Küçük Aylan’ın kıyıya vurmuş cenazesinin resmi, her
durumda olduğu gibi gerçek güçlerin mücadelesinin bir aracı olmuş bulunuyor.
Öte yandan Türkiye’de sorun sadece Suriyeli mülteciler
sorunuymuş gibi tartışılıyor. Her Allah’ın günü Afrika Avrupa arasındaki sularda
benzerlerinin çok daha büyük ölçülerde yaşandığı görmezden geliniyor.
Sorun şudur: dünya ticareti ve ekonomisi öylesine bir
tek dünya olmuştur ki, yüzlerce ulus ve ulusal devlet insanlığı boğmaktadır. Kapitalizm
ya da sosyalizm değildir öncelikli sorun. Öncelikle siyasidir. Bir tek Dünya
Cumhuriyetidir. Zaten bir tek dünya cumhuriyeti olduğu an onu kapitalist olarak
sürdürmek de mümkün olmaz ve olamayacaktır ama stratejik hedef ve acil olarak
yıkılması gereken kapitalizm değil, uluslar ve ulusal devletlerdir. Bugünün dünyasında ana sorun uluslara karşı
mücadeledir. Dikkat edin ulusçuluğa bile demiyoruz, uluslara karşı.
Klasik Marksist kavramlarla ifade edersek, üretici
güçlerin gelişe düzeyi, tek dünya cumhuriyetini gerekli kılmaktadır. Bu
altyapıya uygun bir üstyapı kurulamazsa, tıpkı, dar bir havsalanın çocuğun
doğmasını engellemesi ve ananın da çocuğun da ölmesi gibi bir sonuç ortaya
çıkar.
Atom ve savaşı tehdidinden; çevre felaketinden;
yoksulluktan vs. kurtulmanın bir tek yolu vardır. Uluslara son verilmesi.
Uluslar en demokratik biçimleriyle yani en territoryal tanımlanmış biçimleriyle
bile. Zaten zengin ülkelerdeki uluslar geri ülkelerdekilere göre daha
demokratiktirler, diller dinler karşısında daha kördürler, daha territoryal uluslardırlar)
artık ırkçı bir düzenin araçları olmuşlardır.
Ulusçuluğun, en “demokratik” ya da territoryal biçimi
bile, (yani dil ve din körü olup ulusu bir toprak parçasındaki yurttaşlarla
tanımlayan biçimi) Aydınlanma’nın hümanist kozmopolitizmi karşısında bir karşı
devrimdi; İslam’da Muaviye’nin karşı devrimi nasılsa, aynen öyle bir karşı
devrim.
Toplumların modernleşmeye (kapitalizme) geçişleri bu
karşı devrim biçiminde oldu. Ulusçuluk bu nedenle, modernizeme geçişin bir
aracı gibi görüldüğünden, tıpkı komünal geleneklerden karşı devrime uğramış Emevi
İslam’ı aracılığıyla uygarlığa geçen Özbekler, Oğuzlar, Berberilerin
aracılığıyla uygarlığa geçtikleri İslam’a belli bir gençlik aşısı yapmaları
gibi, haklar da ulusçuluğa belli bir gençlik aşıları da yaparak ulusçuluğun ve
ulusların karşı devrimci niteliğinin görülmesini engellediler.
Ama fakir ve zengin ulusların arasındaki fark arttıkça, ulusçuluk artık bir modernleşmeye geçiş aracı olmaktan çıktı,
tümüyle modern yani kapitalist ilişkilere geçmiş bir dünyada bir apartheit rejiminin aracı haline geldi ve yeryüzü çapındaki
bir ırkçılığın aracına dönüştü.
Ulusların ve ulusçuluğun niteliğindeki bu temel
değişim, ortada ulusları ve ulusçuluğu açıklayacak bir temel teorik açıklama
bulunmadığı için, “refah şovenizmi” gibi kavramlarla veya post modern çeşitliliğe
övgü ve rölativizm ile açıklanmaya çalışıldı.
Aslında Post modernizm denen “şey” hem bir yanıyla ulusların
insanlığın önünde en büyük engel olduğunu sezişin ve ona bir tepkinin
ifadesidir; hem de aynı zamanda ulusçuluğun kendini esneterek ulusların ömrünü
uzatma çabasıdır.
Bugün uluslara karşı savaşmadan ne sosyalizm olabilir
he de insanlığın yaşama şansı vardır.
Bütün uluslar yıkılmalıdır. Yeryüzü bir tek dünya
cumhuriyetine dönüşmelidir.
Yeryüzünü, Türkler, Araplar, Kürtler, Fransızlar,
Amerikalılar değil; İnsanlar (Büyük harfle İnsanlar) egemen olmalıdır.
İnsanların (ulusal olanla politik olanın çakışması
ilkesini reddedenler) Türkler, Kürtler, Araplar, Fransızlar, Amerikalılar (Ulusal
olanla politik olanın çakışmasını savunanlar) üzerideki diktatörlüğü kurulmadan;
yani uluslar yıkılmadan; ulusçular insanlara dönüşmeden, insanlığın yaşama şansı da bulunmamaktadır.
Bugünkü sistem, Türklerin, Kürtlerin, Fransızların,
Amerikalıların, Arapların (yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini
savunanların, yani milliyetçilerin) İnsanlar üzerindeki diktatörlüğüdür.
O halde tıpkı hazreti Muhammet’in yaptığını yapmak
gerekmektedir. Ulusların dostluğu ya da birliği gibi bir sahte hayalin peşinde,
doğuştan karşı devrimci bir paradigmanın içinde oyalanmak değil; ulusların yıkılması;
uluslara karşı savaş gerekmektedir.
Hazreti Muhammet döneminin Arabistan’ında Putlar (Totemler)
ve onları tanrısı bellemiş aşiretler ne idiyse; bu günün dünyasında da ulusal
bayraklar ve uluslar aynıdır.
Günümüzün Müslüman’ı, Uluslara karşı savaşan; dini,
dili, yaşadığı yer vs. ne olursa olsun tüm insanların eşitliği için savaşan
olabilir. Politik İslam’ın bu İslam’la ilgisi yoktur. Politik İslam, ulusu bir İslam
yorumuyla tanımlayan gerici ve karşı devrimci faşizan bir ulusçuluktan başka
bir şey değildir.
Günümüzün Müslümanı, ulusal olanla politik olanın
çakışması ilkesini reddedendir. İnsan’a şirk koşmayandır. Hem insan hem de Türk
olunamaz. Nasıl hem puta tapılıp hem de Allah’a inanılamaz isi öyle.
Ancak Türk olmanın hiçbir politik anlamının olmadığı
bir dünyada Türkler de İnsan olabilir.
Tıpkı bir tek Allah gibi; bir tek İnsanlık.
*
Evet, tek Bayrak, tek Ülke, tek Ulus
Evet, tek bir bayrak: hiçbir ırka, dile, dine, cinse,
kültüre, toprak parçasına bir gönderme içermeyen, bunların körü, renksiz veya
beyaz bir bayarak.
Evet, tek bir ulus: İnsanlık ulusu,
Evet, tek bir ülke: yeryüzü.
Bir zamanlar Tevfik Fikret’in dediği gibi, “Vatanım
yeryüzü milletim İnsanlık”
Bu formül ve bu amaç, Türkiye’deki bütün tek ulus, tek
bayrak, tek vatan palavralarının karşı devrimci ve insanlık düşmanı niteliğini
ortaya çıkarır. Türk devletinin karşı devrimci ve insanlık düşmanı niteliği
apaçık ortadadır.
Tıpkı Hazreti Muhammet’in Allahtan başka tanrı yoktur (La
ilahe illallah) diyerek putları parçalaması gibi; insanlıktan başka ulus tanımıyoruz
diyerek, uluları ve ulusal bayrakları; ulusal devletleri ve sınırları
parçalayacak kutsal bir savaş (cihat) gerekiyor bugün.
O küçük çocuğun cansız bedeni bu böyle bir dünya için
ayaklarıyla oy verenlerin ulusal sınırları parçalama savaşı içinde verdikleri
bir şehittir.
*
Bundan çeyrek yüzyıl önce de bu konuda yazıyorduk. Ama
2005’ten sonra geliştirdiğimiz ulus ve din teorilerini henüz geliştirememiştik.
Bu nedenle sorunun uluslara karşı savaş olduğunu; Hazreti Muhammet’in totemlerin
ve aşiretlerin egemen olduğu bir dünyada yaptığını; ulusların egemen olduğu bir dünyada yapmak
olduğunu göremiyorduk.
Ama hareket noktamız sağlamdı. Hareket noktamızın
sağlam olduğu aşağıdaki yazılarda görülebilir.
O zamanlar, 1980’lerin sonunda Duvar’ın yıkıldığı
günlerde, Avrupa’daki yabancılar hareketinin derslerinden ve Yeni Sosyal
Hareketlerin incelenmesinden hareketle, dünyada bir apartheit düzeni kurulduğu
sorucuna ulaşmıştık.
O zamana kadar Avrupa’da eşit haklar uğruna, tıpkı 50’lerin
ABD’sinde olduğu gibi, bir siyah hareketi oluşturmaya çalışıyor; yabancılar
arasındaki mücadeleye katılıyorduk.
Duvar’ı yıkan, Demokratik Almanya’da ayaklanan
işçilerin, “Biz Halkız”dan, “Biz bir
Halkız”a geçişleri, benim için çok sarsıcı olmuştu.
Şu sonucu çıkarmak kaçınılmaz oluyordu. Biz de Almanya
ve Avrupa’da eşit haklar için mücadele ederken aslında özünde yeryüzünün
imtiyazlıları arasına katılmak için bir savaş vermiş olmuyor muyduk?
Bunun üzerine düşünmeye başladık. O zamanlar daha
sonra temellerini atacağımız Modern Marksizm’in din ve ulus kavramlarını yeterince
geliştiremediğimiz için; Klasik Marksizm’in ekonomi ve sınıf kavramları ve
paradigmaları çerçevesinde, onları daha dakik tanımlayarak ve değişimlerini
izleyerek bu durumu açıklamaya ve sonuçlar çıkarmaya çalışıyorduk.
Bu bağlamda, yanlış olmayan ama eksik, dünya işçi
sınıfının siyah ve beyaz bölünmüşlüğü ve yeryüzü çapında bir apartheit rejimi
olduğu; stratejinin ve programın buna göre kurulması gerektiği gibi sonuçlara
ulaşmıştık.
Sonraki yıllar bu çabalarla geçti ve 2005 yılı
civarında sorunun Din ve Ulus teorilerinde olduğunu görüp bu alanda çığır açıcı
sonuçlara ulaştık. Türkiye’nin bütün solcu ve Marksistleri bu sonuçları
görmezden gelip susuş komplosuyla boğmakla meşguller.
Aşağıda o dönemde, 1992 sonlarında, yazılmış iki yazı.
Birinci yazı Özgür Gündem’de
yayınlanmıştı.
Diğer yazı, İsveç’te klasik Marksist kavramlarla
düşünen bir yoldaşa cevap olarak yazılmış bir yazı, sanırım İsveççeye de cevrilmiş
ve orada sol bir dergide yayınlanmıştı. Aynı yazının başka bir versiyonu de
yine Özgür Gündem’de “Eski Kavramlar ve Yeni
Dünya Düzeni” başlığı altında yayınlanmıştı.
Bu yazıların yer aldığı derleme kitaplar şu
adreslerden indirilebilir:
Özgür Gündem’e Yazılar:
Göçmenler, siyahlar ve Irkçılık Üzerine Yazılar
04 Eylül 2015 Cuma
Demir Küçükaydın
Yeni Dünya Düzeni: Gezegen Çapında Apartheit
Apartheit denen ırk ayrımcılığı sisteminin Güney
Afrika'da çökerken gezegen ölçüsünde
kuruluşuna şahit oluyoruz. Dünya, zenginler
(beyazlar) ve yoksullar (siyahlar)
olarak ikiye bölünüyor.
İtalya’da zengin Kuzey'in yoksul Güney'den ayrılmasını
savunan Lombard Ligası bütün gündemi belirleyip, seçim başarıları elde ediyor.
Zengin Çek ülkesi, yoksul Slovak ülkesinden ayrılıyor. Hırvatistan ve Slovenya,
eski Yugoslavya'nın bu en gelişmiş ve zengin iki bölgesi, onlarca yıl aynı
devlet çatısı altında yaşadığı yoksul Arnavut, Boşnak, Makedonlarla her türlü kader
ortaklığı olasılığını ortadan kaldırıp, baştan çıkarılmışların ihanetiyle
zengin Avrupa'nın kollarına atılıyor. Dağılan Sovyet İmparatorluğunda aynı işi,
en zengin cumhuriyetler olan Baltık Cumhuriyetleri yapıyorlar.
Doğu Almanlar zengin Avrupa'ya katılmak için duvar
yıkıyorlar; Arnavutlar çocukça bir saflıkla, Doğu Almanlarla aynı amaçlarla,
oğul veren arıcıklar gibi gemilere üşüşüp denizi aşıyorlar. Alman sadrazamın
sol taşağından düştüğü için düğün bayramla zengin beyaz dünyanın imtiyazlıları
arasına alınıyor; Arnavut ise yoksul olduğu için tekme tokat dünya siyahlarının
yeni kurulmakta olan rezervatına geri yollanıyor.
Almanya'da 30 yıldır çalışan, orada doğmuş bir Türk
veya Kürt hala hiç bir hakka sahip değilken; Doğu Alman anında bütün haklara ve
üstüne üstlük imtiyazlara boğuluyor. Bu yeni ırk ayrımcısı sistem, klasik
ırkçılıktan farklı olarak kültür ve refaha dayanıyor. Duvarın yıkılışı sadece
Yalta'dan beri süren dengelerin bitişini değil; ama aynı zamanda, dünya
ölçüsündeki yeni Apartheid düzeninin kuruluşunu sembolize ediyor.
***
Zengin Beyazlar (Kuzey Amerika; Doğu Bloku'nun
zenginlerini içine almış Batı Avrupa; Japonya ve Avustralya) yoksul siyahları; "İkinci Dünya" Diyebileceğimiz
(eski "Üçüncü Dünya" ve
Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği'nin yoksulları) kocaman bir "bantustan"ın veya "rezervat"ın içine hapsediyor.
ABD Atlas Okyanusu'ndan Pasifik Okyanusu'na, bütün
Meksika Hududu boyunca çelikten bir duvar örüyor.
Almanya'da bütün partiler Mölln katliamı dolayısıyla
anti-ırkçı gösterilere katılan kamuoyunun tam desteğini alarak, tamamen ırkçı
yeni bir iltica yasası üzerinde anlaşıyorlar. Artık bir siyahın Almanya'ya ya
da Avrupa'ya girmesi; diğer bir ifadeyle siyah hapishanesinden dışarı çıkması
olanaksız.
Beyaz adam, bu duvarları kendi etrafına örüyormuş
gibi; akıma karşı bir savunma tedbiriymiş gibi gösteriyor. Bu duvarlar Avrupa
ve ABD'nin, yani beyaz adamın kendi etrafına
değil; siyahların etrafına ördüğü duvarlardır. Eğer kendi etrafına
duvar örseydi, kendisi de duvarın dışına çıkamazdı. Ama örülen duvarların
dışına çıkamayan siyah olacaktır. Beyaz ise pekâlâ o duvarların içine
girebilecektir. Tıpkı Güney Afrika'da olduğu gibi.
***
Bugün dünyanın siyahları duvarın dibinde derdest
edilip geri yollanıyor; yakında çok zorlarlarsa vurulacaklar; bir süre sonra
ise duvarın dibine gelme fırsatı bulamadan doğdukları yerde yok edilecekler.
Bundan 2,5 yıl önce ABD Senatosu Savunma Komisyonu'nun
hazırladığı bir raporda yeni bir savunma doktrini öneriliyordu. Buna göre; artık "Üçüncü Dünya" ile Gelişme
yardımları Bakanlığı değil; Pentagon, CIA ve Enerji Bakanlığı ilgilenmeli,
ekoloji ve nüfus araştırmaları askeri bir stratejinin parçası olarak ele
alınmalı, "crash situation"
bölgeleri önceden belirlenmeli ve tehlike büyümeden askeri olarak müdahale edilmeliydi.
"Crash situation" ise,
nüfusun yiyecek vs. rezervlerini aşması durumu olarak tanımlanıyordu.
İşte Somali'de uygulanan bu yeni stratejinin
provasıdır. Yakın bir gelecekte, "Nüfus
fazla" veya "Ekolojik
dengeyi bozuyorlar" denerekten milyonlarca siyahın, beyaz
adamın refahı ve tüketimi uğruna, tıpkı bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi
veya tıpkı eski Ispartalıların fazla kölelerini kılıçtan geçirmesi gibi yok
edildiğini görürsek kimse şaşırmasın.
Aslında Körfez Savaşı, bu "ırklar savaşı"nın ilk örneğidir de. Noam Chomsky
şöyle yazıyor:
"Körfez savaşı
aslında ilk ırklar savaşıydı. O günlerde -ben uluslar arası basını sürekli
izliyordum- bir kişinin hangi tarafta yer aldığını büyük bir ihtimalle tahmin
edebilmek için, sadece o kişinin yüzünün rengine bakmak yetiyordu."
İsviçre'de askeri tatbikatlar artık ülkedeki
yabancıların, yani siyahların bir ayaklanmasına karşı yapılıyor. Amerikan filmlerinde
kötü adam eskiden bir Rus olurdu, onun yerini çoktan üçüncü dünyalılar ve Müslümanlar
aldı. Tıpkı kovboy filmlerinin “vahşi” yerlileri gibi. Sovyetlerin dağılması
üzerine nükleer silahların ve tekniğin "Üçüncü
Dünya" ülkelerine gitmemesi için yaptırımlar uygulanıyor. Tıpkı
Güney Afrika'da siyahların silah taşıma hakkı bulunmaması gibi.
***
İstisnasız bütün Avrupa ülkelerinde yeni ırkçı
partiler hızla güç kazanıyor, gündemi belirliyor ve diğer partileri fiilen
kendi programına çekmiş bulunuyor.
Bu ırkçı partiler klasik faşist partiler değiller. Bu
partiler küçük burjuvazinin beyaz işçiye bir saldırısına ifade etmiyorlar.
Aksine bu partiler doğrudan doğruya büyük ölçüde beyaz işçilere ve beyaz nüfusa
dayanıyorlar. Klasik faşist partiler ırkçılıklarını en azından , "Yahudi sermayesi" gibi
argümanlarla zengin sınıflara karşı göstermeye çalışırlardı. Yeni ırkçı partiler
ise, doğrudan doğruya yoksul, haklardan yoksun göçmenlere karşılar. Tıpkı güney
Afrika'nın beyaz işçileri gibi.
ABD, Avrupa veya Japonya'nın beyaz işçileri kapitalist
ekonominin bir buhranı karşısında pekâlâ “demokratik”, “sosyalist” bir devrim
bile yapabilirler. Ancak bu “sosyalizm” tıpkı Platon'un "Devlet"inde olduğu gibi, bir "köle sahipleri sosyalizmi",
beyaz adamın sosyalizmi olacak, yeryüzünün siyahlarının sırtında yükselecektir.
Beyaz adam bugünkü imtiyaz ve zenginliklerinden vazgeçmediği veya vazgeçmeyi
göze alamadığı takdirde kuracağı ırkçı bir sosyalizmden başka bir şey olamaz.
Bu, aslında beyaz işçilerin dünya işçi sınıfı içinde
çok imtiyazlı bir zümre oluşturduğu anlamına gelir. Güney Afrika'nın da şimdiye
kadar gösterdiği gibi, beyaz işçilerle ortak bir cephe artık olası değildir.
Onlar imtiyazlarının kölesi olmuşlardır.
Peki, dünyanın siyahları ne yapacak? Onlar beyaz
adamın ayrıcalıklarına ve tüketim düzeyine sahip olmak gibi bir program
geliştiremezler. Eğer tüm dünyanın siyahları beyazlar kadar enerji tüketirlerse
şu gezegende bir hafta bile yaşamak mümkün olmazdı. Dolayısıyla siyahlar, Batı Uygarlığı'ndan farklı bir uygarlığı
tasarlamak ve onun için mücadele etmek zorundalar. Bu ise Batı Uygarlığı'nın eleştirisi olmadan mümkün değildir.
Türk ve Kürt sosyalistleri sadece kendi ülkelerinde
bir alternatif olabilmek için değil, ama aynı zamanda değişen dünyayı
kavrayabilmek ve dünya siyahlarının mücadelesine bir katkıda bulunabilmek için
de Kemalizm’in hedefiyle örtüşen kendi hedef tasavvurlarının bir özeleştirisine
girmek zorundadırlar.
(Not: Bu yazıda kullanılan "siyah" ve "beyaz"
terimleri politik terimlerdir. "Beyaz": ırkçı baskıyı
uygulayanı, imtiyazlı olanı... "siyah":
ırkçı baskıya maruz kalanı, ezileni ifade etmektedir. Örneğin, bir Japon,
"sarı ırk"tan olmasına rağmen "beyaz"dır. Buna karşılık
Japonya'da çalışan Koreli göçmen işçi de "sarı ırk"tan olmasına
rağmen "siyah"tır. Avrupa'daki Türk veya Kürt "beyaz
ırk"tandır ama "siyah"tır.)
(Bu yazı 13 Aralık 1992 Pazar
tarihli Özgür Gündem'in ikinci sayfasında Forum köşesinde yayınlandı.)
Bir Beyaz Dosta Cevap
Eleştirmenlerim bütün beyaz eleştirmenler gibi İşçi
Sınıfı'nı esas olarak gelişmiş ülkelerin beyaz işçilerinden ibaret görüyorlar.
Bunu açık ifade etmeseler de bütün argümanlarında gizli olarak bu kavrayış
vardır.
Ne var ki, biz yine Marksizm’den biliyoruz ki, işçi
sınıfı monolitik bir sınıf değildir. Kapitalizm sadece işçi sınıfını
birleştirici eğilimler değil aynı zamanda sürekli değişen bölücü eğilimleri de
içinde taşır. E. Mandel bir yerde, işçi sınıfı içindeki bürokrasi tabakası
kavranmadan modern tarihin, diğer bir deyişle sosyal-demokrasi ve stalinizmin
kavranamayacağını söyler. Biz burada bir adım daha atıyoruz ve diyoruz ki:
önümüzdeki tarihsel dönemde Dünya İşçi Sınıfı'nın Siyah ve Beyaz olarak
bölünmesi anlaşılmadan hiç bir gelişme açıklanamaz.
Açıklama çabaları da ya olaylarla çelişecek ya da
yüzeysel değerlendirmelerle malul olacaktır.
Hemen bir örnek verelim: Eleştirmenlerimiz beyaz
işçiler arasında ırkçılığın güçlü olduğunu kabul ediyorlar. Ama bu olguyu
açıklarken ya burjuvazinin manüplasyonlarını neden olarak gösteriyorlar ya da
krizi.
Burada da Kriz yine euro-sentrik ya da beyaz işçi
açısından bir krizdir. Biz dünyanın siyahları, beyaz işçilerin ırkçı olmaması
için kriz olmayan günleri mi bekleyeceğiz? Diğer yandan dünyanın siyahları için
zaten sürekli kriz var.
1930'lardaki faşizm ile bugünün ırkçılığı aynı olay
değildir. Görünüşteki benzerlikler bizleri aldatmamalıdır. 1930'larda da kriz
vardı, o zaman da Avrupalı işçiler bu krizden en çok etkileniyorlardı. Peki, o
zaman niçin ırkçılığa yönelmiyorlardı da bugün yöneliyorlar?
1930'ların faşist ırkçılığı işçileri anti-semitizme
çağırırken "Yahudi Sermayesi”nden hareketle çağırıyordu. Bu günkü
ırkçılık, beyaz işçiyi doğrudan siyaha işçiye ve işsize karşı çağırıyor.
Ve beyaz işçiler bu çağrıya uyuyor. Çünkü onlar en
kötü kriz koşullarında bile Dünya İşçi Sınıfı'nın imtiyazlı beyaz işçiler
zümresini teşkil ediyorlar ve siyah karşısındaki bu imtiyazlarından zerrece fedakârlık
etmek istemiyorlar.
Faşizm tehlikesinden söz ediliyor. Beyaz işçi
açısından baktığımızda böyle bir tehlike yoktur. Hiç bir ırkçı hareket beyaz
işçi örgütlerine saldırmıyor. Var olan beyaz işçi örgütleri zaten yeterince
ırkçı. Hiç bir beyaz işçi örgütü, İkinci Enternasyonalin bile savunduğu
"işgücünün dünyada serbest dolaşımı" (yani fiilen sınırların
kalkması) ilkesini savunmuyor. Bizzat bunu savunmamak, beyaz işçinin
imtiyazlarını savunmak, yani ırkçılığın ta kendisi değil midir?
Beyaz işçi hareketinde yer alan en radikal, en
sosyalist akımlar bile, beyaz işçilere ırkçı olmamaları için argümanlar
getirirken, "siyahlar (ya da göçmenler) zaten kalifikasyon yoksunluğu
nedeniyle size rakip değil, işinizi elinizden almıyor" diyerek, belki
farkına bile varmadan en incesinden ırkçılık yapıyorlar. Hangi radikal sol grup
beyaz işçiye "evet, siyahlar işini elinden alabilir. Tam da bu nedenle ve
bunun için gelmeleri gerekir" diyebilir. Diyemez. Dese de bir tek bile
beyaz işçiyi kazanamaz. Ama beyazı kazanamayan bu argüman siyahı kazanır.
Faşizm tehlikesi, eğer apartheid anlamında
kullanılıyorsa. Bu sistem bugünün dünyasında zaten var ve sağlamlaştırılıyor.
"Faşizm Tehlikesi" kavramı, var olan ve pekiştirilen dünya çapındaki apartheidı
gizlemeye yarayan bir "beyaz işçi" kavramıdır. Ortada tehlike'den öte
gerçek bir ırk ayrımı var.
Dünyanın bugün içine girdiği yeni düzeni anlayabilmek
için en iyi örneği bize Güney Afrika sunar. Dünya koca bir Güney Afrika olarak
düşünülmelidir. Bütün "Üçüncü Dünya" denen ikinci dünya koca bir
bantustan olarak çitler içine hapsediliyor. Bu hapsediş, Avrupa ve Amerika'nın
etrafına duvarlar örülmesi olarak ifade ediliyor. Aslında İkinci Dünya'nın
etrafına duvarlar örülüyor. Oraya siyahlar hapsedilip bu koca konsantrasyon
kampında, rezervuarda kaderleriyle baş başa bırakılıyorlar.
Ama bu böyle de gitmeyecek, yakın gelecekte, siyahları
beyaz ülkelerinin duvarları dibinde vurmaktansa bulundukları yerde, "nüfus
fazlası" diyerek, "ekolojik dengeyi bozuyorlar" diyerek yok
edecekler. Tıpkı eski Ispartalıların fazla kölelerini kılıçtan geçirdikleri
gibi kılıçtan geçirecekler. İhtiyaç olarak getirilmiş göçmen işçiler ise, daha
şimdiden Township'lerde toplanmış sayılabilir.
Güney Afrika'nın Beyaz İşçisi, Siyahlar için kılını
kıpırdattı mı? Hayır. En ırkçı tavrı onlar aldı. Avrupa, ABD ve Japonya'nın
beyaz işçisi de aynı şekilde davranıyor ve nesnel olarak öyle davranmak
zorunda. Bugün bu sistemin doğuş aşamasında bulunduğumuzdan geçmişin hala
yaşayan gelenekleri bu eğilimin netçe görülmesini engelliyor.
Almanya'nın birleşmesi ve ortaya çıkardığı sorunlar da
bugünkü durumu kavramak için bir ipucu verebilir.
İki Almanya'nın birleşmesinden sonra, Doğu'nun yeniden
inşası için Batı Alman işçi sınıfı yarı gönüllü de olsa en az on yıl gelirinde
bir yükseliş olmamasını, hatta düşmeyi kabul etti. DDR'lilerin duvarı yıkışı ve
Arnavutların ya da Romen Çingenelerinin Batı'ya akışı aynı nedenleydi. Batı'nın
refahından bir parça olsun koparmak, yoksulluktan kurtulmak. Buna sadece Beyaz
Doğu Almanlar layık görüldü. Diğerleri şiddetle püskürtüldü. Bu ırkçılık değil mi?
Hangi beyaz işçi örgütü Doğu-Batı Almanya'nın yaptığını bütün dünya çapında
yapalım. 10 yıl bugünkünün yarı refahı düzeyinde yaşamayı kabullenelim dedi?
Bırakalım Kitlesel işçi örgütlerini. Hangi beyaz radikal örgüt böyle bir
programı savundu. Savunsa, ahlaki nedenler dışında bir tek beyaz işçiyi
kazanabilir mi?
Peki, biz ne diyoruz? Biz Avrupa'daki göçmenlere
diyoruz ki: Dünya koca bir Güney Afrika'ya dönüşüyor. Yeryüzü ölçüsünde bir
apartheid sistemi oluşuyor. Bizler, Avrupa'daki siyahlar, Avrupa'nın en az
hakka sahip insanları değil; dünya siyahlarının en imtiyazlı kesimiyiz. Beyaz
adamla aynı imtiyazlara sahip olmak için değil, bu imtiyazları yok etmek,
yeryüzünden beyazlığı ortadan kaldırmak için savaşmalıyız. Kendimizi dünya
siyahlarının bir parçası olarak görmeliyiz.
Bizim programımız beyaz adamın refah ve uygarlığına
ulaşmak da olamaz. Eğer biz dünyanın siyahları beyaz adam kadar çöp üretir ve
enerji tüketirsek yeryüzünde yaşamak olanaksızlaşır. Onun için biz, insanların
temel ihtiyaçlarını karşılamayı ilk hedef olarak alan, manevi bir refahı
hedefleyen bir dünya uygarlığını programlaştırmalıyız.
Bu program ve stratejiyi dünyanın siyah işçileri
benimseyebilir. Siyah burjuvazi elbet buna karşı çıkacaktır. Beyaz işçiler bunu
kabul ederlerse ne ala. Ama hiç de kabul etmeyecekleri çok açık. Bu durumda kim
işçileri bölüyor? İşçi Sınıfı kavramını sırf beyaz işçiyle sınırlayan, beyaz
işçinin zümre çıkarlarını, dünya siyah işçilerinin önünde tutan, beyaz işçilere
dünya siyahlarıyla kader birliği yapma çağrısından kaçan ve siyahları işçi sınıfını
bölmekle suçlayan beyaz eleştirmenlerimiz mi?
Birleşik Cephe mi diyorsunuz? Ey dünyanın beyaz
işçileri, bugünkü hayat seviyenizin yarısında yaşamayı on yıl için kabul edin.
Korkmayın açlıktan falan ölmezsiniz. Biz bunun yüzde biriyle bile yaşayabiliyoruz.
Bu fonları dünyanın siyahlarının hayat seviyesini yükseltmek için kullanmak
üzere burjuvazinize baskı yapın. Şu hudutları kaldırın. İşgücünün serbest
dolaşımını isteyin tüm dünyada. Eğer ırkçı değilseniz, bizim Doğu Almanlardan
ya da Avrupa Topluluğuna kabul edilen zengin uluslardan bir farkımız yok. Biz
de insanız. Biz onlar gibi sizin refah düzeyinize de ulaşmayı istemiyoruz. Daha
azına da razıyız. Bizler bu birleşik cephe programı için şimdiden ayaklarımızla
oy veriyoruz. "Ekonomik İlticacılar" olarak her gün binlerce
kapılarınıza yığılıyoruz.
İşte Beyaz İşçilere Birleşik Cephe Programı. Buyurun
Kuralım. Var mısınız? Yoksunuz. Olamazsınız. Çünkü dünya tarihinde hiç bir
imtiyazlı zümre ya da sınıf imtiyazlarından kendi gönül rızasıyla vazgeçmemiştir
ve geçmeyecektir.
Beyaz işçiler sermayenin saldırıları karşısında Sovyetlere
dayanan planlı ekonomiler de kurabilirler. Ama refah ve imtiyazlarından vazgeçmeyi
kabul etmedikleri sürece bunlar Platon'un Devlet'i benzeri Irkçı Sosyalizmler
olmaktan öteye gidemezler. Ne yazık ki Tarih bu olasılığı bile ortaya
koymaktadır.
Bu yeni tarihsel dönemi anlamak, yeryüzünden
imtiyazları kaldıracak, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum kurmak için eski
klasik kavramlar yetmez. Ve bizim bütün tezlerimiz de yeni gerçekliği anlamak
için bir tez, bir çaba olmaktan başka bir şey değildir.
Bu yazı da Beyaz adamı ikna için belki son çabamız
olacaktır. Beyaz adamı ikna etmek için harcayacak zaman ve enerjimiz yok. Bizim
işimiz beyazları ikna değil, beyazlığı imhadır.
Demir Küçükaydın - 1.12.1992
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder