Kenan Evren’in ölümü
ve 12 Eylül üzerine okuduklarım beni korkunç rahatsız ediyordu. 12 Eylül’ün
acısını iyi kötü çekenlerdendim ama Kenan Evren’e karşı hiçbir hınç ve
kızgınlık duymuyordum. O kendi görevini yapmıştı biz kendi görevimizi. Onun
amacı Türk Devletini ve milletini korumak ve yaşatmaktı bizim amacımız onu yıkmaktı.
Düşmanımdı. Siperin karşı tarafındaydı.
Yine 12 Eylül’ün çok
acısını çekmiş bir arkadaşla konuşurken o da aynı rahatsızlıkları duyduğunu,
Kenan Evren’in hiçbir önemi olmadığını; aslında bu tür tepkilerin 12 Eylül’ün
acısı çekmemişlerden gelmesinin manidar olduğunu da ekledi.
Evet, aslında kenan
Evren’in cezalandırılmamış olmasına üzülmek veya Devlet Töreni yapılıp
yapılmamasını sorun etmek; geberdi diye Hashtaglar koymak vs. bir devrimcinin
sorunu olamaz.
Bu devlet bizim
düşmanımız ise onun kendisi için darbe yapmış birisine devlet töreni yapmasıni sorun etmek, bizlerin o devleti benimsediğimiz anlamına gelmez mi? O keskinliğin ardında
aslında böyleyine tutucu ve gerici bir anlayış yok mudur?
Devrimciler olaya
şöyle bakarlar. O bizim düşmanınız olan sistemin basit bir figürüydü. Önemli
olan o sistemi değiştirmektir. Bu sistemin nasıl değişeceği üzerine bir
strateji ve taktik tartışmasıdır bizim yapacağımız. Örneğin Kenan Evren’e kızıp
intikam isteyecek yerde; neden 1970’lerdeki Türkiye tarihinin en büyük ve kitlesel
radikalleşme ve politizasyon dalgası ve yükselişinden bir demokratik devrim
çıkaramadık diye kendi hatalarımızla acımasızca yüzleşmek olabilir.
Ya da örneğin 12 Eylül
sabahı, bütün devrimcilerin ailelerinin “Sokağa çıkamaz olmuştuk” diyerek 12
Eylülü desteklemeleri ve en azından hayırhah bir tarafsızlık durumuna
geçmelerinin nedenleri üzerine düşünmek olabilir.
Ya da örneğin,
Devrimcilerin ele geçirdikleri mahallelerin neden yıkmak istedikleri düzenden
daha az anti demokratik olmadığının tarihsel ve toplamsal nedenlerini
araştırmak olur.
Bütün bunlar
arasındaki bağlar, bunların ardındaki tarihsel nedenler vs. üzerine düşünmek
olabilir bir Kenan Evren’in ölümünün devrimcilere yüklediği görev.
Bu Kenan Evren’in
ölümü vesileyisle daha önce yazdığımız bir yazıyı tekrar yayınlayarak sonunun
metodolojik köklerine yönelelim ve bir zamanlar en sıradan devrimcilerin
bildiklerini tekrar hatırlatalım.
O yazıda da yine şimdi
söylemek istediklerimizin çoğunu söylemiştik. HDP’nin kazanması için
çalışmaktan yeni yazı yazacak zamanımız olmadığı için tazeliğini koruyan bu
yazıyı tekrar yayınlayalım.
12 Mayıs 2015 Salı
Teori ve Politika
(12 Eylülcülerin Yargılanması Karşısındaki Tavırlar
Üzerine)
Çok uzunca bir süredir, kimi sosyalistlerin geçmişte
yaşananlara (12 Mart, 12 Eylül vs.) ilişkin intikamcı bir tonla söylediklerini
okudukça; bu konuda sosyalist teorinin tüm öncüllerinin ve mantık sonuçlarının,
eski güzel geleneklerin unutulduğunu acıyla gördükçe; buna karşı bir şeyler
yazmak gerekir, keşke biri yazsa diye aklımdan geçirmeden edemiyordum. Kimseden
ses çıkmayınca gene iş başa düştü diye uygun bir zaman bulmaya çalışıyordum.
En son geçen hafta sonu, “Sosyalist Yeniden Kuruluş” isimli
girişimin İstanbul’da yaptığı üç toplantıdan birine gitmiştim. Bizim sosyalistler
nerede, ne yapıyorlar, neler tartışıyorlar; bakalım, buradan bir şeyler çıkar
mı diye. Radar ekranından yitirmemek için.
Oradaki kimi konuşmaları dinleyince, artık geciktirmemeli sorun
çok daha derinde ve metodolojik diye düşünüp hemen yazmaya karar verdim. Dün
sabah kalkınca bu yazıyı yazdım. Sonra bir gün demlensin hele diye beklemeye
bıraktığımda, Radikal’de, 28 Şubat’ta ordudan atılmış, işinden, evinden olmuş
İskender Pala ile yapılmış “28 Şubat
soruşturmasına sevinemiyorum” başlıklı, “Haksızlıklardan intikam alınmaz”, “çünkü intikama başladığınızda siz çok daha büyük haksızlıklar yapmaya
başlarsınız” sözleri öne çıkarılmış söyleşiyi okuyunca, artık daha fazla
geciktirmemeli diyerek, bu gün son şeklini vererek yayınlıyorum.
*
Pazar günkü toplantıda, her şey her zaman olduğu gibi yine
yeterince can sıkıcıydı: yüz elli civarı bir katılımcı, yaşlı ve erkek
ağırlıklı bir topluluk
Daha kötüsü çoğu onlarca yıldır sosyalist olan
konuşmacıların, konuşmalarında, Ertuğrul Kürkçü ’nün açılışta yaptığı ve tartışmalara
zemin olarak sunduğu konuşması tam da teorik ve politik konularda olmasına ve
böyle bir tartışma zeminine bir davet anlamına gelmesine rağmen, bir tek teorik
ve politik sorunlara değinen söz yoktu neredeyse..
Ama bundan daha da kötüsü, konuşmacılar, öncüllerini,
bildiklerini de unutmuşlardı. Çoğu, söyledikleri sözlerin nereye gideceğinin,
mantık sonuçlarının ne olacağının bile farkında değildi. Bilgeliğin son perdesi
olarak söyledikleri veya üzerine tartışılması gereği bile duymadan kabul
ettikleri aksiyom derekesindeki temel görüş: eğer “Sosyalist” veya “devrimci”
veya kurulmak istenen toplumun örneği ilişkiler şimdiden kurulamazsa veya böyle
kişilikler şimdiden oluşmazsa, bu girişimin de diğerleri gibi başarısızlığa
uğrayacağıydı.
Marksizm’in tam da bu görüşlerle çatışma ve mücadele içinde
doğduğunu unutmuşlardı. Kendilerini Marksist sanıyorlardı hala ve aslında
Marksizm’in kendisine karşı mücadele içinde doğduğu görüşleri savunuyorlardı ve
bunun farkında bile değildiler.
Bu temel yanlış, idealizmdi; yani varlığın düşünceyi değil;
düşüncenin varlığı belirlediği ön kabulü. Bu metodolojik temel yanlış itirazsız
egemenliğini sürdürüyor ve her yerden yedi başlı ejderha gibi bir başını
çıkarıyordu.
Gerçi Türk solunda bu idealizmin her zaman derin kökleri
olmuştu onun köylü, esnaf veya küçük burjuva toplumsal temeline bağlı olarak.
Örneğin sınıfların nesnel toplumsal bölünmeler değil de
bilinçle oluşan bölünmeler olduğu yönündeki yaklaşım; bunun “halk safları”nı
politik ve ideolojik kriterlerle belirleme biçiminde ortaya çıkması. Yani
düşüncenin varlığı belirlemesi. Böylece nesnel olarak ezilen sınıflarda yer
alanlara karşı ikna değil, imha politikalarının yerleşmesi ve içine kapanıp
sektleşme.
Örneğin, bir partinin merkez komitesinin bir kararı veya
bileşiminin değişmesiyle (Kuruçef’in veya Çu En Lay’in partiye egemen olması
gibi) ülkenin sosyo ekonomik yapısının değişmesi, yani bir anda, revizyonist
(“revizyonist ülkeler” – revizyonizm nasıl bir rejim veya üretim biçimi veya
sosyo ekonomik formasyondur o da ayrı bir sorun ve yanlış), kapitalist veya
emperyalist olması (“Sovyet Sosyal Emperyalizmi” örneğin). Yani yine düşüncenin
varlığı belirlemesi.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama artık o ülkelerin ve
tartışmaların olmadığı bu dünyada aynı idealizm, aynı temel metodolojik yanlış
bu sefer kendini başka biçimlerde ele veriyor; Meduza başını başka biçimlerde
ve tartışmalarda çıkarıyor. O Meduza başı, Sosyalist Yeniden Kuruluş
tartışmasında da yansıyan ve her yerde duyulabilecek; sosyalist veya devrimci
ilişkilerin veya ahlakın ya da kişiliklerin bizlere egemen olmadıkça eski
yanlışların tekrarlanacağı veya başarısız olunacağı gibi önermelerde çıkıyordu.
Yani önce bizler, kafalar değişecek ancak o zaman toplumsal düzen değişecek
diyen aynı değişmeyen Meduza kafasıydı.
Ama bununla sanki ilgisizmiş gibi görünen intikamcılıkta,
cezalandırmayı toplumsal sorunların çözümüymüş gibi sunan veya algılayan
yaklaşımlarda da aynı metodolojik yanlış kafasını çıkarıyor. Ve bu aynı temel
ve metodolojik yanlış bakımından, sosyalistlerin çoğu ile Recep Tayyip, ne
kadar zıt görünürlerse görünsünler, aynı yerde bulunuyorlar
Geçenlerde Recep Tayyip de, bu darbecilerin
cezalandırılmasının başka darbecilere ders olacağı ve bunun darbeleri
önleyeceği türünden bir sözler ediyordu. Ve bir de üstüne üstlük bunları
intikamcı olmadıklarının kanıtı olarak, çoğu sosyalist olan kimi muhaliflerin,
12 Eylülcülere yeterince sert ve güçlü, ibretlik cezalar verilmeyeceği, bunun
yolunun yapıldığı itirazlarına cevap olarak.
Halbuki bırakalım Marksizm’i bir yana, olağan burjuva
toplumunun Kriminoloji veya hukuku bile, cezaların ve onların sertliğinin
hiçbir caydırıcılığının olmadığını; önemli olanın o suç oluşturan eylemi
yaratan koşulların ortadan kaldırılmasının önemli olduğunu söylemez mi?
En caydırıcı ve ibretlik cezalar verilse bile, toplumsal
koşullar uygunsa ve pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer bir devlet cihazı
varlığını sürdürüyorsa; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ortamında
ezilenler binlerce biçimde örgütlenmemişse darbeleri engelleyemez. Darbeleri
engellemenin bir tek yolu vardır. Devletin merkezi, bürokratik, militer
yapısına son vermek; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ile geniş ezilen
yığınların örgütlenme ve kendilerini savunma mekanizmalarının yollarını açmak.
Ve tarihin acı alayı odur ki, sözde bir daha darbeler
olmasın diye yapılan bu mahkemeler, aslında tam da bütün bunların yapılmadığını
gizleyen, bir yanılsama yaratan bir sis örtüsü olarak kullanılmaktadır. Yani
darbelere karşı mahkemeler aslında gelecekte yapılabilecek olası başka
darbelerin yollarına taşlar döşemektedir.
Ama sosyalistler, eleştirilerini, darbecilerle hesaplaşmanın
yeterince güçlü ve sert yapılmadığı gibi bir noktadan yaparak, bu politikanın
basit bir aracına veya piyonuna dönüşmektedirler. Ve üstüne üstlük, intikamcı
bir söyleme de hapsolarak, iktidara bir de ahlaki üstünlük ve erdem kaftanı
bahşederek.
Metodolojik hatalar böyledir. En zıt göründüklerinizle aynı
yerde ve varsayımlarda buluşur ve ittifaklar kurarsınız. Şimdi artık unutulmuş
olan Marksizm, şimdi hor görülen o teorik tartışmalar, o “zıtların birliği”ni
görmenin kavramsal araçlarını sunardı en azından.
*
Marksizm’in doğum çığlığı, temel önermesi, “insanların düşüncelerinin varlıklarını
değil, varlıkların düşüncelerini belirlediği” önermesidir.
Toplumsal hayatın maddi temelleri (üretim, bölüşüm, tüketim,
değişim ilişkileri) anlaşılmadan kendisinin anlaşılamayacağına ilişkin bu materyalist denen sosyolojik önerme, aslında
en manevi değerlerin temelidir.
Bu önermenin mantıki ve ahlaki sonucu, egemen sınıfların dahi kötü
ya da suçlu olmadığı; onların toplumsal koşulların sonucu olarak sömürdükleri;
bizlerin sorununun insanlar ve cezalandırılmaları değil; o sömürüyü ve baskıyı
yaratan toplumsal koşulları değiştirmek olduğu; bu nedenle sosyalizmin sadece
ezilenleri değil; ezenleri ve sömürenleri de kurtarıcı olduğudur.
Tam da bu mantıki sonuçları nedeniyle bu materyalist önerme
aynı zamanda en humanist (insancıl) ve maddiyata zerrece değer vermeyen bir
ahlakın temelidir.
Eğer “esirgeyip
bağışlayan Allah” ile söze başlayan İslam’ın diliyle konuşursak, bu “düşüncenin varlığı değil; varlığın düşünceyi
belirlediği” önermesi; tıpkı İslam’ın Allah’ı gibi, insanların suçlardan
esirgenmesinin ve suçlarının bağışlanmasının temel ilkesi ve gerekçesidir.
Çünkü, eğer insanların düşüncelerini varlıkları
belirliyorsa, sosyolojik düzeyde, her insan prensip olarak (hikmetinden sual
olunmayan Allah gibi) sırrına erilememiş toplumsal kuvvetlerin bir kurbanı
olarak görülebilir. Böyle bir görüş açısından ise, insanlar değil, o toplumsal
kuvvetler ve o toplumsal kuvvetlerin var oluşuna ve etkilerine yol açan
düzenler; toplumsal sistemler ve onların ardındaki üretim ilişkileri temel
neden olarak görülürler.
Ve tam da bu nedenle, sosyalist düşüncenin ve değişim
programlarının insanlarla değil, toplumsal düzenlerle sorunu vardır. İnsanların
ancak onları şöyle veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal düzenler
değiştirildiklerinde değişebileceklerini söyler sosyalist düşünce.
Ne yazık ki o Pazar günkü toplantıda da görüldüğü gibi, bu
çok temel materyalist önerme ve bunun ardındaki derin humanizm çoktan unutulmuş
bulunuyor. Sosyalistlerin her toplantısında, kendilerine sosyalist diyenlerin,
insanlar arasındaki sosyalist ilişkileri kurmaktan; kurmayı düşündükleri
toplumun ilişkilerinin bu günkü toplumda minyatür örneklerini kurmaktan söz
ettiklerini, bunlar olmadan hiçbir şeyin düzelemeyeceğini söylediklerini
duyarsınız
Marksizm’i bilmeyen daha genç kuşakların veya uzun gericilik
yıllarında amneziye uğrayıp bildiklerini de unutmuş sosyalistlerin bu
ifadelerini duyunca, insanın aklına gelecek tasavvurlarının geleceği değil, o
tasavvurları yapanların dünyasını yansıtmaktan başka bir şey yapmadığı, yani yine
unutulmuş bir başka gerçek geliyor. Böylesine basit bir gerçeği bile
kavrayamayışlar ve unutuşlar karşısında çaresizlikle kıvranmaktan başka bir şey
gelmez insanın elinden.
O arkadaşların, “sosyalist ilişkiler”, “devrimci ilişkiler”,
“sosyalist” ya da “devrimci” ya da “demokrat kişilikler” dedikleri, bir küçük burjuvanın, bir esnafın veya bir
köylünün dünyasından, ilişkilerinden ve kişiliğinden başka bir şey değildir. “Devrimci
ahlak” dedikleri henüz modern olmayı bile becerememiş bir dünyanın birbiriyle
rekabet içindeki esnaf, köylü ve küçük burjuvalarının antika ahlak anlayışından
ötesi değildir.
Bir zamanlar, şimdi tıpkı kendilerinin “sosyalist
kişilikler” ya da “ilişkiler” yaratmaktan söz etmeleri gibi, Ekim Devrimi’nden
sonra bir “proleter kültür”ü
yaratmaktan söz edenlere, Lenin’in önce hele bir “kültürlü tüccarlar” olabilelim deyişleri geliyor insanın aklına.
Ama öylesine hafızasını yitirmiş; teoriye ilginin öylesine
yok olduğu; insanların genelleme yeteneklerini öylesine yitirdiği bir
dönemdeyiz ki, Ekim Devrimi’nden sonra yapılmış bu tartışmaları kim bilir ve
kimin ilgisini çeker? Hele bunları iyi kötü bilenlerin bile bildiklerini veya
onlardan çıkacak mantıki sonuçları unuttukları bir dönemde kim dinler bunları?
*
İnsanların düşünceleri varlıklarını değil; varlıkları
düşüncelerini belirliyorsa, bu önermenin kimi sonuçları vardır.
Bu sonuçlardan birincisi, geleceğin toplumunun ilişkilerinin
(veya kişiliklerinin) bu günkü toplumda yaratılamayacağıdır. Bu yöndeki ahlaki
vaazların hiçbir anlam ifade etmediği ve bütün bunların aslında tam da bu günkü
toplumun ilişkilerinin ve düşüncelerinin bir yansıması olduğudur.
Bunun bir sonucu daha vardır. Eğer geleceğin toplumunun
ilişkileri bu toplumda yaratılamaz ise, o zaman bütün enerjinin ve zamanın, o
geleceğin toplumunun maddi ilişkilerine ulaşma mücadelesine yöneltilmesi
gerektiğidir. Yani her şeyden önce ekonominin ve bunun için de öncelikle
politikanın; yani devletin değiştirilmesine; yani özel mülkiyete, kara dayanan
ekonomiye, devlete, devletler de milletler biçiminde örgütlendiğinden millete
ve milletlere karşı bir mücadeleye girmek gerektiğidir. Bunun için gereğinde
iğneyle kuyu kazarcasına bir ömür boyu uğraş vermek ve her yenilgi, yanlış veya
başarısızlıktan sonra, her seferinde Sisyphos gibi yeni baştan başlamak
gerektiğidir.
İşte o toplantıda, olmayan bu politik bakıştı. Bu politik bakış yokluğu ile geleceğin ilişkileri ya da kişiliklerini
şimdiden kurma anlayışının varlığı, aynı
madalyonun iki yüzüdür.
Ama bu anlayışın bir sonucu daha vardır. Eğer insanların
düşüncelerini toplumsal varlıkları belirliyorsa, kendilerine karşı mücadele
ettiğimiz burjuvalarla, diktatörlerle de insanlar olarak bir sorunumuz yoktur. Biz
onlara karşı bu mücadelede karşımıza çıktıkları için mücadele ederiz.
Kişileri cezalandırma, onlardan intikam alma gibi bir
sorunumuz olamaz. Biz kişileri öyle veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal
ilişkileri değiştirmeyi esas alırız.
Yani burjuvaları işçileri sömürdükleri için cezalandırmak
gibi bir derdimiz olamaz bizim. Onları işçileri sömürdükleri için çalışma
kamplarında yaşatmak veya yoksulluğa mahkum etmek gibi bir sorunumuz olamaz
bizim. Aksine, eşitlikçi bir düzenin, sadece ezilenlerin değil; ama aynı zamanda ezenlerin de kurtuluşuna
hizmet edeceğinden hareket ederiz.
Tam da bu kabuller nedeniyle, ezilenler, egemen sınıfları,
burjuvaları, insanları sömürdükleri için yargılama ve cezalandırma gibi
yöntemlere başvurmayacaklardır ve vurmamalıdırlar. (Bunu şimdi yazmak ve
hatırlatmak zorunda kalmak bile nasıl bir hafıza kaybıyla malul olunduğunun bir
başka delili aslında) Sömürüyü ortadan kaldırmanın yolu, burjuvaları
cezalandırmak değil; mülkiyet ilişkilerini; toplumsal ilişkileri değiştirmektir.
Aynı mantık, sadece mülkiyet ilişkileri için değil; aynı
zamanda kendisi de bizzat o mülkiyet ilişkilerinin ürünü olan devlet ve
rejimler için de geçerlidir. Sorun o devletlerin yapısında ve rejimlerin
örgütlenişinedir. Onların değiştirilmesi gerekir. Her biri aslında korkak ve
aciz; korkak ve aciz olduğu kadar ve bir bakıma tam da bu nedenle gaddar ve
keyfi memurlara da eğer sistemi değiştirme mücadelesine bir direniş içinde
değillerse ve mücadelenin olağan karşılaşmaları ötesinde, cezalandırma gibi bir
sorunu olamaz ezilenlerin.
Ama ortada bir direniş varsa düzenin ve devletin yapısının
değiştirilmesine karşı, elbette bu mücadelenin bir parçası olarak; bütün
savaşlarda olduğu gibi hukuki veya askeri araçların kullanılması; karşı tarafın
direncinin kırılması gerekir. Ama bu başka bir sorundur; orada savaşın kendi
kuralları ve mantığı vardır.
Ve hatta egemenlerin direncini eğer daha barışçı araçlarla
kırmak veya onları tarafsızlaştırmak, yani onları satın almak mümkün ise, en
büyük maddi fedakarlıkları bile yapabilmeyi göze almalıdır ezilenler.
Engels, bir yerde (tam hatırlayamıyorum şimdi neredeydi[1]),
eğer der egemen sınıfların sert bir direnişini engelleyecekse ve onları
tarafsızlaştıracaksa, onların ellerindeki toprakların ve üretim araçlarının
gereğinde tazminatla toplumsallaştırılmalarının, direnişin ve onu kırma
çabalarının yol açacağı insan, zaman vs. kayıplarını göz önüne alarak, en ucuz
yol olacağından söz eder.
Şimdi bunları aktaralım bakalım Kenan Evren veya 12 Eylülcülerin
yargılanması ile ilgili davaya ve o davalar esnasında kimilerinin
söylediklerine.
Sosyalistlerin demesi gereken neydi öncelikle?
“Nasıl kimi
toprakların veya fabrikaların kimi kapitalistlerin elinden alınıp başka
kapitalistlerin eline verilmesi ve eski sahiplerinin cezalandırılması sömürüyü
ortadan kaldırmazsa; yapılması gerekenin mülkiyet münasebetlerini değiştirmek
gerektiği; yani toprakların ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması
gerektiği; ancak bu koşullarda sömürünün ortadan kaldırılabileceği ise; aynı
kural devlet için de geçerlidir.
Bu pahalı, baskıcı,
bürokratik ve militer devlet cihazı ve tümüyle anti demokratik yasalar radikal
bir şekilde ortadan kaldırılmadığı sürece; darbeci generallerin,
politikacıların cezalandırılması, sermayenin bir elden diğer ele geçmesinden
farklı değildir. Çünkü, demokrasiyi (Örneğin
Erdoğan gibi) çoğunluğun karar alabilmesi olarak görmenin kendisi anti
demokratik ve gerici bir ilkeyi savunmaktır, çünkü genel olarak, çoğunluğun
karar alma hakkı olarak demokrasi, en korkunç gericilikle bir arada
bulunabilir. Çoğunluk ancak demokratik ilkelerin ve hakların savunucusu bir
çoğunluk olduğunda demokrasiden söz edilebilir. Çünkü, çoğunluğun kendisini
demokratik ilkelere bağlamadığı ve bunları savunmadığı, demokratik olmayan bir
ülkede, çoğunluk, azınlıkların bire kadar kırılmasını gayet demokratik bir
şekilde çoğunluk olarak karar altına alabilir. Örneğin Türkçe konuşan çoğunluk,
gayet demokratik bir şekilde, Kürtleri Türkçe öğrenmeye mecbur kılarak en anti
demokratik kararları almakta ve savunmaktadır. Örneğin Sünni çoğunluk,
dinsizleri, Alevileri ve Hıristiyanları vs. kendisi gibi yaşamaya; din
derslerine zorlayan kararlar aldırmakta; azınlıkları beş vakit sonuna kadar
açılmış ve bir terör ve güç gösterisine dönüştürülmüş ezanları dinlemeye
zorlamakta veya onlardan Sünni ve Müslüman Diyanet işleri için zorla vergiler
alabilmektedir.
Politik karar
yetkisinin, generallerden demokratik hedefleri olmayan; yani bu devlet cihazını
parçalamak gibi bir hedefi olmayan bir çoğunluğun eline geçmesi, ne
demokrasinin gelmesi ne de darbe tehlikelerinin ortadan kalkacağı anlamına
gelmez. Aksine bu ikisi birbirini besler. Anti demokratik çoğunluğun yaratacağı
memnuniyetsizlikler, bir süre sonra, o güclü, militer, bürokratik cihazın
varlığında temelini bulan; binlerce yıllık tecrübeli; ta Firavunlar, Nemrutlar
çağından kalma; gereğinde çok esnek ve geri çekilmeyi bilen; ve hatta
gereğinde, son yıllarda olduğu gibi, çıkarları çatıştığında nasıl “doğucu” ve
“anti-emperyalist” oluyorsa “demokrat” da olabilen askeri bürokratik
oligarşinin yedeği olabilir ve hatta askeri bürokratik oligarşi, milletin
teveccühünü tekrar kazanmış olarak son derece demokratik yollardan eskisi gibi karar
alma gücünü tekrar da kazanabilir ve böyle giderse kazanacaktır da.”
Böyle bir anlayışı ifade eden bir tavır, hem politik olarak
radikal bir demokrasinin savunusu; AKP’nin (yani burjuvazinin) olduğu kadar
askeri bürokratik oligarşinin de eleştirisi ve onlara karşı radikal demokrat
bir alternatif olur; hem de intikamcılık veya cezalandırmacılığın karşısında
çok daha insani, aynı zamanda çok daha teorik ve metodolojik olarak da doğru
olurdu.
Sol ve radikal demokrat bir politik güç yokluğunun temel
nedenlerinden biri, bir bakıma düşüncenin varlığı belirlediği noktasına varan
metodolojik temel yanlışlarda bulunmaktadır.
Ve yapılan nedir? Ortalıkta görülen nedir?
“Hesap soracağız”; “Kafeste getirilsin” gibi intikamcı
söylemler.
Bu intikamın yeterince şiddetle alınmasın veya
cezalandırılmanın yeterince yapılmayacağı; bunu engellediği noktasından
hükümete yönelik bir eleştiri.
Demokratik bir program ve hedefler üzerine (Bugünkü pahalı,
baskıcı, bürokratik, militer cihazın tasfiyesi ve parçalanması) politik bir
mücadelenin yokluğu ile intikamcı; hesap sorucu, cezalardan medet umucu bir
bayağılığın varlığı. Aynı madalyonun iki yüzü.
Ve böylece hükümet solcuların eline bir oyuncak veriyor.
Onların bu oyuncakla oynaması aracılığıyla; Kenan Evren’in yargılanmasının
gündemi belirlemesini sağlıyor ve bunu sanki darbelere ve darbecilere karşı bir
mücadele gibi gösterebiliyor.
En ağır cezalar verilse de; hatta bununla yetinilmeyip,
tıpkı hakikat komisyonları gibi komisyonlar kurulup darbeler toplumun
vicdanında mahkûm edilse de; eğer bu pahalı; baskıcı; bürokratik; merkezi;
militer devlet cihazı yerinde duruyorsa; bu gücü yerinde duran devlet, her
zaman, koşullar ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda var olan düzeni ve kendi
varlığını korumak için darbeler yapabilir ve yapacaktır.
Liberaller, bu pahalı ve baskıcı, merkezi, bürokratik,
militer cihazı hiçbir şekilde ortadan kaldırmayı hedeflemeyen; aksine onu
reforme edip yetkinleştiren ve şimdilik seçilmiş bir hükümetin egemenliğinin
aracı olarak kullanan hükümetin yaptıklarını demokratikleşme diye ne kadar
boyayıp satmaya çalışırlarsa çalışsınlar; yarın öbür gün dünyanın ve ülkenin
koşullarındaki bir değişmeye bağlı olarak ortam ve sınıf ilişkileri uygun
olduğunda; dokunmadıkları cihazın sınıflardan bağımsız bir güç gibi kendilerine
ve şimdi destekçisi oldukları hükümete karşı yapacağı darbeleri veya askeri
bürokratik oligarşinin uygun sınıf ilişkilerini kullanarak tekrar legal
yollardan iktidarı ele geçirdiğini ve şimdi kendisine yapılanların intikamını alacağını
göreceklerdir. 10 yıllık DP iktidarı ve sonraki 27 Mayıs bunun geçmişteki bir
kanıtıdır.
Ama liberallere ve hükümete karşı karşı çıkan, en radikal
muhalefeti 12 Eylülcüleri yeterince sert ve kapsamlı olarak mahkemeye
çıkarmadığı veya cezalandırmadığı için eleştiri noktasında yapan ya da tam da
böyle gerekçelerle müdahil olmayı reddeden veya müdahil olan “yetmez ama
evet”çi veya ulusalcı sosyalistler bu askeri bürokratik cihazın
değiştirilmesini gündemden uzaklaştırmanın araçlarına dönüşerek bu
yenilgilerini bile zafer gibi gösteriyorlar veya görüyorlar.
Hayır baylar, biz sosyalistler, gerçek ve radikal
demokartlar olarak bu oyuna gelmeyiz. 12 Eylülcülerin yargılanması ne
darbelere, ne keyfiliğe karşı demokrasi yolunda en küçük bir adım bile
oluşturmaz. Aksine, bu adımların yokluğunu gizler ve ezilenlerin gözüne kül atar.
Bizim sorunumuz 12 Eylülcülerin yargılanması değildir.
Örneğin tüm emniyet kuvvetlerinin Avrupa’daki gibi seçilmiş mahalli
yetkililerin emrine verilmesidir. Bizim sorunumuz merkezden atanan Vali,
kaymakam gibi bütün kurumların kaldırılması bunların yerini seçilmiş yönetici
ve meclislerin almasıdır. Her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğü sınırlarının
kaldırılması; böylece halkın en geniş şekilde örgütlenip kendini
savunabilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. Bu ordunun bütünüyle tasfiyesi ve
İsviçre’deki gibi tüm emekçilerin silahlı olduğu, sadece çok özel teknik
birliklerden (radar vs.) ibaret küçük bir profesyonellerden ibaret bir ordunun
bugünkünün yerini almasıdır.
Böyle halkın örgütlü olduğu; merkezi cihazın çok sınırlı
yetki ve gücünün olduğu; tüm düzeyde tüm yöneticilerin seçimle geldiği ve
emniyet kuvvetlerinin bunların elinde bulunduğu; halkın en küçük hücresine
kadar bağımsızca örgütlendiği; çoğunluğu oluşturan çalışan nüfusun bizzat
kendisinin ordu olduğu bir ülkede, ordu hem kendi vatandaşlarına karşı bir
darbe yapamaz; hem hiçbir ülkeyi tehdit edemez hem de hiçbir ülke, böyle bir anda
milyonlarca insandan oluşabilecek bir orduya sahip bir ülkeyi işgal etme gibi
bir şeye cesaret edemez.
Bizler eleştiri ve tartışmaları örneğin böyle noktalara çekip;
hükümetin ve burjuvazinin korkaklığını, Askeri bürokratik oligarşiyle kayakçı
dövüşünü bitip tükenmezce sergileyecek; bu demokratik talep ve hedefleri adım adım
geniş yığınların bilincinin derinliklerinde biriktirecek yerde; 12 Eylülcülerden
hesap sorma; mahkemeye kafeste getirme gibi hedeflerle, sadece liberallerin ve
hükümetin basit piyonlarına dönüşürüz. İster ulusalcı sol, ister liberal sol
olunsun, sonuç değişmez ve temeldeki metodolojik hata aynı hata olarak kalmaya
devam eder.
Hiç de rastlantı değildir, bir yanda geleceğin ilişkilerini
(bunlar demokrasi, sosyalizm, demokratlık vs. oluyor söylemine göre) şimdi
kurmaktan söz edip de bu olmadan bir şey olamayacağını söyleyenlerin aynı
zamanda 12 Eylül’den hesap sormayı programatik bir hedef haline getirenlerin
aynı solcular ve sosyalistler olması.
Çünkü hepsinin temelinde aynı metodolojik yanlış yatmaktadır.
İnsanların varlıklarının düşüncelerini belirlediğini unutmuşlar ve
düşüncelerinin varlıklarını belirlediğini var saymaktadırlar.
Ama tam da düşüncelerin varlıkları belirlediği düşüncesinin
kendisi; varlıkların düşünceleri belirlediğinin bir delilidir. Çünkü bu küçük
burjuvazinin varlığında kaynağını ve temelini bulan bir düşünce ve yöntemdir.
*
Burada, bizlerin nasıl intikamcılıkla işimizin olmadığına ve
gereğinde intikamcılara karşı intikamın nesnesi olanları korumakla da yükümlü
olduğumuza dair Deniz Gezmiş’e ilişkin bir anımızı anlatalım.
1968’lerde İstanbul Üniversitesi, faşistlerle bir seri
silahlı çatışmalar sonrası ve bu çatışmalarda faşistlerin fiilen askeri
yenilgilere uğratılmasıyla devrimcilerin özgürce ve korkmadan fikirlerini ifade
edebilip savundukları yer haline gelebilmişti.
Bu çatışmaların en sonuncusunda, Faşistleri, kelimenin tam anlamıyla,
İstanbul Üniversitesi yemekhanesinin oradan Bakırcılar Çarşısı’na dökmüştük.
İşte bu nihai çatışma başladığında, önceleri bizler hukuk
binasının içindeydik ve faşistler dışarıdan bize saldırıyorlar ve askeri
bakımdan çok elverişli bir konumda bulunuyorlardı.
Biraz aşağıda yemek kuyruğunda yüzlerce öğrenci sanki o
çatışma kendi gelecekleriyle de ilgili değilmiş gibi bekliyorlar ve bizi seyrediyorlardı.
Aslında beş on kişi oradan taşlarla faşistlere saldırsalar, hatta birkaç slogan
atsalar, faşistler iki ateş arasında kalabilir faşistlerin terörüne son
verilebilirdi. Durumumuz çok kritikti.
Bu arada bizler faşistleri arkadan çevirmeyi akıl edip, bir
kısmımız onları binanın içinden oyalarken, biz (Deniz, Cihan vs.) faşistleri
arkan kuşatıp, çok küçük bir güç olmamıza rağmen, iki ateş arasında bırakarak,
onları paniğe uğratıp bakırcılar çarşısına doğru kovalamış ve oradan dökmüştük.
Güç dengesi bizden yana dönüp de kazanacağımız anlaşılınca,
o ana kadar hiçbir şey olmamış gibi yemek kuyruğunda duranlar, o son noktada
hep güçlüden ve zafer vaat edenden yana kayan çoğunluk, birden bizlerin safına
geçmiş ve bizlerden çok daha büyük bir heyecan ve aşırılıkla zaferi kutlamaya
başlamışlardı.
İşte tam bu arada, “bu da onlardandı, bu da faşitti” diye bu
sonradan saflara katılanların bazılarının birisini bir köşeye sıkıştırıp
dövmeye başladıklarını, hatta linç etmek üzere olduklarını gördük.
İşte bu noktada bizim yaptığımız, yalnız ve silahsız bir
insana vurulmayacağını söyleyip çocuğu linçten kurtarmak oldu. Ve tam bu
noktada Deniz Gezmiş, dövülen çocuğun üzerine kapanıp, kendisi darbeler yeme
bahasına onu darbelerden korudu. Sonra biz duruma hakim olunca, çocuğu sağ
salim oradan uzaklaştırdık.
Sıradan biri de olabilirdi. Ama büyük bir olasılıkla az önce
bize taş ve kurşun atanlardan ve belki imkân bulsa, “Allahsız komünistler”i
işkenceyle öldüreceklerden biriydi.
Devrimciler sosyalistler böyle davranmalıdır.
Kafeste getirme talepleri ortaya atan kimilerine karşı; bizlere
nice acılar çektirmiş Kenan Evren’in üstüne kapanıp, “bu yaşlı bir insandır; hele yaşlılar ve hastalar, eğer yargılanacaklarsa
bile onların bu durumları göz önüne alınarak insanlara uygun koşullar sağlanıp
yargılanmalıdır veya bu koşullar sağlanamıyorsa gereğinde yargılamaktan vaz
geçilmelidir” diye savunacak bir sosyalist kalmadı mı bu ülkede, Deniz’in o
az önce bize belki taş atan veya kurşun sıkan; bulsa bir kaşık suda boğacak
olan faşistin üzerine kapanıp onu linçten koruduğu gibi?
“O güzel insanlar o
güzel atlara binip gittiler.”
Demir Küçükaydın
17 Nisan 2012 Salı
Ek:
Bu yazıyı okuyan bir okuyucum bana Hz. Ali’nin şu meselini
anlattı. Ali bir savaşta tam bir düşmanının kafasını koparacakken, düşmanı Hz.
Ali’ye küfretmeye başlıyor. Bunun üzerine Ali adamı öldürmekten vazgeçiyor.
Adam küfre devam ediyor, Ali yine hiçbir şey yapmıyor, kılıcını indiriyor.
Bunun üzerine adam, beni niye öldürmüyorsun deyince, Hz. Ali, ben Allah için
savaşıyorum (yani adil ve insanca bir düzen için savaşıyorum), şimdi seni
öldürsem, bana küfrettiğin için seni öldürdüğüm sanılabilir diye cevap veriyor.
Bu mesel, anlatmak istediklerimi çok daha kısa ve özlü
anlatıyor.
[1]
Sonra bunun Almanca bir alıntısı’nı gönderen Alp Ünsal’a
teşekkürler: “Eine Entschädigung
sehen wir keineswegs unter allen Umständen als unzulässig an; Marx hat mir wie
oft! als seine Ansicht ausgesprochen, wir kämen am billigsten weg, wenn wir die
ganze Bande auskaufen könnten. (F. Engels, Bauernfrage, MEW 22, 503f.)” "Fransa ve
Almanya'da Köylü Sorunu"nda Engels, Marx'ın bunu defalarca kendisine
söylediğini belirtiyor. Ayrıca Engels'in "Komünizmin İlkeleri" ve
"Konut Sorunu" yapıtlarında da bu yönde açıklamalar bulmak mümkün.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder