4 Eylül 2015 Cuma

Uluslara Karşı Savaşmayanın Gözyaşları Timsah Gözyaşlarıdır

Küçük Aylan’ın kıyıya vurmuş cenazesinin resmi, her durumda olduğu gibi gerçek güçlerin mücadelesinin bir aracı olmuş bulunuyor.
Öte yandan Türkiye’de sorun sadece Suriyeli mülteciler sorunuymuş gibi tartışılıyor. Her Allah’ın günü Afrika Avrupa arasındaki sularda benzerlerinin çok daha büyük ölçülerde yaşandığı görmezden geliniyor.
Sorun şudur: dünya ticareti ve ekonomisi öylesine bir tek dünya olmuştur ki, yüzlerce ulus ve ulusal devlet insanlığı boğmaktadır. Kapitalizm ya da sosyalizm değildir öncelikli sorun. Öncelikle siyasidir. Bir tek Dünya Cumhuriyetidir. Zaten bir tek dünya cumhuriyeti olduğu an onu kapitalist olarak sürdürmek de mümkün olmaz ve olamayacaktır ama stratejik hedef ve acil olarak yıkılması gereken kapitalizm değil, uluslar ve ulusal devletlerdir.  Bugünün dünyasında ana sorun uluslara karşı mücadeledir. Dikkat edin ulusçuluğa bile demiyoruz, uluslara karşı.
Klasik Marksist kavramlarla ifade edersek, üretici güçlerin gelişe düzeyi, tek dünya cumhuriyetini gerekli kılmaktadır. Bu altyapıya uygun bir üstyapı kurulamazsa, tıpkı, dar bir havsalanın çocuğun doğmasını engellemesi ve ananın da çocuğun da ölmesi gibi bir sonuç ortaya çıkar.

Atom ve savaşı tehdidinden; çevre felaketinden; yoksulluktan vs. kurtulmanın bir tek yolu vardır. Uluslara son verilmesi. Uluslar en demokratik biçimleriyle yani en territoryal tanımlanmış biçimleriyle bile. Zaten zengin ülkelerdeki uluslar geri ülkelerdekilere göre daha demokratiktirler, diller dinler karşısında daha kördürler, daha territoryal uluslardırlar) artık ırkçı bir düzenin araçları olmuşlardır.
Ulusçuluğun, en “demokratik” ya da territoryal biçimi bile, (yani dil ve din körü olup ulusu bir toprak parçasındaki yurttaşlarla tanımlayan biçimi) Aydınlanma’nın hümanist kozmopolitizmi karşısında bir karşı devrimdi; İslam’da Muaviye’nin karşı devrimi nasılsa, aynen öyle bir karşı devrim.
Toplumların modernleşmeye (kapitalizme) geçişleri bu karşı devrim biçiminde oldu. Ulusçuluk bu nedenle, modernizeme geçişin bir aracı gibi görüldüğünden, tıpkı komünal geleneklerden karşı devrime uğramış Emevi İslam’ı aracılığıyla uygarlığa geçen Özbekler, Oğuzlar, Berberilerin aracılığıyla uygarlığa geçtikleri İslam’a belli bir gençlik aşısı yapmaları gibi, haklar da ulusçuluğa belli bir gençlik aşıları da yaparak ulusçuluğun ve ulusların karşı devrimci niteliğinin görülmesini engellediler.
Ama fakir ve zengin ulusların arasındaki fark arttıkça, ulusçuluk artık bir modernleşmeye geçiş aracı olmaktan çıktı, tümüyle modern yani kapitalist ilişkilere geçmiş bir dünyada bir apartheit rejiminin aracı haline geldi ve yeryüzü çapındaki bir ırkçılığın aracına dönüştü.
Ulusların ve ulusçuluğun niteliğindeki bu temel değişim, ortada ulusları ve ulusçuluğu açıklayacak bir temel teorik açıklama bulunmadığı için, “refah şovenizmi” gibi kavramlarla veya post modern çeşitliliğe övgü ve rölativizm ile açıklanmaya çalışıldı.
Aslında Post modernizm denen “şey” hem bir yanıyla ulusların insanlığın önünde en büyük engel olduğunu sezişin ve ona bir tepkinin ifadesidir; hem de aynı zamanda ulusçuluğun kendini esneterek ulusların ömrünü uzatma çabasıdır.
Bugün uluslara karşı savaşmadan ne sosyalizm olabilir he de insanlığın yaşama şansı vardır.
Bütün uluslar yıkılmalıdır. Yeryüzü bir tek dünya cumhuriyetine dönüşmelidir.
Yeryüzünü, Türkler, Araplar, Kürtler, Fransızlar, Amerikalılar değil; İnsanlar (Büyük harfle İnsanlar) egemen olmalıdır.
İnsanların (ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddedenler) Türkler, Kürtler, Araplar, Fransızlar, Amerikalılar (Ulusal olanla politik olanın çakışmasını savunanlar) üzerideki diktatörlüğü kurulmadan; yani uluslar yıkılmadan; ulusçular insanlara dönüşmeden,  insanlığın yaşama şansı da bulunmamaktadır.
Bugünkü sistem, Türklerin, Kürtlerin, Fransızların, Amerikalıların, Arapların (yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunanların, yani milliyetçilerin) İnsanlar üzerindeki diktatörlüğüdür.
O halde tıpkı hazreti Muhammet’in yaptığını yapmak gerekmektedir. Ulusların dostluğu ya da birliği gibi bir sahte hayalin peşinde, doğuştan karşı devrimci bir paradigmanın içinde oyalanmak değil; ulusların yıkılması; uluslara karşı savaş gerekmektedir.
Hazreti Muhammet döneminin Arabistan’ında Putlar (Totemler) ve onları tanrısı bellemiş aşiretler ne idiyse; bu günün dünyasında da ulusal bayraklar ve uluslar aynıdır.
Günümüzün Müslüman’ı, Uluslara karşı savaşan; dini, dili, yaşadığı yer vs. ne olursa olsun tüm insanların eşitliği için savaşan olabilir. Politik İslam’ın bu İslam’la ilgisi yoktur. Politik İslam, ulusu bir İslam yorumuyla tanımlayan gerici ve karşı devrimci faşizan bir ulusçuluktan başka bir şey değildir.
Günümüzün Müslümanı, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddedendir. İnsan’a şirk koşmayandır. Hem insan hem de Türk olunamaz. Nasıl hem puta tapılıp hem de Allah’a inanılamaz isi öyle.
Ancak Türk olmanın hiçbir politik anlamının olmadığı bir dünyada Türkler de İnsan olabilir.
Tıpkı bir tek Allah gibi; bir tek İnsanlık.
*
Evet, tek Bayrak, tek Ülke, tek Ulus
Evet, tek bir bayrak: hiçbir ırka, dile, dine, cinse, kültüre, toprak parçasına bir gönderme içermeyen, bunların körü, renksiz veya beyaz bir bayarak.
Evet, tek bir ulus: İnsanlık ulusu,
Evet, tek bir ülke: yeryüzü.
Bir zamanlar Tevfik Fikret’in dediği gibi, “Vatanım yeryüzü milletim İnsanlık”
Bu formül ve bu amaç, Türkiye’deki bütün tek ulus, tek bayrak, tek vatan palavralarının karşı devrimci ve insanlık düşmanı niteliğini ortaya çıkarır. Türk devletinin karşı devrimci ve insanlık düşmanı niteliği apaçık ortadadır.
Tıpkı Hazreti Muhammet’in Allahtan başka tanrı yoktur (La ilahe illallah) diyerek putları parçalaması gibi; insanlıktan başka ulus tanımıyoruz diyerek, uluları ve ulusal bayrakları; ulusal devletleri ve sınırları parçalayacak kutsal bir savaş (cihat) gerekiyor bugün.
O küçük çocuğun cansız bedeni bu böyle bir dünya için ayaklarıyla oy verenlerin ulusal sınırları parçalama savaşı içinde verdikleri bir şehittir.
*
Bundan çeyrek yüzyıl önce de bu konuda yazıyorduk. Ama 2005’ten sonra geliştirdiğimiz ulus ve din teorilerini henüz geliştirememiştik. Bu nedenle sorunun uluslara karşı savaş olduğunu; Hazreti Muhammet’in totemlerin ve aşiretlerin egemen olduğu bir dünyada yaptığını;  ulusların egemen olduğu bir dünyada yapmak olduğunu göremiyorduk.
Ama hareket noktamız sağlamdı. Hareket noktamızın sağlam olduğu aşağıdaki yazılarda görülebilir.
O zamanlar, 1980’lerin sonunda Duvar’ın yıkıldığı günlerde, Avrupa’daki yabancılar hareketinin derslerinden ve Yeni Sosyal Hareketlerin incelenmesinden hareketle, dünyada bir apartheit düzeni kurulduğu sorucuna ulaşmıştık.
O zamana kadar Avrupa’da eşit haklar uğruna, tıpkı 50’lerin ABD’sinde olduğu gibi, bir siyah hareketi oluşturmaya çalışıyor; yabancılar arasındaki mücadeleye katılıyorduk.
Duvar’ı yıkan, Demokratik Almanya’da ayaklanan işçilerin, “Biz Halkız”dan, “Biz bir Halkız”a geçişleri, benim için çok sarsıcı olmuştu.
Şu sonucu çıkarmak kaçınılmaz oluyordu. Biz de Almanya ve Avrupa’da eşit haklar için mücadele ederken aslında özünde yeryüzünün imtiyazlıları arasına katılmak için bir savaş vermiş olmuyor muyduk?
Bunun üzerine düşünmeye başladık. O zamanlar daha sonra temellerini atacağımız Modern Marksizm’in din ve ulus kavramlarını yeterince geliştiremediğimiz için; Klasik Marksizm’in ekonomi ve sınıf kavramları ve paradigmaları çerçevesinde, onları daha dakik tanımlayarak ve değişimlerini izleyerek bu durumu açıklamaya ve sonuçlar çıkarmaya çalışıyorduk.
Bu bağlamda, yanlış olmayan ama eksik, dünya işçi sınıfının siyah ve beyaz bölünmüşlüğü ve yeryüzü çapında bir apartheit rejimi olduğu; stratejinin ve programın buna göre kurulması gerektiği gibi sonuçlara ulaşmıştık.
Sonraki yıllar bu çabalarla geçti ve 2005 yılı civarında sorunun Din ve Ulus teorilerinde olduğunu görüp bu alanda çığır açıcı sonuçlara ulaştık. Türkiye’nin bütün solcu ve Marksistleri bu sonuçları görmezden gelip susuş komplosuyla boğmakla meşguller.
Aşağıda o dönemde, 1992 sonlarında, yazılmış iki yazı.
Birinci yazı Özgür Gündem’de yayınlanmıştı.
Diğer yazı, İsveç’te klasik Marksist kavramlarla düşünen bir yoldaşa cevap olarak yazılmış bir yazı, sanırım İsveççeye de cevrilmiş ve orada sol bir dergide yayınlanmıştı. Aynı yazının başka bir versiyonu de yine Özgür Gündem’de “Eski Kavramlar ve Yeni Dünya Düzeni” başlığı altında yayınlanmıştı.
Bu yazıların yer aldığı derleme kitaplar şu adreslerden indirilebilir:
Özgür Gündem’e Yazılar:
Göçmenler, siyahlar ve Irkçılık Üzerine Yazılar

04 Eylül 2015 Cuma
Demir Küçükaydın

Yeni Dünya Düzeni: Gezegen Çapında Apartheit

Apartheit denen ırk ayrımcılığı sisteminin Güney Afrika'da çökerken gezegen ölçüsünde kuruluşuna şahit oluyoruz. Dünya, zenginler (beyazlar) ve yoksullar (siyahlar) olarak ikiye bölünüyor.
İtalya’da zengin Kuzey'in yoksul Güney'den ayrılmasını savunan Lombard Ligası bütün gündemi belirleyip, seçim başarıları elde ediyor. Zengin Çek ülkesi, yoksul Slovak ülkesinden ayrılıyor. Hırvatistan ve Slovenya, eski Yugoslavya'nın bu en gelişmiş ve zengin iki bölgesi, onlarca yıl aynı devlet çatısı altında yaşadığı yoksul Arnavut, Boşnak, Makedonlarla her türlü kader ortaklığı olasılığını ortadan kaldırıp, baştan çıkarılmışların ihanetiyle zengin Avrupa'nın kollarına atılıyor. Dağılan Sovyet İmparatorluğunda aynı işi, en zengin cumhuriyetler olan Baltık Cumhuriyetleri yapıyorlar.
Doğu Almanlar zengin Avrupa'ya katılmak için duvar yıkıyorlar; Arnavutlar çocukça bir saflıkla, Doğu Almanlarla aynı amaçlarla, oğul veren arıcıklar gibi gemilere üşüşüp denizi aşıyorlar. Alman sadrazamın sol taşağından düştüğü için düğün bayramla zengin beyaz dünyanın imtiyazlıları arasına alınıyor; Arnavut ise yoksul olduğu için tekme tokat dünya siyahlarının yeni kurulmakta olan rezervatına geri yollanıyor.
Almanya'da 30 yıldır çalışan, orada doğmuş bir Türk veya Kürt hala hiç bir hakka sahip değilken; Doğu Alman anında bütün haklara ve üstüne üstlük imtiyazlara boğuluyor. Bu yeni ırk ayrımcısı sistem, klasik ırkçılıktan farklı olarak kültür ve refaha dayanıyor. Duvarın yıkılışı sadece Yalta'dan beri süren dengelerin bitişini değil; ama aynı zamanda, dünya ölçüsündeki yeni Apartheid düzeninin kuruluşunu sembolize ediyor.
***
Zengin Beyazlar (Kuzey Amerika; Doğu Bloku'nun zenginlerini içine almış Batı Avrupa; Japonya ve Avustralya) yoksul siyahları; "İkinci Dünya" Diyebileceğimiz (eski "Üçüncü Dünya" ve Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği'nin yoksulları) kocaman bir "bantustan"ın veya "rezervat"ın içine hapsediyor.
ABD Atlas Okyanusu'ndan Pasifik Okyanusu'na, bütün Meksika Hududu boyunca çelikten bir duvar örüyor.
Almanya'da bütün partiler Mölln katliamı dolayısıyla anti-ırkçı gösterilere katılan kamuoyunun tam desteğini alarak, tamamen ırkçı yeni bir iltica yasası üzerinde anlaşıyorlar. Artık bir siyahın Almanya'ya ya da Avrupa'ya girmesi; diğer bir ifadeyle siyah hapishanesinden dışarı çıkması olanaksız.
Beyaz adam, bu duvarları kendi etrafına örüyormuş gibi; akıma karşı bir savunma tedbiriymiş gibi gösteriyor. Bu duvarlar Avrupa ve ABD'nin, yani beyaz adamın kendi etrafına değil; siyahların etrafına ördüğü duvarlardır. Eğer kendi etrafına duvar örseydi, kendisi de duvarın dışına çıkamazdı. Ama örülen duvarların dışına çıkamayan siyah olacaktır. Beyaz ise pekâlâ o duvarların içine girebilecektir. Tıpkı Güney Afrika'da olduğu gibi.
***
Bugün dünyanın siyahları duvarın dibinde derdest edilip geri yollanıyor; yakında çok zorlarlarsa vurulacaklar; bir süre sonra ise duvarın dibine gelme fırsatı bulamadan doğdukları yerde yok edilecekler.
Bundan 2,5 yıl önce ABD Senatosu Savunma Komisyonu'nun hazırladığı bir raporda yeni bir savunma doktrini öneriliyordu. Buna göre; artık "Üçüncü Dünya" ile Gelişme yardımları Bakanlığı değil; Pentagon, CIA ve Enerji Bakanlığı ilgilenmeli, ekoloji ve nüfus araştırmaları askeri bir stratejinin parçası olarak ele alınmalı, "crash situation" bölgeleri önceden belirlenmeli ve tehlike büyümeden askeri olarak müdahale edilmeliydi. "Crash situation" ise, nüfusun yiyecek vs. rezervlerini aşması durumu olarak tanımlanıyordu.
İşte Somali'de uygulanan bu yeni stratejinin provasıdır. Yakın bir gelecekte, "Nüfus fazla" veya "Ekolojik dengeyi bozuyorlar" denerekten milyonlarca siyahın, beyaz adamın refahı ve tüketimi uğruna, tıpkı bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi veya tıpkı eski Ispartalıların fazla kölelerini kılıçtan geçirmesi gibi yok edildiğini görürsek kimse şaşırmasın.
Aslında Körfez Savaşı, bu "ırklar savaşı"nın ilk örneğidir de. Noam Chomsky şöyle yazıyor:
"Körfez savaşı aslında ilk ırklar savaşıydı. O günlerde -ben uluslar arası basını sürekli izliyordum- bir kişinin hangi tarafta yer aldığını büyük bir ihtimalle tahmin edebilmek için, sadece o kişinin yüzünün rengine bakmak yetiyordu."
İsviçre'de askeri tatbikatlar artık ülkedeki yabancıların, yani siyahların bir ayaklanmasına karşı yapılıyor. Amerikan filmlerinde kötü adam eskiden bir Rus olurdu, onun yerini çoktan üçüncü dünyalılar ve Müslümanlar aldı. Tıpkı kovboy filmlerinin “vahşi” yerlileri gibi. Sovyetlerin dağılması üzerine nükleer silahların ve tekniğin "Üçüncü Dünya" ülkelerine gitmemesi için yaptırımlar uygulanıyor. Tıpkı Güney Afrika'da siyahların silah taşıma hakkı bulunmaması gibi.
***
İstisnasız bütün Avrupa ülkelerinde yeni ırkçı partiler hızla güç kazanıyor, gündemi belirliyor ve diğer partileri fiilen kendi programına çekmiş bulunuyor.
Bu ırkçı partiler klasik faşist partiler değiller. Bu partiler küçük burjuvazinin beyaz işçiye bir saldırısına ifade etmiyorlar. Aksine bu partiler doğrudan doğruya büyük ölçüde beyaz işçilere ve beyaz nüfusa dayanıyorlar. Klasik faşist partiler ırkçılıklarını en azından , "Yahudi sermayesi" gibi argümanlarla zengin sınıflara karşı göstermeye çalışırlardı. Yeni ırkçı partiler ise, doğrudan doğruya yoksul, haklardan yoksun göçmenlere karşılar. Tıpkı güney Afrika'nın beyaz işçileri gibi.
ABD, Avrupa veya Japonya'nın beyaz işçileri kapitalist ekonominin bir buhranı karşısında pekâlâ “demokratik”, “sosyalist” bir devrim bile yapabilirler. Ancak bu “sosyalizm” tıpkı Platon'un "Devlet"inde olduğu gibi, bir "köle sahipleri sosyalizmi", beyaz adamın sosyalizmi olacak, yeryüzünün siyahlarının sırtında yükselecektir. Beyaz adam bugünkü imtiyaz ve zenginliklerinden vazgeçmediği veya vazgeçmeyi göze alamadığı takdirde kuracağı ırkçı bir sosyalizmden başka bir şey olamaz.
Bu, aslında beyaz işçilerin dünya işçi sınıfı içinde çok imtiyazlı bir zümre oluşturduğu anlamına gelir. Güney Afrika'nın da şimdiye kadar gösterdiği gibi, beyaz işçilerle ortak bir cephe artık olası değildir. Onlar imtiyazlarının kölesi olmuşlardır.
Peki, dünyanın siyahları ne yapacak? Onlar beyaz adamın ayrıcalıklarına ve tüketim düzeyine sahip olmak gibi bir program geliştiremezler. Eğer tüm dünyanın siyahları beyazlar kadar enerji tüketirlerse şu gezegende bir hafta bile yaşamak mümkün olmazdı. Dolayısıyla siyahlar, Batı Uygarlığı'ndan farklı bir uygarlığı tasarlamak ve onun için mücadele etmek zorundalar. Bu ise Batı Uygarlığı'nın eleştirisi olmadan mümkün değildir.
Türk ve Kürt sosyalistleri sadece kendi ülkelerinde bir alternatif olabilmek için değil, ama aynı zamanda değişen dünyayı kavrayabilmek ve dünya siyahlarının mücadelesine bir katkıda bulunabilmek için de Kemalizm’in hedefiyle örtüşen kendi hedef tasavvurlarının bir özeleştirisine girmek zorundadırlar.
(Not: Bu yazıda kullanılan "siyah" ve "beyaz" terimleri politik terimlerdir. "Beyaz": ırkçı baskıyı uygulayanı, imtiyazlı olanı... "siyah": ırkçı baskıya maruz kalanı, ezileni ifade etmektedir. Örneğin, bir Japon, "sarı ırk"tan olmasına rağmen "beyaz"dır. Buna karşılık Japonya'da çalışan Koreli göçmen işçi de "sarı ırk"tan olmasına rağmen "siyah"tır. Avrupa'daki Türk veya Kürt "beyaz ırk"tandır ama "siyah"tır.)
(Bu yazı 13 Aralık 1992 Pazar tarihli Özgür Gündem'in ikinci sayfasında Forum köşesinde yayınlandı.)

Bir Beyaz Dosta Cevap

Eleştirmenlerim bütün beyaz eleştirmenler gibi İşçi Sınıfı'nı esas olarak gelişmiş ülkelerin beyaz işçilerinden ibaret görüyorlar. Bunu açık ifade etmeseler de bütün argümanlarında gizli olarak bu kavrayış vardır.
Ne var ki, biz yine Marksizm’den biliyoruz ki, işçi sınıfı monolitik bir sınıf değildir. Kapitalizm sadece işçi sınıfını birleştirici eğilimler değil aynı zamanda sürekli değişen bölücü eğilimleri de içinde taşır. E. Mandel bir yerde, işçi sınıfı içindeki bürokrasi tabakası kavranmadan modern tarihin, diğer bir deyişle sosyal-demokrasi ve stalinizmin kavranamayacağını söyler. Biz burada bir adım daha atıyoruz ve diyoruz ki: önümüzdeki tarihsel dönemde Dünya İşçi Sınıfı'nın Siyah ve Beyaz olarak bölünmesi anlaşılmadan hiç bir gelişme açıklanamaz.
Açıklama çabaları da ya olaylarla çelişecek ya da yüzeysel değerlendirmelerle malul olacaktır.
Hemen bir örnek verelim: Eleştirmenlerimiz beyaz işçiler arasında ırkçılığın güçlü olduğunu kabul ediyorlar. Ama bu olguyu açıklarken ya burjuvazinin manüplasyonlarını neden olarak gösteriyorlar ya da krizi.
Burada da Kriz yine euro-sentrik ya da beyaz işçi açısından bir krizdir. Biz dünyanın siyahları, beyaz işçilerin ırkçı olmaması için kriz olmayan günleri mi bekleyeceğiz? Diğer yandan dünyanın siyahları için zaten sürekli kriz var.
1930'lardaki faşizm ile bugünün ırkçılığı aynı olay değildir. Görünüşteki benzerlikler bizleri aldatmamalıdır. 1930'larda da kriz vardı, o zaman da Avrupalı işçiler bu krizden en çok etkileniyorlardı. Peki, o zaman niçin ırkçılığa yönelmiyorlardı da bugün yöneliyorlar?
1930'ların faşist ırkçılığı işçileri anti-semitizme çağırırken "Yahudi Sermayesi”nden hareketle çağırıyordu. Bu günkü ırkçılık, beyaz işçiyi doğrudan siyaha işçiye ve işsize karşı çağırıyor.
Ve beyaz işçiler bu çağrıya uyuyor. Çünkü onlar en kötü kriz koşullarında bile Dünya İşçi Sınıfı'nın imtiyazlı beyaz işçiler zümresini teşkil ediyorlar ve siyah karşısındaki bu imtiyazlarından zerrece fedakârlık etmek istemiyorlar.
Faşizm tehlikesinden söz ediliyor. Beyaz işçi açısından baktığımızda böyle bir tehlike yoktur. Hiç bir ırkçı hareket beyaz işçi örgütlerine saldırmıyor. Var olan beyaz işçi örgütleri zaten yeterince ırkçı. Hiç bir beyaz işçi örgütü, İkinci Enternasyonalin bile savunduğu "işgücünün dünyada serbest dolaşımı" (yani fiilen sınırların kalkması) ilkesini savunmuyor. Bizzat bunu savunmamak, beyaz işçinin imtiyazlarını savunmak, yani ırkçılığın ta kendisi değil midir?
Beyaz işçi hareketinde yer alan en radikal, en sosyalist akımlar bile, beyaz işçilere ırkçı olmamaları için argümanlar getirirken, "siyahlar (ya da göçmenler) zaten kalifikasyon yoksunluğu nedeniyle size rakip değil, işinizi elinizden almıyor" diyerek, belki farkına bile varmadan en incesinden ırkçılık yapıyorlar. Hangi radikal sol grup beyaz işçiye "evet, siyahlar işini elinden alabilir. Tam da bu nedenle ve bunun için gelmeleri gerekir" diyebilir. Diyemez. Dese de bir tek bile beyaz işçiyi kazanamaz. Ama beyazı kazanamayan bu argüman siyahı kazanır.
Faşizm tehlikesi, eğer apartheid anlamında kullanılıyorsa. Bu sistem bugünün dünyasında zaten var ve sağlamlaştırılıyor. "Faşizm Tehlikesi" kavramı, var olan ve pekiştirilen dünya çapındaki apartheidı gizlemeye yarayan bir "beyaz işçi" kavramıdır. Ortada tehlike'den öte gerçek bir ırk ayrımı var.
Dünyanın bugün içine girdiği yeni düzeni anlayabilmek için en iyi örneği bize Güney Afrika sunar. Dünya koca bir Güney Afrika olarak düşünülmelidir. Bütün "Üçüncü Dünya" denen ikinci dünya koca bir bantustan olarak çitler içine hapsediliyor. Bu hapsediş, Avrupa ve Amerika'nın etrafına duvarlar örülmesi olarak ifade ediliyor. Aslında İkinci Dünya'nın etrafına duvarlar örülüyor. Oraya siyahlar hapsedilip bu koca konsantrasyon kampında, rezervuarda kaderleriyle baş başa bırakılıyorlar.
Ama bu böyle de gitmeyecek, yakın gelecekte, siyahları beyaz ülkelerinin duvarları dibinde vurmaktansa bulundukları yerde, "nüfus fazlası" diyerek, "ekolojik dengeyi bozuyorlar" diyerek yok edecekler. Tıpkı eski Ispartalıların fazla kölelerini kılıçtan geçirdikleri gibi kılıçtan geçirecekler. İhtiyaç olarak getirilmiş göçmen işçiler ise, daha şimdiden Township'lerde toplanmış sayılabilir.
Güney Afrika'nın Beyaz İşçisi, Siyahlar için kılını kıpırdattı mı? Hayır. En ırkçı tavrı onlar aldı. Avrupa, ABD ve Japonya'nın beyaz işçisi de aynı şekilde davranıyor ve nesnel olarak öyle davranmak zorunda. Bugün bu sistemin doğuş aşamasında bulunduğumuzdan geçmişin hala yaşayan gelenekleri bu eğilimin netçe görülmesini engelliyor.
Almanya'nın birleşmesi ve ortaya çıkardığı sorunlar da bugünkü durumu kavramak için bir ipucu verebilir.
İki Almanya'nın birleşmesinden sonra, Doğu'nun yeniden inşası için Batı Alman işçi sınıfı yarı gönüllü de olsa en az on yıl gelirinde bir yükseliş olmamasını, hatta düşmeyi kabul etti. DDR'lilerin duvarı yıkışı ve Arnavutların ya da Romen Çingenelerinin Batı'ya akışı aynı nedenleydi. Batı'nın refahından bir parça olsun koparmak, yoksulluktan kurtulmak. Buna sadece Beyaz Doğu Almanlar layık görüldü. Diğerleri şiddetle püskürtüldü. Bu ırkçılık değil mi? Hangi beyaz işçi örgütü Doğu-Batı Almanya'nın yaptığını bütün dünya çapında yapalım. 10 yıl bugünkünün yarı refahı düzeyinde yaşamayı kabullenelim dedi? Bırakalım Kitlesel işçi örgütlerini. Hangi beyaz radikal örgüt böyle bir programı savundu. Savunsa, ahlaki nedenler dışında bir tek beyaz işçiyi kazanabilir mi?
Peki, biz ne diyoruz? Biz Avrupa'daki göçmenlere diyoruz ki: Dünya koca bir Güney Afrika'ya dönüşüyor. Yeryüzü ölçüsünde bir apartheid sistemi oluşuyor. Bizler, Avrupa'daki siyahlar, Avrupa'nın en az hakka sahip insanları değil; dünya siyahlarının en imtiyazlı kesimiyiz. Beyaz adamla aynı imtiyazlara sahip olmak için değil, bu imtiyazları yok etmek, yeryüzünden beyazlığı ortadan kaldırmak için savaşmalıyız. Kendimizi dünya siyahlarının bir parçası olarak görmeliyiz.
Bizim programımız beyaz adamın refah ve uygarlığına ulaşmak da olamaz. Eğer biz dünyanın siyahları beyaz adam kadar çöp üretir ve enerji tüketirsek yeryüzünde yaşamak olanaksızlaşır. Onun için biz, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamayı ilk hedef olarak alan, manevi bir refahı hedefleyen bir dünya uygarlığını programlaştırmalıyız.
Bu program ve stratejiyi dünyanın siyah işçileri benimseyebilir. Siyah burjuvazi elbet buna karşı çıkacaktır. Beyaz işçiler bunu kabul ederlerse ne ala. Ama hiç de kabul etmeyecekleri çok açık. Bu durumda kim işçileri bölüyor? İşçi Sınıfı kavramını sırf beyaz işçiyle sınırlayan, beyaz işçinin zümre çıkarlarını, dünya siyah işçilerinin önünde tutan, beyaz işçilere dünya siyahlarıyla kader birliği yapma çağrısından kaçan ve siyahları işçi sınıfını bölmekle suçlayan beyaz eleştirmenlerimiz mi?
Birleşik Cephe mi diyorsunuz? Ey dünyanın beyaz işçileri, bugünkü hayat seviyenizin yarısında yaşamayı on yıl için kabul edin. Korkmayın açlıktan falan ölmezsiniz. Biz bunun yüzde biriyle bile yaşayabiliyoruz. Bu fonları dünyanın siyahlarının hayat seviyesini yükseltmek için kullanmak üzere burjuvazinize baskı yapın. Şu hudutları kaldırın. İşgücünün serbest dolaşımını isteyin tüm dünyada. Eğer ırkçı değilseniz, bizim Doğu Almanlardan ya da Avrupa Topluluğuna kabul edilen zengin uluslardan bir farkımız yok. Biz de insanız. Biz onlar gibi sizin refah düzeyinize de ulaşmayı istemiyoruz. Daha azına da razıyız. Bizler bu birleşik cephe programı için şimdiden ayaklarımızla oy veriyoruz. "Ekonomik İlticacılar" olarak her gün binlerce kapılarınıza yığılıyoruz.
İşte Beyaz İşçilere Birleşik Cephe Programı. Buyurun Kuralım. Var mısınız? Yoksunuz. Olamazsınız. Çünkü dünya tarihinde hiç bir imtiyazlı zümre ya da sınıf imtiyazlarından kendi gönül rızasıyla vazgeçmemiştir ve geçmeyecektir.
Beyaz işçiler sermayenin saldırıları karşısında Sovyetlere dayanan planlı ekonomiler de kurabilirler. Ama refah ve imtiyazlarından vazgeçmeyi kabul etmedikleri sürece bunlar Platon'un Devlet'i benzeri Irkçı Sosyalizmler olmaktan öteye gidemezler. Ne yazık ki Tarih bu olasılığı bile ortaya koymaktadır.
Bu yeni tarihsel dönemi anlamak, yeryüzünden imtiyazları kaldıracak, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum kurmak için eski klasik kavramlar yetmez. Ve bizim bütün tezlerimiz de yeni gerçekliği anlamak için bir tez, bir çaba olmaktan başka bir şey değildir.
Bu yazı da Beyaz adamı ikna için belki son çabamız olacaktır. Beyaz adamı ikna etmek için harcayacak zaman ve enerjimiz yok. Bizim işimiz beyazları ikna değil, beyazlığı imhadır.
Demir Küçükaydın - 1.12.1992

 

Hiç yorum yok: