Kobane’nin askeri olarak IŞİD’in eline
geçmesi, yani “düşmesi” olasılığı artık neredeyse sıfırdır. Düşse de artık
düşen Kobane olmayacaktır.
Çünkü Kobane Dohuk’ta düştü. Dohuk’ta
düşen sadece Kobane de değildir. Tüm Rojava düştü.
Dün Duhok’tan kötü kokular geliyor diye
yazmıştık. Bugün onların gerçek olduğu ortaya çıktı.
*
Kobane’yi Kobane, Rojava’yı Rojava yapan
“Toplumsal Sözleşme”si idi.
Demokratik bir ulusu ve ulusçuluğu savunması idi.
Girişindeki ilk paragraf şöyle diyordu:
“ (…)
Bizler demokratik özerk bölgelerin
halkları; Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri, Keldani ve Arami), Türkmenler ve
Çeçenler olarak bu sözleşmeyi kabul ediyoruz. Demokratik Özerk Bölge
Yönetimleri; ulus-devleti, askeri ve dini devlet anlayışını, aynı zamanda merkezi yönetimi ve iktidarı kabul etmez.
(…)”
Bu çok basit gibi görünen sözlerdeydi her
şey. Elbet Rojava’da çoğunluk Kürtlerdeydi ve bu girişimin başını onlar
çekiyorlardı. Ama kendilerini özel bir yere koymadan; Kürdistan veya Kürt
yönetimi olarak tanımlamadan; kendini diğerleriyle eşitleyerek ve hiçbir imtiyaz
ve üstünlük tanımadan yapıyorlardı bunu. Bu nedenle bir umut olmuşlar, Ortadoğu'da
IŞİD karşısında biricik birleştirici alternatif olarak çıkmışlar; her yerden
gönüllüler savaşmaya gelmeye başlamışlardı. Sünni Arapları, yani bugünkü
IŞİD’in tabanını da kazanabilecek, bütün Ortadoğu’daki kanamaya son verebilecek
biricik alternatif olarak ortaya çıkıyordu.
Düşünün bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin
Anayasası’na “Bizler Türkler, Kürtler,
Ermeniler, Rumlar, Lazlar, Çerkezler olarak demokratik bir toplum kurmak için
bir araya geliyoruz” diye yazdığını; bunun nasıl büyük bir devrim ve altüstlük
olacağını. Oranın bir anda bütün bölge için bir örnek ve çekim merkezi; bir
demokrasi adası olacağını. (Zaten onu yazdığı an da adını Türkiye Cumhuriyeti değil
de örneğin Anadolu, Mezopotamya ve Trakya Demokratik Cumhuriyeti gibi bir şey
koyardı.)
Düşünün bu Türkiye Cumhuriyeti denen
merkezi devletin Anayasa’sında “Merkezi
Yönetimi ve İktidarı Reddediyoruz” dediğini. Bu nasıl bir devrim olurdu?
Rojava’da başlayan devrimin bütün özü
belki bu iki cümlede gizliydi. Gerisi bu özün ve ruhun somut biçimlere
bürünmesinden başka bir anlama gelmiyordu.
Örneğin: “Cizîr kantonunun resmi dilleri Kürtçe, Arapça ve Süryanicedir. Aynı
zamanda diğer tüm oluşumların
anadillerini kullanma ve anadillerinde eğitim görme hakkı vardır”
Düşünün bir Türkiye Cumhuriyeti’nin
Anayasasında Türkçe, Kürtçe, Arapça resmi dildir (yani her tabela en azından bu
üç dilde yer alacaktır) herkesin ana dilinde eğitim hakkı ve anadilini kullanma
hakkı vardır diyerek en küçük bir azınlığa bile ana dilinde eğitim hakkı ve
bunların devlet dairelerinde işlerini pek ala kendi ana dillerinde görme hakkı
tanıdığını ve bu hakkı savunduğunu; var oluşunun temeli yaptığını.
Bu nasıl bir alt üstlük, nasıl bir
devrim olurdu?
İşte Rojava’da yapılan buydu. Bunu ilk
başlatan yer de Kobane idi.
Elbet henüz yetersizdi; elbet henüz tam
bir demokrasi olmaktan uzaktı; elbet henüz eşit bireylere değil, dil ve din
cemaatlerine dayanıyordu ve bu onun en zayıf yeriydi. Ama bunların hiçbir
politik anlamının olmadığı eşit bireylere dayanan bir demokrasi yönünde hiç de
küçümsenmeyecek devasa bir adımdı.
Ve bu adım harekete geçireceği devrimci
dinamiklerle çok daha ilerilere gitme potansiyeli taşıyordu.
Bu haklar ve ideal sayesinde Kobane’deki
gençler, kadınlar, yaşlılar az bulunur bir fedakârlık ve kahramanlıkla
yurtlarını ve yurtlarıyla özdeşleşmiş özgür ve eşit ilişkilerini
savunuyorlardı. Böyle bir ideal ve toplumsal ilişkilerin başlangıcı olmasaydı
böylesine büyük bir direnç oluşamazdı Kobane’yi savunanlarda.
Aslında savununlar da Kobane’nin
gençleri, bakkalları, ev kadınlarından başkaları değildi. Kobane’de sivil
kalmamış diyorlardı. Aslında Kobane’de asker yoktu. Var olan ve o kahramanlık
destanlarını yazalar, silahlanmış sivil halktan başkası değildi. O ölüme
giderken bile neşelerinden hiçbir şey yitirmeyen gençler, Kobane’nin sivil
halkından başkası değildi.
ABD, bugünkü teknik gücüyle istese
IŞİD’i Kobane’yi yaklaştırmaz. İstese, Kobane’yi en modern ve eskili silahlarla
donatabilirdi. Sorun askeri, lojistik veya teknik olarak bir sorun değildi.
Ama buna rağmen Amerikan generalleri
Kobane’de durum hala kritik olduğunu, Kobane’nin düşebileceğini söylüyorlardı.
Bu mide bulandırıyordu.
Çünkü bunlar bir durum saptaması değil,
birer tehditti. Saptamayı yapanların gücü saptananı değiştirebilirdi. Aslında
diplomatik yoldan, “Politik koşullar oluşmadı bu nedenle Kobane’ye yardımda
sorunlar çıkabilir ve IŞİD Kobane’yi ele geçirebilir” diyorlardı. “Kobane’dekiler,
bizim koşullarımıza uymazsa Kobane’ye silah ve bombardıman desteği olmaz,
IŞİD’in eline düşebilirsiniz.” mesajı veriyorlardı.
Peki, neydi ABD’nin, Türkiye’nin ve
Barzani’nin Kobane’den istediği?
Bu projeden vazgeçmesi.
Bu nedenle Türkiye Rojava’ya ambargo
uyguluyordu. Bu nedenle Barzani Doğudan Türkiye ile ortak Rojava’yı kuşatıyor
onu boğmaya çalışıyordu.
Rojava daha önce kendi öz gücüyle,
Barzani’nin bu baskılarına direnebilmişti. Ve de IŞİD’in saldırısından sonra,
bütün prestijini yitirmiş olan Barzani’yi tecrit edebilmişti.
Ve şimdi IŞİD de yine aynı gerekçeyle
Rojava ve Kobane’ye saldırıyordu. Erdoğan’ın PKK’lılara ateist ve Zerdüşt
demesi gibi, IŞİD de Allahsız ve Kâfir YPG ve PKK’lılara savaştığını
söylüyordu. Çünkü Rojava’da dinlerin ve dinsizlerin hepsi eşit kabul
ediliyordu.
IŞİD’in Kobane’yi kuşatması hepsi için
bir kurtarıcı oldu. Hepsi timsah gözyaşları dökmeye başladılar katledilecek
Kobane’li savaşçılar ve halk için.
Türkiye’deki ayaklanma ve Kobane’nin hiç
hesaplanmayan direnişi bu oyunu bozdu, ama onları niyetlerinden vazgeçirmedi. Yeni
koşullara uydular sadece.
ABD ve İngiltere, Türkiye ve Barzani, hepsi birlikte, kendi koşullarını Rojava ve Kobane’ye dayatmak; onu kendinden ve ideallerinden var geçirmek için, IŞİD’i Rojava ve Kobane’nin boğazına dayanmış bir bıçak gibi kullandılar: koşullarımıza evet demezsen karışmayız.
ABD ve İngiltere, Türkiye ve Barzani, hepsi birlikte, kendi koşullarını Rojava ve Kobane’ye dayatmak; onu kendinden ve ideallerinden var geçirmek için, IŞİD’i Rojava ve Kobane’nin boğazına dayanmış bir bıçak gibi kullandılar: koşullarımıza evet demezsen karışmayız.
Bu bakımdan aralarında bir fark yoktu.
Sadece koşulları her birinin kendine göre ayrıntıda farklılıklar gösteriyordu.
ABD aslında kendisini, yani Amerikan
ulusunu, bir dille, bir tarihle, bir dinle tanımlamaz ve bu anlamda demokratik
bir ulusa en yakın biçimdir. Kobane’de kurulmak istenen sistem bir bakıma
ABD’ye en yakın sistemdir.
Ama ABD kendi sisteminin kendi dışında
kurulmasını istemez. Çünkü bu sistem, dillere, dinlere göre tanımlanmış politik
birimleri dışladığı için, birbirine karşı kullanılacak mahalli güçlere olanak
tanımaz. Böyle olmazsa da dünya çapında bir egemenlik sürdürülemez. Bu nedenle,
Emperyalist ülkelerin hepsi, kendi içlerinde epeyce demokratiktirler ama dışlarında
en küçük bir demokrasi ve eşitliğe tahammülleri yoktur. Bu nedenle ABD
açısından, kendisininkine benzeyen bir ulus tanımı yapan ve benzer bir
demokrasi kurmak isteyen Rojava ve Kobane kabul edilmezdi.
Bu nedenle Avrupa ve ABD’nin basınında
Kobane’deki deneye ilişkin bir tek söz bile bulamazsınız. Bu nedenle onlar
ısrarla, Rojava kendini öyle tanımlamamasına rağmen, Rojava’nın “Kürt Yönetimi” olduğundan söz ederler. Çünkü “deliye (halklara)
taşı andırmak”; “eşeğin (halkların) aklına karpuz kabuğu düşürmek” istemezler.
Bölge devletleri zaten tam da ulusu bir
dille veya dinle tanımlayan gerici ilkeye göre kuruldukları için, Rojava’yı
kendileri için en büyük bir tehdit olarak görürler.
Böylece boğazına IŞİD bıçağı dayanmış
Kobane ve Rojava, teslim olmaya zorlandı.
Ancak ruhunu teslim ettiği takdirde
bedenini kurtarabilirdi.
Rojava ve Kobane yapabileceği her şeyi
yaptı. “Bize sadece silah ve ilaç lazım, biz IŞİD’in hakkından geliriz,
Peşmerge’ye ihtiyacımız yok” dedi. Kimselere duyuramadı. “Daha çok bombardıman”
dedi kimselere duyuramadı.
Son günlerde bombardımanlar tekrar
seyreldi ve etkisizleşti.
IŞİD’in saldırıları arttı, şiddetlendi
ve ağır bombardımandan sonra kaybettiği yerleri gene geri almaya başladı. İşte tecrübeli
İngiliz emperyalizminin BBC’si her zaman olduğu gibi olayın özü olan bilgileri
veriyor:
“Son
haftalarda ABD önderliğindeki koalisyon güçlerinin hava operasyonlarının da
yardımıyla Kobani'nin doğusunda mevzi kaybeden IŞİD, dün gece yeni bir saldırı
başlatarak şehir merkezini topçu ateşine tuttu.
Güneyden
ve doğudan şehir merkezine ilerlemeye çalışan IŞİD militanlarına Suriyeli
Kürtlerden oluşan Halk Savunma Birlikleri (YPG) karşılık verdi.
BBC'ye
bilgi veren Kobani'deki Kürt yetkililer çatışmaların son birkaç haftada yaşanan
en şiddetli çarpışmalar olduğunu ifade etti.
Kobani'nin
batısında ise, YPG ve ona destek veren Özgür Suriye Ordusu IŞİD'e karşı bir
saldırı başlattı.
IŞİD
batı bölgesinde YPG'nin yaklaşık 10 gün önce geri aldığı tepeyi dün yaşanan
çatışmalarla tekrar ele geçirmişti.”
Görüldüğü gibi bu arada IŞİD YPG’yi
tekrar sıkıştırmaya başlamıştı. ABD isterse pek ala farklı bir mesaj da
verebilirdi.
Örneğin Cengiz Çandar yazıyor:
“ABD,
Musul IŞİD’in eline geçtikten sonra, asıl Erbil tehdit altına girdiği vakit
harekete geçmişti ve öyle bir hava harekâtı yürüttü ve Kürdistan Bölge Yönetimi
ile öyle bir“eşgüdüm” sağladı
ki, IŞİD, Irak Kürdistan bölgesinden görece biçimde uzaklaşmakla kalmadı,
stratejik önemdeki Musul Barajı’nı da terk etmek zorunda kaldı.
ABD’nin askeri hamlesinin “siyasi mesajı” açık idi: Irak Kürtleri ve Kürdistan Bölge Yönetimi, Washington güvencesi altındadır!”
ABD’nin askeri hamlesinin “siyasi mesajı” açık idi: Irak Kürtleri ve Kürdistan Bölge Yönetimi, Washington güvencesi altındadır!”
Yani ABD istese, IŞİD’e benzeri mesajı
verebilir ve IŞİD de bunu anlayacak kapasitededir. Ama verdiği mesaj farklıdır
ne oldurmakta ne de öldürmektedir.
*
ABD, Türkiye, İsrail ve Barzani, Rojava
ve Kobane’nin ruhunu öldürmeye karar vermişlerdi. Tek sorun, Türkiye’nin
Kürtlerden korkusuydu. Ama Türkiye’nin demokrasi korkusu Kürt korkusundan da büyüktü.
Zaten bu korkuyla Yıllarca Barzani’ye PKK karşısında destek vermişti. Ya da ABD
Türk Devletinin demokrasi korkusunu kullanarak, Türkiye’yi Barzani’ye verilecek
tavizlere razı etmişti.
*
Salih Müslim, Duhok’ta kuşatıldı. Bir
yandan ABD ve İngiltere, bir yandan Barzani, diğer yandan Türkiye. Örneğin MİT
yöneticisi Hakan Fidan Duhok’ta karargâh kurdu.
Diğer yandan savaş alanında da IŞİD.
Salih Müslim, Kardeşi Müslim ve Asya
Abdullah, baskılara direnmeye çalıştıkça; “bize
peşmerge değil silah lazım; bize diğer kantonlarla bağlantı lazım, biz
kendimize yeteriz” dedikçe, seslerini duyuramaz oldular; Kobane’nin boğazını
Amerikan kelepçesi gibi sıktılar.
Örneğin, arka plan bilgileri aktaran ve
“Dohuk Zirvesi”ni izleyen Mahmut Oral şunları yazıyordu 19 Ekim’de:
“ENKS’nin
(Barzani okuna) en öncelikli isteği, kanton
yönetimlerine son verilerek Suriye içerisinde Rojava Kürtleri için tek bir
merkezi yönetim oluşturulması. Yani
üç kantonun feshedilip tek bir Kürt yönetimi oluşturulması. TEV-DEM
(Apocular, PKK veya YPG okuna) ise bu talebe karşı çıkıyor. TEVDEM bu kararı
kendilerinin vermesinin mümkün olmadığını, ait oldukları siyasi düşüncenin bir
projesi olduğunu belirterek böyle bir isteği onaylamaları halinde halka hesap
veremeyeceklerini dile getiriyor.”
“Diğer
bir tartışma noktası ise Rojava’nın savunması için silahlı güç oluşturulması.
TEV-DEM ve PYD, ENKS ve diğer Kürt parti ve oluşumları yeni bir silahlı güç
oluşturacaksa bunun YPG bünyesine katılmasını istiyor. ENKS ise ortak bir
silahlı güç oluşturularak Rojava’nın savunulmasını talep ediyor. TEV-DEM,
“Rojava’da ikinci bir silahlı gücü kabul etmeyiz” derken, ENKS yetkilileri
“Bütün çalışmalarımızı ortak olarak yapmalıyız” diyor”
Bu direniş sürünce IŞİD’in saldırıları
daha etkili olmaya başladı. Bombardımanlar neredeyse durdu. Silah yardımının
devamı gelmedi.
“PYD’nin
silahlı kanadı YPG’nin direnişi ve ABD öncülüğündeki uluslar arası koalisyonun
hava saldırılarıyla son 1 haftada geri çekilmek zorunda kalan IŞİD militanları
önceki gece kentin doğusuna saldırdı. Gece boyunca çok şiddetli çatışmalar
yaşandı. IŞİD kenti havan toplarıyla, bomba yüklü otomobillerle saldırılar
düzenledi. Kobani’de bulunan gazetecilerden Abdulrahman Gök, son günlerdeki en
şiddetli çatışmaların yaşandığını söylerken IŞİD’in belediye binası ve
pazaryeri dahil üç koldan saldırı düzenlediğini aktardı. “Çatışmalar sabaha
kadar durmadı. Sabah kent içinde dolaştığımızda hasar görmüş araçlar ve
patlamamış havan topları ve büyük bir yıkımla karşılaştık” dedi..”
Ayın 22’sine geldiğinde ise, “Kürtler Anlaştı, iste yeni kurulacak
Kürdistan” başlığı altına yani dün, artık şu haber okunuyordu:
“Taraflar,
9'uncu gününe giren toplantı sonucunda, ortak yönetim, ortak güç ve siyasi
birlik kararı aldı. Bu Cizire, Efrin ve Kobani kantonlarının Rojava adı altında
yarı özerk Kürt devleti ilan edilmesi anlamına geliyor.”
Yani Rojava ruhunu teslim etti.
Kürtlükle tanımlanmaya ve merkezi devlete karşıydı ve Müslim ben burada karar
alamam, Anayasayı imzalayan bileşenler karar vermeli diyordu. Ama Kantonal
örgütlenmeyi, yani merkezi ve bürokratik olmayan devlet yapısını, terk etmişti,
Kürtlükle tanımlanmamayı, bölge için tüm ulusları birleştirecek bir proje
olmayı terk etmişti ve kendisinin karar veremeyeceğini söylemesine rağmen
kendisi imzalamıştı.
Çünkü Kürtlükle tanımlanmama Barzani’yi en çok rahatsız eden noktaydı: Örneğin
Barzani’nin adamı olan “Suriye Kürt
Ulusal Koalisyonu’ndan (ENKS) bir yetkili, “TEV-DEM ile toplumsal sözleşmenin düzenlemesi
konusunda anlaşmaya vardık. Çünkü mevcut sözleşmenin içeriğinde Kürt’e dair bir
şey yok”. diyor ve bunun en büyük rahatsızlık nedeni olduğun söylüyordu.
Özetle, Salih Müslim, daha önce bütün
direndiği noktalardan birer birer geri adım atmak zorunda kaldı. Hem de bunları
Kandil ile danışarak yapmak zorunda kaldı. Salih Müslim’in attığı geri adımlar
aslında PKK’nın, yani Kürt Özgürlük Hareketi’nin geri adımlarıydı.
İşin kötüsü, demokrasinin bu yenilgisi,
Türkiye gibi Kürt inkârcıları karşısında Kürtlüğün bir zaferi gibi de
sunulabiliyordu. PKK’nın yıllarca emek ve fedakârlıkla kazandığı mevziler bir
darbede çok gerilere itilmişti.
Yeni anlaşma Rojava’nın ruhunun ve
özünün terk edilmesi anlamına geliyor:
1)
Kendini Kürtlük değil, demokrasi ile tanımlayan Rojava,
artık Kürtlük ile tanımlanacaktı. Kürtler diğerleriyle eşit bir statüde
olmayacak, devlet kendini Kürtlükle tanımlayacak, diğerleri azınlık olarak
tanınacaktı.
2)
Özgür komünlerin (Kantonların) gönüllü birliği yerine
Merkezi bir devlet geçirilecekti.
Yani bölgedeki diğer devletler gibi bir
devlet; Türklükle, Araplıkla vs. tanımlanmış; devletlerin yanında Kürtlükle
tanımlanmış bir devlet. İsviçre veya ABD gibi özerk yönetimlerin gönüllü
birliğine dayanan değil; Şark’ta binlerce yıldır görülen merkezi bir devlet.
Yani Rojava’yı Rojava yapan ruhu
öldürüldü. Aksi takdirde Kobane’de direnenlerin IŞİD’in insafına terk edileceği
münasip bir biçimde anlatıldı.
Bütün bunlar olurken, ne HADEP’ten; ne
Kandil’den; çıt çıkmıyordu. Hele bu konuda hiç. Ancak uzmanların anlayacağı
türden birkaç kısa ve küçük haber.
Bugün bile, bütün “büyük basın” Suriye’de
bir Kürt Devleti için anlaşıldı anlamına gelen manşetlerle çıkarken; Özgür
Politika’da ya da Özgürlük Hareketine yakın diğer organlarda bu konularda
hiçbir şey görülmüyor. Sanki hiçbir şey olmamış gibi.
Bu bile uğranılan korkunç baskı karşısında
verilen tavizin, atılan gri adımın, yenilginin utangaç bir itirafıdır.
Elbet bundan dolayı ne Müslüm ne de Özgürlük
Hareketi suçlanamaz.
Elbet haydutlar boğazınıza bıçağı
dayamışsa, onlara bütün her şeyinizi verip canınızı kurtarmayı ve ellerinden kurtulduktan
sonra onların canına okumak için fırsat kollamayı düşünebilirsiniz.
Muhtemelen böyle de olacak.
Ama bundan sonra her şey daha zor
olacak.
Silahlı peşmergeler, her demokratik
davranışa karşı saldırı ve provokasyonlar yapacaklar. Orası demokrasinin son
kalıntılarından da arındırılarak diğer devletler gibi bir Kürt devleti haline
getirilecek.
Türkiye ise bu arada, Kürtleri Barzani’nin
kucağına itmek için bir başka İŞİD gibi kullanılacak. Türkiye’nin Kürtleri inkâr
ve baskı altında tutmaya yönelik her girişimi karşısında, ABD, İngiltere,
İsrail’in desteğini almış Barzani ve Barzani’nin kontrolüne verilmiş Rojava
daha bir prestij kazanacak ve PKK giderek önemsiz bir aktör haline itilmeye
çalışılacak.
Ama Kendini Kürtlükle tanılamamış
demokratik Rojava’nın yerini kendini Kürtlükle tanımlamış; otonom ve gönüllü
birleşmeler yerine merkezi bir devlete dönüşmüş Rojava, artık her saldırıya
açık olacaktır.
Arapları kazanma; Ortadoğu’yu
birleştirme şansı yoktur.
Artık gönüllülerin gidip Rojava’da savaştıklarını
daha az göreceğiz ve bir süre sonra hiç biri kalmayacak.
Kobane teslim olmadı; direndi direniyor.
Hala da direniyor.
En son Asya Abdullah, Cizre ve Afrin ile
Kobane arasında bir koridor açılması için Birleşmiş Milletlerin bir girişimde
bulunmasını; hava saldırılarının da devamını istiyor; Birleşmiş Milletler’i
yardıma çağırarak bu sırtlanlardan korunmaya çalışıyordu.
Ama sesi artık hiçbir yerde
duyulmuyordu.
HDP, Kandil, KCK, bu ağır yenilginin
altında tam siper bir sessizlik içinde bulunuyorlardı.
*
Savaşta yenilmek de vardır.
Düşmanın güçleri çok üstünse ve kurtulma
olanağınız varsa, elbiselerinizi ve her şeyinizi verip onun canına okumak için
canınızı kurtarmanın yollarını arayabilirsiniz. Bütün bunlar savaşta olağandır.
Ama hiçbir zamana gerçekleri gizlememeli.
Evet, şu an büyük güçlerin baskılarına
dayanılamayarak büyük bir geri adım atılmıştır.
Rojava deneyi ve hayalleri, yani Rojava’yı
Rojava, Kobane’yi Kobane yapan şey yitirildi. Bu anlamda Kobane, hatta Rojava
Düştü.
Ama tekrar aşağıdan, adım adım, bunlara
karşı şimdiye kadar yapıldığı gibi tekrar kaybedilen alanlar geri alınmaya
çalışılabilir.
Ama bunun için önce açık olmak
gerekiyor. Yenilgiyi zafer gibi göstermemeli ya da görmezden gelmemeli ve “Kuşa
bak” yapmamalı.
İkincisi, ne kadar ileri gidilmek
isteniyorsa o kadar geri gidilip hız almak ve birikim yapmak gerektiğidir.
Açıktan dile, dine dayanan uluslara,
yani politik birimlere karşı bir mücadeleye girmeden; uzun bir teorik ve
politik hazırlık yapmadan atılacak adımlar ve ileriye doğru gidişleri kısa
ömürlü ve kısa menzilli olmaktadır.
Evet, Kobane Duhok’ta düştü. Sadece
Kobane de değil, Rojava da düştü.
Bu düşme, bu yenilgi, gerici “ilkel”
milliyetçiliğin bir zaferidir.
Bu düşme özgür komünlerin gönüllü
birliği karşısında, merkezi devletin bir zaferidir.
Önümüzde Türk, Arap, Kürt, Alevi, Sünni,
Selefi, Şii, Farisi, milletlerin ve milliyetçiliklerin Ortadoğu’yu kan
deryasına döndüreceği bir dönem bulunuyor.
Ortadoğu’nun önünde iki yol var: ya
gerçekten ulusu her türlü dille, dinle vs. tanımlamayı reddeden; böyle
tanımlamalara karşı tanımlayan Demokratik bir Ortadoğu Cumhuriyeti ya da
kimsenin huzur yüzü görmediği ve göremeyeceği bir devasa bir Lübnan.
23 Ekim 2014 Perşembe
Yazıları e-posta ile otomatik
olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder