Bugün Kobane
bağlamında günlük gelişmeleri yorumlamaktan ve strateji ve program konusundaki
deneyleri incelemeye devam etmektense iki yazıyı olduğu gibi aktararak bilgi
kirlenmesine ve sloganlaşarak giderek anlam yitirmeye de dikkati çekmek istiyoruz.
*
Suphi Nejat Ağırnaslı,
Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’tan gelen adıyla; Denizlerin Avukatı Niyazi
Ağırnaslı’dan gelen soyadıyla; sosyalist ve sürgünlerde bu devletin baskısının
acısını her zaman çekmiş bir ailenin çocuğu olmasıyl; Ermeni olmamasına rağmen,
1915’te İttihat Terakki tarafından asılan Ermeni Sosyalisti Matteos Sarkisyan’ın takma adı olan Paramaz adını almasıyla; bir Alevi
olmamasına rağmen takma soyadı olarak Kızılbaş’ı
seçmesiyle; Kürt Özgürlük Hareketi ile birlikte Kobane’deki savaşa
katılmasıyla; sanki soyunun ve isimlerinin kendisine yüklediği ağır sorumluluğu
bilerek ve seçerek doğrulamak istercesine, ölümüyle bir manifesto (bildiri)
yayınladı.
Paramaz’ın görüşlerini birinci elden, kendi dilinden
okumak en iyisi olacaktır diye düşünerek kendisiyle yapılmış bir söyleşiyi
aktarıyoruz. Söz Paramaz’ın.
(Söyleşiyi
İştiraki’nin sayfasından aktarıyoruz. http://istiraki.blogspot.com.tr/2014/10/nejat-agrnasl-soylesisi.html
)
*
İkinci Yazı da
Muhammed Cihad Ebrari’nin. Muhammed Cihad da biraz Suphi Nejat gibi. O da
“Politik İslam”ın içinden gelen bir isim. Muhammed Cihad’ın kaba genellemelerin
yanlışlığına dikkati çeken ve uyarılarla dolu “IŞİD,
Hizbullah, ‘süreç’ gündemine dair notlar”başlıklı yazısını aktarıyoruz.
Yazı kendisinin “Barışı Yaşamak ve Yaşatmak İçir Barış
Yurdunda Buluşmak Üzere” alt başlığını taşıyan bloğundan alınmıştır:
http://ebrari.wordpress.com/2014/10/13/isid-hizbullah-surec-gundemine-dair-notlar/
15 Ekim 2014 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Nejat Ağırnaslı Söyleşisi
Evi basılarak ders programına "örgütsel döküman"
denilerek el konulan ve KCK davası kapsamında gözaltına alınan Nejat
Ağırnaslı’yla, KCK davasını ve Kürt sorununa devletin bakışında gelinen süreci
konuştuk...
Okmeydanı'nda kaldığı ev basılarak 29 Nisan'da gözaltına
alınan Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümü yüksek lisans öğrencisi Nejat
Ağırnaslı, daha sonra serbest bırakılmıştı.
Marksist.org, ders programına "örgütsel döküman"
denilerek el konulan ve KCK davası kapsamında PKK/Kongra-Gel üyesi olduğu iddia
edilen Nejat Ağırnaslı'yla bu süreci ve Kürt sorununu konuştu...
Marksist.org: Son
birkaç haftada binlerce kişi KCK kapsamında gözaltına alındı. Yüzlerce tutuklu
var. Siz de 29 Nisan günü gözaltına alındınız. Arkadaşlarınızın kurduğu blog
sayesinde tutuklanma gündeme geldi. Nasıl gelişti süreç?
Nejat Ağırnaslı:
Cuma günü, Okmeydanı'nda arkadaşlarla kaldığımız ev basıldı. Özel olarak benim
için gelmişler. İddialarına göre ben, PKK/Kongra-Gel üyesiymişim. Evi aradılar,
Mahir Çayan, Mazlum Doğan resimlerinden işkillendiler, “devlet büyüklerimiz de
buradaymış” şeklinde alaycı bir tavrı vardı polislerin. Ardından Vatan
Caddesi'ndeki Terörle Mücadele Şubesi'ne gittik. İki saat bekledikten sonra
uçakla Amed'e götürüldük. Polisler, uçakta İçişleri Bakanlığı ile görüşürken
"meseleyi hallettik" dedi. Benim yorumum şu; devlet, geri tepen YSK
darbesine karşı bir rövanş almak istedi yurtsever gençlerden.
Akademik kimliğim aslında oldukça siliktir, talidir. Ben de
aktif bir sosyalist olarak Kürt Özgürlük Hareketi'nin mücadelesini kalbimde
kendi geleneğim sayıyorum, kendimi Türkiye devrimci hareketinin organik bir
parçası olarak konumlandırmaya çalışıyorum. Bugüne kadar yürüttüğüm tüm siyasî
faaliyetler en nihayetinde Türkiye'nin en temel siyasî sorunu olan Kürt sorunu
ile bir biçimiyle alakalı olduğu için kepçeye dâhil edildim. Üç gün Amed'de
kaldık. Ardından mahkemeye çıkarıldık. Bu sefer KCK üyesi olmakla itham
edildim. Soruşturmayı yürütenler aradaki farka vâkıf değiller belli ki.
Suçlamalar, hayalî gizli tanığın beyanatlarına dayandırılıyordu: Bizi bir
yerlerde görmüş, zaten tanışıyormuşuz vs.
Üniversitedeki arkadaşların hazırladığı blog'u sonradan
öğrendim. Beyaz Türk bir akademisyen profili çizilmiş. Tabii bu durum, Boğaziçi
Üniversitesi'nin çoksesliliğinden kaynaklanıyor. Bazı arkadaşlarımız, kendi
cephelerinden gayet duyarlı bir biçimde bir tepki örgütlemişler.
Akademisyenlerin ve arkadaşların duyarlılığı bir
üniversiteden beklenmeyecek kadar iyiydi. Ancak mesele şu; siyasetin
meşruiyetinin sınırı neresi? Siz, Kürt meselesini araştıran bir sosyoloji
öğrencisiyseniz ve tesadüfen kepçeye dâhil edilmişseniz, bu gayet vicdanları
sızlatan bir durum. Fakat aktif bir PKK'liyseniz ve bu doğrultuda çalışmalar
yapıyorsanız, tutuklanmışsanız, bu durum gayrimeşru bir durum olarak görülüyor.
Diğer tutuklanan arkadaşların örgütle ilişkisini bilmiyorum, benim PKK'yle bir
ilişkim yok. Ama şunu kesin bir şekilde söyleyebilirim; Kürt halkının vermiş
olduğu 30 senelik mücadele, sonuna kadar ve bütün boyutlarıyla meşru bir
mücadeledir. Bugün Türkiye'de Kürt meselesini konuşabiliyorsak eğer, Mazlum
Doğan'ların yaktığı kıvılcım sayesindedir.
Soruşturma esnasında polis bile "sen Türk'sün ne işin
var onlarla" diyebiliyor. Çünkü TC, düşünsel bir damarın, zinde toplumsal
bir hareketle buluşmasını istemiyor. Türkiyeli sosyalistlerin ve entelektüellerin
Kürt Özgürlük Hareketi ile herhangi bir yakınlık kurmasını istemiyor.
Aynı baskında başka
arkadaşlarınız da tutuklandı. Onların akıbeti nedir? KCK davasıyla klasikleşen
absürt kanıtları açılan blog vesilesiyle öğrendik, aklınızda kalan başka ilginç
ayrıntılar var mı?
Bilgisayarıma el kondu. Ders notlarım, haftalık ders
programım kanıt olarak geçti. Savcılıkta konuyla alakasız sorular soruldu.
"Sen sosyalist misin?", "Kapitalizm nedir?" vs... Ortada
hiçbir somut delil yok. Davanın ciddiyeti bu seviyede. Boğaziçi'nden bir
arkadaşımız bu dava kapsamında tutuklandı, bir diğeri polis tarafından
sistematik bir biçimde taciz ediliyor.
Kürtler cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana siyasetin dışına itiliyor. Eskiden katliamla, zorla,
işkenceyle yaptığını, şimdi KCK davasıyla yapıyor. Dersim katliamının,
Diyarbakır cezaevinin yerini KCK davası aldı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
TC, meseleyi kriminalize ederek KCK'nin ortaya koyduğu
siyasî projenin konuşulmasını engelliyor. Siyasî mahkûmları koz olarak
kullanmak istiyor. Mahkeme sürecini konuşmaktan demokratik konfederalizmi
konuşamıyoruz. Seçimlerden sonra yeni anayasa yazılması gündemde. Devlet
gücünün yettiğince kendi sözünü geçirmeyi hedefliyor besbelli. Bunu da Kürt
halkının aktif unsurlarını hukuku âlet edip sindirerek başarma gayretinde.
Resmî ideoloji ile kurduğu ilişki bir yana, AKP de bu damarın devamcısı, bu
siyasî çizginin yılmaz savunucusu konumunda.
Türkiye'de devletin toplumla ilişkisi, patronaj usulü. Halkı
siyasetin bir öznesi olarak görmekten kaçınıyor. Öğretmeni, imamı, kaymakamı ve
tüm sivil-idarî organizasyonu toplumu resmî ideolojiye hapsetmek için seferber
olmuş durumda. Bu noktada Kürt hareketini farklı kılan husus, projeyi
tasarlamaktan öte, hayata geçirmesi. Kürtlerin kendi gündemini yaratması, tartışması,
fiiliyata dökmesi devleti ters köşeye yatırıyor. TC, bölge için alternatif bir
proje sunamıyor. Kolayı seçip sırtını yasladığı geleneği tekrar ediyor.
Katliamla yapamadığını tutuklamalarla yapıyor. İmha edemediğini inkâr ediyor.
Ayrıca, TC'nin Batı için de bir projesi yok. Yönetenler nasıl yöneteceklerini
bilemiyor, yönetilenler ise kendilerini yönetme iradesini açığa çıkarabilir,
Kürtler buna öncülük ediyor.
Marksist.org
23 Mayıs 2011 Pazartesi
*
IŞİD, Hizbullah, ‘süreç’ gündemine dair notlar – M.C. Ebrari
Kürt Hizbullah’ının, Hüda-Par’ın katliamcı, dayatmacı,
zorba, baskıcı zihniyet açısından
IŞİD’den aşağı kalır bir yanı olmasa bile IŞİD’le bir alakası, dayanışması,
ilişkisi, ortaklığı yoktur. Elbette bir çoğu IŞİD’in YPG’ye yani dolaylı olarak
PKK’ye verdiği zarardan memnundur, zira hayata yaklaşımlarının temelinde PKK
düşmanlığı vardır, varlık sebepleri budur denilebilir. Hizbullahçı olup
sonradan selefiliğe kayan ve yine PKK düşmanlığından başka bir ‘mücadele’
bilmeyenlerin, PKK’den ‘intikam’ almak isteyenlerin de IŞİD’i bir şekilde
desteklemişlikleri ya da İŞİD’e katılmışlıkları vardır. Ancak dediğim gibi
Hüda-Par (Hizbullah) ve çevresinin IŞİD’le bir dostlukları, dayanışmaları
yoktur. Bilakis IŞİD açıkça Kürt Hizbullah’ını da tekfir etmiştir, hatta bölgede
IŞİD’çilerle Hizbullahçıların birkaç didişmesi dahi olmuştur. Hizbullah Suriye
meselesinde kasıtlı olarak ve farklı sebeplerle muamma siyaseti gütmektedir,
Türk İslamcılar’dan çok daha pasif bir pozisyondadır. Elbette siyasi, sosyal
baskı oluşturulmalıdır ama IŞİD’in acısını TC ya da Kürt Hizbullah’ı üzerinden
çıkarmaya çalışmak, IŞİD’e bunlar üzerinden darbe vurmaya çalışmak yanlıştır.
İkisi de faşist olabilir ama İşçi Partisi’ne kızıp kızıp CHP’ye hatta MHP’ye
saldırmak gibi bir şey olur.
- Açık, aleni bir saldırı olmadıkça Hüda-Par’la didişmek,
vuruşmak tamamen onların yararınadır, ki öyle de olmuştur. Seçimlerde bir belde
bile alamamış bir kurum çok fazla büyütüldü, konuşuldu, konuşturuldu. Güçlü ve
onurlu bir ayaklanma bu gereksiz kavganın gölgesinde kaldı.
- Hüda-Par’ın IŞİD’e karşı yüksek sesle itiraz etmemesinin
sebebi bölgede IŞİD karşıtlığının tek ve gerçek yerinin PKK olmasından
kaynaklıdır. Böyle bir itiraz yaptığı anda asıl görevi olan PKK düşmanlığı
yapamaz. PKK mevzu bahis olmasa IŞİD’e gerçekten ağzına geleni sayabilecek bir
örgüt.
- Türkiye İslamcılığının kaç kuruşluk değeri olduğunu
görmeniz için var olan pek çok örnekten konuyla ilgili olan bir tanesini
paylaşmak istiyorum;
Dün Hizbulvahşet dedikleri, jitem dedikleri, cinayet çetesi
dedikleri, İslam düşmanı dedikleri, işkenceci caniler, İslam’la,
Müslümanlarıkla alakaları yok dedikleri Kürt Hizbullahı:
http://www.haksozhaber.net/okul/article_detail.php?id=2629%20haksoz%20hizbulllah
Bugün söz konusu iktidarcılık ve PKK düşmanlığı olunca, aynı
Hizbullah’la beraber ‘PKK çetelerine karşı Müslüman halk el ele’ , dünün
‘katilleri, canileri, kontraları’ bugün ‘şehid edilmişler’ PKK cami yakmış,
Kuran kursuna saldırmış, Kuran yakmış, başörtülü bacıma saldırmış, eşi
başörtülü olan birine saldırmış, camide içki içmiş, camilere ayakkabılarıyla
girmiş. Utanmasalar ölü IŞİD’çi haberlerini ‘PKK cebinde Kuran olan Müslümanı
şehid etti’, ‘PKK eşi peçeli mütedeyyini katletti’, ‘PKK’nin öldürdüğü dindar
genç öğle namazını yeni kılmıştı’ diye haber yapacaklar. Bağdadi’yi PKK
öldürürse emin olun ‘PKK cami imamını katletti’ diye haber yapıp Bağdadi’nin
hutbe verme resimlerini paylaşırlar. Bu kadar ucuz din taciri bunlar :
http://www.haksozhaber.net/fatih-camiinde-sehitlere-dua-pkkya-lanet-foto-52815h.htm
Çözüm süreci ve Rojava/Kobani üzerine
- Çift dilli söylem, yerine ve zamanına göre değişken söylem
tüm taraflarca bırakılmalıdır. Bu siyaset tarzından hiç bir taraf fayda görmez.
Kökten silip atan, rest ve blöf çıkışlara da tüm taraflar son vermelidir.
Devlet ve iktidarın hem Kürt sorununda, hem Suriye-Rojava’da sorunun kendisi
olduğunu, Suriye’nin bu kan ve acı dolu halinin en büyük sorumlusunun da AKP
olduğunu bilmeli, unutmamalı, unutturmamalıyız. Ancak ‘çözüm süreci diye bir
süreç yok’ diyerek bu kaygan zeminin tamamen işlevsiz kalmasına vesile olmak
yanlıştır. En başından beri sürece gerekli önem gösterilmemiş,
içselleştirilememiş, savaş mücadelesi barış için mücadeleye evrilememiş,
direnen barışın sesi olunmamış, büyük emekleri görmezden gelerek, ne kadar
asgari, yetersiz ve sorunlu da olsa diyalog masasını tümden yıkıcı siyaset
geliştirilmiştir. Kısaca sorun direngenlikte, mücadelede değil söylem, bilinç
ve yaklaşımdadır. Elbette mücadele en çok bugün yükseltilmelidir, halk en çok
bugün direnişe katılmalıdır, sokak en çok bugün haykırmalıdır.
Defalarca esasında ciddi bir sorun olmadığı halde en ufak
sorun ve anlaşmazlıklarda taraflar birbirlerine ‘artık yeter, hucüm!’ naraları
atarak perde önüne çıkmakta, halklar perde arkasıyla alakasız bir sahneyle
karşılaşmaktadır. Masanın, diyaloğun işlevsizliği yüzünden değil bugüne kadar
yapılagelen bu tür yanlışlar yüzünden gerçekten ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır.
Devlet de dahil tüm kurumsal taraflar bu yanlışa az ya da çok düşmüş
görünmektedir. (Masanın kurucusunu ve gerçekten barış mücadelesini
içselleştirerek omuzlayan adı bilinmeyen niceleri tenzih ederim)
Aynı şekilde TC ile Rojava üzerinde de yine her tür
aymazlığa, dayatmacı yaklaşıma, hem suçlu hem güçlü söyleme rağmen perde
arkasında küçümsenmeyecek ortaklıklar söz konusu iken ‘AKP IŞİD’dir, IŞİD’le
mücadele edildiği gibi AKP ile de mücadele edilecek’ söylemi ‘PKK/PYD IŞİD’dir’
ile karşılık buldu. Silahla konuşanlar dışında sözün değerinin olmadığı
Ortadoğu coğrafyasında, Ortadoğu’nun en direngen ve en demokratik toplumsal
gücünün tüm taraflarla diyalog ve müzakere ile sorunların çözümünde en ısrarcı
tutuma sahip olması gerekir. Aksi halde hem doğusundan batısına çok yönlü
kuşatma altında olan aynı zamanda da altın çağını yaşayan Hareket’in öncelikli
görevi olan ve artık varlık sebebi olan ‘inşa süreci’ darbe yiyecek, tutunması
zorlaşacak hem de ne kadar az da olsa diyalogun zemin açtığı ve büyük
fedakarlık ve emeklerle elde edilen kazanımlar da kaybedilecektir.
- HDP-HDK-DTK-DBP eş sözcülerinin yaptığı açıklama içeriden
ve tabandan bu sorunlar yüzünden eleştiriler almaktadır. Yoksa çözüm süreci
hatta daha da evvelinden beri var olan asıl siyaset budur, asıl yaklaşım budur,
bugüne kadar da hep böyleydi, nitekim bugün de böyle. Böyle olması da gerekir
zira vakıa budur. Evet, perde arkasındaki her şeyin hemen herkesçe bilinmesi
gibi bir istek olamaz ancak perde arkasıyla perde önü arasında çelişkiler,
tezatlıklar da olmamalı. Kavga, mücadele gerçekler üzerinden, vakıalar
üzerinden yürütülürse karşılığını bulur. Aksi halde ‘sahte de olsa, yapay da
olsa, vitrinlik de olsa biz ille de kavga isteriz’ der durur, bu tür
açıklamaları (ki gerçekleri yansıtan açıklamalar bunlardır) tavizkar,
uzlaşmacı, işbirlikçilik olarak okuruz.
- Sokaklarda sahtenin değil var olanın, gerçeğin siyaseti
yapılır. Bu açıdan en doğru siyaset zeminidir. Sokakta demokratik, samimi,
insani olmayan devlet mecliste de, masada da demokratik, samimi ve insani
olmayacaktır. Sokaklar bunu bir kez daha ispatlamıştır. İnsan ve toplum hakikati
meclise, masalara, sandıklara sığmaz. Ancak bizler için sokak iğne ve çuvaldızı
da göstermiştir, bu açıdan da oldukça önemlidir. Dersler alınmalı, eleştiriler
değerlendirilmelidir, hatalar tekrarlanmamalıdır.
Yine IŞİD gündemine dair
- IŞİD’i kafa kesme üzerinden ele almak çıkmaz bir sokaktır,
karşılığı yoktur. ‘Kafa kesenler’ söylemini daha fazla ayyuka çıkarmamak
gerekir. Evet nihayetinde kafa kesmek bir idam şeklidir. Acı çektirmek için
özel çaba sarf edilmiyorsa asmaktan ya da kurşunlamaktan daha fazla acı veren,
daha ‘vahşi’ bir idam şekli olduğu söylenemez. Öldürmenin kendisini yani idamı
ya da öldürdükleri kişiler üzerinden (çünkü kendileri dışında hemen hemen
herkesi öldürüyorlar) eleştiriler getirilebilir, siyaset yapılabilir. Ama bu
kafa kesme meselesi çok fazla abartılı ve gereksiz bir şekilde ve IŞİD’in en
büyük cürümüymüş gibisine, ilk ve genel söylem haline gelmesi bir çok asıl suçu
ve zulmü görmezden gelinmesine yol açıyor. Bunun önemli sebeplerinden birisi
olarak da doğadan dolayısıyla yaşam ve ölümden yabancılaşmış, sahte modern kent
‘vicdan’ı olduğunu düşünüyorum. Kansız ölüm (yani asmak ya da şırıngalamak) ya
da doğrudan insan eliyle değil de bir makineyle (silah gibi) bu işin yapılması
daha ‘makbul’ gelmesi tamamen bununla ilgilidir. Hakkımda idam cezası verilmiş
ve infaz şekliyle ilgili tercih tarafıma bırakılmış olsa tek vuruşla kellemin
gitmesini tercih ederim. (Çok hoş bir tartışma konusu olmasa da bununla ilgili
de özelden ciddi anlamda tartışabilirim) Makineler çıkmadan önce kafa kesilerek
idam ‘onurlu, şerefli’ bir idamdı zaten, asılarak öldürülmekten de ‘şerefli’
bir ölümdü. Marketten her gün et satın alanların, iki günde bir kebapçıya ya da
fast foodçulara uğrayanların hayvan kesmeye, avlanmaya karşı olmaları özellikle
de kurban bayramlarında daha çok karşı olmaları gibi bir şey. Sinek, karınca
ölümü basittir, ufaklardır, kan fışkırmaz, debelenmeler, bağrışmalar olmaz
çünkü. Ama büyük hayvanların kesimine yürek dayanmaz(!), izlenemez, duygular
depreşir. Yani tamamen sahte bir duygusal yaklaşımdır. Et yemekle ilgili bir
sorun görmüyorsan elbette hayvanı da kesebileceksin, keseceksin ya da
kesilecek. Kafa kesmelerinden daha çok kimleri, niye öldürdükleri,
fetihçi/emperyalist yayılmacılığı daha da önemlisi kadınları cariye yapmaları,
tecavüz etmeleri ve satmaları/hediye etmeleri, devlete biat etmeyen herkesi
kafir saymaları vd öne çıkarılabilir. IŞİD eşittir ve yalnızca kafa kesenler
olarak algılanmaya başlandı artık, buna son verilmeli ya da azaltılmalı.
- IŞİD bunu öncelikle ‘sünnet’ olduğu için, sonra korku
salmak ve propaganda yapmak (Ortadoğu için o kadar etkili bir korkutma aracı
olmasa bile özellikle batı için gerçekten çok korku ve dehşet verici) için
ayrıca bazen kurşun da israf etmemek için (özellikle öldürülecek kişi sayısı azsa)
bu yola başvuruyor.
- ‘Kuran’da boyun vurmak yoktur’ iddiası çok fazla zorlama,
dayanaksız ve kasıntı bir söylem. İdam da vardır, teşhir edip vurmak da vardır
ceza olarak. (Elbette yine Kuran’dan yola çıkarak bunların kimlere, hangi
şartlarda, hangi gerekçelerle uygulanabileceğini de izah etmek gerek.)
İsteyenle tamamen bilimsel, hukuksal veya Kurani tartışmalara da açık olduğumu
belirtmek isterim.
- Kuran’daki savaşla ilgili geçen (cihadla ilgili ayetler
demiyorum, cihad çok daha genel bir ifadedir, her alanda –özellikle de siyasi,
sosyal alanlarda- verilen tüm çabayı, gayreti, mücadeleyi kapsar) tüm ayetlerde
çok açık bir şekilde bilfiil saldırganlığa, şiddete karşı ancak şiddet söz
konusu olur.
- Kurana göre şiddeti 3 biçimde ele alabiliriz. Birincisi
bireye yönelik şiddet, ikincisi bir gruba, örgüte, harekete yönelik şiddet,
üçüncüsü halka, topluma kitleye yönelik şiddet. Bireye yönelik şiddet söz
konusu olduğunda -ister bireyden ister bir gruptan- nefsi müdafaa hakkı tanınsa
bile şiddet kullanmamak önerilir. Kabil Habil’i öldürmeye yeltendiğinde Habil
‘öldürmek için ne yaparsan yap parmağımı bile kaldırmayacağım’ der ve bu
övülür. Habil öldürülür ve Kuran ‘Habil kazandı’ der. Aynı şekilde halkı
tarafından linç edilen elçiler de vardır, karşı koymazlar ve o linç güruhu için
af dilerler, ‘keşke bilselerdi yaptıklarının ne kötü bir şey olduğunu’ derler.
İsa’nın bir tokat atana diğer yanağını çevir meselesi de bu bağlamda ele
alınır. İkincisi durumda ise saldırılara maruz kalan harekete, gruba misliyle
karşılık verme hakkı yine tanınmış ama barış mümkünse karşılık verilmemesi
önerilmiş, affetmenin yüce bir erdem olduğu söylenmiştir. Mevzu bahis saldırı
değil de açık bir savaşsa yine bu kişilere savaşma izni verilmiştir, hak olarak
görülmüştür. Öz savunmanın önemi vurgulanmıştır. Misliyle karşılık vermede
aşırı kaçılmaz. Örneğin on kişi öldürülmüşse şiddetin fırsatını bulduk diyip
yüz kişiyi öldürümezsin. Mislinden kasıt sadece ‘can’ da değildir. Liderlerine
saldırılar yapılmışsa saldırganlara da o düzeyde karşılık verilebilir. Her
halükarda ilk iki durumda bağışlamak cezalandırmaktan, karşılık vermekten
üstündür. Üçüncü durumda ise yani bir halka saldırı varsa, fitne yani baskı,
şiddet varsa, katliam varsa, topraktan çıkarmak, yerinden yurdundan etme vs
varsa burada şiddet, öldürmek, savaşmak bir hak ya da meşru bir eylem olarak
görülmez, imkanı olan herkes için zorunlu bir görevdir. Öldürmek hoşa gitmese
bile, istenmese bile yapılmak zorunda olunan bir eylemdir. Saldırganlık ve
baskı son bulduğunda ‘zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur’
Bunları paylaşmamın bir sebebi de Kuranla ve peygamberlerle
ilgili Müslümanlardan bile daha az ve yanlış bilgilerle dolu olanların IŞİD
vesilesiyle bu konularda oldukça çok yazması, konuşması, dolayısıyla
saçmalaması ve bunlara itibar edilmesi.
- Ayşe Hür’ün önceki yazıları da dahil olmak üzere bugünkü
yazısında da Kuran ve peygamberle anlatılan, iddia edilen her şey yanlış,
asılsız, çarpıtma diyebiliriz. Elbette bunların hepsi –muharref kaynaklar olan-
İslami kaynaklara, İslam ve mezhepler tarihine ve Müslümanlara dayandırılıyor,
o yüzden bu konuda Avrupa’dan aydınlanmış(!) olsa da sorumluluğu tamamen Ayşe
Hür’e yükleyemeyiz. Ancak iddia ettiği şeyler içerisinde hiç kimsenin iddia
etmediği, cehaletin mazeret olarak kabul edilemeyeceği şeyler de var; ‘Kuran’da
‘eşref-i mahlûkat’ olarak tanımlanan insanoğlu, benim gözümde dünyadaki
varlıkların için en acımasızı, en vahşisi, en şerefsizi.’ O yüzden belirtmek
isterimki; yaygın bir söylenti olsa da Kuran’da insan için ya da herhangi bir
varlık için ‘eşrefi mahlukat’ (yaratılmışların en şereflisi) diye bir ifade
yok. Hatta aksi ifadeler var. Bir tarihçinin, hele hele İslam üzerine bir İslam
coğrafyasında çok yazıp çizen bir tarihçinin söylentilerden yola çıkarak (ki
söylentilerde bile Kuran’a dayandırılmıyor), bir tık bile yapmadan ‘Kuran’da
şöyle geçiyor, böyle tanımlanıyor’ şeklindeki aktarımlarında daha dikkatli
olması gerekir.
- IŞİD kadın savaşçılardan korkmuyor. Bu basit, Ortadoğu ve
İslam’dan tamamen bi haberlerin ortaya attığı iddiaya kimse ilgi göstermez
diyordum ama bu da oldukça tutmuş, hala, hem de üst düzeylerden bunlara inanan
ve paylaşanlar var. Kadın savaşçılar tarafından öldürülünce cennete
gitmeyeceğine inanan IŞİD dahil hiçbir İslami algı yok. Hatta IŞİD savaşçıları
Kürtlere yönelik saldırılarında birbirlerini motive etmek, daha atılgan yapmak
için ‘kız bunlar, kadın bunlar’ diyerek ‘düşman’ı kendilerince küçük ve aciz
durumda görüyorlar, görmeye çalışıyorlar.
Muhammed Cihad Ebrari
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder