Ciddi devrimciler karşı tarafı suçlamazlar. Kendi hataları
üzerine yoğunlaşıp kendi cephelerindeki yanlışlarla mücadeleyi başa koyarlar.
Siz hiç Lenin’in, Marks’ın veya başka büyük bir devrimcinin karşı tarafı iknaya
yönelik, onları eleştiren veya değiştirmeye çalışan bir yazısını gördünüz mü?
Göremezsiniz. Çünkü onlar zaten karşıdadır, ortadaki bir savaştır ve onlar kendi
görevlerini; çıkar ve konumlarına uygun olanı yapmaktadırlar. Onlara karşı
eleştiri silahı kullanılmaz, onların siyahlarının eleştirisi yapılır. Eleştiri silahı
bizim taraftakilere karşı kullanılacak bir silahtır. Güçleri değil; yanlışları,
fikirleri ortadan kaldıran bir silahtır eleştiri. Bu nedenle “fıtratı gereği”
eleştiri düşmana karşı kullanılamaz.
Bizler, yani sosyalistler, demokratlar görevimizi yapıyor
muyuz? Esas soru budur?
Gerçekten doğru bir programı savunuyoruz muyuz? Gerçekten
doğru bir stratejimiz var mı? Doğru, taktikler, örgüt ve mücadele biçimlerine
sahip miyiz? Parola ve bayraklarımız doğru mudur? Zinciri sürükleyecek doğru
bir ana halkayı yakalayabiliyor muyuz?
Bir devrimcinin, bir sosyalistin veya bir demokratın her
zaman yoğunlaşması gereken sorular ve sorunlar bunlardır.
Açın bakın büyük devrimcilerin eserlerine hepsi bu sorularla
meşguldürler ve bu soruya verdikleri cevaba göre o an bir şey yapıyorlardır.
Bir de açın bakın Türkiye’de (ve dünyada) devrimcilerin,
sosyalistlerin, demokratların yazdıklarına. Hiç bu sorunları tartışan var mı?
Önce şunu bilelim ve cesaretle ortaya koyalım: ne dünya
çapında re de ülkeler çapında programımız yoktur.
Doğru bir program olmayınca da ne doğru strateji olabilir,
ne doğru taktikler, doğru örgüt ve mücadele biçimleri. Ne de problemler
zincirini sürükleyecek doğru halkalar yakalanabilir. Program olmadan bunların
hiç biri olamayacağından, zincirin yakalanması gereken ana halkası her şeyden
önce programdır? Dünya ve ülke düzeylerinde program.
Türkiye’deki sosyalistlerin ve demokratların programı yoktur
ama fiilen uyguladıkları programları vardır. Bu anlamda programsızlık mümkün
değildir, tıpkı ideolojiler dışı olmanın mümkün olmaması; ideolojiler dışı
olmanın daz bir ideoloji olması gibi.
Bir somut örnek üzerinden bunu görelim.
“İş kazaları”. Örneğin son zamanlarda, Ermenek veya Soma’daki
kazalarda veya İnşaatlar veya Tersanelerde çok sayıda işçi ölüyor. Sadece şu
AKP iktidarı döneminde, 735.000 iş kazasında 10.804 işçi iş kazalarında ölmüş.
(Yuvarlak hesap 11 bin, yani yuvarlak hesap yılda (1000) bin kişi. Bu yuvarlak
rakamlar muhtemelen gerçek rakamlardan bile azdır. Bir de kayda geçmemiş
olanlar vardır çünkü.)
(Şu asker ölümlerinde “milli hisleri” kabaranların nedense
bu ölümler karşısında “insani” ya da “sosyal hislerinin” kabarıp şu
kapitalistleri linç ettiklerini; dövdüklerini veya MGK’nın bu savaşlardan daha
büyük kayıp rakamları karşısında iş emniyetini sağlamak için seferberlik ilan ettiğini;
ne gibi “emniyet tedbirleri” alınacağı hakkında bir “tavsiye kararı” aldığını
görmüyoruz.)
Şimdi bu sorunda, sorunu Kapitalistler olarak görüp
saldırıyı kapitalistlere ve kapitalizme yapabilirsiniz. Kapitalistlerin kar
hırsı ve yine kar için her şeyi göze alabilecekleri yönünde, Marks’ı da şahit
göstererek hedefinize somut olarak o kapitalistleri veya genel olarak
kapitalistleri ve kapitalizmi alabilirsiniz. Ayrıca bu genel olarak yanlış da
değildir.
İşte sosyalistlerin önemli bir bölümü, sorunu bu düzeyde ele
alıp, bir kapitalizme karşı ajitasyon, propaganda ve eylem yapmaya çalışıyor.
Bu yaklaşım temel yanlışı, propaganda ile somut program ve
strateji sorununu (yani politik mücadele sorununu) karıştırmasındadır.
Bir diğer uçta ise, diğer politik çizgi vardır. Yukarıdaki iki
olaydan da AKP iktidarını sorumlu tutar. Hedefe hükümeti ve onun politika ve
uygulamalarını koyar. Bu da yanlış değildir. Gerçekten de AKP iktidarı dizginlerinden
boşanmıştır ve eski bürokratik usulleri ve hukuku bile çiğneyerek yol
almaktadır.
Bu eleştiri düzeyi de en ileri gittiği noktada bile, bir “hukuk
devleti” mantığı ile eleştiridir. Türkiye’de devlet, normal zamanlarda hiç de demokratik
bir devlet değildir ama bir ölçüye kadar “hukuk devleti” olmaya dikkat eder.
Çünkü o devlet binlerce yıllık tecrübesiyle bilir ki, aksi takdirde, kendi
varlığı tehlike altına girecektir. “Hukuk Devleti” olmak, anti demokratik ve
merkezi bir devlet olmakla çelişmediği gibi, tam da onu gerektirir.
“Berlin’de (veya
Ankara’da) hakimler var” sözü tam da merkezi ve bürokratik devletlerin
parolasıdır.
Bu düzeydeki mücadelede ise hedef ya siyasi iktidar, ya da
hukuk dışı uygulamalar olmakta ama bizzat devletin merkezi, bürokratik ve anti
demokratik yapısı hedef olmaktan çıkmaktadır.
Yani Politik olarak ya Kapitalistleri ya da İktidarı ve
uygulamaları hedefe alan iki yaklaşım egemendir demokrat ve sol olarak kendini
gören kesime. Ama yaklaşım ve mücadelelerin ikisi de aslında gerçek nedene
yönelmemekte; gerçek hedefi gözlerden gizleyerek ve hedef olmaktan çıkararak,
niyetleri ne olursa olsun, bu merkezi ve bürokratik devletin egemenliğinin
araçlarına dönüşmektedirler.
Bugünkü iş kazalarının ardındaki temel nedeni ortaya
koymayarak; mücadelenin sahte ve zahiri hedeflere yönelmesine yol açarak,
aslında gerçek suçlu bizleriz, bizler, yani sosyalistler, devrimciler ve
demokratlar. Kapitalist de; devlet de; hükümet de görevini yapıyor. Ama biz
görevimizi yapmıyoruz.
Bizler gerçekten sosyalist ve demokrat olamadığımız için bu
devlet yerinde kalmaya devam etmekte; her türlü sömürü ve baskı en hayasız biçimde
sürmektedir.
Gerçek bir sosyalist ise, Türkiye’de esas sorunun merkezi, güçlü, bürokratik devlet ve
bunun Türklükle (ve bir tür Sünni Müslümanlıkla) tanımlanması olduğunu
söyleyip, esas mücadeleyi buna karşı yönetir. Gerek kapitalizme karşı uzun
vadeli mücadeleyi; gerek hükümete ve onun politikalarına karşı taktik mücadeleyi,
bu temel göreve tabi olarak ele alır.
Çünkü bu merkezi ve bürokratik yapı parçalanmadan; tamamen
ademi merkeziyetçi; bizzat halkın kendi örgütlülüğünden oluşan bir mekanizma
kurulmadan ne iş kazaları önlenebilir ne de keyfilik ve hukuksuzluk ortadan
kaldırılabilir.
Kapitalistlere veya iktidara ve onun uygulamalarına yönelik
mücadele, sanki böyle demokratik bir mekanizma varmış, o varken bir şeyler
değiştirilebilirmiş yanılsaması yaratır.
Yani Türkiye’de esas sorun Demokrasi’dir. Demokrasi ise, merkezi,
bürokratik ve Türklükle tanımlanmış devlet mekanizmasının parçalanması olmadan
mümkün olmaz
O halde temel vuruş yöne ve program ortadadır:
Birincisi Türklükle veya benzeri bir (dille, dinle, etniyle
vs.) ulusun ya da politik olanın belirlenmesini reddetmek.
İkincisi bu merkezi, bürokratik, merkezi cihazı parçalayıp, yerine
halkın üzerinde yükselmeyecek ona hizmet edecek merkezi ve bürokratik olmayan;
bizzat halkın kendi örgütlülüğünden oluşan bir devlet cihazını kurmak.
Bu kadar basittir. Ama bu basit gibi görünen ifadeyi
gerçekleştirmek muazzam bir devrim gerektirir. Ama ondan da zoru bunu kendine
devrimci, sosyalist ve demokrat diyenlere anlatabilmektir.
Hedefi ve programı bu olmayan her politik girişim, parti, davranış,
miting, örgüt vs. ister istemez bu günkü sistemin yeniden üretilmesinin bir
aracına dönüşür, dönmüştür ve dönüşecektir.
Ayrıca hedefi böyle belirlemek sanılanın aksine Marksizm’le de
çelişmez: tam uyuşur ve bizzat Marks’ın tanımladığı biçimiyle Marksizm’in
özüdür.
Bilinir Marks, kendi öğretisinin özünün sınıf mücadelesi
olmadığını; bunu kendisinden önce burjuvazinin keşfettiğini söyler. Benzer
şekilde Lenin de Marksizm’i sınıflar ve sınıf mücadelesine indirgemenin onu
burjuvazi için kabul edilebilir hale getirmek olduğun söyler.
Peki, nedir Marksizm'in özü? “Proletarya Diktatörlüğü” der Marks.
Peki, nedir Proletarya Diktatörlüğü? Diktatörce bir yönetim
mi?
Hayır, aksine tüm fikir ve örgütlenme özgürlüklerinin bulunduğu
bir devlet yapısıdır. Onu stalinistler –ve burjuvazi- bir diktatörce, merkezi, bürokratik
bir yönetim ve devlet olarak tanımlarlar. Proletarya diktatörlüğü politik
değil, sosyolojik bir kavramdır. Devletin yapısıyla ilişkilidir.
“Proletarya diktatörlüğü nedir mi diyorsunuz? Paris Komünü’ne
bakı” diyordu Engels.
Paris komünü ise ne Marksistlerin egemenliğindeydi, ne fikir
ve örgütlenme özgürlüğünü yasaklamıştı, ne de bürokratik ve merkezi bir devletti.
Örgütlenmiş halk ve işçi sınıfından başka bir şey değildi. Devlet olmayan bir
devletti.
Diktatörlüğün sosyolojik anlamından söz ettik. Nedir bu? Örneğin
bugünkü Türk devleti ulusu Türklükle tanımamıştır. Bu devlet, Türklükle tanımlanmayan
ve böyle tanımlanmayı reddeden bir politik yapı karşısında bir diktatörlüktür.
Tersinden, Türklükle tanımlamayı reddeden bir devlet de devleti Türklükle
tanımlamak isteyenler karşısında bir diktatörlük olur. Aynı zamanda diktatörlük
olmayan bir demokrasi mümkün değildir. Bizzat en genel anlamıyla demokrasi
fikrinin kendisi, insanların eşitliğini reddedenlerin ve onların kendileri
hakkında kararları kendilerinin vermesi gerektiğini reddeden anlayışlar
karşısında bir diktatörlüktür.
Proletarya Diktatörlüğü denen şey, aslında Anarşistlerin
veya Öcalan’ın “devletsizlik” diye tanımladıkları şeydir.
Zaten Paris Komünü’nü örgütleyen işçilerin çoğu anarşist
görüşlere yakınlık duyuyordu ve alınan tedbirlerin hepsi de anarşist ideali
gerçekleştirmek içinde bir yanıyla.
Ama onları ideal ve devletsizlik dediklerinin aslında bir
devlet olduğunu; yani Proletarya Diktatörlüğü veya Demokratik Cumhuriyet
olduğunu söyleriz bir Marksistler.
Anarşistler kral olsa soğanın cücüğünü yiyecek olan çoban
gibi, gerçek devletsizliği tahayyül bile edemezler. Onlar merkezi ve bürokratik
bir devlet olmamasını devletsizlik sanan ufku dar küçük burjuvalardır.
Bizler ise, bırakalım sınıfları bir yana, zenginliklerin
gürül gürül akmadığı; herkese emeği kadar diyen bir düzenin bile devlet
olduğunu söyleriz. Devletsizlik veya özgürlükler alemi ise, ancak zorunluluklar
aleminin ötesinde; emek kategorisinin kaybolduğu bir dünyada var olabilir
deriz.
Demokratik bir cumhuriyet aynı zamanda Proletarya Diktatörlüğü’nün
özgül bir biçiminden başka bir şey değildir.
Marksizm'in bilinmeyen ve anlaşılmayan özüdür Proletarya diktatörlüğü=demokratik
Cumhuriyet.
Marksizm bilinmediği için, devlet değil ya genel olarak
kapitalizm ve kapitalistler ya da hükümetler ve onların politikalarına karşı
mücadele ediliyor ve gerçek hedefin gözlerden kaybedilmesine hizmet ediliyor.
O halde, bugünkü sosyalistler, demokratlar, devrimciler; bugünkü
program ve politikalarıyla sistemin devamını sağlayan en büyük suçlulardır.
07 Kasım 2014 Cuma
Yazıları e-posta ile otomatik olarak almak
isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder