Kobane’de gökten inen silahlara ve tıbbi yardıma;
savaşçıların birazcık olsun soluk almasına; Türk devletinin ve hükümetinin
politikasının iflas etmesine sevinemeden, Duhok’tan kötü kokular gelmeye
başladı.
Duhok’ta, silahların ve bombardımanın diyeti isteniyor
Kobane’den ve Rojava’dan.
Nasıl?
ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü John Kirby: “Kobani’de durum hala belirsiz ve değişken.
Kentin hala düşebileceğine inanıyoruz” diyor.
Bu bir durum saptaması gibi ifade edilen sözlerin anlamı şudur:
Kobane ve Rojava taleplerimize hayır derse, bombardıman durur, silah gelmez. O
zaman da IŞİD Kobane’de katliam yapar. Bu sözler diplomatik dille bir
tehdittir.
ABD, Türkiye ve Barzani, Kobane’nin ve Rojava’nın boğazına IŞİD
bıçağını dayamışlar, dediklerimizi kabul et, yoksa karışmayız diyorlar.
Rojava’ya Kantonal yapıyı (Merkeziyetçi olmayan, demokratik devlet
modelini) ve Halkları eşit olarak tanımlamayı reddet (Kürt devleti kur, bırak
halkların eşitliğini ve toplum sözleşmesi gibi hayalleri) diyorlar.
Times: “Kürtler, yeni
bir devlet kurmak için uzlaşıyor” diye manşet atıyor. Tavsiyesini ve
baskılarını sanki bir haberi aktarırmış gibi yazıyor.
Rojava ve Kobane direnmeye çalışıyor: “Bizim Peşmerge’ye değil, silaha ihtiyacımız var” diyor.
“Bize öncelikle diğer kantonlara giden koridor açın, biz
kendi işimizi görürüz” diyor.
ABD açıklama yapıyor.
Dün dört akın yaptık, üçü Irak’a biri Kobane’ye. Yani
bombardıman yine azalmış; silah gelişi bir kezle bitmiş durumda.
Kobane’nin boğazına bıçak dayanmış, “kendini inkâr et o
zaman silahları alırsın ve o zaman IŞİD’e etkili bombalar atarız” diyorlar.
Yoksa “kent hala düşebilir”.
Kobane düşmanlarla baş etti ve ediyor. Ama bu “dost”larıyla
baş edebilecek mi?
Gelen haberler dört bir yandan sıkıştığı ve büyük tavizler
verdiği izlenimi veriyor.
Umalım doğru değildir.
Bir gün daha bekleyelim. Bu arada yazılarımızın ve
yorumlarımızın dayandığı temeli açıklayarak bu günü değerlendirelim.
*
Bizim bütün yazılarımız, dünyada böyle bir hareket veya
somut güç olup olmadığına bakmadan, işçi
sınıfının tarihsel ve genel çıkarına göre yazılırlar.
Onların muhatabı, okuyanların ve ulaşabildiklerinin onlar
olup olmadığına bakmadan, işçiler, ezilenlerdir.
Dolayısıyla bizim yazılarımızda önerilen stratejiler,
taktikler, örgüt ve mücadele biçimleri ancak bu amaçları ve muhatapları
açısından eleştirilebilirler.
Örneğin, Türkiye’nin bazı ekonomik reformlar yapması ve diyelim ki Avrupa Birliği’ne girmesi veya girebilecek kriterleri doldurması gibi bir hedefi olan birisi bizi önerdiklerimizi ve yazılarımızı, strateji, taktik vs. bakımından eleştirmeye kalkarsa, tamamen anlamsız ve saçma bir iş yapmış veya yapmaya kalkmış olur. Çünkü strateji veya taktiklerin (yani yolun ve yordamın) eleştirisi ancak aynı amaçlarda anlaşılmışsa anlamlı olabilir. Biz öyle bir amacın kendisini yanlış buluyoruz.
Örneğin, Türkiye’nin bazı ekonomik reformlar yapması ve diyelim ki Avrupa Birliği’ne girmesi veya girebilecek kriterleri doldurması gibi bir hedefi olan birisi bizi önerdiklerimizi ve yazılarımızı, strateji, taktik vs. bakımından eleştirmeye kalkarsa, tamamen anlamsız ve saçma bir iş yapmış veya yapmaya kalkmış olur. Çünkü strateji veya taktiklerin (yani yolun ve yordamın) eleştirisi ancak aynı amaçlarda anlaşılmışsa anlamlı olabilir. Biz öyle bir amacın kendisini yanlış buluyoruz.
Keza örneğin amacı diyelim ki bir Kürt Devleti kurmak olan
birinin bizi önerdiğimiz strateji ve taktiklerden dolayı eleştirmesi saçma
olur. Böyleleri bizi ancak amaçlarımızdan dolayı eleştirebilir.
Bunların da öncelikle kanıtlaması gereken, reforme olmuş ve
diyelim ki Kürtlüğü ve Kürtleri tanımış bir Türk devletinin veya kendini Kürtlükle
tanımlamış bir Kürt devletinin insanlığın içinde bulunduğu çıkmaza bir cevap
olduğu ve bölgenin halklarına iyi kötü bir demokrasi, özgürlük, eşitlik, refah
gibi sağlamaya imkân sağlayacağı olabilir.
Bunu ise hiç birisi kanıtlamak bir yana iddia bile edemez.
Çünkü Kürtlük veya Türklük dışında bir ufuk ve perspektifleri bile yoktur.
Buraya kadarı işin alfabesi.
Buraya kadarı işin alfabesi.
İkincisi, genel olarak elbette birçok insan veya politik
güç, bizimle yukarıda sıralanan amaçlara benzer amaçlara sahip olduğunu deklare
ederler. (Aslında böyle açık ve net olarak eden de yoktur ama haydi öyle kabul
edelim.)
Ama bizim onlardan çok temel bir farkımız vardır.
Onların hepsi, şu veya bu ülkede sosyalist rejimler
kurulması; sonra bunların bir enternasyonalizm aracılığıyla birleşmesini esas
yol olarak görürler. Bütün politikaları böyle bir tasavvura dayanır.
Biz ise, bundan tamamen farklı bir strateji önerir ve
savunuruz. Farkı vurgulamak için, bu şöyle formüle edilebilir basit olarak: Önce
tek tek ülkelerin sosyalist olması değil (aslında böyle bir şey de mümkün
değildir. “Tek ülkede Sosyalizm” tartışmaları hatırlanabilir); önce ulusları
yıkıp, demokratik olarak örgütlenmiş bir tek Dünya Cumhuriyeti kurulması hedefi
güdülmelidir. Yani öncelikle esas savaş kapitalizme değil; uluslara ve ulusal
devletlere karşı açılmalıdır.
Bu ana halka yakalanmalıdır.
Bu stratejiyi ve programı şu an dünyada bizden başka dünyada
savunan yoktur.
Bu strateji ve program, tarihin ve toplum yasalarının
incelemesinden çıkarılmıştır; bu incelemeler sonucu ulus ve din teorilerinde
sağlanan ilerlemelere dayanmaktadır. Dolayısıyla Marksizmin bir
geliştirilmesine ve aynı zamanda aydınlanmanın kalıntılarından arındırılmasına,
yani eleştirisine de dayanan bir teorik arka planın sonucudur.
Sosyalist hareketin, klasik Sınıfsız Toplum ve Demokrasi
programları Tarihsel Maddeciliğin formülasyonunun bir sonucu idiyse; Demokratik
Ulus ve Uluslara Yok etme programları, tarihsel maddeciliğin içindeki
aydınlanma kalıntılarının temizlenmesi yani, bir üstyapılar teorisinin
şekillendirilmesi; bir din ve ulus teorisinin ortaya koyulmasının sonucudur.
Bu nedenle, bizim yazılarımızda dile gelen görüşler, gerek dayandığı
teori; gerek hedeflediği program ve strateji olarak, bütün dünyadaki
sosyalistlerden farklıdır; bir benzeri henüz yoktur.
Onların hiç biri bu program ve teorik arka planla yüzleşmeye
cesaret edememektedirler ve sanki böyle bir şey yokmuş gibi; önemsizmiş gibi
yaparak, onunla mücadele etmeye
çalışmaktadırlar.
Aslında bizzat bu yöntemleriyle yenilgilerini de şimdiden
ifade ettiklerinin farkında bile değildirler.
Ancak biz diğerlerinden daha acil görevler bakımından da
farklıyızdır.
Bu da şöyle açıklanabilir.
Ne olursa olsun, egemen ulusal devletlerin yurttaşlarıyız ve
dünyanın belli ülke ve yerlerinde yaşıyor; belli dilden insanlara hitap
edebiliyoruz. Yani örneğin benim yazılarım aslında soyut olarak dünyadaki bütün
işçilere ve ezilenler yöneliktir ama fiiliyatta ve somut olarak o sadece Türkçe
bilenlere ulaşabilir. Türk devletinin içinde veya Ortadoğu’da yaşayanların
sorunlarına özellikle yöneliktir.
Dolayısıyla yazarın, bu dünya çapındaki hedeflere ulaşmak için (ulusları ortadan kaldırmak ve oradan sınıfsız bir topluma geçmek için) burada nasıl azami katkı yapabilirim diye bir daha alt ve taktik hedefleri de vardır.
Dolayısıyla yazarın, bu dünya çapındaki hedeflere ulaşmak için (ulusları ortadan kaldırmak ve oradan sınıfsız bir topluma geçmek için) burada nasıl azami katkı yapabilirim diye bir daha alt ve taktik hedefleri de vardır.
Bu daha alt düzeyde, bulunulan ülke (Türkiye) ve bölge (Orta
Doğu) bağlamında somut olarak ne gibi taktik hedefler izlemek gerekir sorusuna
verdiği cevaplarda da kendini sosyalist veya demokrat olarak tanımlayanlardan
farklıdır.
Kendini sosyalist olarak tanımayanların büyük çoğunluğu;
bulundukları ülke veya bölgede acil bir görev olarak ülkelerini sosyalist
yapmayı; kapitalizme karşı mücadeleyi hedeflerler veya böyle davrandıkları
iddiasındadırlar.
Ancak bu satırların yazarı, bunu da yanlış bulmaktadır. Bu fiilen
Türklükle tanımlanmış bir gerici devleti desteklemek sonucu verir demektedir. Yani
bırakalım burjuvaziyi, kapitalizm öncesi egemen devleti ve ilişkileri
desteklemek, gericiliğe teslim olmak anlamına gelir demektedir. İşçi hareketi
ve Sosyalist hareketin tarihinde bunun adı, Lassalcılık’dır; O burjuvaziye
karşı Bismark (Prusya’nın Junkerlere dayanan ve bürokratik merkezi devleti) ile
ittifak anlamına gelir; Marks tarafından çoktan mahkûm edilmiş ve yanlışlığı
gösterilmiş bir çizgidir.
Biz, esas hedefin bu Türklükle tanımlanmış; merkezi ve
bürokratik devlete karşı olması gerektiğini söylemektedir. Acil görevin, “sosyalizm”
falan değil (Zaten mümkün değildir ama soyut olarak öle varsaysak bile) gerçek bir demokratik cumhuriyet olması
gerektiğini söylüyoruz.
Demokratik bir cumhuriyet olmanın ilk şartı, ulusun bir
dille, dinle vs. tanımlanmasına son vermek; ikincisi de merkezi, bürokratik
devlet yapısını parçalamaktır diyoruz. Bunun nasıl olacağımı somut olarak
programlaştırmış durumdayız.
İşte ülke ve Ortadoğu çapında bütün önerdiğimiz politikalar,
somut işler, örgüt ve mücadele biçimleri bu amaca yöneliktir.
Bu amaç, insanlığı kurtarmaz ama en azından bölge çapında
kanamaya son verebilir demekteyizdir.
Bu esas amaca şöyle hizmet eder diyoruz: bizzat bu mücadelenin
kendisi (Mücadelenin insanları dönüştürme kapasitesi ve eğilimi nedeniyle) ve
amaca ulaşılması halinde bölgenin uğrayacağı baskılar ve bunlara karşı direniş,
bu amaca ulaşanları tüm dünyaya yönelik olarak uluslara karşı bir mücadelenin
gerekliliği noktasına getirebilir diye düşünmektedir.
Yani ülke çapında bir demokratik devrimin (bir demokratik
cumhuriyetin kurulmasının); bölge çapında bir demokratik devrime (Demokratik
Ortadoğu Cumhuriyeti’ne) ; bölge çapındaki bir demokratik devrimin de uluslara
karşı bir demokratik devrime (Bir Dünya Cumhuriyetine); ulusları yok etmiş bir
demokratik devrimin de gerçek bir sosyalist devrime dönüşebileceği; bir tür “sürekli
devrim” karakteri taşıyacağı veya böyle bir eğilim göstereceğini öngörüyoruz.
Kaldı ki, böyle bir eğilim olmasa da, izlenen bu strateji yanlış
olmazdı.
Bu noktada, Türkiye ve Ortadoğu’da, KCK’nın örgütsel ifadesi
olduğu Kürt Özgürlük Hareketinin de, tam bir demokratik Cumhuriyet hedefi ve
tanımlanmasından oldukça uzak olsa da, hem buna yakın, hem açık, hem de
toplumsal tabanının mücadele içinde daha da ileri gidip radikalleşerek
demokratik bir cumhuriyete doğru fiili bir değişim gösterme kapasitesi ve eğilimiyle,
özel bir yeri olduğunu da düşünüyoruz.
Dolayısıyla bir yandan bu hareketi desteklemeye çalışırken;
diğer yandan onun daha ileri gitmesi için eleştiri ve öneriler getiriyoruz.
Bizim bütün yazdıklarımız bu uslamlamalar zinciri içinde anlaşılabilirler
ve bu çerçevede eleştirilebilirler.
Böyle bakıldığında yazılarımızın ve bu yazılarda ifadesini
bulan fikirlerin, iç tutarlılığı olan bir sistem oldukları görülür.
Şu veya bu olgu hakkındaki eksik ya da yanlış bilgiler; şu
veya bu durumda yapılan bir çıkarsamadaki yanlışlar; şu veya bu durumda
yapılmış öngörülerin pek tutmaması vs., hiçbir önem taşımazlar. Bunlar küçük
hatalardır.
Ama böyle programatik, stratejik, taktik temeli olmayan bir
çizgi ya da bir görüş, ne kadar sağlam olgulara dayanırsa dayansın; kendi içinde
ne kadar mantıklı çıkarsamalar yaparsa yapsın; ne kadar isabetli öngörülerde
bulunursa bulunsun, bu onun temelden ve büyük bir yanlış olduğu gerçeğini
ortadan kaldırmaz. Bu büyük bir yanlıştır.
Ahlak filozofları, doğru bir amaç için yanlış araçların ahlaksızlık
olduğunu söylerler.
Ama esas büyük ahlaksızılık, yanlış bir amaç için “doğru”
işler yapmaktır.
Bu nedenle bizim eleştirdiklerimizin hiç birinin ahlaklı
olma şansı yoktur.
Amaçları yanlıştır çünkü.
Bu nedenle biz “ahlakım politik, politikam ahlakidir” derken
aynı zamanda doğru bir politikanın ahlaklı olmanın olmazsa olmazı olduğun da
söylemiş oluruz.
Bu kısa açıklamaya bizi zorlayan, yazılarımıza yapılan
yorumlar oluyor.
Ayrıca bir nokta daha, okuyun piyasadaki bütün solcu
yazarları. Hepsinin muhatabı aslında hükümet veya devlettir. Onu nasıl daha liberal olursa veya nasıl reformlar
yaparsa daha akıllıca davranmış olacağını ikna etmeye çalışırlar.
Onların ikna etmeye
çalıştığı bizim imha etmeye
çalıştığımızdır.
22 Ekim 2014 Çarşamba
22 Ekim 2014 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder