Çünkü gerçek dost, dostluğu kaybetmek pahasına, dostuna
hatalarını söyleyendir.
Bırakalım bütün siyaseti bir yana, Erdoğan’ın bir insan
olarak iyiliğini isteyenler bile Erdoğan’a oy vermeyerek ona iyilik yapmış
olurlar.
Neden böyle? Kısaca açıklayalım.
Bugün Erdoğan’ı çok seven iki tür insan vardır:
1)
Alt sınıflardan olup son on yılda, Erdoğan’ın başında
olduğu AK Parti iktidarında hayatında belli iyileşmeler yaşamış milyonlarca
insan, Erdoğan’ı temiz duygularla sevmektedir. Hastanesinden, genel ulaşımına;
yardımından, Toki evlerine kadar hayatlarında birçok küçük ve önemli
değişiklikler gerçekleşmiştir ve bunu Erdoğan’dan bilmektedirler. Bu nedenle sadece bir politikacı olarak
değil, bir insan olarak da onu sevmektedirler. Seçimler’de Erdoğan’a oy vererek
bu sevgilerini ve desteklerini ifade etmeyi düşünmektedirler
2)
Bir de, ihalelerden, kentsel dönüşümlerden, destek ve
imtiyazlardan nemalanan; bu nemalanma karşılığında “havuz”lara bir miktar
bağışlarda bulunan işeverenler ve zenginler ile Erdoğan’a istediği şeyleri
söyleyen; onun kapı kulu olmuş bir danışmanlar, gazetecilerden başlayıp; şurada
veya burada bir mevki elde etmiş kişilere kadar bütünüyle kişisel çıkar ve
kariyer üzerinden Erdoğan’ı sevenler ordusu da bulunmaktadır. Bunların sevgisi
çıkara kişisel çıkara ve kariyere dayanan satın alınmış bir sevgidir. Bunlar
Erdoğan’ın ayağı kaydığında ona en acımasız şekilde saldıracak olanlardır.
Bizim sözümüz bunlara değil, birinci kategoriden yoksul ve
alt kesimlerden olup da Erdoğan’ı seven; onu kendilerinin temsilcisi,
çıkarlarının savunucusu gibi görenlere.
*
İlk bakışta Erdoğan gerçekten de çok başarılı ve alt
sınıfların çıkarlarını koruyan bir politikacı gibi görülür.
Ancak Erdoğan’ın başarısı gibi görünen bütün özellikler
aslında onun şansıdır başarısı değil; Erdoğan hiçbir şeye karışmadığında;
ekonomi ve politikayı oluruna bıraktığında başarılı olmuştur; ne zaman bir işe
müdahale ettiyse bir çuval inciri berbat etmiştir.
Bu yazıda en tipik birkaç özellik üzerinden bunu göstermeye
çalışalım.
Erdoğan’ın en başarılı göründüğü an ekonomi politikalarıdır.
İktidarında epey yüksem büyüme hızları yakalanmış; bunun yanı sıra genel
zenginleşme ve büyüme içinde ezilen ve alt kesimlerin payında oransal bir
büyüme de gerçekleşmiştir.
Ancak bu iki özelliğe de baktığımızda şunu görürüz:
Bu başarı Erdoğan’ın değildir.
Erdoğan kendinden önceki hükümetin kestaneleri ateşten
çıkarmasının sefasını sürmüştür.
Erdoğan derviş’in koyduğu ekonomi politikayı kılına
dokunmadan izlemiştir. Hatta iktidarının ilk dönemlerinde, Derviş’in kadrosunu
bile olduğu gibi korumuş; sonra kendi getirdikleri de aynı politikanın sadık
izleyicileri olmuşlardır.
Yani Erdoğan hiçbir şey yapmadığında başarılı olmuştur.
Ancak son zamanlarda Ekonomi politikasına müdahale etmeye
başlayınca ekonomi dengesini yitirmeye başlamıştır.
Bu sadece ekonomide değil, her alanda böyledir.
Ama biz ekonomide kalalım.
Ama biz ekonomide kalalım.
Ancak bu başarı gibi görünen sonuç bile aslında korkunç bir
başarısızlığa karşılık düşer.
Çünkü erişilenlerin başarı olup olmadığı, ancak erişilmesi
mümkün olanlarla kıyaslanarak anlaşılabilir.
Erdoğan ve başarısından söz edenler ise hep onu önceki
dönemlerin politikacılarıyla karşılaştırıyorlar. Bu diğerlerine göre iyi
olduğunu gösterebilir ama mümkün olana göre nerede olduğunu göstermez.
Şimdi neden başarısız bunu göstermeye çalışalım.
Ama bunun için biraz konudan uzaklaşır gibi yapmamız,
kapitalizmin tarihindeki belli büyüme dönem ve biçimleri konusuna kısa da olsa
bir bakmamız gerekiyor.
Kapitalizmin tarihinde ekonominin esas dinamiğini, lokomotifini
oluşturmuş ve oluşturan sanayi dalları vardır. Bunlar tüm bir dönemin politika
ve sosyal ilişkilerini belirlerler.
Örneğin Dokumacılık ve dokuma fabrikaları bir dönem Dünya ve
Britanya ekonomisinin motoruydu. Su gücüyle çalışan; kanal boylarına kurulan
dokuma fabrikaları ve mekikler Britanya imparatorluğunun doğuş dönemlerinin
alâmetifarikasıydı. Bugün bile kullanılan “asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl”;
“İngiliz kuponu” gibi sözler o zamanlardan kalmadır.
Bu dönem, aynı zamanda Osmanlılar, Hindistan, Çin gibi
ülkelerde geleneksel dokumacılığın bu rekabet karşısında yok olduğu;
milyonlarca insanın açlık ve işsizliğe mahkûm olduğu bir dönemdir.
Bunu demir yollarının ve buharlı makinelerin yaygınlaşması
izledi. Örneğin Kovboy filmleri bir bakma demiryollarının Amerika Kıtasını
ağlarla örüşünün hikâyesidir. Güneyin otlaklarındaki hayvanlar, demiryollarıyla
Chicago’nun salhanelerine getirilirler, oradan Amerikan ve dünya pazarına
sunulurlar. Bu inekleri otlatan ve nakleden işçilerdir özünde Kovboylar. Her
işçinin cebine koyup çalabildiği, ucuz müzik aleti ağız armonikası veya mızıka,
Blues şarkılarında hala bir lokomotifin
gidişinin tempolarını çalar. Osmanlı’nın son dönemlerindeki Şimendiferler
(Demirden ocaklar); Berlin Bağdat Demir yolları, filmlerin vazgeçilmez sahnesi
Haydarpaşa, Sirkeci garları, Birinci Dünya savaşları; Nazım’ın bir trenin çuh
çuhlarını hatırlatan Mehmet Mehmetçik şiirleri hep kapitalizmin bu döneminin imgeleri
olarak hafızalarda yer etmiştir.
Bu dönemlerde işçilerin yaşam ve çalışma şartları; hakları
ve örgütleri de farklı olmuştur.
Dokumacılık döneminde işçiler hala esnaflık ve zanaatkârlık
dönemi kalıntısı, meslek sendikalarında örgütleniyorlardı. Bu sendikalar büyük
ölçüde zanaatkâr loncaları karakterindeydiler. Örneğin aynı fabrikadaki
boyacıların ayrı, dokumacıların ayrı, iplikçilerin ayrı sendikaları oluyordu.
Demir yollarının yükselişi, kömür ve çelik üretiminin
büyümenin esas alanları haline gelmesi ile birlikte, eski meslek sendikalarının
yerini Sanayi sendikaları almaya başladı. Yani sendikalar, bir işkolundaki tüm
işçileri kapsıyordu artık. Bugün dünyada İşçi Bayramı olarak kutlanan 1
Mayıs’ın ortaya çıkışına yol açan olaylar aynı zamanda meslek sendikalarının
yerini sanayi tipi sendikaların almasına da denk düşer.
Ancak yirminci yüzyılın başında kapitalizm emperyalizm
çağına geçerken aynı zamanda, ekonomik büyümenin lokomotifi olan alan da
değişti. Patlarlı motorlar, yani petrol ve otomobil üretimi ekonomik büyümenin
motoru oldu. Buna bağlı olarak tüm ekonomik ve sosyal yapı da değişti.
Çünkü örneğin herkes bir tren alamazdı, ama trende seyahat
edebilirdi. Trende seyahat şehrin merkezine Tren istasyonlarını getiriyordu.
(Osmanlılar gibi yarı sömürge ülkelerde ise, tren istasyonları, şehirlere uğramadan,
kenarından geçer. Çünkü onlar hammadde nakli için inşa edilmişlerdir.) İşyeri
ve ev hala birbirine yakın, yayan gidilebilecek uzaklıklarda bulunuyordu. Ama
otomobilde durum tamamen değişiyordu.
Otomobilleri üretmek yetmezdi, artı değerin üretilmesi
yetmez, o malların satılması ve üretilmiş artı değerin gerçekleşmesi gerekir.
Bu otomobilleri –sadece zengin sınıflar alabildiği sürece bu alan ekonominin
motoru olamıyordu.
Fordist üretim teknikleri, hem otomobillerin seri ve ucuz
üretimini mümkün kıldı; hem de bu seri ve ucuz üretimi yapan işçilerin birer
otomobil alarak sabah akşam işlerine otomobille gidip gelmelerini; hafta sonu
veya yılda bir kere o arabalarıyla bir yerlere gidip daha iyi sömürülmek için
işgücünü yeniden kendi keselerinden karşılamalarını da mümkün kıldı. Böylece
şehirler yolların ve otomobillerin istilasına uğradı. Yaşam alanı ile çalışma
alanı arasındaki mesafe uzadı ve birbirinden koptu. Özetle bugün alıştığımız
şehirler ortaya çıktı.
Neredeyse tüm Yirminci Yüzyıl, otomobilin sanayinin motoru
olduğu bir büyüme ve yayılmayla geçti denebilir.
Bu dönüşüm, iki savaş arası dönemde, önce ABD’de Ford’un T
modeliyle başladı. Hitler’in Otoban inşaatları ve örneğin Volkswagen (Halk
Arabası) üretimi ile Almanya’da da bir başlangıç yaptıysa da ABD dışındaki esas
egemenliğini İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde gerçekleştirdi. Fransa’da Renault,
Citroen; İtalya’da Fiat vs. hep bu dönemin markalarıdır.
Örneğin işçinin otomobil alması için işe gidip geleceği yol
yapmak gerekiyordu. Uzun yolla işe gidip gelmek mümkün olunca işçiler artık
fabrikaların yanındaki çamur içindeki mahallelerde değil; başka bir yerdeki
blok apartmanlara veya bahçeli evlerde yaşamaya başlıyorlardı. Ama böyle
yerlerde yaşayınca işe gidip gelmek için mecburen bir otomobil alması
gerekiyordu. Böylece otomobiller insanlar için değil; insanlar otomobiller var
olur hale geliyorlardı.
Tabii kapitalistlerin kar etmesi için bu işleri devletin
yapması gerekiyordu. Türkiye’deki Toki benzeri blok apartmanlar; Türkiye’deki
duble yol benzeri otobanlar hep devlet tarafından finansa ediliyordu. Devletin
harcamalar yapıp, talep yaratıp üretimi canlandırması; böylece ekonomik
büyümeyi etkilemesine Keynezyanizm denmektedir. Fordizm döneminin ekonomi
politikası Keynezyanizmdir denebilir. Bunlar tarihte ikiz kardeş gibi yer
almışlardır.
Seksenler ve doksanlardan sonra da bilindiği gibi,
bilgisayarın ortaya çıkmasıyla birlikte “postfordizm”, “postmodernizm” denen
döneme geçildiği; motorun bu alanlara kaydığı söylenebilir.
İler ülkeler seksenli ve doksanlı yollarda ekonomilerini ve
sanayilerinin yapısını bu dönemin ihtiyaçlarına uyarlayacak derin değişiklikler
gerçekleştirdiler. Önceki yüzyılın başının fabrikaları, kültür merkezlerine
dönüştürüldü.
İleri ülkelerin Post Fordizme geçişiyle birlikte, neredeyse
yüz yıllık bir gecikmeyle Kore, Türkiye, Brezilya, Hindistan, Çin, Meksika,
İspanya vs. gibi ülkelerin Fordizme geçişi başladı.
İşte Erdoğan iktidarına denk gelen son on yıl, bir bakıma
Türkiye’nin Fordist bir topluma dönüşmesi dönemidir denilebilir. Erdoğan ve AKP
iktidarı, bir bakıma, savaş sonrası Avrupa’sının çeyrek yüz yılda kat ettiği
yolun on yılda ama alaturka ve Asyalı bir biçimde kat edilmesinden başak bir
şey değildir.
Paralellikler saymakla bitmez:
İkinci dünya savaşının Türkiye’deki karşılığı bütün
1990’ları kapsayan Özel Savaş Rejimi’dir.
Savaşın bitişinde Avrupa’ya akan Marshall yardımları,
2000’li yılların bol ve ucuz dövizinin karşılığı gibidir.
1948’de Almanya’daki para reformu ve hazırlığı; Derviş’in
uygulamaya koyduğu tedbirler ve Türkiye’de Para reformu, altı sıfırın
atılmasıdır.
Avrupa’daki Otobanların karşılığı “Duble Yollar”dır
Savaş sonrası Avrupa’sındaki Sosyal Devlet’in karşılığı
yardımlar, hastane hizmetlerinde iyileştirmeler vs.dir. Sigara yasakları vs. de
hep bu bağlamda anlaşılabilir. Sigara yasaklarıyla sosyal masrafların azaltılması
hedeflenmektedir.
TOKİ evleri savaş sonrası Avrupa’sının siteleri gibidir.
Ve bütün bu yıllarda ekonominin esas motoru, inşaat ve araba
satışları ve üretimi olagelmiştir.
Dikkat edelim, bütün bunları bir başarı olarak görsek bile
ki Erdoğan bu başarıların rantını yiyor politik olarak, bu başarılarda
kendisinin hiçbir şey yapması gerekmemiş hiçbir şeye karışmayarak bu başarıyı
elde etmiştir.
Ancak mümkün olan ile karşılaştırdığımızda bu başarının bir
başarısızlık olduğu da görülür.
Evet, neredeyse yüz yıl sonra Fordist bir topluma doğru bir
dönüşüm yaşamıştır toplum ama nasıl.
Örneğin, Avrupa’nın savaş sonrasında işçilerin oturduğu ilk
blok siteler yapılırken öncesinde bu konuda bir deney yoktu. Blok apartmanların
nasıl insanlık dışı tavuk kümesleri olduğu; nasıl sosyal ilişkileri bitirdiği;
ilerde oraların nasıl birer uyuşturucu ve suç ocağı haline geleceği
bilinmiyordu. Avrupa bütün bunları yaşadı, gördü ve yıllardır bu apartmanları
havaya uçurmakla meşgul.
Ortada böyle bir deney varken, Türkiye’de her yerde şehrin
dışında bir tepede, blok apartmanlar, TOKİ evleri yapıldı. Çok değil, on yıl
sonra oralarda büyüyen çocuklar tüm topluma doğup büyüdükleri insanlık dışı
koşulların sonuçları olarak döneceklerdir.
Öte yandan, yine deney gösterdi ki, üretim ve yaşam
yerlerinin bu uzaklığı ve kopukluğu insanların ömürlerinin yollarda geçmesi
sonucunu doğurmaktadır. Modern toplumda ise en büyük lüks ve hayat kalitesini
sağlayan şey zamandır; stresten uzak anlardır.
O halde bir parça olsun Avrupa’nın yaşadığı sorunlardan
dersler çıkarmış bir iktidar, öreticilerin yaşadıkları yerleri üretim
alanlarına yakın yapar; yaşayanların izoleliği yerine geniş sosyal ilişki
olanakları yaratır; dikine blok apartmanlardansa; yatay bahçeli; Viktorya
dönemi İngiltere’si işçi hareketinin bir kazanımı sayılabilecek bahçeli evler
yapardı.
Bunlar aynı masraflarla, hatta belki daha ucuza da
yapılabilirdi. Ayrıca bunlar daha az ekzoz gazı, daha az petrol ithalatı gibi
bir yığın ek avantaj da sağlardı.
Bütün bunlarla karşılaştırdığımızda, Erdoğan’ın başarısı
gibi görünen Sosyal Siteler bile aslıda büyük bir başarısızlığı temsil ederler.
Bu her alanda böyledir.
Avrupa’da Sosyal Demokrat ve İşçi Partileri savaş sonrası
dönemde İşçilere Sosyal Haklar sağladılar. Türkiye’de ise, Haklar değil, adı
üstünde Yardımlar. Hak adı üstünde, haktır. İnsanın kişiliğini ve onurunu
geliştirir. Yardım ise, başkasına bağımlılık, minnet duygusu, kişilik
ezilmesidir.
Böylece AK Parti ve Erdoğan iktidarı, gelirde belli
iyileşmeler sağladıysa bile bu insanların ahlaki olarak yetkinleşmesi ve
gelişmesi anlamında hiçbir ilerlemeye tekabül etmemektedir.
Aynı durum demokrasi ve siyasi haklar alanında da geçerlidir.
Eline geçindiği muazzam siyasi g-üç ve destekle, pek ala bu
firavunlar çağından kalma merkezi, bürokratik cihazı tasfiye edebilir; hiç
olmazsa Avrupa ayarında nispeten daha güçlü demokratik mekanizmaları olan bir
devlet haline getirebilirdi. Bunun için ekonomik ve siyasi koşullar olağanüstü
uygundu.
Bunu yapacak toplumsal gücü bulmak ve ordunun direncini
kırmak için, Alevilerin ve şehirlerin laik kesimlerinin korkularını izale
etmesi; onlara dokunmaması; onların yaşamlarına saygı göstermesi bile yeterdi.
Böyle nispeten demokratik bir çizgi ile toplumsal desteği arttırarak ordunun gücünü kırma yerine polisler içindeki cemaatçi örgütlenmelere dayanarak; sahte deliller uydurarak; savcı ve mahkemelerin azıcık bile olan tarafsızlığını havaya uçurarak ordunun gücüne dokunmadan kendi gücünü arttırmaya çalıştı. İşte sonuç ortada, Askerlerin karşısında aldatıldık diye günah çıkarıyor. En küçük bir iyileşme olmadı bu merkezi, bürokratik devletin yapısında. Aksine şimdi mağdur olarak, yeniden politik güç kazanıyor.
Böyle nispeten demokratik bir çizgi ile toplumsal desteği arttırarak ordunun gücünü kırma yerine polisler içindeki cemaatçi örgütlenmelere dayanarak; sahte deliller uydurarak; savcı ve mahkemelerin azıcık bile olan tarafsızlığını havaya uçurarak ordunun gücüne dokunmadan kendi gücünü arttırmaya çalıştı. İşte sonuç ortada, Askerlerin karşısında aldatıldık diye günah çıkarıyor. En küçük bir iyileşme olmadı bu merkezi, bürokratik devletin yapısında. Aksine şimdi mağdur olarak, yeniden politik güç kazanıyor.
Bu iki örnekten de görüleceği gibi Erdoğan aslında son
derece başarısız ve yeteneksiz bir politikacıdır. Olamaz da. Aslında Necip
Fazıl’ın şiirleri; yayan yanlış ve yarı faşist tarihlerden okunan bilgiler ile
bu günkü dünyayı kavrayacak bir ufuk genişliği mümkün değildir.
Erdoğan’ın sadece şansı vardı ve o bu şansı kendi kerameti
sandı.
Erdoğan’ın başarılı olduğu alanlar hiçbir şeye karışmadığı
alanlar ve zamanlardır.
Dikkat edilsin, Erdoğan ne zaman bir işe kalkışmış, o alanda
büyük bir başarısızlık gelmiştir.
Biri dış diğeri iç politikadan iki örnek.
Biri dış diğeri iç politikadan iki örnek.
Suriye’de onlarca yıldır bir diktatörlük vardı. Sanki böyle
bir şey yokmuş gibi, Esat ile neredeyse kanka olmuştu. Ama aynı Erdoğan
Suriye’de demokratik karakterli bir devrimci kabarış başlayınca, Suriye’de
devrim ve demokrasi için değil de, Suriye’yi Türkiye’nin egemenlik alanına
alacak yeni Osmanlıcı emperyal hayallerle hareket edip, Suriye’de Şeriat
isteyenleri desteklemeye ve silahlandırmaya başlayınca, hem devrimin önünü
kesti hem de milyonlarca Suriyelinin evinden barkından olmasının; ölümünün,
sakatlanmasının yolunu açtı.
Hâlbuki hiç bir şey yapmasaydı Suriye’de belki çoktan kısmi
de olsa demokratik dönüşümler gerçekleşebilir; bunca acı çekilmeden Suriye çok
daha iyi bir yerde olabilirdi.
İyi bir şey yapması için hiçbir şey yapmaması yetiyordu.
En somut örnek Gezi’dir.
Bir şehrin nasıl büyüyüp gelişeceğini, Nasıl yeniden
yapılandırılacağını, uzmanlara ve o şehirde yaşayan ve yaşayacak insanlara
bırakacak yerde; kendisinin emperyal hayalleri ve uydurma Osmanlı tarihi kavrayışlarıyla
şekillendirmeye kalkıp ve bu şehir dönüşümü rantlarından yakınlarını ve
destekçilerini nemalandırmaya yönelik bir imar politikası izlediği için,
binlerce insanın felaketine ve sefaletine yol açtı; servet transferi yaptı.
Şehrin bütün soluk borularını tıkamaya; sermayenin
ihtiyaçlarına kurban etmeye başlayınca genç kuşaklar tepki gösterdi.
Erdoğan, Taksim’in yeşil kalmasını isteyen gençlerin üzerin
eline geçirdiği ve zayıflatmak ve küçültmek için en küçük bir çaba bile göstermediği
devletin tüm şiddetiyle demokratik haklarını kullanan genç ve modern insanların
üzerine gitti. Gezi olaylarını fişekledi ve onlarca insanın sakat kalmasına,
bir sürü genç insanın ölümüne yol açtı. Üstüne üstlük kendi kışkırttığı
olayları bir de “faiz lobisi”ne yükledi.
Hâlbuki pek ala, Gül ya da Arınç gibi, gençlerin bu
direnişinde modern insanların demokratik özlemlerini görebilir ve onlara hak
verip onların fikrini alma yoluna da gidebilirdi.
Böyle yaptığı an, zaten başlattığı “Barış süreci” ile yüzde
ellilerin üstüne çıkmış desteğini yüzde yetmişlere bile çıkarabilirdi.
Yüzde yetmişin desteği ile en köklü reformları bile
yapabilirdi eğer öyle bir niyeti olsaydı.
Görüldüğü gibi, Erdoğan’ın başarılı olması için hiçbir şey
yapmaması yetiyordu.
Ne zaman burnunu bir işe soktuysa orada kriz yarattı ve
insanların yeni acılar çekmesinin yolunu açtı.
Aslında hiçbir şeye karışmadığı sürece gelmiş bu başarıları
ise kendinden bildi ve bunu arkadaşlarını tasfiye için kullandı.
İlk yaptığı, kendisi karşısında bir tek söz söyleyecek;
kendisiyle aynı göz hizasından konuşacak kimseyi bırakmamak oldu.
Etrafını dalkavuklarla, kişilik yoksunu kariyerist kapı
kullarıyla doldurdu.
Bu adam şimdi tüm toplumun kaderini eline alıp, herkesi o
kıt aklıyla adam etmeye; ülkeyi bir hamur gibi yoğurup şekillendirmeye
hazırlanıyor.
Nasıl korkunç bir tehlikenin beklediği anlaşılıyor mu?
Geçenlerde ruh hastası bir pilot koca uçağı kendisiyle birlikte Alp dağlarına tosladı.
Nasıl korkunç bir tehlikenin beklediği anlaşılıyor mu?
Geçenlerde ruh hastası bir pilot koca uçağı kendisiyle birlikte Alp dağlarına tosladı.
Erdoğan’ın başkan olması hiç de farklı bir durum ortaya
çıkarmayacaktır.
*
Endoğan bu seçimlerde AK Parti’yi de kullanıyor.
Aslında kendisinin tek kişi egemenliği için bir referandum
karakteri taşıyan bu seçimleri, sanki normal bir seçimmiş gibi göstererek AK
Partiye oy istiyor. Hem de var olan yasaları ayaklar altına alarak.
*
İşte bu durumda, Erdoğan’ı insan olarak sevenlerin bile Erdoğan’a
iyilik etmek istiyorlarsa Erdoğan’a dolayısıyla AK Parti’ye oy vermemeleri
gerekir.
Erdoğan, hak etmediği imtiyazlar ve başarıların üzerine bir
mirasyedi gibi oturmuş bir şımarık çocuktan farksızdır.
AK Partiye verilecek her oy, onun daha da şımarmasının ve
daha dizginlenemez güçle donanmasının yolunu açacaktır.
Erdoğan’ı insan olarak seviyorsanız, ona oy vermeyerek en
büyük iyiliği yapmış olursunuz.
Çocukların çok şımartmış bir anne ve babanın, çocuğun
geleceğin düşünerek, ona sınırlarını bildirmesi gerekir.
Böyle davranmadıkları takdirde, çocuğa en büyük kötülüğü yapmış
olurlar.
Bu nedenle Erdoğan’ı sevenler bile Erdoğan’a oy vermemelidir diyoruz.
Bu nedenle Erdoğan’ı sevenler bile Erdoğan’a oy vermemelidir diyoruz.
Erdoğan’ın normal bir Cumhurbaşkanının sembolik yetkileriyle
orada kalması, bırakalım tüm toplumu bir yana, kendisi için de en iyi yoldur. Yoksa
tüm toplumla birlikte kedini de bir felakete sürükleyecektir. Erdoğan’ın
elinden uçağın direksiyonunu almak ve pilot kabininin dışına çıkarmak ona
yapılabilecek en büyük iyiliktir.
Bun sağlamak için de en kestirme yol, HDP’ye oy vermektir.
Bun sağlamak için de en kestirme yol, HDP’ye oy vermektir.
Erdoğan’ın iyiliği için HDP’ye oy veriniz.
Demir Küçükaydın
07 Nisan 2015 Salı
HDP’ye Oy Ver – Barajı Yık – Diktatörü Durdur –
Barışı Sürdür Girişimi’ne Sen de Katıl
Mail
Adresi
|
|
E-Grup
Adresi
|
|
E-Gruba
Üyelik
|
|
E- Gruba
Mesaj
|
|
Blog
|
|
Facebook
Sayfa
|
|
Facebook
Grup
|
|
Twitter
Sayfası
|
|
Twitter
Adresi
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder