Aslında Kobane, gerek askeri gerek politik bakımdan, hiç de öyle
önemli bir stratejik yer değildir. Politik bakımdan değildir, nihayetinde orta
boy bir kasabadır. Askeri bakımdan değildir çünkü ne yolların bir düğüm
noktasıdır; ne coğrafi olarak belli bir bölgeye egemen bir konumu; ne doğal
veya başka zenginlikleri vardır.
Ancak savaşın akışı içinde güçlerin yığılışı öylesine bir
evrim gösterir ki, insan, coğrafya ya da diğer bakımlardan hiçbir önemi
olmayan; hiç bilinmeyen ve önemsiz yerde karşılıklı olarak güçler yığılır güçlerin
böyle bir yığılışı birden bire savaşın sonucu üzerinde hayati bir önem kazanır.
O isimsiz yer, birden bire tüm projektörlerin üzerine odaklandığı nokta olur.
Sonra tekrar bilinmezliğe ve unutulmuşluğa geri döner; varlığını sahnenin
karanlık köşelerinde sürdürmeye devam eder.
Stalingrad da öyleydi. Aslında stratejik bakımdan yüzlerce
kilometrelik nehir boyunda büyücek bir şehirden başka bir yer değildi. Ancak
savaşın akışı içinde, tayin edici bir önem kazandı ve Stalingrad yenilgisinden
sonra Nazi savaş makinesi hiçbir zaman kendini toparlayamadı.
Kobane de benzer bir durumdadır. Türkiye ve Ortadoğu’daki demokrasi
mücadelesinin dolayısıyla geleceğinin izleyeceği yol, Kobane’nin kenar
mahallelerindeki savaşlarda belirlenmektedir.
Kobane’deki bir yenilgi, IŞİD’in Kobane'yi
zapt etmesi, Türkiye’deki hükümete, yeni maceralara atılmak için cesaret ve
yeni keyfi ve anti demokratik uygulama ve yasalar için güç verecektir.
Bu ise, eninde sonunda frenleri patlamış bu arabanın duvara
toslamasıyla son bulacak; Türkiye de Suriye, Irak, Lübnan gibi bir iç savaşa
yuvarlanacak; korkunç acılar yaşanacak demektir.
Bu acıların nasıl olacağını İstanbul sokaklarında çaresizce
yaşama tutunmaya çalışan Suriyeliler bile kavratmaya yetmez. Et kokarsa tuz
basılabilir ama tuz kokarsa bunun çaresi yoktur.
Ama tam tersine, Kobane’de IŞİD’in bir yenilgisi halinde
hükümet hem Ortadoğu’da bu maceracı politikadan mecburen geri adımlar atmak
zorunda kalacak; hem de iç politikada da yeni baskıcı ve keyfi uygulama ve
planlarından geri adım atmak; en azından buları ertelemek zorunda kalacaktır.
Unutmayalım, Türkiye’de devlet ve hükümetler ne zaman
zayıflar ve zor pozisyonlara düşerse, halkın ve demokrasinin konumunda küçük de
olsa, geçici de olsa bir takım ilerlemeler elde edilir.
Bu nedenle Türkiye’deki Demokrasi mücadelesinin kaderi
Kobane’de çizilmektedir. Kobane’de IŞİD’in kuşatmasının kaldırılması ve ciddi
bir yenilgi alması halinde, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi güç kazanır;
hükümet anti demokratik plan ve uygulamalarından geri adımlar atmak zorunda
kalır; hatta “barış süreci”nde bile belki ilk defa somut ve elle tutulur küçük
tavizler vermeye yanaşabilir.
O halde Kobane için her şeyi yapmak her demokratın görevi
olmalıdır. Bütün diğer görevler bekleyebilir. Savaşta zaferin koşulu, güçlerin
en irisini düşmanın en yaralanabilir yerine yığmaktan geçer. Şu her şey
Kobane’deki zafere tabi kılınmalıdır. Çünkü gelecekteki gelişmelerin izleyeceği
yol, Kobane’ye bağlıdır.
Kobane’de de önümüzdeki bir iki hafta hayati önemdedir.
Kobane’de bir zafer ise, “Koalisyon” güçlerinin etkili
bombardımanını sürdürmesine ve Kobane’ye askeri yardımın gelebilmesine
bağlıdır.
Bunu bizzat son olaylar gösterdi. Kobane’ye doğru İŞİD’in ilerlemesi YPG’nin elindeki sınırlı silahlarla mümkün olmuyordu. Eğer geniş Kürt kitleleri harekete geçmeseydi, ABD’nin bombardımana etkili bir biçimde başlaması mümkün olmazdı. ABD’nin bombardımana başlamasının geniş yığınların sokağa akmasıyla doğrudan bağlantısı vardır. Belki yığınlar sokağa çıktığında Türk devletinin provokasyonlarıyla kırka yakın insan öldü ama o kırk kişi aslında binlerce ve on binlerce insanın hayatını da kurtardı denebilir.
Bunu bizzat son olaylar gösterdi. Kobane’ye doğru İŞİD’in ilerlemesi YPG’nin elindeki sınırlı silahlarla mümkün olmuyordu. Eğer geniş Kürt kitleleri harekete geçmeseydi, ABD’nin bombardımana etkili bir biçimde başlaması mümkün olmazdı. ABD’nin bombardımana başlamasının geniş yığınların sokağa akmasıyla doğrudan bağlantısı vardır. Belki yığınlar sokağa çıktığında Türk devletinin provokasyonlarıyla kırka yakın insan öldü ama o kırk kişi aslında binlerce ve on binlerce insanın hayatını da kurtardı denebilir.
Bir an için şu an Kobane’nin düşmüş olduğunu düşünelim. Bu
“barış süreci”nin sonlanması; uzun ve kanlı bir savaşın başlaması; her yerde devletin
baskı ve terörünün dizginlerinden boşanması; buna karşılık, Kürt hareketinin de
aynı biçimde cevap vermesi; hatta azgınlaşan ve cesareti artan Hükümetin
Suriye’ye ve Rojava’ya girmesi; Buna karşı direniş için Rusya, Çin gibi global;
İran gibi bölgesel güçlerin örneğin PKK’ya ve Türk işgaline direnenlere silah
akıtması ve çok kanlı ve yıkıcı bir sürecin başlaması demek olurdu.
Aslında geniş yığınların serihildanı son derece yerinde ve
başarılı olmuştur; ABD’nin etkili bir bombardımana başlamasının yolunu açmış;
bütün güç dengesini ve olayların akış yönünü değiştirmiştir. Ayından beri
dediğimiz gibi, Kobane’nin kaderi Kobane’deki askeri savaşlarda değil;
Kobane’nin dışındaki mücadelelerde belirlenecektir ve de öyle olmuştur.
Evet, kitlesel protestolar “Koalisyon”un uçaklarla daha açık
bir desek vermesine yol açmış ve bir zaman kazanılmıştır ama hala her şey
ortadadır. ABD hala ısrarla, Kobane’nin düşme tehlikesinden söz etmektedir. Bu
ifadeler askeri değil politik anlamdadır. Yani politik ilişkiler değişebilir;
Kobane’ye destek azalabilir ve Kobane düşebilir anlamında okunmalıdır.
Bombardımanın. Çünkü Koalisyon hala yapabileceğinin küçük bir bölümünü
yapmaktadır. Hala hava akınlarının etkisizliğinden söz etmektedirler örneğin. Hâlbuki
bugün ellerindeki teknik olanaklarla seçilmiş kişileri bile vurabilirlerken
bombardımanların isabetsiz kaldığından söz etmeleri anlamlıdır. Eldeki teknik olanaklarla
neler yapılabileceğini Fransa’nın pek ala Çad’ta gösterdiğini yazmaktadır
örneğin bir Alman yorumcu.
Örneğin ABD istese insansız ve havada saatlerce kalabilen
Drohnen uçaklarıyla ve bunların nokta vuruşları yapabilenleriyle istediği an
Kobane gibi küçük bir yerin çevresindeki IŞİD’i istediği gibi avlayıp; aynı
zamanda helikopter veya paraşütle YPG’ye askeri malzemeyi iletip, İŞİD’in ciddi
bir yenilgi almasını sağlayabilir. Kaldı ki Kobane’nin çevresinde neredeyse
sivil de yoktur; boş köyler vardır ve “kolateral” zarar olasılığı da neredeyse
sıfırdır.
Ancak bunları yapmıyor.
Çünkü bir yandan da Türkiye ile müzakereler sürüyor. Türkiye
PKK ile İŞİD aynıdır diyerek; Türk Genel Kurmayı YPG’yi terör örgütü olarak
tanımlayarak, ABD’ye böyle bir yardımı kabullenmeyeceği mesajını vermektedir.
ABD de bunun karşılığında o zaman siz daha fazla angaje olun; hatta yerdeki
askeri birlikler Türk ordusu olsun diyerek, Türkiye’nin askeri gücünün İslam
Devleti’ne karşı bir düzenli ordu olarak savaşa girmesini istemektedir.
Ancak bunu açıktan ifade etmemekte; Erdoğan ve Davutoğlu’nun
Şam’da namaz kılma hayallerini gerçekleştirmelerinin mümkün olabileceğinin ama
bunun karşılığının olduğu mesajını vermektedir.
ABD’nin Türkiye’nin diplomatik kabalıklarına katlanması;
hava hücumları etkisiz demesi; Kobane hala düşebilir demesi; CIA’nın
silahlandırma etkili olamıyor raporları vs. hepsi aslında bir pazarlığın
sinyalleridir.
PYD’ye ve Kobane’ye şu an atılan bombalar; Türkiye’nin pazarlık
gücünü azaltmak içindir aynı zamanda. Kobane’yi düşmekten kurtarır ama ona hala
tayin edici zaferi vermez.
Bu nedenle, ABD ve İngiltere, hükümetin ve Ergenekon’un PKK’yı
ve YPG’yi ezmeye; İŞİD ile komşu devlet olmaya yönelik politikasına şimdilik
hayır demekte; Türk hükümetini, Şam’da namaz havucu ve YPG sopasıyla hizaya
getirmeye çalışmakta; silahlanmış ve zafer kazanmış bir YPG ve PKK sopası ve ezilmiş
bir Kürt hareketi ve Şam’da Emeviye Camii’nde namaz havucunu göstermektedir.
Türkiye’nin Kürt ve PKK fobisiyle ABD’nin her istediğine
evet demesi ve böylece adım adım ABD’nin bütün taleplerine evet demesi
yıllardır uyguladığı politikadır. Türkiye Kürtler ve PKK ile ittifak yapacak
yerde; inkâr ve savaş politikasını
sürdürmek için, her seferinde ABD’nin bir isteğine evet demiştir, Barzani ve Talabani’ye
yeni bir hareket alanı ve mevzi vermiştir.
Aslında Irak’taki bugünkü fiili Kürt devleti bile PKK’nın verdiği
mücadelelerin bir yan ürünüdür. Onlar varlıklarını Türk hükümetinin PKK
alerjisine borçludurlar.
Şimdi de benzerinin olması mümkündür. Koalisyon’un güçlü
kara gücüne ihtiyacı var. Silahlandırmak işe yaramıyor diyen CIA raporları
ortalıkta uçuşuyor; neo konservatifler, böyle havadan olmuyor; kara gücü gönderelim
diye baskı yapıyor. O halde bir kara gücü bulunmalı.
Bunun için iki aday var.
Ya gerçekten İŞİD’e karşı olağanüstü bir başarı gösteren
YPG; dolayısıyla PKK desteklenecektir. Çünkü diğerlerinin hem savaş yeteneği
yoktur; hem de onlara verilen silahlar kolayca karşı tarafa geçebilir ve
güvenilmez; ya da Türk devleti ordusunu oyuna sürecek; aman PKK/YPG’ye silah
verme; ben bu işi daha iyi yaparım diyecek ve bu hizmetinin karşılığında da
YPG’yi bir kurban olarak alacaktır.
Şimdi pazarlık bunun üzerinedir. Davutoğlu’nun Kayserilinin
yaşlı anasını boyayıp babasına yeni gelin diye satmaya kalkması gibi, yeni
güvenli bölgeler planı vs. bütün bu bağlamda anlaşılabilir.
Ancak bütün bu pazarlıklar ve güçlerin mücadelesinde tayın
edici olan kimin karşı tarafı tecrit edeceğidir.
Bu ise bir strateji sorunudur; taktik veya örgütsel bir
sorun değil.
Ve bu alanda maalesef HDP gerekenleri yapmaktan çok uzaktır.
Örneğin HDP, İŞİD’in Kobane’ye saldırısının esas nedeni;
orada oturtulmaya çalışılan laik ve az çok demokratik sistem olmakla birlikte;
Kobane’ye Kürtlüğünden dolayı saldırılmadığı; her bakımdan çok açık olmakla
birlikte; hala Şehirlerin yaşam tarzından dolayı kendini tehlikede gören
kesimlerini; Alevileri Kobane için direnmeye ve Kobane’yi desteklemeye çağırmış
değildir. Onları bu mücadeleye katmaya yönelik bir stratejisi, diplomasisi ve
eylem planı yoktur. Bunun sonucunda örneğin, Kadıköy vapurunda birer yedek güç
olabilecek kimseler, Kobane afişi asanlara rahatlıkla saldırabilmektedirler.
Ya da giderek önem kazanan uluslar arası sempatinin nedeni,
Kürt olma değildir; kadınların elde silah İŞİD’e direnişi; çizdikleri modern
kadın profilidir.
Tekrar ediyoruz, Türkiye ya da bu hükümet “YPG veya PKK
şimdi İŞİD’e karşı bir başarı kazanırsa benim için daha büyük dert olur; en
iyisi ben orduyu İŞİD’e karşı savaşa sokar gibi yapıp Suriye’ye gireyim; bu
arada hem Rojava’yı ezmiş olurum; hem de “koalisyon” tekrar bana itibarımı
vermiş olur; hem de yaklaşan iktisadi krizin yaratacağı memnuniyetsizliği bu
yöne kanalize etmiş olurum” derse, ABD bir anda askeri desteği ve bombardımanı
kesebilir. Bu da İŞİD’in Kobani’yi düşürmesi veya Türkiye’nin İŞİD’e karşı
Kobane'yi destekleyeceğim diyerek Kobane ve Rojava’yı işgal etmesi anlamına
bile gelebilir.
Bu olasılık hala masada durmaktadır.
Bu nedenle, Salih Müslim, “Kısa zamanda Kobani'nin kurtuluş müjdesini dünyaya duyurmayı ümit
ediyoruz" derken çok erken konuşmuş oluyor. Müslüm ayrıca “Umuyoruz ki Türkiye, önümüzdeki süreçte
koalisyon güçlerinin yanında etkin bir rol üstlenerek, IŞİD'e karşı olduğunu
ispatlar” demiş.
Bu da yanlış kanımızca. Türkiye’nin Koalisyon güçlerinin yanında
olması demek; fiilen Koalisyona Kürt özgürlük hareketinin ezilmesi karşılığında
onların askeri olmayı kabul etmesi demektir. En iyisi Türkiye’nin Koalisyon’un
yanında olmaması; onlarla ilişkilerinin çok kötü olmasıdır. Erdoğan ve
Davudoğlu'nun şimdiki kendilerini tecrit edici politikalara devam etmesidir.
Türk devleti hala yenilgiyi kabul etmiş değil. Lazkiye,
İdlip, Halep ve Kobane’yi “güvenli bölge” yeapalım diyor. Yani bütün kuzey Suriye'yi
işgal. Güveni kem sağlayacak? Türk ordusu. Bunun Kediye ciğer emanet etmek
olduğunu çocuklar bile bilir.
Ayrıca her “güvenli bölge”nin güvenliğini sağlamak için onun
etrafını da güvenli bölgeye çevirmek gerekir. Tabii bu sefer o güvenli bölgeyi
de güvenli yapmak için onun da etrafını bir güvenli bölgeyle çevirmek gerekir.
Yani aslında Şam’a kadar uzanacak bir “güvenli bölge” hayalidir bu. Şam’a gidince de Emeviye Camii’nde bir namaz
eda etmeden olmaz.
Haritayı açıp bakarsanız Davudoğlu’nun saydığı yerlerin aslında
bunun Esad rejimini kuşatmak; Rojava’yı boğmak ve Suriye’yi işgal etmek
anlamına geldiği görülür. Suriye’nin doğusu da İŞİD’e bırakılmaktadır. İslam
Devleti ile de komşu devlet olarak her türlü iş yapılacaktır. Ayrıca o da
Kürtlere karşı bir sopa olarak kullanılacak demektir.
“Hava saldırısıyla bu iş olmaz, kara birlikleri de yollayalım”
diyen neo konservaflerin baskılarına karşı koymak için pek ala Obama bu plana
evet de diyebilir.
Elbette bu gibi gelişmeler karşısında Rusya, Çin, İran vs.
de armut toplamayacaktır.
Dikkat edelim bütün bu zincirleme reaksiyonların başlaması
veya durması Türkiye’deki mücadelelere bağlıdır. Bunun böyle olduğunu bizzat
son serihildan ve ona bağlı olarak ABD’nin bombalamaya başlaması gösterdi.
Peki, Türkiye’de ne yapmak gerekir?
Öncelikle Kobane’nin bir Kürt savaşı olduğunu ha bre
söylemekten vazgeçmek gerekiyor. Bu söylem belki kısa vadede Kürtleri harekete
geçirmektedir ama uzun vadede Kürtleri de tecrit etmektedir.
Kobane demokrasinin ve laikliğin savaşı olarak görülmelidir.
Ayrıca bunu söyleyen,
Kobane’yi yaşam tarzı ve politik sisteminden dolayı hedef aldığını
bizzat İŞİD’in kendisi ifade ediyor.
HDP hala Alevilere ve “yaşam Tarzı” nedeniyle kendini baskı
altında hisseden geniş yığınlara, yani Gezi’de sokağa çıkarlara yönelmiş ve
onları sokakta demokratik olarak mücadeleye ve Kobane’ye desteğe çağırmış değil.
Aslında Kobane’de Kürtlerden çok onlar için savaşılıyor.
Örneğin Demirtaş o basın toplantısında Alevileri ve “yaşam
tarzı” nedeniyle baskı altına alınanları pek ala gösteri hakkını kullanmaya
çağırabilirdi.
Bunu yapmış değil.
Öte yandan hükümetin bu yeni yasa tasarıları açıktan açığa Türkiye’deki
halka bir savaş ilanıdır.
Tüm halk, anayasaya
göre kimse izin almadan gösteri yapma hakkına sahiptir ve bu hakkı kullanması engellenemez
diyerek protestoya çağrılabilir.
Bunun için CHP ittifaka ve birlikte sokağa çıkmaya
zorlanabilir.
Şu an acil olarak yapılması gereken bunlardır.
Bunlar hükümeti köşeye sıkıştırır; hareket kabiliyetini
azaltır ve Kobane’ye en etkili yardım olur.
Kobane’ye yardım demek ise Ham Türkiye’deki demokrasi
mücadelesine yardımdır hem de Kürtlerin üzerindeki baskıya karşı mücadeleye.
Güçlerin dizilişi hiç olmadığı kadar uygundur. Bunun
değerlendirip ön yargılar da kırılabilir.
Ancak bu yetmez, aynı zamanda stratejik olarak köklü bir
değişiklik yapma gereği ortada durmaktadır.
Cengiz Çandar’ın bugünkü yazısı ibret vericidir. Lübnan,
Yugoslavya’dan örnek veriyor,
Şöyle yazıyor:
“Lübnan’da yıllar boyu
yaşadım. Beyrut’un “Ortadoğu’nun Paris’i”, Lübnan’ın ise “Ortadoğu’nun İsviçre’si”
olarak tanımladığı dönemi de bilirim. O dönemleri de yaşadım.
1970-1971 yıllarında
birisine Lübnan’da yakında iç savaş çıkacağını ve bunun yaklaşık 15 yıl
süreceğini, bittikten sonra da ülkenin tam yerine oturmamış olacağını söylese,
o kişiye aklını deli nazarıyla bakılırdı.(…)”
“1982 yılında,
Saraybosna’da “Kış Olimpiyatları” yapılmıştı. Beyrut’ta elektrik gelen
saatlerde televizyon haberlerinde Saraybosna Kış Olimpiyatları görüntüleri
ekrana yansırdı. O sırada birisi çıkıp, “Bir 10 yıl sonra, Saraybosna,
Beyrut’tan beter olacak, Bosna’da savaş yaşanacak” dese, ona da deli muamelesi
yapılırdı.”
Şimdi Suriye ve Irak ortada, Afganistan ortada.
Yapılması gereken programatik ve stratejik köklü değişiklik
nedir?
Dikkat edin bütün buralarda politik birimler dille, dinle,
hatta aşiretlerle belirlenmektedir.
Bugün Kobane’de de öyledir.
Kürt hareketi ve Öcalan’ın henüz anlayamadığı budur.
Bugün Kobane’de kurulmaya çalışılan, yeni değildir. Bir
zamanların Üçüncü Enternasyonal’inin Balkan Federasyonu’ndan ilham almış
Tito’nun Yugoslavya’sı da şimdiki Kobane veya Rojava’nın modelinden farklı bir
model kurmuyordu.
Ulusçular ulusçuluğu başka ulusları inkâr olarak
tanımlarlar.
Ulusçuluk, başka ulusları inkâr değildir.
Başka ulusların haklarını tanımanın kendisi ulusçuluktur.
Örneğin Enternasyonalizm ulusçuluktur.
Çünkü ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması
ilkesidir.
Enternasyonalizm de bu ilkeye dayanır.
Marksizm enternasyonalizm olduğu için; yani ulusçu olduğu için iflas etmiştir politik olarak.
Enternasyonalizm de bu ilkeye dayanır.
Marksizm enternasyonalizm olduğu için; yani ulusçu olduğu için iflas etmiştir politik olarak.
Ulusçuluk ulusal birimle politik birimin çakışmasını kabul
eden ilkedir.
Ulusal birimi nasıl tanımlayacağınız ise sizin nasıl bir
ulusçu olduğunu belirler.
İki türlü ulusçuluk vardır.
Ulusal olanı, yani politik olanı, dille, dinle tanımlayan; ulusal olanı dille dinle tanımlamaya karşı tanımlayan.
Ulusal olanı, yani politik olanı, dille, dinle tanımlayan; ulusal olanı dille dinle tanımlamaya karşı tanımlayan.
Birincisi gerici ve karşı devrimci ulusçuluktur; ikincisi nispeten
demokratik ulusçuluktur.
Bugünkü dünyada bunların ikisi de insanlığa bir çıkış yolu
sunmaz ama ikincisi azından bölge için bir geçici çözüm olabilir.
Dillerin ve Dinlerin eşit veya oranları oranında temsili
onların her birini politik birim olarak tanımlamak ama bu birimin de dille veya
dinle tanımlanması anlamına gelir.
Dolayısıyla dile dine dayanan cemaatler ve bunların temsili, karşı devrimci ulusçuluğun yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Bunların birbirinin varlığını kabul etmesi veya verili dengeler içinde belli uzlaşmalar yapması gerici ulusçuluğun egemen olmadığı anlamına gelmez.
Dolayısıyla dile dine dayanan cemaatler ve bunların temsili, karşı devrimci ulusçuluğun yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Bunların birbirinin varlığını kabul etmesi veya verili dengeler içinde belli uzlaşmalar yapması gerici ulusçuluğun egemen olmadığı anlamına gelmez.
Bu işlerin ilk kötüye gidişinde bunlar birbirini boğazlayacaklar
demektir.
Gerçek demokratik ulusçuluk, tam da buna karşı var olabilir.
Demokratik Ulusçuluk ile gerici ve karşı devrimci ulusçuluğun farkını, bizzat Marks’ın sözüyle ifade etmeyi deneyelim.
Marks “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” demişti.
Dikkat edilirse, burada ulusların hep dile, dine dayanan birimler olduğu veya olacağı varsayımı vardır.
Demokratik Ulusçuluk ile gerici ve karşı devrimci ulusçuluğun farkını, bizzat Marks’ın sözüyle ifade etmeyi deneyelim.
Marks “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” demişti.
Dikkat edilirse, burada ulusların hep dile, dine dayanan birimler olduğu veya olacağı varsayımı vardır.
Bu bizzat en gerici ulusçuluğun Marks tarafından ifadesi ve
savunusuydu.
Hâlbuki Marks’ın hayatında anlayamadığı ve uygulayamadığı ve
bir program maddesi haline getiremediği ilke şu olmalıydı:
“Ancak herhangi bir
dil veya dinle tanımlanmış ulusları (politik birimleri) ezen bir ulus özgür olabilir.”
Marks’ın hatasını Lenin ve Troçki de sürdürüyordu:
Örneğin Lenin “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”
diyordu.
Burada da yine ulusların dille dinle tanımlanmış politik
birimler olacağı varsayımı vardır.
Ve tam da bu nedenle ABD başkanı Wilson, bu ilkeyi savundu.
ABD bu ilkeye dayanarak, “Ulus İnşası” yapıyor.
Doğru politika ve şiar ise, “ulusları dille, dinle tanımlama hakkının reddedilmesi” olabilirdi.
O halde, sonuç Kürtlerin ve Kürtlüğün de tanınması değil,
Türklüğün, Araplığın da tanınmamasıdır.
Tıpkı gerçek bir laik ülkede, Aleviliğin tanıması değil; Sünniliğin de tanınamaması olduğu gibi.
Tıpkı gerçek bir laik ülkede, Aleviliğin tanıması değil; Sünniliğin de tanınamaması olduğu gibi.
Ancak böyle bir strateji ile Ortadoğu’daki bu tarihsel fırsatı
Kürt hareketi değerlendirebilir ve bütün bir demokratik Ortadoğu ulusunun doğumuna
ebelik edebilir.
Ama bunun içinin de Kürt hareketinin Kürt hareketi olmaktan
çıkıp bir demokrasi hareketi olması gerekmektedir.
16 Ekim 2014 Perşembe
Yazıları e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz
şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder