Bugün Kurban Bayramı.
Kurban ve Bayram! Kurban
ölümdür, bayram yaşam ve sevinci.
Böylesine birbirine zıt
kavramlar nasıl olup da bir araya gelebilmektedir?
Kurban yeryüzündeki
birbirinden en farklı toplumlarda bile görülen en evrensel olgulardan biridir.
Bu bile Toplumsal varoluş ile Kurban arasında bir ilişki olduğunu sezdirir.
Toplum’un olduğu her yerde Kurban, Kurban’ın olduğu her yerde toplum vardır.
Bu kurban bayramı vesilesiyle
Kurban ve Bayram’ın bu diyalektiğini ele alıp incelemeyi deneyelim.
*
Homo Sapiens, yani
bizler, ateşin çocuğuyuzdur.
İnsan türü, cansız aleti kullanabildiği için; bir
zaman ağaçlarda yaşarken asıldığı dalları, yerde ayağa
kalktığında eline sopa olarak alabildiği için;
Ateş’e dokunabilmiş; ateşle korunabilmiş ve ateşi korumuştur. İnsan, başka
hiçbir canlı ateşe dokunamadığı için, dokunulmaz bir canlı olabilmiştir.
Ateş sayesinde insan denen canlı türü,
hazmı sürecinin çok önemli bir bölümünü,
mantarlar gibi organizması
dışına aktarıp; hazım için gerekli enerji
ve zamanın; böylece hazım organların küçülmesini sağlayarak; bu
sayede de sürekli dönen değirmen taşları gibi, hiç durmak bilmeden çalışan hacim
ve ağırlık olarak vücut içindeki oranından kat be kat fazla enerji yakan;
beynini büyütebilmenin maddi koşullarını elde etmiştir.
Bu büyük beyinli çocukların doğabilmesi için ise,
doğum Avustralya’nın keseli hayvanları gibi,
gelişmemiş ve erken bir aşamaya gerilemiştir. İnsan yavrusu, olması gerekenden sekiz ay önce doğmaktadır. Kangurulardaki
kesenin yerini ise, organik bir kesesi olmayan insan türünde, tabiri caiz ise
bir “sosyal kese” olmazsa olmaz bir zorunluluk olarak da ortaya çıkmıştır.
Yine ateş sayesinde, o maymun benzeri, alet kullanan
yaratık, Afrika savanlarının ılıman ikliminin dışına çıkarak, tüm iklimlerde
yaşayabilen, giyinebilen ilk canlı, hasılı insan olabilmiştir.
Özetle Ateş, insan türünün ortaya çıkabilmesi için,
başka hiçbir canlıyla paylaşılmayan çok özel bir niş (yaşam
alanı) oluşturmuştur. Alat sayesinde dokunulan ateş ile hem hazım sürecinin
önemli bir böümü organizmanın dışına aktarılmış ve hazım organlarının
küçüklmesinin ön koşulları oluşmuş; hem deyiyeceklenden alınabilen gıda miktarı
yükseltilmiştir.
Bu iki koşul olmasaydı, insanlar da bütün diğer
canlıların takıldığı sınırlara takılırdı. Beynin enerji intiyacını karşılamak
için daha çok yemek zorunda kalır, ama bu sefer de yemenin ve hazmın ihtiyacı
olan organlar ve enerji daha büşük olurdu ve bu da beşne aktarılacak enerjinin
azalmasına ol açarn bu da beşnin ve sekanın belli bir büyüklüğü aşmasına engel
olurdu. İnsan anatomisi birkaç milyon yıllık ateşin kullanımı olmadan
açıklanamaz.
Ancak Ateş’in bir niş olması, bir
yaşam koşulu olması başkadır, bir üretim aracı olarak kullanımı başkadır.
Niş ya da yaşam koşulu veya ortamı olarak
ateş, biyolojik bir evrime, yani tür dönüşümüne, yol açmıştır; bir üretim aracı
olarak ateş ise, ancak toplum ortaya çıktıktan
sonra; üretim sürecinde bir enerji kaynağı olarak kullanıldığında,
bir üretim biçiminden diğerine; dolayısıyla bir toplum biçiminden diğerine
geçişin aracı olabilmiştir. Bu ise çok yenidir.
Ateş, kapitalizm öncesinde bazı kimyasal değişiklikler
için ve yine bu bağlamda sayılabilecek madenlerin işlenmesinde kullanılmıştır ama üretimdeki
araçların enerji kaynağı olarak kullanılması buharlı makinanın icadıyla mümkün
olabilmiştir. Bu bakımdan, rüzgar ve suyun aksine, bir enerji kaynağı olarak
ateş, sanayi devriminin ve kapitalizmi beklemiştir ve bu da şunun şurası
yuvarlak hesap ikiyüz yıllık bir hikayedir.
Nasıl ateşi kontrol altına almak için, canlının onunla
doğrudan temasını ve yanmasını engelleyen bir alet, dolayısıyla aleti kavrayan
bir el ön koşul idiyse ve cansız nesneyi aracı edemediği için hiçbir canlı
ateşi kullanamadıysa; hiçbir antik uygarlık ta, ateşi üretimde aletleri hareket
ettiren bir enerji kaynağı olarak kullanamadı.
Ateşte ortaya çıkan ısı enerjisini mekanik enerjiye
dönüştürebilmek ve onu işte, yani emek üretkenliğini artırmakta kullanabilmek
için de hem bu yönde bir ihtiyaç hem de belli bir teknik gelişme düzeyi
gerekiyordu. Bu ihtiyacı ve teknik düzeyi neolitik devrimden on bin; uygarlığa
geçişten beş bin yl sonra dünya ticareti ve kapitalist geniş yeniden üretim
yaratabildi.
Modern sanayi devrimine kadar olan dönemde, emek
üretkenliğini arttırmada enerji kaynağı olarak insanın kas gücüne sadece
hayvan, su ve rüzgar gücü eklenebilmiştir.
Hayvan gücünün kullanımı, hayvanların ehlileştirilmesini
yani neolitik devrimi; su ve rüzgar gücünün kullanımı ise, büyük miktarda
ürünleri ve yerleşikliği, yani tarıma dayanan üretimi ve belli bir ticaret
düzeyini, şehirleri, hasılı uygarlığı ön koşul olarak gerektirir.
Ateşi kullanmaya başlayan ve Afrika dışına çıkabilen ilk
insan türü (Homo Erektus) en azından iki milyon yıldır var. En azından iki
milyon yıl boyunca bu ateşle haşır neşirlik ve onun mümkün kıldığı nişte
yaşamak, Homo Sapiens’i ortaya çıkardı.
Homo Sapiens’in yuvarlak hesap ikiyüzbin (200.000)
yıldan beri var.
Ama ilk sanat eserlerine veya ona benzer şeylerin
varlığına (delinmiş ve kolye olarak kullanıldığı varsayılan deniz kabukları)
70.000 veya maksimum 100.000 yıl öncesinden beri rastlanabiliyor. Yani Toplum
en iyi ihtimalle 100.000 yil önce ortaya çıkabilmiş bir hareket ve varoluş
biçimi. Ondan önce bugünkü insan türü var ama Toplum yok.
Çok yanlış ve yşaşgın bir yanılgı da zeka ile toplumun
çakıştığını sanmaktır. Toplum bizimle tıpı tıpına yaynı yeteneklyere sahip olan
Homo sapiens sapiensin çıkışından çok sonra ortaya çıkmıştır.
Homo Sapiens’in, yaryüzünde ortaya çıkışından bu güne
kadar geçen sürenin en az yarısında; (yani 100.000 yıl) bizlerle tamamen aynı aynı
ruhsal ve fiziksel özelliklere sahip ama Toplum
(parçanın bütüne tabi olduğu topluluk) halinde değil; Sürü
(basit karşılıklı çıkara dayanan, yaptırımı olmayan işbirliği içindeki topluluk)
halinde yaşadığı bir dönem olmuştur.
Bu atalarımızın bir Kültürü
vardı. Kültür biyolojik olarak aktarılan değil; öğrenilen ve öğrenmeyle
aktarılandır. Kültürün ilk biçimlerine neredeyse bütün memelilerde ve bazı
kuşlarda rastlanmaktadır. Çocukluk dönemi olan, belli bir öğrenme aşamasından
geçmesi gereken ve oyun oynayan
(ki öğrenmek demektir) bütün canlılarda (ki esas olarak memelilerdir) bir
kültürün, yani içgüdüler ve biyolojik kalıtım yoluyla değil; öğrenme yoluyla
aktarım izleri vardır. Bunlar içinde sürüler halinde yaşayanların oldukça
kompleks ilişkileri de vardır; ama henüz toplum yoktur. Kültür toplumdan önce
ortaya çıkmıştır.
Yani Homo Sapiens türü
topluma geçmeden; arılar, termitler,
karıncalar; çıplak köstebekler gibi; parçanın bütüne tabi
olduğu; basit matematikten öte cebirsel bir birliğe; bir yaptırımı; sınırı olan bir
topluluğa geçmeden önce, yüz bin yıl boyunca toplum
olmadan; sürü halinde var olmuştur.
Ancak Din, yani Üstyapı, yani topluluğun sınırları, yaptırımları, ortaya
çıktığında; yani karşılıklı çıkar ve işbirliğine dayanan, basit aritmetiksel bir toplam gibi olan Sürü;
parçanın bütüne tabi olduğu bir organizmaya dönüştüğünde, eksinin eksiyle
çarpımının artı sonuç verdiği cebirsel bir toplam gibi
olabildiğinde, Toplum da ortaya çıkmıştır.
Doğa parçanın bütüne tabi olduğu cebirsel birlikleri
(tek hücrenin bizzat kendisi, çok hücreliler, arılar, karıncalar, termitler,
çıplak köstebekler vs.) birbirinde bağımsızca ve birçok kez keşfetmiştir.
Ama bütün bunlarda parçanın bütüne tabi olduğu birliği
zorlayan, doğal seçim ve işbölümüdür.
Parçanın bütüne tabi olduğu birlik, artık yeni bir canlı türüdür. Yani bir “karınca devleti” bir tek
canlıdır; tek tek karıncalar, çok hücrelilerin bedenlerini oluşturan hücreler
gibidir; bağımsızca var olup üreyemezer. Bunun için ayrı bir canlı türü
olmazlar; bir canlı organıdırlar. Karınca kolonisinin kendisi ise bir canlı
türüdür.
Toplum’u bütün bunlardan ayıran iki temel özellik
bulunmaktadır:
Toplumun ortaya çıkışı, diğer bütün cebirsel
birliklerden farklı olarak, bir işbölümüne dayanmaz, onun zorlamasıyla çıkmaz.
Öyle olsaydı, toplumu oluşturan insanlar arılar vs. gibi farklı biyolojik
özelliklere sahip biyolojik kastlar olurlardı öncelikle. Toplumsal kastlar ise
çok sonra, uygarlığa bile geçişten sonra ortaya çıkmışlardır ve biyolojik
değil; sınıfsal (üretim ilişkilerindeki farklı konumlar ve çıkarlar)
değişimlere tekabül ederler.
Toplumu parçanın bütüne tabi olduğu bir birlik olarak,
arılar gibi, yeni bir canlı türü
diye tanımlamak mümkündür. Toplumu bir canlı türü olarak tanımlamak bu anlamda
yanlış olmaz. Hatta Toplum’un tek doğru tanımı budur: Toplum bir
Canlı Türüdür.
Ama Toplum,
öylesine bir canlı türüdür ki, artık biyolojik yasalara göre değişen bir canlı türü değildir; varoluşu yeni bir hareket ve varoluş türü olarak ortaya çıkar.
Bunu tıpkı ilkcanlılarla cansızların farkına
benzetebiliriz. İlk canlı da kompleks bir molekül olarak tanımlanabilir. Ama onun
kendisinin benzerini yeriden sentezleme yeteneği, aynı zamanda yepyeni bir
hareket biçiminin ortaya çıkmasına yol açar. Artık ortaya başka yasalar çıkmıştır. Buyaklaşım
mantık sonuçlarına götürüldüğünde, nasıl evrimin ve türlerin ortaya çıkışının
yasaları, diğer cansız bileşiklerin ortaya çıkıxş yasalarından ayrı ve bu canlı
türlerinin ortaya çıkışınıve değişimini belirleyen yasalar için bir atom ya da
molekil kavramına ihtiyaç yoksa (ki Darwin tam da bu nedenle, bu kavramları bilmeden
de evrimin bu temel yasalarını keşfedebilmişti.) benzer şekilde toplumsal
hareketi yani toplamların evrimini ve biçimlerini inceleyen yasalar için insan
kavramına ihtiyaç yoktur. Nasıl canlı varlıkların atomlardan ve moleküllerden
oluşuyor olması, biyolojik evrimin yasalarında bu kavramlara bir ihtiyaç ortaya
çıkarmazsa, benzer şekilde de toplumun isnan denen canlı türünden oluşması
insan kavramına toqlumsel evrimin yasalarını anlamak için bir insan kavramına bir
ihtiyaç ortaya çıkarmaz. Atom ya da molekül, nasıl biyolojik değil, fiziksel
kavrakmlarsa; insan da sosyolojik değil; biyolojik bir kavramdır. (Sosyolojik
bir kavram olarak insan ise, çok ayrı bir konudur. Ve Biyolojik insanlarla hiçbir
zaman çakışmız.)
Organlarını değiştirerek değişen; biyolojik yasalara
bağlı bir canlı türü değildir toplum. Üretim araçlarını değiştirdikçe
örgütlenmesini, üretim ilişkilerini ve üstyapısını (dinini) değiştiren bir
canlı türüdür; dolayısıyla yeni bir hareket ve varoluş türüdür.
Ama soru şudur: bu sıçrama nasıl olmuştur? Öncelik
nerededir?
Binlerce yıl kullanılan ve neredeyse hiç değişmeyen el
baltası bir üretim aracı değildi; organizmanın cansız bir uzantısıydı. Maymunların
çöpü biralet olarak kullanarak termitleri yakalaması veya taş kullanarak
kabukları kırması, onları bir üretim aracı yapmaz. Bu nedenle de insan
türlerinin kullandığı el baltası binlerce yıl boyunca neredeyse değişmeden
kalmıştır. El baltasındaki küçük farklar, farklı üretim biçimlerinin farkları
değil; farklı popülasyonların veya türlerin, kültürlerinin farklarıydı. Benzen farklılıklara
“yüksek” memelilerde sıkça rastlanmaktadır.
El baltası toplum ortaya çıktığı andan itibaren bir
üretim aracına dönüşebilir. Üretim aracı kavramı sosyolojik bir kavramdır. Sosylojik
bir kavramın ortaya çıkabilmesi için ise öncelikle toplumun, bu parçayı bütüne
tabu kılan, dolayısıyla yaptırımları ve sınırları olan yeni canlı türünün
ortaya çıkması gerekir. (O halde Engels’in “Maymunun İnsanlaşmasında Emeğin
Rolü” yazısının başlığı da yanlıştır. Emek de sosyolojik bir
kategoridir ve ancak, toplum ortaya çaktığında artaya çıkabilir.)
Toplum demek üretim, emek gibi kategorilerin ortaya
çıkması demektir. Ama bunların ortaya çıkabilmesi için, önce sınırları belirli,
yaptırımları olan, sürüden öteye geçmiş, bir ilişki gerekir. Bu olmadan Toplum,
dolayısıyla sosyolojik katefgoriler olamaz.
O halde, evet, toplumsal biçimleri ve evrimi üretim
araçları belirler ama Toplum’un ortaya çıkışında, üstyapı, yani Din’in ortaya
çıkışı önceliklidir. Üstyapı, yani sınırları belirli ve yaptırımları olan (dini
olan) bir topluluk ortaya çıkmadan, toplum ortaya çıkamaz.
Sosyolojiyi (Marksizmi) alt üst eden önermeyi tekrar
edelim:
Üstyapı olmadan
bir toplum dolayısıyla Altyapı, yani Üretim İlişkileri olmayacağına göre; Toplum’un ortaya çıkabilmesi
için öncelikle; Din’in; yani parçanın bütüne tabi olduğu; sınırları ve
ilişkileri belirlenmiş birliğin ortayı çıkması gerekir ki; Toplum, dolayısıyla “maddi üretim hayatı” da ortaya çıkabilsin.
Evet, son duruşmada, Toplum bir kez ortaya çıktıktan
sonra, maddi üretim araçları ve biçimleri üstyapıyı belirler. Ama en başta,
dinin, yani üstyapının ortaya çıkmış olması gerekir ki Toplum ortaya
çıkabilsin.
Üretim toplumsal (Sosyolojik) bir olgu ve kavramdır.
Toplum olmadan üretim olmaz. Arılar bal “üretmez”. Arıların “ürettiği” balı
çalan ayı üretim yapmış olmaz. Ama aynı balı çalan bir kabile üyesi bir insan
“üretim” yapmış olur. Balı çalmak için kullandığı sopa veya duman bir üretim
aracıdır. Tarlayı süren öküzler emek harcamaz, Öküzleri sopayla yöneten insanın
emeği vardır. Öküz bir üretim aracıdır, üretici değildir.
(O halde, Toplum’un ve ekonomik kategorilerin ortaya
çıkışında öncelik üstyapıdadır.
Bu öncelik ilişkisi biraz ilk neolitik devrimin
gerçekleşmesindeki ilişkiye benzer. İlk bakışta şöyle düşünülebilir: Toplum
bitki ve hayvanları ehlileştirmiş olmalıdır ki yerleşikliğe geçebilsin. Ama
yakından bakılınca, bu sıçramanın olması için, önce yerleşikliğe geçişin
gerçekleşmesi ancak bundan sonra ehlileştirmelerin gerçekleşebileceği görülebilir.
Bu da çok özel koşulları gerektirir. Zaten Göbeklitepe kazıları geçişin tam da
böyle gerçekleştiğini göstermektedir.
Ya da devletin bir sınıfsal baskı aracı olduğu göz
önüne alınarak; devletin ortaya çıkışından önce sınıfların ortaya çıkması;
sonra sınıfsal bir baskı aracı olarak devletin ortaya çıkacağı düşünülebilir.
Ama yakından bakılınca; devletin sınıflardan önce ortaya çıktığı bizzat
kendisinin sınıfları yarattığı, hatta devletin bizzat bir egemen sınıf haline
dönüştüğü görülebilir. Arkeolojik
kazılar da böyle olduğunu göstermektedir.
Toplum’un ortaya çıkışında da benzer bir durum söz
konusudur.)
Bir yerlerde bir gün homo sapiens sürülerinden biri,
birtakım yaptırımlar koymayı; bunun için topluluğun sınırlarını belirlemek;
parçanın bütüne tabi olduğu bir birlik kurmak gibi bir sıçramayı başarmıştır. O
andan itibaren ancak toplum denen yeni canlı, ama artık evrimi biyolojik
yasalara bağlı olmadığından, yeni hareket ve varoluş türü,
toplum ve onun hareketi, ortaya çıkmış olmalıdır.
Bu sınırı belirleyen de muhtemelen bir totemdi.
Allah’ın da son duruşmada soyutlaşıp evrim geçirmiş bir totem olduğu unutulmazsa,
toplumun ortaya çıkmasında dinin, yani “Allah”ın öncelikli olduğu sonucuna
ulaşabiliriz.
Yani, kabaca Toplum Allah’ı (Dini) yaratmadan önce, Allah
(Din) Toplum’u yaratmıştır diyebiliriz. Altyapı Üstyapıyı oluşturmadan önce,
Üstyapı Toplumu ve dolayısıyla Altapıyı oluşturmuştur.
Tür olarak insanı, Homo Sapiens’i, Ateş yarattı ama;
Toplum’u, parçanın bütüne tabi olduğu birliği; bu yeni canlı türünü, bu yeni hareket ve varoluş türünü Allah (Din) yarattı
diyebiliriz.
*
Bu muazzam alt üstlük, tıpkı canlılığın ortaya çıkışı
gibi, bu muazzam sıçrama, iz bırakmadan geçmiş olamaz. Ve aslında kanımızca bu
muazzam devrimin izi de bulunmaktadır.
Din teorimiz sadece modern toplumun inini anlamayı
mümkün kılmamaktadır; sadece ulusların ne olduğunu anlamayı mümkün kılmamaktadır;
Toplumun ortaya çıkışını ve açıklanamayan kimi olayları anlama olanağı
sunmaktadır.
Bugün yeryüzündeki insanların hepsinin aşağı yukarı
100.000 veya 70.000 yıl önce yaşadığı varsayılan bir “Mitokondriyal
Havva”dan gelmektedirler. Yani aşağı yukarı bin kişilik bir
popülasyondan gelmektedir bugün yeryüzündeki bütün insanlar. Peki, Homo Sapiens
en az 200.000 yıldır var olduğuna göre, önceki 100.000 yıl önce yeryüzüne
dağılmış, çoğalmış diğer Homo Sapienslerin izi niye yoktur? Bugün yaşayan
insanların hiç birinin soyu neden onlara gitmemektedir. Soyu niye tükenmiştir? Onlar
ne oldu?
Bu olguyu, insan türünü bir ara yok olmanın eşiğine
kadar getirdiği varsayılan, 70.000 yıl önce Endenozya’da patlamış bir
yanardağla açıklama girişimleri bulunmaktadır. Buna göre diğer homo sapiens
popülesyonları yanardağın yol açtığı bu çevre katastrofunda yok olmuşlardır.
Bir tür dar boğaz (Şişe ağzı) yaşanmıştır insanın var oluşunda.
Ancak aslında hiçbir delil bu açıklamayı desteklememektedir.
Biz ise bunun, gerçek başka bir “patlama” ile, Din’in
ve Toplum’un ortaya çıkışıyla açıklanabileceğini düşünüyoruz.
İlk kez sürüden topluma geçen; basit bir birlikten
parçanın bütüne tabi olduğu; yaptırımı, ahlakı, sınırları olan bir toplumu
kuran Homo Sapiens popülasyonunun, bunun sağladığı güçle, bütün diğer homo
sapiens popülasyonlarını, gerek avlayarak gerek yaşam şartlarını ortadan
kaldırarak yok edişiyle açıklamak çok daha doğru gibi görünmektedir. Bu
sıçramayı yapan, toplumu ve dini keşfeden Homo Sapiens popülasyona, parçanın
bütüne tabi olduğu birliğe geçiş öyle bir üstünlük sağlamış ve bu üstünlükle onlar
öyle bir hızla yayılmış olmalıdır ki, fiziksel ve mental olarak onlardan hiçbir
farkı bulunmayan diğer homo sapiens popülasyonları bunu öğrenip benzer bir
geçişi yapma; topluma başka geçişler yapma fırsatı bulamadan, yok olmuşlardır.
Bu nedenle Toplum’a geçebilmiş Homo Sapiens
popülasyonu hem diğer Homo Sapiens popülasyonlarını, hem de diğer insan
türlerini (Neanderthal, Denisova, Florensis insan türleri vs.) yok etmiş;
bugünkü insanların, tüm yeryüzüne yayılmış tek türden oluşabilen tek canlı
olmasını sağlamıştır.
Topluma geçiş, aynı zamanda, neredeyse iki milyon yıl
boyunca değişmeden kalan el baltasının yüz bin yıl önce (70.000 yıl muhtemelen
daha doğru) hızla evrimleşmeye başlamasının da nedenini açıklar. El baltası
kendisi ve ateş aracılığıyla bir niş, bir yaşam koşuluydu ve bu nedenle, insan
türünün evrimine, biyolojik değişime yol açıyordu. Ama din, yani toplum ortaya
çıktığı an, balta bir niş, bir yaşam koşulu sağlamaktan çıkmış; artık bir
üretim aracına dönüştüğü için, insanın türünü deği, toplumu ve kendisini değiştirmeye
başlamıştır.
Dinin ortaya çıkışı, birden bire iki üç milyon yıl
boyunca, hatta önceki yüz bin yıllık, homo sapiensin ilk varlık dönemi boyunca
neredeyse hiç değişmeden kalmış el baltasının hızla değişmeye başlaması ve
adeta değişimin patlamasına yol açmış olmalıdır. Bütün veriler bunu doğrular
görünmektedir.
Yani aletlerdeki hızlı değişimin başlayışının, sanat
eserleri görülmesinin, tüm insanların aynı küçük popülasyondan gelmesinin, tek
bir insan türünün tüm yeryüzünde bulunmasının sırrı da dinin, yani toplumun
ortaya çıkışındadır ve bütün veriler bunların aynı zamanda ortaya çıktığını
desteklemektedir.
*
Kurban tüm toplumlarda görülen evrensel bir olgu
olduğuna göre, toplumun varlığı ile kurban arasında nasıl bir ilişki vardır?
Kurban’ın kökleri Toplumsal varoluştadır.
Kurban Toplum’la birlikte ortaya çıkmıştır. Kıtlığın
bir kalıntısıdır.
Bayram ise neolitik devrimle ortaya çıkmıştır,
kıtlıktan kurtuluşun, düzenli bir artı ürünün varlığını varsayar.
Toplum, sürüden
farklı olarak, parçanın bütüne tabi olduğu bir birliktir. Bu sıradan bir sürüye
göre muazzam bir organizasyon, dolayısıyla güç ve etki artışı anlamına geler.
Yani bütün (Toplum) parçaların (Toplumu oluşturan bireylerin) toplamından çok
daha fazla bir şeydir.
Ruh Toplum’un,
Topluma geçişin ortaya çıkardığı gücün insanların algısındaki yansıması olmalıdır.
Ruh özünde Toplumdur.
Ama toplumun ruhu varsa, insan henüz kendisini doğadan
ayrı olarak algılamadığından, var olan herşeyin de ruhu var demektir.
Ama toplumsal varlıklar elle tutulmaz, gözle görülmez.
Ritüeller bu toplumsal varlığı sembolize ederler. Kabileyi diğerlerinden
ayırmak için, farklılığı ve birliği vurgulayan dövmeler, totemler, özel
işaretler vs., hasılı muazzam zenginliğiyle tüm üstyapı ortaya çıkar.
Kurban da ancak toplumun bu özelliği bağlamında
anlaşılabilir.
Kurbanı yine bize toplumun varlığı ve üretici güçlerin
gelişme düzeyi açıklayabilir.
İnsan türü parçanın bütüne tabi olduğu birliği kurup
topluma geçmesine rağmen, neolitik devrime kadar sürekli bir kıtlık içinde
yaşıyordu. Bu kıtlık içinde, sürü halindeyken, maymunlarda görüldüğü gibi, yetişkin
bir insan, muhtemelen yavru bir insanı annesinin korumasının bulunmadığı bir an
yiyebiliyordu belki de. Çünkü canlılığın temelinde biyolojik varlığı sürdürmek
yatar. Bunun için de yaşayabilmek. Toplum ise bununla çelişir. Topluluğu sürdürmek için, bireyin fedasıdır toplum. Bu
olmadan toplum olamaz.
Topluma geçildiği andan itibaren bir bireyin açlığı için
diğerini yemesi ve buna karar vermesi mümkün olamaz. Artık sürünün üyeleri
kardeştir. Kararları ancak toplum verir, bireyler karar veremez. Ancak toplum
adına toplumu yaşatmak için bir bireyin feda edilmesi mümkün olabilir. Kurban
Toplumun yaşaması için bireyin feda edilmesidir.
Bu nedenle dünyadaki bütün toplumlarda görülen kurbanların
kökeninde, binlerce yıldır değişmiş olmasına rağmen, kurbanın ortaklaşa yenmesi
ve kutsanması vardır. Yani kabile, kendi içinden birini, toplum adına feda
ederek, yiyerek varlığını sürdürebilir.
Bu toplum adına kurban edilen parçanın, bir yetişkin
veya yaşlı değil de çocuk olduğuna dair çok güçlü izler bulunmaktadır. Erginler
kabilenin yaşaması için elzemdirler kurban edilemezler. Yaşlılar, şunun şurası
yirminci yüzyıla kadar yaşlılık çok istisnai bir olay olduğundan ve onlar
bilgileri ve tecrübeleriyle kabilenin varlığını sürdürmesi için hayati önemde
olduğundan, kurban edilemezler. Bugün bile örneğin Afrika’da yaşlılara müthiş
bir saygı gösterilir. Bu durumda çocuk bütünün yaşaması için kurban edilip
topluca yenebilecek tek üyedir; üstüne üstlük, çocuk henüz topluluğun tam bir
üyesi de değildir.
Ama Kurban bir cinayet değildir. Yani kişisel bir
çıkar için ve kişisel bir kararla gerçekleşen bir şey değildir. Bir ibadettir.
Yani toplum için yapılan bir eylemdir.
Kurban edilecek ve kabilenin yaşaması için yenecek
olan kutsanır, ona en güzel şeyler verilir. Öyle kurban edilir ve yenir.
Bütün toplumlarda da bir zamanlar çocukların kurban
edildiğine dair izler bulunmaktadır. İsa bir kuzudur. İbrahim çocuğunu
kesecekken melek koçu getirmiştir. Fenikeliler, uygarlaştıktan sonra bile
Molok’a çocuklarını kurban ediyorlardı. Çocuk kurban etme geleneği, ta Roma
çağına, Kartacalılara kadar devam etmiştir. Bu gün Amerika’dan tekrar dünyaya
yayılan Hallowen, Keltlerden kaynaklanır ve Keltlerdeki çocuk kurban etme
adetinin, orta doğudaki Kurban Bayramı benzeri bir şekilde bırakılışını ama
aynı zamanda bunun yakın zamanlara kadar yaşadığının kanıtını temsil eder.
Ancak üretici güçlerin gelişmesi ile birlikte, daha
çok bolluk gelip de kıtlık ekonomisinden kurtulunca; aşırı ürünleri saklayacak
çanak çömlekler bulundukça, çocuk kurbanı giderek akıl ve ahlak dışı
göründüğünden; alt yapıdaki değişmeye bağlı olarak üstyapı da değişmiş ve onun yerini
hayvan kurbanları almıştır. Kurban bayramının hikâyesi de bunu anlatır aslında.
Bugün ise, hayvan kurbanlarının bile akıl ve ahlak
dışı hale geldiği bir çağda yaşıyoruz. Artık kurbanı yasaklayacak bir
“Peygamber”in beklentisi içindedir Toplum.
*
Hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesi, yani
özünde neolitik devrim, dünya tarihinde gelmiş geçmiş en büyük devrimdir ve bu
günkü uygarlığın en büyük keşifleri bile bu devrimin yanında birer cüce gibi
kalır. Bu günkü bütün yaşamımız hala bu devrimin kazanımlarına dayanmaktadır.
Temel gıdamızı oluşturan bütün hayvanlar ve bitkiler; giydiklerimiz
(Dokumacılık); yemek yediğimiz tabaklar ve yiyecekleri içinde koruduğumuz
kaplar (çömlekçilik) hemen her şey bu devrimin bulduklarıdır özünde.
Kurban bayramının ortaya çıkışını anlatan söylence, asılında,
gerçek tarihin doğru bir tasvirinden başka bir şey değildir. Avcılığa ve
toplayıcılığa dayanan kıtlıkta çocuklar kurban edilirken, hayvanların
ehlileştirilmesine geçişle birlikte, çocuk yerine hayvan kurban edilmesine
geçişi; yani neolitik devrimi; emek üretkenliğindeki bu devasa artışı; bu
artışa paralel olarak üstyapının da yeni alt yapıya uygun hale gelişini;
insanların sürekli bir açlık ve kıtlık tehlikesinden kurtuluşunu sembolize
eder. Bu muazzam devrim ne kadar kutlansa yeriydi ve yeridir.
Kurbanlık hayvan, çok öncenin unutulmuş çağlarında,
toplum için ve toplum adına kurban edilen çocukları gibi, bir gelin gibi
süslenir; el bebek gül bebek bakılır, bir bakıma o kısa hayatının
herkesinkinden daha güzel geçmesi için elden gelen arda koyulmazdı. Bizzat
kurban ediliş eylemi bile, o unutulmuş geçmişin izlerini taşır; kurbanın
öleceğini bilmemesi; öldürme işleminin olabildiğince seri ve acısız olması;
dualar, seremoniler vs. hepsi, kurbanın toplumun yaşaması için bir dayanışma
olduğunu vurgulamaya ve kanıtlamaya yöneliktir.
Ne var ki, bugün geniş yeniden üretim çağında,
hayvanların bant usulüyle üretildiği, öldürüldüğü ve işlenip piyasaya sürüldüğü
çağda, bu kurban adeti ve bayramı, çoktan uygarlığa geçmiş Fenikelilerin çocuk
kurban etmeye devam etmelerine veya Asteklerin uygarlık sembolü piramitler
üzerinde artık kıtlık nedeniyle bir gereği kalmamışken insan kurban etmeye devam etmesine benzer. Gerçek
anlamını, yitirmiş ve hatta tam zıt anlamda bir işlev kazanmıştır. Azteklerde
insan kurban etmenin devam etmesi, bu adetin diğer kabileleri ya da kastları
baskı altına almanın; onları terörize etmenin bir aracı olarak kullanılmasıyla
ilgiliydi. Fenikelilerin Molok’a çocuk kurban edişleri de muhtemelen benzer bir
işleve sahipti.
Bu günkü
toplumda da kurban, toplumsal dayanışma, kıtlıktan kurtuluşu kutlama aracı
olmaktan çıkmış; bir zenginlik ve güç gösterisinin; toplum içinde ne kadar dini
bütün olduğunun reklamını yapmanın; bir prestij ve itibar edinmenin arıcı
haline gelmiştir.
“Sağ elinin yaptığı iyiliği sol elin bilmeyecek” diyen bir
dünyanın ve değerler sisteminin değil; “bakın
ben ne kadar iyilik yapıyorum, ne kadar dindarım” diye bar bar
bağıran; kapitalizm öncesinin her türlü değerini yitirmiş, modern burjuva
toplumunun da demokratik değerlerinden bile zerrece nasibini almamış insan
posalarının, lümpenlerin değerlerini ifade etmektedir artık kurban kesmek.
On bin yıl öncesinin sürekli kıtlıkta yaşayan
insanları çocuklarını kurban ederken, bu günün kurban kesenlerinden, milyon kez
daha insani bir iş yapıyorlardı. O çocuk
kurbanları bir cinayet değil, bir ibadetti; bu gün ibadet diye hayvan kesenlerin yaptığı ise ibadet değil
cinayettir. Toplumun yaşaması için değildir, artık buna gerek de
yoktr; kişisel bir itibar ve gösteriş için yapılmaktadırlar. Bu içerik biçimi
de kökten değiştirmiştir. Herşey kitlesel bir katliama dönüşmüş bulunmaktadır.
*
Modern toplumda, bu günkü geniş yeniden üretim
yordamında, tüm değerleri yaratan işçinin iş gücüdür. Sömürü oranını iş gücünün
fiyatı belirler. İş gücünün örgütlenmesi ve fiyatının yükselmesi, modern
toplumu bir parça yaşanır kılan biricik ilaçtır.
Ama iş gücünün örgütlenmesi ve haklar edebilmesi için,
işçilerin demokratik özgürlüklere; fikir, örgütlenme, bir araya gelebilip
çıkarlarını korumak için birlikler oluşturma; partiler kurma özgürlüklerine
ihtiyaçları vardır. Bu nedenle, demokrasi denen şeyin biricik garantisi ve
sağlayıcısı, işçi sınıfı ve hareketidir.
Ama işçi hareketi de ancak demokrasi mücadelesi içinde
toplumdaki tüm ezilenleri ve gayrı memnunları birleştirip, sadece işçiler için
ekonomist bir hareket olmaktan çıkıp, devrimci ve demokratik bir karakter
kazanabilir ve o zaman bu hakları elde edebilir.
Sadece bütün Avrupa ve dünyanın modern tarihi değil,
Türkiye’nin yakın tarihi de bunu kanıtlar. 1960’lar ve 70’ler işçi hareketinin
hem yükseldiği hem de demokratik talepleri toplumun gündemine taşıdığı bir
dönemdi. Son çeyrek yüz yıl ise, ortalıkta hem işçi hareketi yoktur hem de
devrimci ve demokratik talepler.
İşçi hareketi örgütlendiği ve demokratik haklar elde
ettiği takdirde, toplumdaki zenginlik ve yoksulluk farkları da azalır. Çünkü
ezilenler bu haklara dayanarak kapitalistler karşısında pazarlık güçlerini
yükseltirler; vergiler aracılığıyla ulusal gelirin yeniden dağıtımında
ağırlıklarını koyarak, zenginlik ve yoksulluk farklarını nispeten daha
ılımlandırıcı tavizler koparabilirler. Böylece toplumda, tümüyle çürümeye ve
çözülmeye yol açan, korkunç yoksulluk ve zenginlik farkları azalır.
Böyle bir toplumda, et yiyebilmek için kurban
bayramını bekleyen yoksullar olmaz. Böyle zenginlik ve yoksulluk farkları ve
bunun yarattığı çürümeler olmayınca, böylesine gösterişli hayvan katliamları da
olmaz.
Batı ile doğunun farkı buradadır. Doğu’da insanların
hiçbir zaman hakları olmaz. Orada avane kliyen ilişkileri geçerli olur. Zengin
olan, üstün olan, yetkisi olan, “adamlarını” korur, onlara “kıyak” yapar.
Alttakiler de ona karşı sürekli gebe ve mahkum kalırlar.
Demokraside ise, insanların hakları olur. Kimse bu
hakları için kimseye minnet etmek zorunda değildir. Böyle bir toplumda,
birbirinin elini öpen, yağcı, garibanın karşısında Allah kesilip güçlünün
karşısında köpekleşen insanlar yer bulamaz ya da daha da azalır.
Türkiye’deki sistem, bunun tam tersini yaratmakta ve
üretmektedir. Bürokratik oligarşi tüm toplumsal sistemi bu haklar değil,
hoşgörü veya görmezden gelme ilişkisine göre kurmuş bulunmaktadır.
Burjuvazi de bunun karşısında, haklara değil, aynı
şekilde, avane, kliyan (klik) ilişkilerine dayanan bir sistemi savunmaktadır.
Kurban bayramlarının böylesine bir katliama, zenginlik ve hayırseverlik
gösterilerine dönüşmesi, hep bu demokrasi yokluğunun; hak yoksunluğunun; avane
kliyan ilişkilerinin tüm topluma egemenliğinin bir yansıması ve sonucudur.
Kemalist oligarşi ile burjuvazinin politik İslam’ı
aslında aynı sistemi savunmaktadırlar. Demokratik haklara değil, hoşgörüye,
gebe bırakmaya dayanan sistemdir bu. AK Partili belediyelerin yoksullara ekmek
dağıtması da, kurban bayramlarının gösterişli hayvan katliamları da;
“kapkaççılık” da, müthiş zenginlik ve israf da bütün bunlar hepsi aynı sistemin
ayrılmaz parçaları; aynı madalyonun farklı yüzleridir.
Politik İslam,
ne İslam’dır ne de demokratiktir. Politik İslam, ulusu, yani politik olanı
dinle veya İslam’la tanımlayan gerici bir
milliyetçiliktir. Eğer sorun Müslüman olmak ise, bu gün Müslüman
olmak ancak tutarlı demokrat olmakla; toplumda tüm değerleri yaratanların,
çalışanların her türlü örgütlenme, fikir, gösteri özgürlükleri için mücadele
etmekle; toplumdaki hiçbir dilin, dinin, etninin özel bir imtiyazı olmaması
için mücadele etmekle mümkündür.
Bu günün dünyasında, bir zamanlar kurban kesmenin
sağladığı sevabı; ancak demokratik haklar için hapiste yatmak; sürgünlerde
yaşamak; ezilen ve yoksulların demokratik hakları için mücadeleye girmek sağlayabilir.
Bu özgürlükler ve haklar için bir şey yapmamak, hatta karşı olmak; sonra da
yoksullara yardım ve dindarlık adına gösterişli veya gösterişsiz kurbanlar
kesmek! Bunun ne Müslümanlıkla, ne insanlıkla ilgisi yoktur. Bunlar cehennemde
yanmaya layık gühahkarlardır.
Türk devletinin Türk devleti olmasına, Türkçe’nin
resmi devlet dili olmasına; yurttaşlığın Türklükle tanımlanmasına karşı
çıkmadan; tüm dillerin eşitliğine savunmadan; yurttaşlığın hiçbir din, dil etni
ile bağlantısının olmaması gerektiğini savunmadan “Müslüman” da olunamaz,
demokrat da olunamaz.
Gerçek Müslüman, diyanet işlerinin lağvını, Sünnilerin
de tıpkı aleviler gibi, din görevlileri için kendi gönüllü bağışlarıyla onlara
bakmasını savunur.
Bir yandan bu konularda ağzını açmayacaksın, hatta bu
günkü çürütücü ve gerici sistemi savunacaksın, diğer yandan da, haç, kurban ya
da İslamiyet’in faziletleri üzerine geviş getireceksin ve kurban kesip aç ve
yoksul bıraktıklarına üç beş kırıntı dağıtıp onları kendine veya zenginlere
minnet borçlu bırakacaksın. Bunun adı ikiyüzlülüktür; münafıklıktır.
*
Bayram her şeyden önce çalışılmayan gün demektir.
Çalışılmayan bir gün ise, o çalışılmayan günde insanları aç kalmaktan
kurtaracak bir artı ürünü var sayar. Bu artı ürün ise, belli bir emek
üretkenliği düzeyini.
İnsan bu düzeye ancak, neolitik devrimle ulaşmıştır.
Dolayısıyla, Kurban bayramı, sadece çocuklar yerine hayvanların kurbanına
geçişin değil, aynı zamanda bayram denen, çalışmadan yaşanabilecek günlerin
ortaya çıkışını da sembolize eder.[1]
Neolitik devrim öncesinde, insanların kıtlık içinde
yaşadıkları çağlarda da elbette rastlantısal iyi bir av sonucu, ya da uygun bir
mevsim dolayısıyla bol yiyecek bulunduğu zamanlar olabiliyordu[2].
Ama bunlar tamamen rastlantısaldı ve düzenli değildi. Dolayısıyla, sürekli bir
artı ürün olmadığından, bu rastlantısal artı ürünün korunması ve saklanması
için gerekli ihtiyaç ve teknikler de bilinmiyordu. Dolayısıyla, rastlantısal
artı ürünler derhal tüketilmeliydi.
Bu nedenle neolitik devrim öncesinde bayram yoktur, rastlantısal artı ürünleri
tüketmeye yarayan şölen vardır.
Neolitik devrim aynı zamanda bayramın da keşfidir. Bir bakıma Kurban Bayramı,
sürekli ve düzenli bir artı ürünün varlığının, yani bayramın keşfinin de bayramı sayılabilir.
İnsanlık tarihinin bütünü göz önüne alındığında,
gerçekten bayram olarak kutlanmayı hak eden muazzam devrimci değişikliklere;
üretim güçleri, ilişkileri ve üstyapıdaki muazzam değişikliklere denk
düşmektedirler bu ve benzeri bayramlar.
Her sosyalist, bu bilinçle, bu bayramları
kutlamalıdır, insanlık tarihindeki en büyük devrimlerin bir anısı olarak. Ama
bu bayramları kutlamak, bu gün yaşadığımız dünyaya uygun bir üstyapı
mücadelesiyle olabilir.
Semavi dinler de çok büyük toplumsal devrimlere
karşılık düşerler elbet. Bu dinler sonra gelişen uygarlık ve sınıflı toplumlar
içinde, nispeten eşitlikçi büyük reform ve devrimleri sembolize ederler.
Örneğin İsa’nın doğumunun kutlanmasını ele alalım.
Birbiri peşi sıra gelen uygarlıklar koca Akdeniz ve Ortadoğu’yu bir tek Pazar
kılmış, bir tek uygarlık alanında birleştirmişti. Hepsi Roma’nın egemenliği altındaydılar ama her kavim, hatta
her kabilenin ayrı tanrıları, dolayısıyla ayrı hukuku var olmaya devam ediyordu;
insanlığı hayvanlıktan çıkarmış olan totemler artık üretici güçlerin o günkü
gelişmişlik düzeyinde ciddi bir engel haline gelmişlerdi. Tüm bunları aşacak,
tüm uygarlık alanında aynı hukuku, aynı toplumsal ilişkileri, aynı politikayı
geçerli kılacak yepyeni bir üstyapı gerekiyordu. Hıristiyanlık Roma’nın
sağladığı ekonomik birliğin gerektirdiği üst yapıyı sağlıyordu. Ama bunu
yaparken aynı zamanda, yoksullara ve kölelere, Allah evreni altı günde yarattı
yedinci gün dinlendi diyerek, haftada bir, yani yılda elli iki gün tatil hakkı da veriyordu. Ondan sonra hiçbir
hareket ve devrim bu çapta bir reformu ya da hakkı çalışanlara sağlayabilmiş
değildir. İşçi hareketinin muazzam savaşlar sonucu elde ettiği sekiz saatlik iş
günü bile bunun yanında küçük kalır
Çürümüş Bizans ve Sasani, yani Çin ve Hint yolundaki
Uygarlığın ve Akdeniz Ortadoğu uygarlığının çıkmaza girmiş toprak ilişkilerini
yeniden düzenleyen; nispeten daha eşitlikçi bir düzen kuran İslam da bir tür
devrim idi, bu anlamda, insanlar bilincinde olmasa bile İsa’nın ya da
Muhammet’in doğumunu kutlarken, gerçekten büyük devrimleri bir bayram olarak
kutlamış oluyorlardı.
Modern “ulusal bayramlar” ise, bu bayramların yanında
bayram adıyla anılmaya layık hiçbir kazanım sağlamamışlardır insanlığa. İlk
burjuva devrimleri, yani Amerikan ve Fransız devrimleri, daha ilk adımlarında
gericileştiler. Modern toplumun dini başlangıçta, yurttaşlığı, insan haklarıyla
tanımlıyor; insanı da dini, soyu, etnisi ne olursa olsun eşittir diye
tanımlıyordu. Ne var ki, daha ilk adımda, bir yandan geçmişin kalıntılarıyla;
yani insanın sadece erkek ve beyazları, kapsaması nedeniyle; hem de
burjuvazinin yurttaşları (yani insanları), belli bir dil, etni veya dinden olan
veya belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlarla sınırlayan gerici
milliyetçiliğe geçişi nedeniyle, tam anlamıyla birer gericilik insanlara karşı
bir tehdit ve terör gösterisidir bu günün “modern”, “ulusal” bayramları.
Tanklar, toplar, uydurma tarihler, yalanlar üzerine dayanırlar ve bu anlamda
birer karşı devrim bayramı, birer gericilik ayinidirler.
Bu bayramların birer tatil günü olması, işçilerin ve
emekçilerin bundan biricik kazancıdır ve burjuvazinin işçi ve emekçilere
verdiği bir rüşvettir.
Sosyalist devrimlerin “tamamlanmamış devrim”ler olduğundan çok söz edilmiştir. Ama
esas tamamlanmayan ve “ihanete uğrayan
devrim”, burjuva devrimidir.
Burjuva devrimlerinin, “vatanım yer yüzü,
milletim insanlık” diyen devrimci özü; vatanı ve milleti, belli bir
din, dil, etni, soy ile sınırlayan gerici milliyetçilik tarafından olmamışa
çevrilmiştir.
Burjuva devriminin bu idealine, enternasyonalizm adı
altında işçi hareketi sahiplenmiştir. Enternasyonalizmin bayramı olan 1 Mayıs,
aslında, sosyalizmin değil; “vatanım yeryüzü
milletim insanlık” diyen, ihanete uğramış ve unutulmuş burjuva
devriminin bayramıdır.
Ne yazık ki, 1 Mayıs bile, burjuva devriminin bu
idealini terk etti. O da, bürokrasinin egemenliği altında, burjuvazinin yoluna
girdi. 1 Mayıslar, tıpkı gerici burjuvazinin tanklı toplu ulusal bayramları
gibi, bürokrasinin sosyalist veya enternasyonal isimli ulusal bayramları; yani
karşı devrimlerin bayramları oldular. Böylece Enternasyonalizm biçiminde
varlığını sürdüren burjuva devrimlerinin idealleri bile unutuldu.
Bu günün dünyasında, gerici milliyetçilikle çizilmiş
sınırlara karşı bir hareket, yani bir yeryüzü çapında tüm insanların eşitliğine
dayanan bir hareket ve onun başarısı ancak modern toplumun adına layık bir
bayram oluşturabilir.
Ama bu bayram bile sosyalist bir bayram değil, modern
burjuva uygarlığının, sanayi uygarlığının bayramı olur. 1 Mayıs modern toplumun
bayramı olmaya adaydır. Ama 1 Mayısın modern toplumun bayramı olabilmesi için,
bu günkü gerici ulus ve ulusçulukların ve onların bayramlarının yeryüzünden
silinmesi gerekmektedir. Burjuva toplumun ve uygarlığının bayramı işçiler eliyle
oluşabilir. İşçiler bu bayramın, sınıfsız toplumun değil, işçilerin, yani
burjuva toplumunun, yani kapitalist toplumun has ürününün bayramı olduğunu
bildikleri ölçüde, bu mücadele gününü bir bayram yapma şansına sahip
olabilirler.
Sosyalizm ise sınıfsız toplumdur. Sosyalizmin bayramı
hiç olmayacaktır. Çünkü orada devlet olmayacaktır. Çünkü orada sınıf ayrımları
ve sömürü olmayacaktır. Meta üretiminin ve devletin yarattığı yabancılaşmalar
olmayacaktır.
Bunların olmadığı yerde ise, hayat bir bayram olur.
Hayat bir bayram olunca da bayramların var oluşunun bir anlamı kalmaz.
Bu anlamda sosyalizm
için mücadele, bayramları yok etme ve anlamsız kılma mücadelesidir.
14 Ekim 2013 Pazartesi
(Bu yazının ilk versiyonu 2006
yılında yazılmıştı. Elinizdeki bu versiyon özellikle ilk bölümlerinde gözden
geçirilip Toplum’un ortaya çıkışına ilişkin geliştirilmiş yeni görüşlerle
yeniden yazılmıştır. Eski versiyon şu adreste bulunmaktadır: http://demirden-kapilar.blogspot.de/2011/11/kurban-bayramnn-ekonomi-politigi.html)
Demir Küçükaydın
[1] Oruç ve
şeker bayramı büyük ölçüde avcılık ve toplayıcılığın kıtlığı ve nefsi kontrol
altına almaya yönelik kurallar ve rastlantısal artı ürünü tüketmeye yarayan
şölenlerin, neolitikten sonra varlığını sürdüren bir kalıntısı olabilir.
Neolitik öncesi dönemlerin bir hatırlatılması ve ondan kurtuluşun kutlanması
gibidir.
[2] Newroz
bayramı orta doğuda doğanın uyanışıyla, baharla bağlantılı olduğundan, baharın
sağladığı nispeten daha bol av ve bitki anlamına geldiğinden muhtemelen kökleri
neolitik devrim öncesinin bahar şölenlerine dayanıyor olsa gerektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder