Sınıf mücadelesinde en büyük ve başarılı hile, kendi
normatif tanımınızın sanki sosyolojik bir tanımmış gibi kabul edilmesidir. Bu durumda
size karşı çıkanlar bile sizin tanımınızı kabul ederek size karşı
çıktıklarından aslında size hizmet ederler.
Ne demek istiyoruz?
Bunu biraz açalım çünkü bunu anlamadan hiçbir şeyi
anlamak mümkün değildir.
Örneğin, bugün her yerde din bir “inanç”
olarak tanımlanır. Herkes bunu kabullenmiştir. Kimse artık bu kabul ve tanımın yanlışlığından
şüphe etmeyi aklına bile getirmez. Kimse “İnanç nedir? Bu kullanımda inanç
nasıl tanımlanmaktadır. Sosyolojik olarak inanç diye bir kategori var mıdır?” gibi
sorular sormaz.
İşte klasik kavramlarla ifade edilirse “ideolojik
egemenlik” ya da sosyolojik kavramlarla bir dinin yerleşmesi tamı tamına budur.
Hâlbuki üzerine biraz düşünülse, inanç kavramının
yerine göre iki anlamda kullanıldığı görülür. Birisi epistemolojik
anlamıyla deney ve olgularla kanıtlamayı kabul edip etmeme anlamında; diğeri,
kişinin özel sorunu, politik olmayan bir sorun anlamıyla, yani hukuki bir
kategori olarak.
Aslında hile çok açıktır. Ama o kadar açıktır ve göz
önündedir ki tam da bu nedenle görülmez.
Din toplumsal bir
olaydır, o halde sosyolojik olarak tanımlanmayı gerektirir.
Ama Din inanç olarak tanımlandığında sosyolojik değil;
epistemolojik veya hukuki
bir kategori olarak tanımlanmış olur.
Öbür uçtan yola çıkılırsa bu şöyle de formüle
edilebilir: sosyolojik bir kavram olmadığı gibi, normatif
bir kavramdır. Yani ancak şöyle olursan inanç olarak kabul edilebilirsin
anlamına gelir. Olgulardan çıkmış değildir.
Şimdi bu durumda, dini inanç olarak tanımlama toplumda
bir kere genel kabul gördü mü, siz istediğiniz kadar isterseniz Allah yok
deyin, isterseniz Allah’ın varlığını kabul etmeye veya ispat etmeye çalışın, dinin
inanç olduğu anlayışının egemenliğine ve yeniden üretilmesine hizmet etmiş
olursunuz.
Ve eğer bir din, kendini bu din tanımı üzerinden oluşturmuşsa,
siz farkına varmadan o dini savunmuş olursunuz. İşte olan budur.
Bugün dünyadaki bütün dindarlar ve dinsizler, hepsi
aslında dini inanç olarak kabul edip tanımlayan modern toplumun dinindendirler.
Peki, sosyolojik olarak din nedir sorusunu soru sunu sorduğunuzda
ne yaparsınız.
Önce dinlerin dini ve kendilerini nasıl tanımladığı
noktasından hareket etmezsiniz. Bütün tarihte ve toplumlarda Dinin neleri
kapsadığı nasıl bir işlevi olduğuna bakarsınız. Hepsinde ortak olanı ararsınız.
O zaman şunu görürsünüz: bütün toplumlarda din vardır ve din öyle inanç diye
epistemolojik veya hukuki bir kategori değildir, tümüyle toplumsal ilişkileri
düzenler. Dinsiz toplum yoktur ve olamaz. Tıpkı üstyapısız toplum olamayacağı
gibi; beyinsiz bir insan olamayacağı gibi.
O zaman şu soru ortaya çıkar: Modern toplumun dini
nedir? Bu soruyu sorduğunuzda modern toplumun dininin tam da bizzat din tanımına
dayandığını görürsünüz; bir politik ve özel ayrımının bu dinin özünü
oluşturduğunu görürsünüz. Bu ayrım sosyolojik değil; normatif yani toplumsal
ilişkileri düzenleyici bir ayrımdır. Bu ayrım aracılığıyla ancak din olarak
tanımlananlar özel diyerek bu toplumun örgütlenişinden dışlanırlar veya başka
işlevlerle donatılırlar. Ama bu dışlanma ve başka işlevlerle donatmanın kendisi
de bir dindir.
Özetle, dini inanç olarak tanımlamanın kendisi bir
dindir. Bu din dini böyle tanımlayarak ve kendisinin din olmadığını iddia ederek,
tüm hukuk, sanat, politika, ahlak vs.
ilişkilerini düzenlemektedir. Yani bütün toplumlarda dinin yaptıklarını
yapmaktadır.
Kendisinin din olmadığını söyleyen bir din
karşısındayızdır.
Bu durumda ne olur?
“Allah yoktur” diyen
Ateist de; vardır; benim inancım İslam’dır
diyen Müslüman da ne dinsizdir ne de Müslüman’dır; ikisi de, nesnel olarak; sosyolojik
olarak, dini inanç olarak tanımlayan dindendirler.
Bu durumda dini inanç olarak tanımlayanlar veya bu
tanımı kabul edenler, ister Müslüman ister ateist veya dinsiz olduklarını
söylesinler; çok temel bir sosyolojik gerçeği yanlış tanımladıkları için hiçbir
toplumsal olayı çözemeyeceklerdir.
İçinde bulundukları durum aslında kuyunun dibinde duran
bir adamın kuyuya düşmemek için önüne bakmasına benzer; hiç bir zaman kuyunun
zaten dibinde olduğunu göremeyecektir.
*
Aynı durum milliyetçilikte de vardır.
Nasıl egemen din tanımı kabul edildiğinde, dinsiz
olduklarını söyleyenler o tanımı yapan dinin varlığını ve egemenliğini yeniden
üretirlerse; milliyetçiliğe karşı olduğunu düşünenler de milliyetçiliğe karşı
mücadele ederken milliyetçiliği yeniden üretirler ve onu güçlendirirler.
Milliyetçilerin milliyetçilik tanımı egemen olduğunda
kendilerinin milliyetçi olmadığını düşünenler aslında nesnel olarak milliyetçilik
yapmış olurlar.
Milliyetçilerin milliyetçilik tanımını kabul ettiğinin
farkında değildir milliyetçilik karşıtları; tıpkı din ve tanrı karşıtlarının
aslında bir başka dinden olduklarının dini ve tanrıyı öyle tanımlayan dinden
olduklarının farkında olmamaları gibidir bu.
Çağımızın ve toplum bilimlerin çıkmazının özü budur
aslında.
Marks nasıl işçinin emeğini değil; işgücü denen malı sattığını; bu malın kullanımında ortaya
çıkanın emek oluğunu göstererek artı değerin kaynağını ve kapitalist üretimin
temel mekanizmasını bulduysa; biz de dinin ve ulusçuluğun tanımlarının bizzat
din ve ulusçuluk olduğunu keşfederek, sosyolojinin (Marksizm’in) tıkanıklığını
aştık ve modern toplumun üstyapısının yüzündeki peçeyi kaldırdık.
Bu can alıcı sorunu anlaşılır kılmak için zorunlu sadeleştirmeyle
örnekleyelim.
Bugün örneğin Türkiye’de, neredeyse herkes, Kürtlerin
haklarının reddedilmesini milliyetçilik; Kürtlerin haklarının, hele ayrı devlet
kurma haklarının kabul edilmesini veya savunulmasını milliyetçiliğin en radikal
karşıtlığı; enternasyonalizm, demokratlık falan olarak tanımlıyor.
Bütün tartışmalar bu kabul üzerinden gidiyor. En bilinen
örneği: dünyadaki bütün Marksistler Marks’ın “Başka ulusları ezen bir ulus
özgür olamaz”; ya da Lenin’in “ulusların kendi kaderini tayın hakkı” ilkelerini
milliyetçi olmamanın temel ilkesi olarak koyarlar.
Ama işte başka ulusların haklarını tanımamanın
milliyetçilik olduğu şeklindeki tanımın kendisi milliyetçilerin milliyetçilik tanımıdır.
Bir de milliyetçiliğin başka ulusların hakkını
tanımama olarak değil de, ulusal olan ile politik olanın çakışması ilkesini kabul
etmek şeklinde tanımlanırsa ne olur?
Böyle bir tanım açısından, yani ulusal olanla politik
olanın çakışması ilkesini kabul edenler açısından, her ulusun bir devletin
olması gerekir. Prensip olarak başka ulusların da devletlerinin olduğun kabul
etme, milliyetçilikle çelişmek bir yana milliyetçi olmanın olmazsa olmaz koşulu
olarak ortaya çıkar.
Yani başka ulusların da devletleri olasını kabullenme
milliyetçiliğin reddi değil; ta kendisidir.
Bu durumda Marks’ın da, Lenin’in de aslında
milliyetçilerin milliyetçilik tanımını kabul etmiş milliyetçiler olduğu ortaya
çıkar.
(Burada öznel olarak onların milliyetçi olmayı kabul
etmeyecekleri ayrı bir sorundur. Trajedileri de zaten oradadır. Bir bakıma Trajedideki
gibi tanımın kendisi kader olmaktadır. Trajedi kahramanlarının o kaderi
reddederken gerçekleştirmeleri gibi; milliyetçiliğe karşı çıkarken milliyetçiliği
gerçekleştirmektedirler.)
Yani siz, ulusların kendi kaderini tayin etmesini
savunmak milliyetçilik değil; enternasyonalizmdir falan dediğinizde, aslında
milliyetçiliğin en hasını savunmuş olursunuz. Savunduğunuz aslında politik
olanla ulusal olanın çakışmasından, yani milliyetçilikten başka bir şey değildir.
Peki, başka milletlerin hakkını kabul etmemek nedir? O
milliyetçilik değildir? O faşizmdir; ırkçılıktır.
O halde Türkiye’deki mücadele örneğin aslında;
demokratlarla milliyetçiler arasında değil; faşistlerle milliyetçiler
arasındaki bir mücadeledir. Bu mücadelede Faşistler kendilerine milliyetçi
demekte; çünkü milliyetçilerin milliyetçilik tanımına dayanmaktadırlar;
Milliyetçiler kendilerini anti milliyetçi ya da enternasyonalist veya demokrat
olarak tanımlamakta çünkü onlar da milliyetçilerin milliyetçilik tanımına
dayanmaktadırlar.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi ve böylece “ulus
davet”in aşılmasından söz eden de aslında bir milliyetçidir, enternasyonalist
dayanışma ve milliyetçiliğe karşı savaşmak için Rojava’ya giden ve orada ölence
savaşan devrimciler de milliyetçilidir; biz milliyetçiliği reddediyoruz diyen
Apo veya PKK da milliyetçidir. Çünkü bunların hepsi milliyetçiliği başka
ulusları baskı altına almak; onların haklarını tanımamak olarak
tanımlamaktadırlar.
İşin ilginci, bu sosyalistler, liberaller, ulusçuluğu aştığını
söyleyenler vs. sadece milliyetçi değildirler, üstüne üstlük gerici
milliyetçidirler. Trajedinin büyüğü buradadır; demokratik bir milliyetçi bile
değildirler.
Bunu da görelim.
Milliyetçiliği ulusal olanla politik
olanın çakışması ilkesini savunmak olarak tanımladığımızda, peki bu
tanımda “ulusal olan nedir?” dediğimizde şunu
görürüz. Ulusal olanın nasıl tanımlanacağı bizzat ulusçularca belirlenmektedir.
Yani bir ulusçu çıkıp ulusal olanı örneğin dil, din,
kültür körü, ulusların tarihi yoktur diye de tanımlayabilir; başka bir ulusçu
çıkıp ulusal olanı bir dille ve tarihle de tanımlayabilir.
Yani ulusal olanın nasıl tanımlandığı milliyetçiliğin
türünü belirlemektedir. Demokratik bir milliyetçilik ulusal olanı dil, din,
kültü vs. körü olarak tanımlar; gerici bir milliyetçilik ise, bunlara göre
tanımlar.
Yani aslında Kürtler (veya Türkler) de bir ulustur
deyip bağımız bir devletleri olmalıdır veya Kürtlerin de devlet kurma hakkı
vardır dediğinizde, milliyetçiliği savunmuş olursunuz ama bu henüz gerici,
karşı devrimci bir milliyetçiliktir.
Ulusal olan ile politik olanın çakışmasından söz
ediliyor. Bir ulus şöyle de tanımlanabilir: “bu topraklarda yaşayan hersek bu
topraklar milletini oluşturur. Bu topraklarda bütün diller, dinler vs. eşittir
ve politik hiçbir anlamları yoktur. Yani devletin (ulusun) dili, tarihi, dini
yoktur. Herkesin ana dilinde eğitim hakkı vardır”. Bu da bir milliyetçiliktir.
Çünkü ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmemekte, sadece
ulusal olanı farklı tanımlamaktadır.
O halde, ulusal olanın nasıl tanımlandığı aynı zamanda
iki farklı milliyetçilik olduğunu gösterir. Biri dil, din, tarih körü, kendini
bunlarla tanımlamayan; böyle tanımlamaya karşı tanımlayan milliyetçilik. Bir de
kendini Kürtlük, Türklük, İslam vs. ile tanımlayan gerici milliyetçilik.
Yani örneğin siz uluslar bir arada kardeşçe yaşasın; Kürt,
Türk, Ermeni kardeş olsun dediğinizde, demokratik bir milliyetçiliği bile
değil; aslında en gerici milliyetçiliği savunmuş olursunuz. Ulusların dil ve
tarih üzerinden tanımlandığı ve tanımlanması gerektiği varsayımına göre
kardeşliği savunmaktasınızdır.
İşte o çok övülen Rojava projesi de özünde budur.
Yani Rojava’ya gidip orada ölen devrimciler, farkında
değildirler ama gerici bir milliyetçiliğin yayılması için orada ölmektedirler
ve bunun farkında değildirler. Ama bugünün somut güç ilişkileri içinde o
milliyetçiliği savunmak bile ilerici ve kurtuluşçu bir işlev görmektedir. Ham
ruhları çileden çıkaran diyalektik de buradadır.
*
Görüldüğü gibi, ister liberaller, ister Marksistler,
ister Kürt Özgürlük Hareketi, ister, Rojava’da gidip ölenler dâhil, Türkiye’de henüz
demokratik milliyetçiliği savunan bile yoktur. Rojava’da ölenler bile, politik
birimlerin dille, dinle tanımlanmasını reddetmiyor; sadece onları eşit
temsilini savunuyor. Eh bu da tamı tamına gerici bir milliyetçilikten başka bir
şey değildir. Sosyolojik olarak Türk devletinin veya IŞİD’in faşizmine ve
ırkçılığına karşı, ulusu dille dinle tanımlayan milliyetçilerin savaşı var bugün
Ortadoğu ve Türkiye çapında. Bu savaşta henüz demokratik bir program ve hareket
yok. Bu milliyetçiler kendilerinin sosyalist, demokrat veya demokratik ulusçu
oluklarını söylüyorlar. Ama nasıl bir kimse kendi hakkındaki yargılarla yargılanmazsa
aynı şekilde bu hareketler de kendi haklarındaki yargılarla yargılanamazlar.
Toparlarsak, Türkiye’de (aslında bütün dünyada böyle) milliyetçi
olmakla övünenler ve kendilerini milliyetçi olarak tanımlayanlar, milliyetçilik
düşmanı faşistlerdir. Milliyetçi olmamakla; komünist, enternasyonalist,
demokrat vs. olmakla övünenler ise gerçek Türk veya Kürt milliyetçileridir.
*
Tekrar edelim. Kendilerinin kendilerini tanımlamaları
ile değil de sosyolojik olarak durum şöyledir:
Bugün kendini Türk milliyetçisi diyenler, kurt işareti
yapanlar falan Türk milliyetçisi değil; Türk ırkçısıdır, faşistidir.
(Irkçılığın da ırkla ilgisi yoktur. Irkçılık biyolojik
olacak diye bir koşul yoktur. Kültürel veya dinsel bir ırkçılık da olabilir.
Irkçılığın özü eşitliği reddetmektir. IŞİD’de Irkçı ve faşisttir.)
Kürtlerin ayrılmasını ve ayrı devlet kurmasını kabul
edenler, Türk milliyetçileridir. (Çünkü ulusları dille dinle tanımlıyorlar ve
bunların eşitliğini kabul ediyorlar.)
Ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddetmeyip
de ulusal olanı dille, dinle tanımlamayı reddedip böyle tanımlamaya karşı
tanımlayanlar (bizden başka henüz böylesi yok) demokratik bir milliyetçiliği
savunmuş olurlar.
Peki, görüyoruz ki hala milliyetçiliğin dışına
çıkamadık.
Ne zaman milliyetçi olunmaktan çıkılabilir?
O da yine tanımımızda var: Ulusal
olanın politik olanla çakışmasını reddettiğinizde; yani ulusu nasıl tanımlamış
olurlarsa olsunlar (isterse sırf bir bölgede yaşayanlarla tanımlamış dil ve din
kötü bir ulusçuluk da olabilir) ulus ve devletin çakışmasını reddedip bu ilkeye
dayanan bütün devletleri ve öncelikle kendi devletinizi yıkmaya çalıştığınızda
ve bu ilkeye dayanmayan bir dünya cumhuriyeti kurmak için mücadele ettiğinizde
milliyetçi olmaktan çıkarsınız.
Evet, orada ulusçu olmaktan çıkarsınız ama başta
örneklediğimiz din konusuna takılırsınız.
Çünkü hala özel ve politik ayrımı diye bir ayrıma
dayanmaktasınızdır. Yani modern toplumun dinindensinizdir. Onu ulusçu karşı
devrimlerden arındırmış, otantik aydınlanmaya dönmüşsünüzdür. Bunun da bir
olduğunu kavradığınızda ise, işte dini de sosyolojik olarak tanımlamış
olursunuz. Yani Marksizm’e varırsınız.
Ama dinin sosyolojik olarak tanımlanması da bir din olduğundan;
Marksizm din; din de Marksizm olur.
Yani geleceğin dininin kitabı sosyoloji yani Marksizm
olacaktır.
Bir bilimin kitabını yazmak ise hiçbir zaman
bitmeyecektir. Bu durumda toplum üstyapısını; ilişkilerini bilinçlice kurup
şekillendirecektir sadece.
Sermayenin ve sırrına varılamamış toplumsal yasaların
kör hareketlerin önünde oradan oraya savrulan bir toplumsal yaşam değil;
bilimle ve bilinçlice tüm toplumca kararlaştırılarak ve gereğinde deneme ve yanılmalarla
örgütlenen bir toplumsal yaşam. Tabii toplum var olmaya devam edebilirse. Bu ise
öylesine küçük bir olasılık ki?
*
Toparlarsak, ulusal olanla politik olanın çakışması
ilkesini reddedip; bir milliyetçi olmaktan çıktığınızda; bir dünya cumhuriyeti
için savaştığınızda, varacağınız yer, dinleri özel olarak tanımlayıp insanları
eşit kılarak birleştirmek ve bir dünya cumhuriyeti kurmak isteyen aydınlanmanın
yeni bir versiyonu olur. Aydınlanma, kendisinden önce toplumsal ilişkileri
düzenleyen dinleri, din kişinin özel sorunudur, inançtır diyerek, toplumsal ilişkilerin
örgütlenmesinden dışlayarak toplumsal ilişkileri örgütlemişti. Şimdi olacak
olan, aynı şeyi uluslara yaparak, onları kişilerin özel sorununa indirgeyerek
uluslara karşı bir Aydınlanma sağlamaktır.
Sosyalizm ise ancak tüm yeryüzü ölçüsünde insanların
en azından biçimsel eşitliğinin olduğu bir dünyada gündeme gelebilir.
Ama zaten biçimsel eşitliğe ulaşıldığında gerçek
eşitliğe ulaşmanın önünde bir engel de kalmaz.
*
Bugünün dünyasında henüz ne demokrat vardır ne de
sosyalist.
Bütün tartışmalar aslında ırkçı ve faşistlerle
milliyetçiler ve farklı gerici milliyetçiler arasında; milletin dinle mi
(örneğin politik İslam); dille mi; tanımlanacağı ve bunlar arasındaki
ilişkilerin nasıl düzeleceği üzerinde yürümektedir.
O halde, tekrar ediyoruz, Rojava’da ölen enternasyonalist
devrimci de; Kandilde vurulan gerilla de kendini ne olarak kabul ederse etsin
aslında henüz demokratik bile olmayan bir milliyetçilik için ölmektedir. HDP de
demokratik bir milliyetçiliği bile savunmamaktadır.
Gericiliğin içine boğazına kadar batmış; en devrimci
gibi görünen fikirleri ve programları savunurken ve hatta bunun için ölürken
bile insanların o gericiliği yeniden ürettiği bir ortamdayız.
İşte bizim trajedimiz de tam tersinden u noktada
ortaya çıkıyor.
Onlar nesnel olarak milliyetçi olduklarını bile
bilmeden en büyük fedakârlıklara katlanırlar; gereğinde canlarını verirlerken;
o insanlara yaptıklarının nesnel anlamını anlatmak.
Bu korkunç acı verici; korkunç umutsuz bir çabadır.
Düşünün bu mücadelelerin aslında nasıl bir gericiliği
yeniden ürettiğini; nasıl hayal kırıklıklarının beklediğini; ölüme giden gence
aslıda demokratik bir düzen için bile ölmeyeceğini anlatmaya çalışıyoruz.
İnsanların varlık nedenini sorguluyoruz
*
Tarihin en temel iki kandırmacasını açığa çıkarıyoruz.
Dinin kabul edilmiş tanımının ta kendisinin aslında
bir din olduğunu ve onu yeniden ürettiğini; dinsiz olduğun söyleyenlerin dinsiz
değil aslında bu dinden olduğunu söylüyoruz
Ulusun kabul edilmiş tanımının kendisinin aslında ulusçuların
ulus tanımı olduğunu; ulusçuluğa bu tanım üzerinden karşı çıkarların aslında o
tanımı yeniden üreterek ulusçuluğun egemenliğine hizmet ettiğini söylüyoruz.
İnsanların hayatlarına anlam vermiş tüm
varsayımlarının yanlış olduğunu söylüyoruz.
Onları önce bugün kabul ettikleri varsayımları görmeye
ve onlara karşı, yani kendilerine karşı bir savaşa çağırıyoruz.
Hazreti Muhammet boşuna “savaşların en kutsalı kendine
(nefsine) karşı savaş” dememiştir.
26 Eylül 2015 Cumartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder