Bu başlıklı yazıya dün
şu cümlelerle başlanmıştı:
“Çetin Altan, 1960’da
28 Nisan olaylarından sonra bir tek cümleden ibaret bir yazı yazmıştı: “Bugün
canım yazı yazmak istemiyor”.
Evet, bugün canım yazı
yazmak istemiyor.
Aklım ve yüreğim Kobane’de.
Oradaki savaşan
gencecik insanlar teker teker ölürlerken, kendilerini feda ederlerken; bir toplu
katliam yaşamaları söz konusuyken yazı yazmanın bir anlamı yok.
Kendilerinden kat kat
üstün güçlere kahramanca direndiler ve hala direniyorlar.
Dün gece bile sokak
savaşlarında (İŞ) İslam Devleti birliklerine pusular kurarak büyük kayıplar
verdirdiler.
Son savaşçı
vuruluncaya kadar da böyle yapmaya devam edecekler.
Tıpkı onlar gibi
davranmak gerekiyor.
Bulunduğumuz cephede,
korkudan ödümüz patlasa bile; aklımız ve yüreğimiz başka yerlerde olsa bile,
siperi terk etmemek gerekiyor.
Cesaret korkmamak
değildir; yürekteki korkuya rağmen siperdeki yerini terk etmemektir.
Cesur insanlar korkak
olmaktan korkan insanlardır. Korkaklar korkak olmaktan korkmayanlardır.
Cesaret ve korku aynı olgunun
iki farklı görünüşüdür. Sorun neyden korkulduğundadır.
Benzer şekilde, canımız
yazı yazmak istemese; aklımız ve kalbimiz başka yerlerde olsa bile yine de
yazıyla olsun siperdeki yerimizi terk etmemek gerekiyor.
Taş yerinde ağırdır. Genç
olsaydım Kobani’ye savaşmaya giderdim. Şimdi ise bir gösterici olarak bile hiçbir
şey yapamam. On metre koşamam, polisin ilk gazında, hafifçe solusam bile komalık
olurum.
Yapabileceğim tek şey,
bir geleneği; bir birikimi aktarmaya çalışmaktır.
Şimdi artık unutulmuş
ve hiçbir değer verilmeyen bir birikimi.
Kobane Direnişi
vesilesiyle Tarihin Dersleri’ne gelelim.
Kobane’deki trajedi
yeni değil.
Örneğin 1930’lar
İspanya’sında da aynısı yaşanıyordu.
İspanya’daki seçimle
gelen demokratik iktidara karşı General Franko, darbe girişiminde bulunmuş;
bütün İspanya’da halk ayaklanarak; var olan devlet cihazının dışında halkın iktidarının
aracı olacak organlar kurmuş; fiilen bir devrim gerçekleşmiş; darbeci faşistler
İspanya’da sadece Sevilla’da küçük bir köprübaşını tutabilmişlerdi.
Başlangıçtaki bu
elverişli koşula rağmen devrim yenildi.
Çünkü devrimler askeri
nedenlerle değil; programatik ve stratejik nedenlerle yenilirler veya zafer
kazanırlar.
Buna karşılık, Rus Devrimi’nden
sonra, emperyalistler şimdiki Türkiye ve Koalisyon güçlerinin bir zamanlar
İspanya ve şimdi Kobane karşısında olduğu gibi, fiili “silahlı tarafsızlık”
pozisyonunda bile kalmamış; açıktan devrimi ezmek için müdahale etmişlerdi.
Devrim’in egemenlik
alanı, bir zamanların küçük Moskova prensliğinin sınırlarına kadar gerilemişti;
buna rağmen Devrim zafer kazandı. Devrim kendini kuşatanları kuşatabildi.
Çünkü Devrimler
programatik ve stratejik nedenlerle yenilir ve zafer kazanırlar.
İspanyol Devrimi, burjuvaziyi
ürkütmeyeyim diye, toprak ve ulus sorununu çözecek radikal uygulamalara geçmemiş;
darbe girişimine karşı ayaklanmanın ortaya çıkardığı alternatif organları
parçalamış ve var olan burjuva devlet cihazını ele geçirmekle ve güçlendirmekle
yetinmiş; sonuçta da köylüleri ve ezilen ulusları ve aydınları kaybetmiş; yani radikal
bir demokrasiden bir liberal demokrasiye doğru geri adım atmış ve ondan
yenilmişti.
Bolşevikler ise, Köylülerin
barış ve toprak isteğini tavizsizce sahiplenmiş; ezilen ulusların baskı altına
alınmasına karşı talepleri en radikal bir şekilde desteklemiş ve uygulamış ve başlangıçtaki
tüm aleyhte koşullara rağmen, tam da bu nedenle başarı kazanmıştı. (Elbet
devrimin sonra bürokratik bir karşı devrimle ortadan kalkması ayrı bir konudur.
Bu kahramanlık dönemiyle karşılaştırılamaz.)
O devrimlerin izlediği
programlar ve stratejilerin ardında ise muazzam teorik birikimler; metodolojik
kazançlar ve katkılar vardı.
1789’da Paris’te
başlayan devrim dalgası, yarım yüzyıl sonra, 1848’de Almanya’ya ulaştığında,
orada Marks-Engels eliyle metodolojinin temellerini atmış ve sürekli bir
geliştirme ve sağlama denemelerinde bulunmuştu.
Yarım yüzyıl sonra
Rusya’ya vardığında ise bu geliştirmiş teorik ve kavramsal araçlara ve tarihsel
deneylere dayanıyordu.
Bu nedenle, Rus
devrimi, elverişsiz koşullara rağmen doğru bir strateji ve program izlemiş ve zafer
kazanmıştı, çünkü ardında muazzam bir teorik hazırlık vardı.
1930’ların İspanyol devrimi
ise teorik hazırlıktan yoksundu. Uluslararası olarak da eski devrimci teorik,
metodolojik birikimi bilenler ve savunanlar, Sovyetlerdeki karşı devrim sonucu
olmamışa dönmüşlerdi.
Teori, gravitasyon
(çekim gücü) gibidir. Gravitasyon evrendeki dört kuvvet arasında en güçsüzüdür.
Ama yıldızlar onunla oluşur; galaksiler o nedenle dağılmaz; kara delikleri o
yaratır ve evrenin kaderini belirleyecek olan da odur.
İspanya Devriminin
yenilgisini, şimdi tıpkı Kobane’de yapıldığı gibi, kapitalist ve emperyalist
ülkelerin “silahlı tarafsızlık” politikasıyla açıklamak kolay bir yoldur. Ve
aslında pek farkına varılmaz ama bu umutsuzluğun ve çıkışsızlığın teorileştirilmesi
anlamına da gelir. Çünkü onlar her zaman öyle yapacaklardır. Bu onların
“fıtratı gereği”dir. O halde her devrim için yenilgi kaçınılmazdır gizli sonucu
köşe başında bekler.
Devrimler, zaten tamı tamına böyle “müdahale
etmeme"lere ve devrimi ezmek için can atanların müdahalelerine rağmen
başarıya ulaşırlar. Ve tam da devrim oldukları için de başarılı olurlar.
Ortadoğu ve Kürdistan
devrimi birbiri ardınca ciddi yenilgiler alıyor. “Arap Baharı”ndan geriye bir
şey kalmadı; Gezi, kendisine karşı kullanılan gazlar gibi, buhar olup uçtu; tek
örgütlü ve hazırlıklı Kürt Özgürlük Hareketi ise, hazırlığının ve
radikalliğinin yeterince derin olmadığının işaretlerini veriyor. Rojava’da
başlayan devrimin, dinlere ve dillere eşitlik yönündeki bütün çabalarına
rağmen, Sünni Arapları kazanamaması bir yana, tarafsızlaştırmayı bile
becerememiş olması; İŞİD’in oralarda bir taban bulması, elbet kısa vadede bir
şey yapılamayacak olsa da, bugünkü kuşatmanın derindeki nedenidir. Türkiye’nin
batısını bir türlü kazanamamaya benzer aynı teorik, programatik ve stratejik
yanlışın bir görünümüdür.
Ve bu programatik ve stratejik
yanlış ortadan kaldırılmadan Ortadoğu’da bir devrimci dönüşüm ve zafer
olanaksızdır.”
Yazı ileriki bölümlerinde; yirminci yüzyılın deneylerine
geçmeden önce, ta Hazreti Nuh ve Hazreti Muhammet’in çözümleri (program ve
stratejileri) üzerinden, bugünkü Ortadoğu için gerekli bir tarihsel deneyleri
aktarmaya ve yorumlamaya başlıyordu. Çoğu yazıldı. İleriki bölümlerde
aktarılır, devam edilir ve edilmeli.
Ama şimdi özellikle şu anki duruma bir bakmak gerekiyor.
*
Düne göre bugün daha bir umut var.
Çünkü iki önemli gelişme oldu:
Birincisi, Özgürlük Hareketini’nin sokaklara çağrısı geniş
Kürt kitlelerinden çok büyük bir destek buldu ve çok sınırlı da olsa Batı’da,
Gezi’nin en önemli iki merkezinde (Beşiktaş ve Kadıköy) küçük de olsa destek
buldu. Şu an iki şehirde ve birçok ilçede sokağa çıkma yasağı var ve onun üzerinde
gösterici öldürülmüş bulunuyor. Şehirlere askeri birlikler sevk edildi.
İkincisi, haftalardır orada burada oyalanan ve etkisiz
bombardımanlar yapan “koalisyon güçleri” ilk kez etkili bir bombardıman yaptı.
Kobane'yi kuşatan (İŞ)İD’nin ağır silahlarını vurdu. Böylece en azından silahlardaki
korkunç eşitsizliği biraz olsun dengeledi.
İkinci gelişme (yani ilk kez etkili bir bombardıman) birinciyle
(kitlelerin sokağa çıkmasıyla) bağlantılıdır. Geniş kitlelerin sokağa çıkıp
protesto etmesi Hükümetin, Koalisyon’a kendi koşullarını dayatma girişimlerini
büyük ölçüde etkisizleştirmiş ve koalisyon güçlerine daha geniş bir manevra
alanı sağlamıştır.
Bu gösterilerin kitleselliği sayesinde Koalisyon, Türkiye’yi
gücendirmemek için yaptığı göstermelik bombardımanın yerine etkili bir
bombardımana başlamıştır.
Yani sokağa çıkan her insan, aslında etkili bir bombardıman
için politik koşulların oluşmasına katkıda bulunarak Kobane’ye fiili bir askeri
destek vermiş olmaktadır. Kobane savaşının kaderi biraz da Meydanlarda ve
sokaklarda belirlenmektedir.
Hükümetin planı açıktır. Hükümet, Suriye’ye girmek (cepler
biçiminde) ve Rojava’daki küçük özgürlük adalarını ezmektir (son zamanlarda
şerit olmasa da olur; cepler biçiminde de olur demelerinin nedeni de budur. Üç
tane “cep” vardır Türk hududu boyunca). Bu amacına Koalisyon’u alet etmek
istemektedir.
İkinci hedefi de, elbet bu hedeflerle birlikte Türkiye’deki “barış
süreci” de sürdürülemeyeceğinden; bu sefer Kürt Hareketi’ni süreci yıkmakla itham
edip savaşı başlatmaktır.
Böylece fiilen 90’ların savaş konseptine dönmektir. Bu da
Özel Savaş Dairesi’nin yeniden kontrolü eline alması demektir.
Hükümetin (İŞ)İD ile savaşmak gibi bir konsepti yoktur.
Aksine, bütün her şey onun (İŞ) İslam Devleti ile yakın ve stratejik bir ittifak
içinde bulunduğunu ve bulunacağını gösterir. Çünkü Suriye’deki Esad da, Irak’taki
Şii hükümeti de, İran da, Kürt hareketi de kendisinin karşı ve sorunlu olduğu güçlerdir.
İD de aynı güçlerle sorunludur. Bu durumda ortak çıkarları bulunan iki gücün birbiriyle
savaşmaktan ise, birbiriyle savaşır gibi yapıp iş birliğini geliştirmeleri son
derece normaldir. Şimdiye kadar olduğu gibi.
*
Yukarıda sıralanan iki önemli gelişmenin somut sonuçları
hemen görüldü.
Bombardıman’ın (İŞ)İD ağır silahlarını susturmasından
yararlanan Kobane savunması bu sefer inisiyatifi ele geçirerek en azından bazı
kritik önemdeki yerleri tekrar geri almaya çalışıyor. Eğer koalisyon güçlerinin
bu etkili hava desteği sürerse, Kobani’yi savunun güçlerin en azından daha rahat
hareket edeceklerdir ve ağır silahları olmamasına rağmen, disiplin ve kıvraklıklarıyla
kaybettikleri yerleri geri almaları bile mümkündür.
Ama tabii bu tür bir gelişme, Erdoğan’ın Koalisyon’a “Karadan
girmeden olmuyor” diyerek baskı yapma olanağını da ortadan kaldırır. Yeterli
hava desteği sürerse, Kürt özgürlük hareketinin pekâlâ İD’yi geriletebileceği;
en güvenilir ve etkili kara gücü olduğu görülebilir ve bunun görülmesi ve
kabulü, Türkiye’nin Koalisyon’daki bütün ağırlığını sıfırlayıp; koalisyon
güçlerinin Kürt Özgürlük Hareketine bir kredi açmasına yol açabilir ve bu yönde
bir gelişme de bütün dengeleri bir anda alt üst edebilir.
Böyle bir gelişme giderek daha mümkün hale de gelmektedir. Davudoğlu
ve Erdoğan’ın soğuk savaş döneminde kontr gerilla tarafından oluşturulmuş,
Necip Fazıl’ın şiirlerinden beslenen ideolojisi ve dünya algılarıyla Ortadoğu’da
büyük devlet rolüne soyunmaları ve emperyal hayalleri, her yerde giderek artan
bir tepkiye yol açmaktadır. Onlar küçük sol örgütlerin veya sektlerin,
yarattıkları hayal dünyasında yaşayan ve dünyayı öyle yorumlayan üyelerine
benzemektedirler. Gerçekten de durumları fiilen öyledir. Danışmanları aslında böyle
bir dünyayı rasyonalize eden ve gerçeklik duygusunun bütünüyle yitirilmesine
yol açan basit kariyeristlerden başkaları değildir ve bir sektin yine de iyi
kötü inançlı ve fedakâr taraftarları kadar bile dürüstlük ve onurdan yoksun
menfaatlere dayanan bir sekt oluşturmaktadırlar.
Bu nedenle hükümetin ve Türkiye’nin önümüzdeki günlerde,
Kobane’nin bir an önce düşmesi ve bunun için de Koalisyon’un hava desteğinin
kesilmesi için elinden gelen gelmeyen her şeyi yapacağı var sayılabilir. Çünkü
Kobane’nin varlığı kendi varlığını tehlikeye atmaktadır.
Tabii bunun için de ülkenin içindeki itirazı bastırması
gerekiyor. Bunun için de her durumda gaza saldıran polis yetmezse askerleri
devreye sokan Hükümet, Türk Devletinin her zaman elinin altında tutuğu Özel Savaş
Dairesi’ni, yani Ergenekon’u harekete geçirdi.
Dünkü Atatürk heykeli yakılması; Türkçülerin ve Hizbullah’ın
göstericilere saldırmasının ardında Türkiye’de yaşayan ve uyumayan her insanın bilebileceği
gibi devletin bu gizli örgütleri bulunmaktadır.
Devletin desteği olmadan o “Müslümanlar” ve Türkçüler
harekete geçmezler ve geçemezler. AKP daha önce sinyallerini verdiği gibi, (Gezi’de
sokağa çıkmak için bir işaretini bekleyen yüzde elliden söz ediyordu ve daha
önce de Hocalı mitingleriyle bu yönde adımlarını çoktan atmışı.) şeytanla ittifaka girdi. Ona elini verdi kolunu
kurtaramayacaktır. Tıpkı Özal gibi, kurtarmaya kalktığı an kendisi için çok geç
olduğunu da görecektir.
Bu durumda, Kobane’yi korumak koalisyon bombası olup İD’nin
üzerine düşmek için sokağa çıkmak şarttır; bunun karşısında da Hükümetin Özel Savaş
Dairesi aracılığıyla bunu engellemeye kalkması kaçınılmaz. Yani hükümet, bütün
hükümetlerin yaptığını yapacak ve devletin açık şiddet araçları olan polis ve
ordusunun yanı sıra gizli milislerini devreye sokacaktır.
Sokakları bir an için bile boşaltmamak; hükümetin tavrını
protesto etmek; hudut boyunda nöbet tutmak; Kobane’ye havadan desteğin sürmesi
için şarttır.
Kobane’deki savaş giderek hem hükümetin; hem de Kürt Özgürlük
Hareketinin ve Ortadoğu’nun geleceği bakımından hayati ve tayin edici bir önem
kazanmış bulunuyor. Kim karşı tarafı politik olarak tecrit ederse o kazanacaktır.
Savaşın sonucunu Kobane’de savaşanlar değil; onları destekleyen güçlerin
politikaları belirleyecektir.
Elbet savaşanların varlığı veridir. Ama ortadaki çok daha
büyük çaplı politik bir mücadeledir.
Kürt Hareketi’nin Hükümeti hem Türkiye’de hem dünyada tecrit
etmesi gerekmektedir. Bunun ön şartı elbette ki Kobane’deki savunmanın sürüyor
olmasıdır. Ama o savunmanın sürüyor olması da, en azından hava desteğinin
etkili bir şekilde sürmesine, o da politik dengelerdeki değişmelere bağlıdır.
Ancak hareket bütün potansiyelleri harekete
geçirememektedir. Bunu ardında teorik, programatik ve stratejik bir yanlış
bulunmaktadır.
Örneğin yıllardır, Kürt Hareketi Türkiye’nin batısını bir
türlü harekete geçirememiştir. Tüm koşulların ve güçlerin ve çıkarların
dizilişlerinin olağanüstü uygun olduğu bugünkü koşullarda bile Alevileri ve
Laik Şehirlilerin hayırhah tarafsızlığını veya desteğini sağlayamamıştır.
Aleviler ve Türkiye’nin laik şehirlileri, yani CHP’nin
tabanı, İŞİD’den korkmalarına, AKP’nin politikalarından rahatsızlıklarına
rağmen, Kobane’de İŞİD’e karşı koyanların aynı zamanda gerçekten laik bir düzen
için savaştığını bilmelerine rağmen, AKP’nin böylesine haksız olduğu bir
durumda bile harekete geçmemişlerdir. (Gençlerde belli bir kımıldamanın izleri
görülse de, örneğin CHP Beyoğlu Gençlik’in “Kobane
Halkı Yalnız değildir, İŞİD’li Teröristlere karşı sınırımızdaki insanlar
direnişte. Beşiktaş ve Kadıköy’de eyleme gidiyoruz” Twiti bir istisna olarak kalmakta., genel
eğilimi yansıtmamaktadır.)
Kürt Özgürlük Hareketi, Kürt Hareketi mi, Demokrasi Hareketi
mi olacağına karar vermek zorunadır. Olayların akışı da onu buna zorlamaktadır.
Şu ana kadar izlenen strateji sınırlarına dayanmış bulunmaktadır. (Yani hem
Kürtleri birleştirmek, hem de tüm dillerden dinlerden olanları birleştirmek) Bu
ise, taleplerde demokratikleşmeyi; Kürt vurgusu yerine bir Demokrasi vurgusunu
geçirmeyi gerektirir.
Yani Kürt hareketi İspanya’da 1930’ları gibi mi; yoksa Rusya
1917’leri gibi mi davranacaktır? Sorun budur.
Şu ana kadar Kürtlük vurgusu bir dereceye kadar başarıyla
götürmeye yetti. Ama Ortadoğu alanına çıkınca, büyük ve farklı güçlerin
arasında, sadece radikal bir demokrasi anlayışı ve stratejisi işe yarar.
Burada kaldığı takdirde, belki uluslar arası konjonktür
yardım ve uygun olursa, tıpkı Barzani ve Talabani’nin, ABD’nin dünya çapındaki
stratejik çıkarları bağlamında koruma ve desteğini alarak hazıra konması gibi bir
başarı da sağlayabilir ama bu geçici ve arızi kalacağı gibi, bölgenin kaderinde
bir değişim yaratmaz, sadece yangının ortasında küçük evini kurup bu yangından uzak
tutmaya yarar. Ama son IŞİD zaferi bunun da mümkün olamayacağını, yangının
kökten söndürülmesi gerektiğini bir kez daha göstermektedir.
Yani kısa vadede olduğu gibi uzun vadede de Kürt özgürlük
hareketinin Kürt hareketi olmaktan çıkıp bir demokrasi hareketine dönüşmesi;
yani tüm diller ve dinlerden insanları kapsaması gerekiyor. Bu kapsamanın kendisi
demokrasi anlamına gelmez, nasıl olduğu önemlidir.
Her dil ve din bir politik birim olarak mı eşitlik, yoksa
bunların bir politik anlamının olmaması mı? Yani Hazreti Nuh’un çözümü mü,
Hazreti Muhammed’in çözümü mü?
Bu ikincisidir demokrasi.
Ama bu stratejik dönüşümü yapabilmek için adım adım Kürt
burjuvazisini kaybetmeyi göze almak gerekmektedir. Politikada her kayıp bir
kazanca da karşılık düşer. Sorun kimin kaybedilip kimin kazanılmak
istendiğindedir. Çıkar ve konumları çatışan güçler arasında “hem o hem bu”
olmaz.
Tam bu noktada dün başlayıp yarım bıraktığımız yazının
konusuna geliyoruz.
Alma o yarım bıraktığımız konuya geçmeden önce şu haritaya
bakalım.
Koca bir alan İslam Devleti’nin elindedir ve o Sünni Arapların
çoğunlukta olduğu yerlerde egemendir.
Aslıda Ortadoğu’da kendine İslam diyen tipik bir Sünni Arap
devleti doğmuştur. Bu devletin İslam’ı kullanması, tıpkı 1920’lerde Ankara’daki
Büyük Millet Meclisi Üyelerinin “Bolşevik de oluruz, şeytan da” deyip,
kalpaklarına kızıl yıldız takmalarına benzemektedir.
Eğer ABD ve Müttefikleri, onları tanır, Irak petrollerinden
belli bir pay verirse, pek ala, Türk Devletinin Halkı İştirakiyun’u kapatıp,
Mustafa Suphi’yi Karadeniz’de boğdurup, Londra’da Fransız ve İngilizlerle
anlaşma yapması gibi, bir anlaşma yapıp bütün İŞİD’ çileri katliamdan
geçirebilir.
Bu Arap milliyetçisi devlet, şimdilik İŞİD’i bir avadanlık
olarak kullanmaktadır. Yararlı olduğu sürece de kullanacaktır. Bu devletin
yöneticileri Türk Devleti ile çıkar ortaklığı içinde olduklarını
bilmektedirler. Tam da bu nedenle Kobane’ye böyle saldırmaktadırlar.
İşte Ortadoğu’da esas sorun bu devletin tebaasını oluşturan Sünni
Arapları da kazanmaya yönelik; Onların da ancak huzuru hiçbir dille ve dinle tanımlanmamış
bir demokraside bulabileceklerini göstermeyi hedeflemiş bir program ve
stratejidedir.
Fransız Devrimi’nin ilk dalgası çok zayıf etkilerle buralara
gelmiş ve katliamlarla ortadan kaldırılmıştı.
Şimdi ikinci dalga geliyor. Bu dalganın kaderini teorik, programatik
ve stratejik hazırlıklar belirleyecektir.
Yazıya devam edeceğiz.
08 Ekim 2014 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder