Aslında askeri olmaktan ziyade politik ve sembolik anlamı
dolayısıyla önemli olan, Peşmergelerin Türkiye toprakları üzerinden, tezahürat
nedeniyle, “6 saatlik yolu 16 saatte
alarak” Suruç’a gelişleri bir dönüm noktası veya “kırılma noktası”dır.
Dönüm veya kırılma noktalarında, var olan güçler ve
hedefleri üzerine bir “durum
değerlendirmesi” yapmak gerekir.
Bu dönüm noktasını mümkün kılan, her şeyden önce PKK’nın
Ortadoğu’da bir güç olarak aniden öne fırlamasıydı. Elbette bu öne fırlama,
uzun yıllar süren bir birikim ve mücadelenin ürünüydü.
Örneğin PKK’nın ideolojisinde ve pratiğinde tüm dillerden
insanların eşitliği vurguları olmasaydı; PKK gerçekten dinler ve inançlar
karşısında tarafsız olmasaydı, IŞİD’in Ezidilere, Türkmenlere ve diğer illerden
dinlerden insanlara yönelik saldırıları karşısında böyle aktif ve uyanık bir
çaba göstermesi, böylesine az güçlerle böylesine büyük başarılara imza atması
beklenemezdi.
Örneğin Türkiye çok büyük bir ordusu, çok büyük kaynakları
olmasına rağmen, binlerce insanın Şengal’de katledilmesi ve sürülmesi
karşısında en küçük bir refleks bile göstermemişti.
Bu, Türk ulusunun ve devletinin ırkçı bir ulus ve devlet
olarak şekillenmesinden bağımsız değildir?
Ya da Barzani’nin askerlerinin, askeri bakımdan çok daha elverişli pozisyonda ve askeri bakımdan çok daha donanımlı olmalarına rağmen, kendilerine canları emanet edilmiş insanları koruma görevlerinden bile kaçmaları, onların silahlarını toplamaları ve çıplak ve derisi yüzülmüş bir et gibi IŞİD’in eline bırakmaları, Barzani’nin dayandığı ideoloji ve amaçlardan bağımsız değildir.
Ya da Barzani’nin askerlerinin, askeri bakımdan çok daha elverişli pozisyonda ve askeri bakımdan çok daha donanımlı olmalarına rağmen, kendilerine canları emanet edilmiş insanları koruma görevlerinden bile kaçmaları, onların silahlarını toplamaları ve çıplak ve derisi yüzülmüş bir et gibi IŞİD’in eline bırakmaları, Barzani’nin dayandığı ideoloji ve amaçlardan bağımsız değildir.
Bu nedenle PKK’nın bu ani yükselişinin ardında her şeyden önce onun fikriyatının,
ideolojisinin, teorisinin, programının olduğu unutulmamalıdır.
Öte yandan doğru bir ideolojiniz olabilir ama bu onu gerçekleştirecek
bir somut güçte ifadesini bulmuyorsa, pratik politika bakımından hiçbir şey
ifade etmeyebilir.
Fikriyat, (ideoloji veya program) ve örgüt, buhar gücü ve o
gücü işe çeviren makine gibidir. Biri olmazsa ortaya bir iş çıkmaz. Ya da elektrik
enerjisi ile ampul gibidir. Biri olmazsa ışık vermez.
Ancak şu unutulmamalıdır, ideoloji, teori veya fikriyat,
yani kabaca düşünce önceliğe sahiptir.
Elektrik bulunmadan elektrik ampulü bulunmamıştır ve bulunamaz. Buhar
makinesinden önce bilinen ve bulunan buhar gücüdür.
Bu nedenle öncelik her zaman, şu elle tutulur, gözle görülür
olmayan, tartılamayan, ölçülemeyen fikirlerdedir. Yani kaba maddecilerin veya kaba
Marksistlerin anladığının ve sandığının aksine, ruhun (fikrin, ideolojinin
teorinin) maddeye (örgüte, güce) önceliği
vardır.
Bu nedenle örgüt örgüt deyip de teoriye, fikriyata önem vermeyenler
aslında kaba bir materyalizmi dışa vurmuş olurlar. Yıllarca program mı tartışacağız
örgüt kuralım, program arkadan gelir diyenler her derdin tek ilacı olarak
örgütü görenler; politikada sadece güce değer verenler hep bu kaba maddeciliği
yansıtırlar.
Elbet o ruh da (fikirler, teori) ancak belli tarihsel
şartlarda ortaya çıkar ve yayılma imkânı bulur. Madde’nin önceliği de aslında
bu anlamdadır.
Fikir, düşünce, teori, program ise, yazıyla, kitaplarla
ifade edilir ve yayılır.
Bu nedenle bütün bu sürecin ardındaki esas gücün Öcalan’ın
İmralı’ya düştükten sonra yazdığı kitaplar olduğunu söylersek abartmış olmayız.
O kitaplarda dile getirilen anlayış program olmasaydı, bugünkü bütün gelişmeler
olmazdı.
Dar kafalılar Öcalan’ın oturup tuğla gibi kitapları birbiri
ardınca çıkarmasını, fanteziler olarak değerlendirip; gerçek politikanın
kitaplarla değil, gerçek somut güçlerle olacağını söyleyip, Öcalan’ın yaptığını
hor görürler. Bunların kavramadığı ve ama Öcalan’ın kavradığı teorinin,
düşüncenin önemidir.
Tabii burada ikinci öncelik, PKK veya KCK denen örgüttür. O
örgüt olmasaydı ne Öcalan o kitapları canlı ve dinamik bir hareket içinde
yazabilir; o fikirleri geliştirebilirdi, ne de fikirleri maddi bir güç haline
dönüşürdü.
Özetle, Öcalan ve PKK’nın varlığı, bugünkü bütün
gelişmelerin ortaya çıkışında kritik önemdedir.
*
PKK’nın, Şengal ve Irak Kürdistan’ında IŞİD karşısında elde ettiği
başarılar; Kobane’deki direniş; bütün kartların yeniden karılmasına yol
açmıştır.
Bu eskiden var olan güçlerin çıkar ve konumlarında bir değişme anlamına gelmemektedir. Ama bu
onların bu ortaya çıkan yeni güç karşısında yeni
bir stratejiye geçişleri, yeni taktikler geliştirmeleri demektir. Kırılma
veya dönüm noktasından bu anlamda söz edilebilir. Dolayısıyla ortadaki yapısal,
toplumun derinlerine giden; güçlerin karakter, konum ve çıkarlarını ve güçleri
değiştiren bir değişiklik değildir.
29 Ekim, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş günüdür.
Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşu aslında Mustafa Kemal’in bir darbeyle
Meclis’in tüm gücünü ortadan kaldırıp, Padişahsız bir padişahlık veya Bonapartist
bir rejim kurduğu gündür de. Yani Cumhuriyetin ilanı bir karşı devrimi
gizlemenin aracı olmuştur. Osmanlı’nın Meclisi bile Cumhuriyet’in meclisinden
daha hakiki idi ve daha gerçek bir gücü temsil ediyordu.
Cumhuriyeti kutlayanlar, bilerek veya bilmeyerek bu karşı
devrimci darbeyi kutlarlar. Kırılma noktasının tam da Cumhuriyet’in kurulduğu
gün olması Tarih’in ince bir alayı gibidir.
Örneğin aynı gün Erdoğan, yeni yaptırdığı kendi hayallerine
göre planlanmış, Beyaz Saray’a geçerek, aslında Cumhuriyet karşısında
Osmanlı’nın devamına; dolayısıyla kendi darbesine ve cumhuriyetine bir geçiş
yapmak istiyordu.
Ama Maden kazası ona bu fırsatı vermedi. Maden kazasının
ardında ise, işçilerin her türlü örgütlenmesini de olanaksız kılan; kendisinin
dokunmadığı ve sahiplendiği “güçlü devlet” vardı.
Tarih İşçiler ve Kürtler eliyle 29 Ekim’de bu Cumhuriyet ile
alay ediyor ve onun bitmişliğini ve iflasını ilan ediyordu.
Erdoğan Çankaya’dan (1. Cumhuriyet) Beyaz Saray’a (Erdoğan
Cumhuriyeti) İşçilerin ölümleri nedeniyle sembolik geçişi bile yapamazken,
Cumhuriyet’in varlığını inkâr ettiği Kürtler, hem Peşmergelerin geçişiyle
yollara yığılarak Türkiye Cumhuriyet’in iflasını ilan ediyorlardı; hem de daha
özel olarak, başından beri Kobane’ye yardıma karşı çıkan Hükümet’in hükümetin
izni ile Kobane’ye silah geçiyordu. Yani hükümet kendi politikasının iflasını
ilan etmiş oluyordu.
Bir rejimin ve hükümetin çöküşü bundan daha açık biçimde
sembollerle bir araya gelemez.
*
Türk hükümeti ve devleti, Erdoğan’ın “düştü düşecek” diye ifade
ettiği gibi, birkaç gün içinde Kobane’nin düşeceğini, Kobane düştükten sonra da
adım adım Rojava kantonlarının düşeceğini, Türkiye’nin böylece IŞİD’e kestaneleri
ateşten çıkartıp, “pis işleri” yaptırdıktan sonra, bundan iyice paniğe kapılan
büyük ortaklarının kendi politikalarına onay verip baskılarına boyun eğeceğini
sanıyordu. Onların desteğiyle ve onayıyla Suriye’nin bütün kuzeyini işgal
edebileceğini planlıyordu. (Kim bilir belki oraları işgal etmişken Şam’da
Emeviye Camisi’ne namaz kılmayı gidebileceğini bile hayal ediyordu muhtemelen
padişah ve onun veziri azamı.)
Başlangıçta bu plan hiç de havada görünmüyordu. Ortada bir
tek kurşun bile atmadan el koyduğu en modern silahlarla donanmış, uluslar arası
politik durumu yakından izleyen, ta Saddam döneminde ve Irak savaşlarında pişmiş
Sünni Arap subayların ve kurmayların yönettiği bir IŞİD vardı. Üstelik bu güç
işgal ettiği yerlerde destek veya hayırhah bir tarafsızlık da buluyordu. Sünni
Araplar Şii iktidardan ve petrol zenginliklerinden dışlanmışlıkları nedeniyle
destek; normal halk da en azından asgari bir emniyet ve yaşam için gerekli
hizmetleri sunan bir cihazın işlemesi nedeniyle belli bir hayırhah kabullenme
gösteriyordu.
Bunun karşısında küçük bir kasaba olan Kobane’nin
direnebilmesi düşünülemezdi bile.
Ama Kobane’nin, gösterdiği kahramanlık bütün bu hesabı
altüst etti.
Hesapları tutmayan Türk hükümeti ve devleti “dövüşerek geri
çekilmeye” geçti; daha geri bir mevzie geçip amacına oradan ulaşmanın yollarını
aradı.
Bu geri mevzi, Peşmerge ve ÖSO güçlerinin Kobane’ye geçişi;
bunun için de YPG’ye veya PKK’ya bir takım koşulların dayatılmasıydı.
Dün aynı zamanda Hükümet açısından, bu yeni savaş mevziine
geçişi sembolize ediyordu.
Ama sadece Türk Hükümeti değil, herkes yeni bir mevziiye
geçiyordu.
*
Benzeri bir geçiş Barzani için de geçerliydi.
Hem temsil ettiği üst sınıfın çıkarları ve konumu nedeniyle kendi
varlığı için PKK’yı bir tehlike olarak gördüğünden; hem de bundan ayrı
düşünülemeyecek biçimde, Türkiye ve NATO’nun Kürtler içindeki dengesi olarak,
Rojava’yı boğmak için Türk devletiyle birlikte çalışmıştı.
Ama IŞİD saldırıları ve kendi askerlerinin kaçışları,
oraları HPG veya YPG gerillalarının koruması nedeniyle beş para itibarı
kalmamıştı.
O da geri bir mevziiye çekilerek eski amaçlarına yeni bir
strateji ve taktik üzerinden ulaşmaya çalışacaktı. Tabii elindeki büyük gücü;
ABD, Avrupa ve Türkiye tarafından tanınıyor olmayı, Petrol gelirlerinin
paralarını, PKK’ya karşı mücadelesinde bir silah olarak kullanacaktı.
Ama bunu açıktan yapamazdı, “Kürtlerin birliği” diyerek PKK’yı
iyice bir kenara sıkıştırabilirdi.
29 Ekim aynı zamanda bu yeni pozisyona geçişin sembolüydü.
Artık Rojava’yı kuşatarak değil; ona yardıma gider gibi mücadele edecektir
PKK’ya ve onun temsil ettiği programa karşı.
*
Benzeri ABD ve Avrupa açısından da söylenebilir. Onlar için
de PKK fazla bir önemi olmayan bir güçtü. Ama bu direnişler bir anda bütün
hesaplarını alt üst etti. Birden bire, IŞİD’e karşı özellikle Suriye’de biricik
disiplinli güvenilir gücün YPG olduğunu kabullenmek zorunda kaldılar.
Ancak YPG’nin ideolojisi ve programı ile kendilerinin
çıkarları arasında bir uzlaşmazlık bulunuyordu. Bunu da aynı uzlaşmazlık
içindeki, Türkiye ve Barzani’nin desteği ve baskısıyla; aynı zamanda IŞİD’i bir
boğaza dayanmış bir bıçak gibi kullanarak nötralize edebilirlerdi. Böylece
YPG’nin ve Rojava’nın rahatsız edici yanını kontrol altında tutmayı ve ona
“yerdeki işleri” yaptırmayı deneyebilirlerdi. Onlar bunu gökte ararken yerde
bulmuşlardı.
Öyle de yaptılar. Kantonal yapının kaldırılması ve merkezi
iktidar ve de buna bağlı olarak yüzde kırklar biçiminde iktidarın yarı yarıya
paylaşılmasını ve bölgenin Kürtlük üzerinden tanınmasını dayattılar.
Silah ve destek ancak Barzani üzerinden, Barzani’nin onayı
ile verilebilirdi. Yani PKK’nın boğazına geçirilen ip Barzani’nin eline
verildi. Böylece kontrol altına alındığı düşünülüyordu. Bu garantiler ve
tavizler alındıktan sonra silah ve destek verildi. PKK resmen bir “Terör
örgütü” statüsünde tutulacak; ama gayrı resmi olarak silah veya bombardımanla
destek aktarılacaktı. Bunun için bir kanal açılmış oluyordu. 29 Ekim ABD ve
Avrupa açısından bu yeni stratejiye geçişin sembolüydü. Der Spiegel kapağında PKK gerillalarının resmiyle çıkıyordu.
*
Ama 29 Ekim aynı zamanda PKK ve YPG açısından da yeni bir
stratejiye geçiş anlamına geliyordu.
PKK veya YPG de bir yandan dışlanmışlıktan; bir yandan da
Kobane’deki kuşatma ve imhadan kurtulmak için, başka çaresi olmadığından köşeye
sıkışmışlık içinde kendisine dayatılanları kabul etti ve disiplini, ideolojisi,
alandaki fiili çalışmasıyla ilerde bir süre sonra bugünkü kayıplarını
fazlasıyla telafi edeceğini düşündü.
Bu nedenle aslında kendisinin Kobane’de zaferi kazandığı gün,
zaferi kutlayan ve büyük ölçüde hesabına yazan, Barzani oluyordu. PKK için yine
zorlu ve altta karınca gibi çalışmaya dayanan bir dönem başlıyordu. Tıpkı
2000’lerin başında ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Barzani’ye sağladığı koruma
ve petrol gelirleri ile Kürtler arasında PKK’dan Barzani’ye nasıl bir savrulma
yaşanmışsa, şimdi bir benzeri söz konusuydu.
*
Şu kısa vadede, bu kırılma noktasında en büyük kazancı
sağlamış olan Barzani, en büyük kayıp içindeki Türk hükümeti ve devleti
görünüyor. Barzani elini soğuk sudan sıcak suya koymadan en büyük kazancı
sağladı.
PKK veya Özgürlük Hareketi ise büyük emek ve fedakârlıklarla
elde ettiklerinin önemli bir kısmını (Kantonal yapı, Ortadoğu’da tüm halkların
birliği ve eşitliği), Kobane’nin düşüşünü engelleme ve oradaki katliamın
önlenmesi ve belli bir dolaylı tanınma karşılığında vermek zorunda kaldı. Ayrıca
Tüm güçlerini cepheye sürdüğü için Türkiye politikasında epeyce zayıf bir
konuma düştü. Seçimde kazandıklarının önemli bir bölümünü yitirdi. 29 Ekim bir
yanıyla bunun da bir sembolüydü.
Kobane Kahramanları değil, bir tek silah bile atmamış
“asfalt kovboyları” kahramanlar gibi karşılanıyordu. “Demokratik bir Ortadoğu”
değil; “Halkların Birliği” değil; “Kürtlerin Birliği” gövde gösterisi
yapıyordu.
Kürtlerin Birliği iki şekilde olabilirdi.
Birisi bu birlik Kürtlükle tanımlanmış bir siyasi birlik;
ikincisi ise Kürtlükle veya başka bir şeyle tanımlanmayı reddetmiş bir
Demokratik Ortadoğu Cumhuriyeti içindeki Kürtlerin Birliği. Birincisi
Barzani’nin, İkincisi Öcalan’ın programıydı. Kobane’de ve Rojava’da ikincisi
deneniyordu. Tam da bu program nedeniyle orada başka diller ve dinlerden
insanlar gönüllü savaşmaya gidiyorlardı. Kobani'yi böyle kahramanlaştıran da bu
idealdi.
Ama 29 Ekim günü, bunu düşünen ve hayal eden bile yoktu
artık.
*
Türkiye ve Batılı devletler Barzani’nin eline PKK’ya karşı
kullanabileceği büyük bir güç verdiler. PKK ancak Barzani kendisine verilmesini
uygun gördüğü kadarını alacaktır.
Bu bizzat Kobani’de görüldü. Önceleri bize “askeri güç lazım
değil, silah lazım” diyen YPG’ye karşı Barzani’nin yönlendirmesiyle ciddi bir
yardım yapılmadı, ciddi bir bombardıman yapılmadı, Kobani’nin IŞİD tarafından
iyice sıkıştırılmasına imkân verildi. YPG iyice sıkışıp ayrıntısını hala
bilmediğimiz anlaşmayı Duhok’ta imzalandıktan sonra daha etkili bombardımanlar görüldü.
Ama bunların bile öldürmeyecek ve oldurmayacak dozda olmasına özel dikkat
gösterildi. Bundan sonra da böyle olacaktır.
Ancak ava giden avlanır. PKK’yı hizaya getirmenin bir aracı
olan Barzani’nin, başka bir konjonktürde ABD ve Avrupa’nın çıkarlarıyla
çelişecek davranışları karşısında, PKK da bu sefer onu hizaya getirmenin bir aracı
olabilir. Muhtemelen ilerde olacaktır da.
Tabii bütün bu gibi gelişmeler de PKK’nın hareket alanını
genişletecektir.
*
Ama bütün bundan sonraki gelişmelerde, son duruşmada esas
belirleyici olan sahada kimin etkili olduğu; geniş kitlelerin desteğini ve
sempatisini kimin kazanacağıdır.
Ortadoğu’daki tüm dillerden ve dinlerden insanlara bir çağrı
olabilecek bir program, Rojava deneyinin gösterdiği gibi sadece PKK’da var.
Öte yandan bu programa yönelik olarak alanda çalışacak, dövüşecek
ve örgütleyecek eleman da sadece PKK’da var.
Ve PKK her zaman olduğu gibi tabandaki yoksul ve sıradan
insanları örgütlüyor, dönüştürüyor ve silahlandırıyor.
Evet silahlandırıyor. Bu çok önemlidir. Onları silahlandırması
ve örgütlemesi aynı zamanda bu yoksul ve sıradan insanların kaderine kendi
kaderini zincirlerle bağlaması anlamına da gelmektedir.
Dolayısıyla kısa vadedeki bütün kayıplarına rağmen uzun
vadede PKK’nın tekrar bugün kaybettiği mevzileri geri kazanması şaşırtıcı
olmaz.
Diğerlerinin hepsi borsada kazanan veya rant yiyen
spekülatörler gibidirler. PKK’lılar ise üretimi yapan işçilere benzerler. O
olmasa herhangi birinin bir kazanç elde etmesi olanaksızdır.
Ancak bu uzun vadededir.
Kısa vadede, Barzani ve onun çizgisindekiler, Türk devleti
ve diğer büyük güçlerin desteğiyle tıpkı Irak’ın işgali üzerine Barzani’nin
kazandığı itibar ve güç gibi bir güç ve itibar kazanacaktır.
Muhtemelen önümüzdeki günlerde ABD’nin ciddi bir bombardımanı ile IŞİD’in Kobane’den geri çekilişi veya kuşatmayı kaldırışı başlayabilir ve bu Barzani’nin hesabına yazılabilir.
Muhtemelen önümüzdeki günlerde ABD’nin ciddi bir bombardımanı ile IŞİD’in Kobane’den geri çekilişi veya kuşatmayı kaldırışı başlayabilir ve bu Barzani’nin hesabına yazılabilir.
Barzani aslında şimdiye kadar ve son yirmi yıldır, her zaman
PKK’nın yaptığı mücadelenin rantını yiyerek var olmuştur denilebilir.
Türkiye PKK korkusu ve düşmanlığı ile PKK’ya karşı mücadelede
yardımları karşısında ABD ve Barzani’ye istediklerini vermiştir. PKK olmasaydı
Barzani bugünkü yerinde ve konumunda olamazdı.
Türkiye’nin PKK korkusu olmasaydı, Barzani böyle bir hayali
zor görürdü.
Kürt hareketi muhtemelen şimdi de, 2003’lerde olduğu gibi,
Öcalan’ın projesinden (Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti içinde Kürtlerin
Birliği) Barzani’nin projesine (Kürtlüğe
göre tanımlanmış bir devlet içinde Kürtlerin birliği) doğru bir savrulma
yaşayacaktır.
Ancak ikinci projenin diğer halklara sunacağı bir perspektif
ve kazanma gibi bir derdi ve imkânı yoktur. Ama yanan bir evin içinde ateşin
bulaşmadığı bir oda bulmak olanaksızdır. Dolayısıyla bir süre sonra, ateşin o
odaya da bulaşması; diğer halklarla çatışmalar ve tecrit kaçınılmazdır.
Sadece IŞİD’i yenmek için bile Sünni Arapları kazanacak bir
proje gerekir. Kürtlerin Kürtlükle tanımlanmış bir birliğinden öte bir ufku
olmayan bir projenin Sünni Arapları kazanma şansı şoktur. Sünni Arapları ise,
ancak Kendini herhangi bir dille, dinle vs. tanımlamayan bir cumhuriyet, yani
bir demokratik cumhuriyet programı kazanabilir.
Bu tekrar ibrenin PKK’ya ve Öcalan’ın projesine yönelmesine
yol açacaktır.
*
Türk devleti ve hükümeti bir bakıma tıpkı Irak işgalindeki
gibi ters durumda kaldı. O zaman Kürt devleti korkusuyla oyunun dışında
kalmıştı, bugün de PKK korkusuyla kaldı.
O zamanki dışta kalış yine de Ortadoğu’da Araplar ve
Müslümanlar arasında bir sempatiye; Avrupa’nın ABD’ye karşı direnişi nedeniyle
Avrupa tarafından alkışlanmasına ve örneğin Erovizyon ödülünün verilmesine neden
olmuştu. Bugün bunlar bile yoktur.
Aslında Türk devleti ve hükümeti, tarihin kendine sunduğu az
bulunur bir olanağı bizzat kendi elleriyle yok etmiş bulunuyor.
“Çözüm Süreci”ni
başlatan, Türk devletinin aptal bir Türk milliyetçiliğinden (Kürtleri tanımama
ve baskı altına almaya yönelik ırkçı ve inkârcı Türk milliyetçiliğinden);
akıllı bir Türk milliyetçiliğine geçme yönünde yaptığı stratejik dönüş sonucu
olarak başlamıştı.
Bu Türk devletinin yeni konsept ve stratejisi için (“Kürtlerle
çatışarak bölünmektense Kürtlerle birleşerek büyümek”) Kobane’yi IŞİD'in
kuşatması, Türk devleti ve hükümetine Allah’ın bir lütfüydü. Türkiye’de barış
görüşmeleri yaptığı PKK, Suriye’de IŞİD tarafından tehdit ediliyordu. Pek ala
Kobane’nin savunması için tüm desteğini verebilir, Kobane’ye desteğe giden
gönüllüler ve silahlar büyük gösterilerle yollanabilir. Türk devleti ve
hükümeti Kürtlerle birleşir ve onların koruyucusu sıfatını kazanabilir. Hatta
böylece PKK’nın etkisini bile sınırlayıp onu ehlileştirme yolunda önemli
adımlar bile atabilirdi.
Böylece 29 Ekim IŞİD’e karşı Ortadoğu’da laik Türk ve
Kürtlerin ortak bir zaferi gibi kutlanabilirdi. Kader ve Ülkü birliği ise al
sana kader ve ülkü birliği.
*
Bunun için Türklükten ve en gerici Türk milliyetçiliğinden
bile vazgeçmeleri gerekmezdi.
Sanılanın aksine milliyetçilik başka ulusların varlığını ve
haklarını inkâr değildir. Yani Kürtlerin haklarını, varlıklarını tanımak Türk
milliyetçiliğiyle çelişmez. Hatta Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasını istemek
ve bunu savunmak bile Türk milliyetçiliği ile çelişmez. Aklı başında bir Türk
milliyetçisi, yani Türklerin refah içinde yaşamasını isteyen akıllı bir Türk
milliyetçisi, Kürtlerin ayrılmasını ister. Kürtler ayrılırsa, bu gerçek
iktidarı elinde tutan devlet kastı iyice güçten düşer. Türkiye aşağı yukarı
Yunanistan, İspanya’nın refah ve demokrasi düzeyinde olur. Hatta Avrupa Birliği’ne
girer. Kürdistan da, Türkiye’nin sömürge olarak tutma masraflarından kurtulduğu
kendisine pazar ve işgücü sağlayacak bir tür yeni sömürgesi işlevini görürdü.
Aslında Kürtler yıllardır Türkler için savaşıyorlar. Kürtlerin bir başarısı ve
ayrı devlet kurması, Türklerin kurtuluşunu getirir.
Akıllı bir Türk milliyetçisi tehlikeyi, Kürt
milliyetçiliğinde veya Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasında değil; Demokratik
bir ulusta ve ulusçulukta görür. Kürtler ayrı bir devlet kursun, ondan korkmaz.
Çünkü Kürtler de bir dile, soya göre tanımlanmış bir ulus kuracaklardır, devletin
Türklükle tanımlanmasına karşı bir tehdit oluşturmazlar aksine onun pekişmesine
yol açarlar.
Ama ulusları, uluslar da politik yani devlete dayanan veya
dayanması gerektiği düşünülen cemaatler olduğuna göre, devleti veya politik
olanı Türklük, (Kürtlük vs.) ile tanımlamayı reddetmeye dayanan demokratik bir
ulusçuluk Türk milliyetçilerinin karşı olduğu ve olacağı esas tehlikeli ulusçuluktur.
Çünkü o zaman Türk milliyetçiliğine ve Türk ulusuna da yer ve yaşam alanı
kalmaz. Demokratik ulusçuluk ve oluşabilecek bir demokratik ulus karşısında
Türk ve Kürt milliyetçileri kader ve çıkar ortaklığı içindedirler. Çünkü
demokratik bir ulus ikisine de yaşam hakkı tanımaz. Onların demokratik bir
ulusa ve ulusçuluğa yaşam hakkı tanımamaları gibi.
Peki, böyle akıllı Türk milliyetçileri yok mudur?
Vardır hem de yığınla.
Peki, niye görülmezler?
Çünkü onları görecek göz yoktur. Onları görecek bakış açısı
lazımdır. Çünkü onlar kendilerine Türk milliyetçisi demezler.
Bu Türk milliyetçileri kendilerine milliyetçi değil, “Enternasyonalist”
derler; “Marksist” derler; Anarşist derler. Kürtlerin haklarının verilmesini
savunanlar veya Kürtlerin ayrılma hakkını savunanlar aslında akıllı Türk
milliyetçilerinden başka bir şey değildirler. Bu Marksistlerin savunduğu her
şey akıllı bir Türk milliyetçiliği olarak da savunulabilir. Onların kendilerini
sosyalist veya enternasyonalist olarak tanımlamaları Türk milliyetçileri olduğu
gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Türk milliyetçisi olmamanın tek yolu, ulusların dille vs.
tanımlamasını reddetmekten geçer, yani esas düşmanı Türk ulusu olarak
tanımlamaktan geçer. Dikkat edin Türk milliyetçisi demedik, Türk ulusu dedik. İnsan
ancak demokratik bir milliyetçiliği savunarak, yani Türk ulusunun yok olmasını
hedefleyerek Türk milliyetçisi olmaktan kurtulabilir. Onun koşulu da ulusun
Türklükle (Kürtlükle vs.) tanımlanmasını reddetmektir.
Böyle demokratik bir milliyetçiliği savunan bir güç yoktur.
PKK’nın savunduğu ise henüz demokratik bir milliyetçilik
değil, buna kapalı da olmayan, ama henüz Kürt milliyetçiliğinin sınırlarını da
aşamayan arada bir geçiş (veya geçemeyiş) biçimidir.
Bu geçişin hangi yöne doğru olacağı henüz ortadadır.
Ortadoğu çapında veya İstanbul’da bir devrimci yükseliş onu Demokratik Bir
ulusçuluğa doğru iter veya çeker.
Ama böyle bir devrimci yükselişin olmadığı; demokratik bir
ulusçuluğun bir fikir olmanın ötesine gidemediği bir durumda, ters yönde bir
evrim görülecektir.
*
O halde Türk milliyetçisi bu devlet veya hükümetin, Kürt
milletini tanıması onun varlığı ile çelişmezdi, aksine bunu gerektirirdi.
Aynı zamanda Türkiye’de PKK ile görüşülürken, aynı PKK’yı Suriye’de
IŞİD ayarında düşman olarak tanımlamak, kendi içinde çelişkiydi
Bu olmadı ama pek ala olabilirdi barış sürecinin ardındaki
stratejik karar gereği.
Bunun nedeni, Hükümetin, taraf değiştirmiş olmasıdır. Yani
aslında Kürtlerin inkârına dayanan güçler ile (bunlara aptal Türk
milliyetçileri veya ırkçı Türk milliyetçileri veya Ergenekon diyelim) hükümet çıkar ve kader ortaklığına girmiş
bulunmasıdır. Bu yeni stratejiden ani bir dönüş anlamına gelmiştir.
Akıllı bir Türk milliyetçiliği bunu yapabilirdi. Zaten
Öcalan yıllardır karşısında akıllı bir Türk milliyetçiliğinin olmamasından
yakınmıştır. Türkleri, Kürtlerin haklarını tanıdıkları takdirde önlerine
açılacak yeni ufuklar ile ikna etmeye çalışmıştır.
Çünkü Öcalan belki henüz tam bir demokratik ulusçu değildir
ama akıllı bir Kürt milliyetçisidir.
O da bütün akıllı Türk milliyetçileri gibi kendisini
milliyetçi olarak görmemektedir.
HDP veya PKK aslında akıllı Türk ve Kürt milliyetçilerinin
birliğidir.
Henüz demokratik bir milliyetçilikten çok uzaktırlar.
31 Ekim 2014 Cuma
Yazıları e-posta ile otomatik
olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder