Önce bir anekdot.
Saraybosna’nın kuşatıldığı, eski Yugoslavya’nın parça parça olduğu
yıllarda, Hamburg’a da epeyce bir eski Yugoslavyalı savaştan kaçarak mülteci
olarak gelmişti. Bunlardan bazılarının çalıştığımız taksiye müşteri olarak bindikleri
olurdu.
Bir gün yine genç birisi bindi, kırık Almancasından,
tipinden ve aksanından eski Yugoslavya’dan geldiği anlaşılıyordu. Zaten gitmek
istediği yer de, limandaki gemiden yapılmış mülteci yurtlarıydı ve orayı dolduranların
ezici çoğunluğu eski Yugoslavya’daki savaştan kaçanlardı.
Genç müşteriye, nereli olduğunu sordum. Saraybosna dedi.
Peki, nesin diye sordum?
Hırvat mı (Batı Roma ile uygarlığa geçmiş, Katolik Güney
Slavı mı?), Sırp mı (Doğu Roma, yani Bizans ile uygarlığa geçmiş, Ortodoks Güney
Slavı mı?), Boşnak mı? (Ne doğu ne Batı Roma’nın uygarlaştıramadığı (Bogomil)
Osmanlı ile uygarlığa geçmiş Müslüman (Bektaşi) Güney Slavı mı?)
Genç “Saraybosnalıyım” dedi.
Ben dil engeli nedeniyle yanlış anladığını veya anlayamadığını
düşünerek sorumu tekrar sordum.
Sırp mı, Hırvat mı, Boşnak mıydı?
O ise anladığını ve bilinçli olarak öyle cevap verdiğini vurgulayan
bir ifade ile “Saraybosnalıyım” dedi tekrar. Sırp, Hırvat veya Boşnak olarak
tanımlanmayı veya kendini öyle tanımlamayı reddediyordu.
Kötü duruma düşmüştüm. Ben de tam da böyle bir cevap verecek
veya böyle bir cevap vermeye eğilimli bir insanların arayışındaydım, ama herkesin
o kategorilerle düşündüğünü defalarca gördüğümden, artık umutsuzluk içinde
herkesin kullandığı kategorilerle sormuştum soruyu.
Ama işte ilk kez Sırp, Hırvat veya Boşnak olarak
tanımlanmayı reddeden birisi karşımdaydı ve bu sefer o benim o kategorilerle
düşünen bir insan olduğumu sanmıştı muhtemelen.
*
Yanlış sorulara doğru cevaplar verilmez.
Benim sorum yanlıştı ve yanlış cevabı zorluyordu?
Muhatabım ise, yanlış soruya itiraz ediyor ve o zorunun
içine sığmayan doğru cevabı veriyordu.
Kobani’nin Arap mı, Kürt mü olduğu sorusu da öyledir. Yanlış
bir sorudur.
Bu soruya doğru bir cevap verilemez.
Ulusların dillere, dinlere göre tanımlanmış birimler olduğu
varsayımı, tamı tamına en gerici ulusçuların varsayımıdır ve böyle sorular daha
baştan yanlış sorulardır.
Elbette insanların dili (veya moda deyimiyle etnik kökeni,
kültürü vs.) Türk, Arap, Kürt, Süryani, Keldani vs. olabilir ama politik olarak
bir yerin veya insanların kendini öyle tanımlaması başkadır; politika dışı
olarak bir yerin veya insanın kendini öyle tanımlaması başkadır.
Orada yaşayan insanların çoğunluğu o dili konuşuyor diye o
şehri öyle tanımlamak, politik olarak öyle tanımlanması gerektiği anlamına
gelir. Dolayısıyla politik olanın, yani ulusun ancak dile göre tanımlanabileceği
anlamına gelir. Dolayısıyla bir geçeğin değil, bir anlayışın, bir programın
ifadesidir.
Kobani’nin Kürt mü, Arap mı olduğu sorusunu Kürt ve Arap (veya
Türk vs.) milliyetçileri sorabilir?
Bu yanlış soruya doğru cevap verilemez.
Kobani Kürt şehri mi, Arap şehri mi sorusu? Ortadoğu’da yeni
kurulacak düzende, Suriye Arap Cumhuriyeti içinde mi olacak, yoksa kurulacak
Kürt devletinde mi olacak veya olmalı sorusuna bir cevaptır.
Bu sorunun kendisi dile göre tanımlanmış uluslar dışında her türlü çözümü ve alternatifi yok saymakla kalmamakta, yok etmeye çalışmaktadır.
Bu sorunun kendisi dile göre tanımlanmış uluslar dışında her türlü çözümü ve alternatifi yok saymakla kalmamakta, yok etmeye çalışmaktadır.
Büyük devletler, bölge oligarşileri ve gerici milliyetçiler
hepsi bir arada bu sorunun böyle sorulması gerektiğinde ve mümkün olan tek
sorunun bu olduğunda anlaşıyorlar.
Kobani bu sorunun yanlış olduğunu söylüyordu anayasası ve
ortaya çıkarmaya çalıştığı ilişkilerle.
Çünkü Kobani kendisini ne Kürt ne de Arap olarak tanımlamıştı.
Kürt veya Arap veya böyle başka bir şey olarak tanımlanmaya karşı tanımlamıştı.
Rojava Anayasası’nın birinci maddesinin anlamı tamı tamına buydu.
Rojava’daki devrimin özü buydu.
Tam da bu nedenle ona saldırılıyordu. Tam da bu nedenle
silah değil de Peşmerge ve ÖSO yollayalım deniyordu ve tam da bu nedenle çok
uzun zamandır ilk kez, demokratlar (anarşistler, sosyalistler, devrimciler)
adanmışlıklarını akıtacak bir kanal buluyorlardı.
*
Ne var ki, Kobani’nin bu vurgusu kuşatılmışlık altında
giderek kayboluyor.
Örneğin Asya Abdullah, “Kobani'nin tarihten bu yana Kürt kenti olduğunu söyledi.” diye haberler
okuyoruz.
Bu zaten doğru değil, Kobani’nin ilk sakinleri Ermenilerdi,
ama bunların önemi yok. Geçmişe ilişkin iddialar geleceğe ilişkin iddiaların
geçmişin aynasındaki görüntüleridir.
Asya Abdullah’ın, “Kobani’yi
bu kategorilerle tanımlamak yanlıştır. Bizim anayasamız tam da buna karşıdır.
Biz bu kategorilerle tanımlanmaya karşı savaş veriyoruz” demesi gerekirdi.
Böyle konuşamamasının birçok nedeni var.
Birincisi, Barzani’nin koşulunun Kürtlükle tanımlanma oluşu.
Duhok’ta karşı çıkılan ve yardım karşılığı dayatılan buydu.
Barzani’nin koşulu ise ABD’nin koşuludur, Türkiye’nin
koşuludur. Çünkü ABD Barzani aracılığıyla ve onun yönlendirmesiyle silah ya da
bomba atmaktadır.
YPG ise dört bir yanından kuşatılmıştır.
Böyle demesi anlaşılabilir.
Ama muhtemelen tek neden sadece bu değildir.
İkincisi bizzat Asya Abdullah’ın kendisinin yeterince bir
açıklık içinde olmamasıdır.
Ama sadece Asya Abdullah değil, Özgürlük Hareketi’nin çok
geniş kesimleri de böyledir. Hatta onları destekleyen ve oraya savaşa giden
sosyalistler, anarşistler, devrimciler bile öyledir.
Bunun nedeni de ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunun
bilinmemesidir.
Bu noktada en ileri gidebilen Abdullah Öcalan’dır ama o bile
aslında ulusuzluk veya “demokratik ulus” derken, diğer dilerin ve dinlerin tanınmasını
savunan bir Kürt ulusçusu olmanın ötesine gidememektedir. Demokratik ulusçuluk
bir dilen diğer dilleri tanıması değil, bütün dillerin eşitliği ve hiç birinin
tanınmaması, herkesin ana dilde eğitim hakkının tanınmasıdır örneğin. Bu nedenle
Öcalan bile tam bir demokratik ulusçu olmaktan uzaktır. Evet, “Demokratik Ulus”
demekte, bu bayrağı yükseltmekte ama somutta, içi doldurulmuş olarak
bakıldığında, gerici ulusçuluğa demokratik bir içerik verme çabasından öteye
gidemediği; Kürtlükle tanımlanmış bir ulusa, Kürtlüğü demokratik olarak
tanımlayarak demokratik bir içerik kazandırma çabası olmaktan öteye gidemediği
da örülmektedir.
Bundan daha ilerisi ve iyisini beklemek insafsızlık olur. Buna
da şükür. Ama bu kendi içinde bir çelişkiyi de taşır.
Bu çelişki tıpkı Marks, Engels, Lenin, Troçki’lerin çelişkisi
gibidir. Aynı yanlışla maluldür. Onlar daha bile ileri sayılabilirdi. Bir
yandan Demokratik Cumhuriyet diyorlardı. Yani ulusun ya da devletin bir dille,
dinle tanımlanmasını reddediyorlardı; ama farkına bile varmadan aynı zamanda
ulusları bir dille, kültürle, etniyle, tarihle tanımlıyorlardı.
Bu çelişkinin sonu, işçi hareketinin yenilgisiyle ikincisinin
zaferi oluyordu.
Bu nedenle Komünistler dünyadaki bütün dile, dine göre
tanımlanmış ulusların kurucuları idiler veya onları savunuyorlardı.
Öcalan’ın geliştirdiği program ve ulusçuluk anlayışının da akıbeti
benzer olabilir.
Bu akıbetten kurtulmasının biricik yolu gerçekten demokratik
bir ulusçuluğun yükselişi olabilir. Ama onun koşulu da dünyadaki işçi ve
demokratik hareketin bir yükseliş yaşaması olduğu kadar bu yöndeki teorik,
politik ve örgütsel hazırlıktır.
Ancak o zaman, Kürt Özgürlük Hareketi ve Öcalan’ın çelişkisi,
Komünist hareketin çelişkisinin akıbetinden kurtulabilir.
Maalesef bu güç yoktur henüz ortada. Bu güç Gezi sonrasında
çıkabilirdi belki. Ama sosyalist örgütler sadece Gezi’nin örgütsel olarak
dağılmasına yol açmadılar; aynı zamanda onun Türklüğe karşı bir mücadeleye dönüşmesini;
alternatif bir iktidarın tohumlarını oluşturmasını da engellediler. Böylece
Gezi ülke çapında bir program ve örgütlenme başaramadı ve yok oluşa gitti. Bu
yok oluşa önceden kazanılmış mevzilerin kaybedilmesi eşlik ediyor. Gezi, "Mustafa
Kemal’in Askerleri"ne karşı Mustafa Keser’in askerlerini çıkarmıştı; Türk
bayrağını en azından Kürt bayrağı ve Öcalan’la dengelemeye çalışıyordu.
Ama şimdi Gezi ve Atatürk Gezi’nin son kalıntıları tekrar
ele geçirmiş bulunuyor.
Örnek mi?
Gezinin “bakiyeleri” mahalle dayanışmaları ve forumlardı. Bunlar
içinden esas olarak şehrin yağmasına ve yeşil alanların savunulmasına ilişkin
çalışmalar yapanlar veya bunu sürdürenler var olabildiler.
Validebağ’daki direnişin de katalizatörü bunlar olmuştu.
Ama işte bir haber: Validebağ’a gelenler “Hem Validebağ’ın
hem de Cumhuriyet’in bekçisiyiz” diyerek orayı Türk Bayraklarıyla donatmışlar. Yani
tam da Erdoğan’ın ve Türk devletinin istediği noktaya gelmişler.
Yani Gezi’nin son kalıntıları bugün hala Atatürk, Cumhuriyet
ve Türk bayrakları taşıyorlarsa, Özgürlük Harketinin var olan demokratik
eğilimini geliştirip daha ileri gitmesini beklemeye kimsenin hakkı yoktur.
*
Ancak gerek baskılar nedeniyle verilen tavizler; gerek teorik
ve programatik sınırlılıklar Ortadoğu’nun daha çook kanayacağı anlamına da
gelir.
“Kobane’yi Kürt ya da Arap şehri olarak tanımlamayı reddediyoruz,
anayasamız böyle bir tanımlamaya karşıdır” diyen birileri açıkça çıkıp böyle
konuşmadan, Suriye’nin Arapları, Alevileri, İstanbul’un Gezicileri, Türkiye’nin
Alevileri kazanılamaz ve hepsi dil ve din körü bir demokratik cumhuriyet
programı etrafında birleştirilemez.
Bu da bunların birbirine karşı kullanılmaya devam edileceği
anlamına gelir.
Kobani ve Rojava, ya Kürtlük veya Araplıkla veya başka bir
şeyle tanımlamayı reddetmenin yani demokrasinin şehri olacaktır ya da yanlış
bir soruya verilmiş yanlış bir cevap olarak kalacaktır. O zaman da sadece
kendisi değil bütün Ortadoğu kanamaya devam edecektir.
Ama Kobani’nin böyle olabilmesi için, İstanbul’daki çevre
direnişçilerinin veya direnen maden işçilerinin Türk bayrağını bırakıp, hiçbir dile,
dine, kültüre, tarihe bir gönderme içermeyen bir beyaz bayrağı yükseltmeleri
gerekir.
29 Ekim 2014 Çarşamba
Yazıları e-posta ile otomatik
olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder