal gücünü zorlamak,
anlayışlarda bir Kopernik devrimi yapmak gerekiyor.
Örülen duvarlar, beyazların etrafına değil, siyahların
etrafına örülmektedir, ama bu siyahlar öylesine büyük ve çoktur ki, ilk bakışta
bu görülememektedir. Bu rezervuar koskoca bir hapishanedir ve oradan artık
kimsenin kaçmasına müsaade edilmemektedir. Kaçmaya kalkanlar, ya hapishane
yapılmış adalardan kaçmaya kalkanlar gibi, nehirlerde ve denizlerde boğulmakta,
balıklara yem olmakta, ya da dağlarda donmakta, ya da duvarlara takılıp
kalmaktadırlar. Bu hapishanenin sahibi beyazlar ise, turist olarak iş gücünü
daha ucuza yeniden üretmek için,istedikleri zaman oraya girip çıkabilmekte ya
da politikacı ve iş adamı olarak, istedikleri zaman ve biçimde bu hapishaneyi
kontrol edebilmektedirler. Beyazların idare binasına ise sadece hapishanedeki
iş birlikçilerinin çıkma hakları oluyor. Bazen de idare binasının bazı temizlik
gibi bazı ihtiyaçları için bazı siyah mahkumların orada bir parya olarak
çalışmasına müsaade ediliyor. Bu sistemin bir tek adı vardır: Apartheit. Ama
ulus ilkesinin ve ulusal devletlerin egemenliği, bunun sorgulanmasızca kabul
edilmişliği, bir ırkçılık olduğunun görülmesini engelliyor. Ulus ve ulusçuluğa
son verilmeden ise bu apartheit sistemi yok edilemez.
Ama bu sistem, ulus ilkesine ve ulusal devletlere
dayandığı ve artık insanlık, ulusun dışında bir varoluş tarzını unuttuğu ve
hayal bile edemediği için, bu sistemin kurbanlarınca, yani siyahlarca bile,
sistemin korkunçluğu, akıl ve insanlık dışılığı görülemiyor ve bir itiraz
getirilemiyor. Gerçekliğin tam bir kavranışı ancak hayallerin aynasında
olabilir. Bu nedenle, sistemin kurbanlarının bile önce hayal görmeye bunun için
de hayal gücüne ihtiyacı var.
Batı uygarlığı, bir yandan globalleşir ve
globalleşmeden söz ederken, sermaye ve karlar ve mallar hiç bir sınır tanımadan
dünyanın her yerine kolaylıkla geçebilirken iş gücünün ve insanların serbest
dolaşımının önüne koyulan ulusal devletin sınırlarının akıl ve insanlık
dışılığını gizlemek için, çok kültürlülük ya da etniklik diye bir yalan
uyduruyor. Ama bu gizleme çabası, ulus ilkesine dayanan devletin
gereksizliğinin de üstü örtük bir itirafından başka bir şey değildir.
Çok kültürlülük bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı
uygarlığının kendi kültür anlayışını, tanımını, diğer kültürlere dayatmasıdır.
Diğer kültürlerin kültür anlayışlarının ve tanımlarının baskı altına
alınmasıdır. Kültürel olan bu tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir
örneğin, giyimdir, günlük hayata ilişkin kimi alışkanlıklardır, konuştuğunuz
dildir. Ama biri çıkıp, benim kültürümde devlet yok, benim kültürümde bir
ulustan olmak diye bir kavram yok, benim kültürümde saniyeler dakikalar yok,
benim kültürümde özel mülkiyet yok, benim kültürümde polis yok, benim
kültürümde mahkemeler yok diyemez. Bunları dediği an, çok kültürlülük efsanesi
biter, söyleyen soluğu caza evinde ya da tımarhanede alır. Çok kültürlülük,
ulus ilkesine dayanan devletleri kurtarmak için çıkarılmış, batı uygarlığının
kültür anlayışının diktatörlüğüdür.
Avrupa uygarlığının kültür karşısındaki tutumu, dinler
karşısındaki tutumuna benzer. Bu uygarlıkta din, kişinin bir vicdan ve inanç
sorunu olarak tanımlanmış, ve en ideal biçimlerinde tümüyle politik alanın
dışına itilmiştir. Ama bu aslında, diğer dinlerin din anlayışları üzerinde bir
diktatörlüktür. Örneğin sıradan halk İslam'ı değil, politik İslam, ya da Şeriatın tanımladığı İslam, tıpkı
ulusçuluğun, siyasal birimle ulusal birimin çakışmasını ön görmesi gibi,
siyasal birimle din biriminin çakışmasını ön görür. Bu anlayış karşısında batı uygarlığının
din anlayışı bir diktatörlüktür, ona izin veremez çünkü. Bunun tersi de
doğrudur, politik İslam da, dini kişinin vicdan ve inanç sorunu olarak, politik
alanın dışında anlayan yaklaşım üzerinde bir diktatörlüktür. Bunlar
uzlaşmazlar. Aynı şekilde başka kültürlerin kültür tanımları karşısında da aynı
durum vardır. Bir kültürün siyasal alan içinde gördüğünü, diğer kültür
görmüyorsa, bunlardan birinin geçerliliği diğeri üzerinde diktatörlüktür.
Çoğulculuk, çok kültürlülük, demokrasi, çok renklilik gibi kavramlar bu
diktatörlüğü gizlemeye yarayan ideolojik araçlardır.
Ceza suçun cinsinden olmalıdır. Göze göz, dişe diş.
Madem ki batı uygarlığı, dini ve kültürü öyle tanımlıyor ve politik alanın
dışına itiyor, ona da bu uygarlığın dini olan ulus ilkesine ve ulusçuluğa niye
aynı ceza verilmesin? Batı uygarlığının ufkunun ötesinde başka bir uygarlığın
hayali, işe, batı uygarlığının dini olan ulus ilkesinden başlamak zorunda değil
mi?
Bugün dünyadaki bütün devletler, var olan ve var
olmaya çalışan bütün devletler, hepsi, ulusal birimin politik birimle çakışması
anlayışına göre kurulmuş bulunuyor. Tıpkı bir şeriat devletinde, dinsel birimle
politik birimin çakışmasında olduğu gibi. Aslında bugün bütün dünya, ulus
ilkesi açısından şeriat devletleri tarafından ele geçirilmiş bulunuyor.
İnsanların dinsiz olma hakkı var ama ulussuz olma hakkı yok örneğin. Üç kişi
bir araya gelip bir din ya da tarikat kurabilir ama bir ulus kuramaz. Çünkü
ulusçunun ulus anlayışı, ulusal birimle siyasal birimin çakışmasını öngörür.
Ulusçuluğun ulus anlayışını kabul etmek için hiç bir
neden yok ortada, aksine 80'li yılların başından beri, ulus ve ulusçuluk
alanındaki anlayışında devrim yapmış kitapların hepsi, ulusçuluğun ulustan önce
geldiğinin, varoluşu bakımından sınıflara değil örneğin dinlere benzediğinin
kanıtlarıyla doludur.
Bu anlayışı reddetmek enternasyonalizmle de olamaz ve
enternasyonalizm değildir. Enternasyonalizm, ulusçuluğun ulus anlayışını
reddetmez, dışlamaz, onu olduğu gibi kabul eder ona dayanır ve onu yeniden
üretir. Onun içindir ki, yeryüzündeki ulusların çoğunu enternasyonalistler
yaratmışlardır. Ulusun ne olduğunu ulusçulardan öğrenemezsiniz derler,
enternasyonalistlerden de öğrenemezsiniz.
Tıpkı tanrısızlık ya da dinsizlik gibi, ulussuz olma
hakkını savunan bir anlayış, ki bu anlayış otomatik olarak siyasal olanla
ulusal olanın çakışması gerektiği anlayışını reddetmek zorundadır, ulusların ve
ulusçuluğun mezar kazıcısı olabilir. Böyle bir anlayış, ulusu siyasal alanın
dışına iterek, isteyene istediği ulusu kurma, girme, çıkma, ulussuz olma
hakkını sağlayabilir. Ulus kişisel bir seçim, din gibi bir inanç sorunu veya ,
tıpkı, bugün kültürün tanımlandığı gibi bir kültür sorunu olur.
Elbette böyle bir yaklaşım, ulusal olanla politik
olanın çakışmasını reddeden ve ulusal olanı, tıpkı daha iki yüz yıl önce
insanlığın çoğunda olduğu gibi, politik alanın dışına iten yaklaşım, ulusçunun
yaklaşımı üzerinde bir diktatörlüktür. Ama bugün bütün dünyaya egemen olan
ulusçuluğun anlayışı da, diğeri üzerinde bir diktatörlük.
*
Ulusların bir araya gelip çok uluslu birlikler (Avrupa
Birliği) ya da uluslar üstü (Birleşmiş Milletler) birlikler kurması, ulusçuluğu
yok etmez, sadece güçlendirir ve görünmesini gizler, daha büyük ve güçlü olarak
başka bir isimle yeniden üretir, ulusal olanla politik olanın çakışmasını sorgulamaz.
Ulusların aralarındaki çatışmaların, uluslar
arasındaki yakınlaşmalarla; uluslar arası örgütlenmelerle; ulusçunun anladığı
biçimiyle ulus ilkesini ret etmeyen, dışlamayan ama yeniden üreten
mekanizmalarla kaybolacağı inancı çocuksudur ve hiç bir tarihsel tecrübe bunu
desteklemez. Ulusçunun ulus anlayışını ret eden, onu dışlayan, onun üzerinde
bir diktatörlük oluşturan, başka bir ilke ancak bugün insanlığı apartheit
sisteminden kurtarıp, ulusal çatışmalara son verebilir.
Bu, bir tarihsel analojiyle daha kolay anlaşılabilir.
İslamiyet öncesi dönemde, insanlar Arap yarımadasında aşiretlere göre
örgütlenmişlerdi. Geçerli ilke, soy kardeşliği, kan kardeşliği idi, tabiri caiz
ise, siyasal olan kan ve soyla belirleniyordu. Muhammet, bu aşiretleri birleştirmeye,
birleşmiş milletler ya da Avrupa birliği gibi, aşiret birlikleri ya da
federasyonları gibi yollar denemedi, o kandaşlık ilişkisi ve ilkesinin yerine
başka bir ilkeyi getirdi, kan kardeşliği yerine din kardeşliği. Ancak böylece
her aşiretin içindeki din kardeşliği ilkesini kabul edenler, kan kardeşliği
ilkesini kabul edenlere karşı başka bir ilkeyi dayattılar.
Diğer bir örnek, modern batı uygarlığının tarihinden
verilebilir. Burjuvazi, ilk muhalefetini dinsel biçimler içinde örgütledi. Bu
biçimler içinde kaldığı sürece, tüm insanlığı, tüm dinleri etkisi altına
alabilecek bir uygarlık geliştiremezdi burjuvazi. Hıristiyanlığın hangi
yorumunun daha doğru olduğu, bir Müslüman ya da bir Budist için hiç bir şey
ifade etmez ve anlaşılmaz kalırdı. Burjuvazi, Muhammet'in aşiretler kardeşliği
ya da federasyonu denememesi gibi, bir dinler birliği ve kardeşliği de
denemedi. Burjuvazi, bütün antik uygarlıkların ve dinlerin dayandıkları
ilkeleri dışlayan, geçersiz kılan ve onlar üzerinde bir diktatörlük oluşturan
bambaşka bir ilke ile, örneğin ulus ilkesi ile onlar üzerinde kesin bir zafer
kazandı. Burjuvazi, bütün dinleri, antik uygarlıkları ve aşiretleri, tıpkı
Muhammet'in bir zamanlar, din kardeşliği ilkesiyle yapabildiği, yani kardeşleri
siperlerin karşı taraflarına sürebilmesi gibi, ulus kardeşliği ilkesiyle, din
ve kan kardeşlerini birbirine karşı sürüp ekonomik gücüne dayanan zaferini
ideolojik olarak pekiştirebildi. Modern uygarlık, ancak, başka bir ilkeye
dayanarak, her din ve kandaşlık birliğinin içinden yığın yığın gönüllü
savunucular bulabildi.
Ulusçuluğun sonu da böyle olabilir. Ulus ilkesini ret
eden, boş düşüren, onu dinlerle aynı kefeye ve gerçek yerine koyan bir ilke,
bizden tarihi ve günümüzü çalan; insanlığın bir apartheit sistemine mahkum eden
ulusal devletlerin sonunu getirebilir. Her ulus içinde, ulusal olanla politik
olanın çakışması gerektiğini savunanlarla, bunun kişisel bir tercih sorunu
olması gerektiğini savunanlar arasında bir bölünme olmadıkça ve ikincileri
birincilere üstün gelmedikçe, çalınmış geçmişi yeniden kazanmak ve geleceği
geçmişin lanetinden kurtarmak mümkün olamaz.
Modern uygarlığın dini ulusçuluk ya da onun heretik
karşıtı enternasyonalizm, klasik dinler kadar olsun böyle bir eleştiri ve bakış
karşısında dayanacak güçte değildir. O insan varlığına ilişkin temel soruları
ne sorar ne de ona bir cevap arar. Sanıldığından çok daha güçsüzdür.
Burada bütün sorun bunun olabileceğini düşünmek, bunu
hayal edebilmekte. Var olanın ufku dışından ona bakabilmekte.
*
O halde hayal görmeliyiz.
Ama hayal görmeyi bile unutmuş bulunuyoruz. Hayal
görmeyi de unuttuğumuza göre, onu yeniden hatırlamak, sanki ağır bir ameliyat
ve uzun bir yatalaklık döneminden sonra bir hastanın yeniden yürümeyi öğrenmesi
gibi, hayal görme çalışmaları yapmamız, tembelleşmiş kasların itaatsizliğine
son vermemiz, yol açtıkları acılara dayanmamız gerekiyor.
Tabakhanede çalışan işçiler gibi burnumuz ufunetin
kokusunu almaz olmuş durumda. O pislik kokusunu tekrar fark edebilir olmak
için, önce temiz bir havaya gerek var. Bu temiz havayı ancak hayaller
sağlayabilir. Ancak hayallerin ışığı altında gerçekliğin akıl ve insanlık
dışılığı daha iyi görülebilir, onun daha derin bir kavranışına ulaşılabilir.
Herkes, kuyuya düşmemek için önüne bakıyor, kimse
yıldızlara bakmayı aklından geçirmiyor bile. Kafalar yukarıya kaldırılsa,
kuyunun ağzı görülebilecek ve belki o zaman kuyudan çıkma çabasına
girilebilecek. Hayallerin ufku olmaksızın gerçekliğin daha tam bir kavranışı
olamaz.
*
Gerçekliğin hayallerin ışığında gerçekçi bir
değerlendirilişi ise şunu gösterir: durum umutsuzdur. Öylesine umutsuzdur ki
artık ciddi bile değildir.
Belki çoktan insanın var oluşunu sağlayan koşullar
tahrip oldu geri dönüşsüzce. Bir gökdelenin tepesinden aşağı düşene yere
çakıldığı ana kadar bir şey olmaz, belki insanlık bu durumda.
Paraşütün ipini çekecek, ya da uçuruma doğru hızla
giden trenin imdat frenini çekecek bir güç de görülmüyor ortada. Tarihin
tersinden açılan yumağının yol açtığı Gordiyos düğümünü kesecek, İskenderler de
yok artık. Modern uygarlık bütün insanlığı kendi zafer arabasına bağlamış,
geçmişi çalmış, unutmuş ve unutturmuş.
Yapılacak ilk iş, durumun böyle olduğunu görmektir,
durum hakkında sahte umutlar ve hayaller yaymamaktır. Durumun umutsuzluğu
görülmeli ve gerçeğin gözlerinin içine cesaretle bakılabilmeli. Gerçekliği
görebilmek için hayal görebilmek; umutsuzluğu görebilmek için gerçekçi olmak
gerekiyor.
Hiç bir umudun ve kaybedecek bir şeyin olmaması; bunun
görülmesi ve kabulü çok sağlam bir hareket noktası sağlar. Çok radikal ve
eleştirel bir tutumun koşullarını sağlar. Bu radikalizm yine aynı ölçüde
radikal; ne umuda, ne başarıya bir referans noktası olarak bakmayan bir ahlaki
tavır alış gerektirir.
Ezen var ezilen var, galip var mağlup var, üstteki
var, alttaki var, kadın var erkek var, siyah var, beyaz var. Bunlarda hep
lanetlilerden yana olmak gerekir, hep öyle olmaya çalışmak gerekir; tarihin ve geleceğin, baskının ve sömürünün
olmadığı bir dünya için bir olanak vaat edip etmediğinin önemi yoktur. Gişenin ve barikatın bu tarafında olmak,
ahlaki bir ilke olmalı. İnsan hayatına anlam veren şey, onun amacıdır. Amaç
ise, sömürüsüz ve baskısız bir dünyaya ulaşabilmek içir azami olanı yapmaktan
başka bir şey olamaz.
Hayal gücüyle gerçekliğin rezaletinin kavranışı;
gerçekçilikle umutsuzluğun kabulü ve umut ve umutsuzluğa bir anlam yüklemeyen
ahlaki bir seçimle konumun belirlenişi.
Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki
bir seçimden alan böyle bir tavrın, bir zafer beklentisine bile ihtiyacı
yoktur. Tarihte eğer ezilenlerin kurtuluşu yolunda zaman zaman bir parça
ilerlemeler kaydedildiyse, bunlar zafer kazananlar değil, yenilenler sayesinde
olmuştur. Kurtuluşa azami katkı, çoğu kez yenilgiyi gerektirmiştir, zaferi
değil. Zaferi kazanan kilisenin değil, onun yaktıklarının, cadıların örneğin
daha çok katkısı vardır insanlığın kurtuluşuna.
Bir zafer bile beklemeyen, umutsuz bur durumdan yola
çıkan ve umudu bile olmayan bir tavır olabilir ancak umudun kendisi.
Kaos teorilerinde kullanılan bir metafora göre,
Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı, Amerika'da bir kasırgaya yol açabilir.
Açar değil açabilir. Bu küçük küçücük de olsa bir olanaktır. O halde yapılacak
iş bellidir. Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı olmak.
*
Yaşanan tarih yaşanması zorunlu bir tarih değildir.
Bugünkü tarih olası tarihlerden sadece biridir. Tarihin bugünkü yolunu zorunlu
olarak kat ettiğine dair hiç bir kesin toplumsal yasa yoktur. Sadece toplum
değil, doğa tarihi için bile geçerlidir bu durum. Daima başka olanaklar vardır.
Bugünkü evren, muhtemelen olası evrenlerden sadece
biridir. Belki o başka olası evrenler bile var evrenimizin dışında. Ama bu
fikir şöyle de ifade edilebilir. Eğer Big Bang'tan bu güne, evrenin tarihinin
kaseti ya da filmi yeniden oynatılsaydı, aynı filmin görüleceğinin hiç bir
garantisi yoktur. Bugünkünden bambaşka özellikleri olan başka yapı taşlarına
dayanan bir evren olabilirdi.
Doğa tarihi için de geçerlidir bu durum. Hayatın
doğuşundan beri filmini yeniden oynatmak mümkün olsa, bugünkü canlı türlerinin
aynı şekilde olacağına dair hiç bir yasa ve garanti yoktur. Aksine, bizlere
doğal evrimin kaçınılmaz sonucu gibi görünen insan "bir rastlantı"dan
(S. J. Gould) başka bir şey değildir. Paleantoloji ve Jeoloji bunun yığınla
kanıtını sunuyor.
Peki aynı şey toplum için geçerli değil mi? Bugün
yaşadığımız tarih, olası tarihlerden sadece biri değil midir? Kaset başından
çalınsa, aynı müziğin dinleneceğinin bir garantisi ve zorunluluğu yoktur. Ve
tarihin her anı, kasetin yeniden çalınabileceği bir başlangıç noktasından başka
nedir ki?
Demir Küçükaydın
08.11.1998
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder